Basına ve Kamuoyuna!
1. 25 Ağustos günü saat 19.30 sularında Maraş’ın Nurhak ilçesinde yapımı devam eden askeri amaçlı baraj şantiyesine yönelik gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Baraj tribünlerinin imha edildiği eylemde 1 G3 silaha el konulmuştur.
- Ayrıntılar
Siyaset dediğimiz şey; sözle başlar, eyleme dönüşür. Bu işleyişi esnasında izlediği temel rota ise etki-tepki olmaktadır…
Siyaseti bunlardan bağımsız ya da farklı anlamaya çalışmak, yine onu farklı şekilde anlatmaya çalışmak; ya siyasetten anlamamaktır, ya da siyaseten aymazlık içinde olmaktır.
Son günlerde yaşananlar karşısında birçok çevrenin “ne oluyor” gibi sorular sorması, yaşananlara bu kadar yabancı kalması; bu ülkenin siyasi iklimini ve eylemlerini sorgulamadan kaçışının farklı bir ifadesi oluyor.
Hergün her yerde yaşanan saldırılar, alan hakimiyetleri karşısında hep bir suçlu aramak! Belki bir yere kadar kabul edilebilir, ama bu arama esnasında ortaya çıkan gerçekleri ters yüz etmeye çalışmak, işin ne kadar acılı olduğunu bir kez daha gözler önüne sermektedir…
İşte bu durumun içine girenler/düşenler, aslında basit bir pandomim oyuncusundan farksız olmaktadır. Bu şahsiyetlere siyasetçi demek güç olduğu gibi bunların siyasetten anladığı tezini savunmak, ülkenin iktidarını bunlara teslim etmek ise başlı başına kamusal bir pandomim oyunun dışında farklı bir anlamı taşımıyor…
Olay bu kadar basittir!
Alan hakimiyetini günden güne arttıran, farklı eylem tarzlarıyla sürekli bir şekilde orta yoğunluklu çatışma içerisinde yer alan HPG hattında durumun netliği ve anlaşılırlığı gayet açıktır…
Karşı tarafta ise; birlik ve bütünlük adı altında, bizim dediğimizin dışında bir şey sormayın, yazmayın ve çizmeyin yaklaşımlarıyla, tüm ülkeyi tesiri altında tutarak, bastırarak-korkutarak mücadele ettiğini sanan ve “usta”lık dönemini bu şekilde ifşa eden bir hükümet!
HPG’nin süreç karşısındaki netliği ve tavizsizliği ne kadar net ise, siyasi iktidarın yaklaşımı ve mücadele mantığı da o kadar saçma, o kadar acınası ve o kadar ahmakça!
Son dönemde yaşananlarda her iki taraf arasındaki yaklaşımı ve mücadelenin parametresini bunların dışında görmek/yorumlamaya çalışmak mümkün değildir…
Siyasi iktidarın; bölge siyasetlerindeki söz-eylem sarmalını da bu süreç içerisinde değerlendirmeye çalıştığımız da, bölge ve uluslar arası siyasette başarısızlığın/belki de dib’e vurmanın dışında herhangi bir sonucu olmadığını bugün itibariyle herkes daha iyi görebilmektedir.
Tekrar başa dönmek gerekirse;
Siyasetin söz ile başladığını ve beraberinde eyleme dönüştüğünü son on yıl içerisinde bir kere daha genel hatlarıyla analiz etmek gerekiyor;
Siyasi iktidar; ilk başlarda çözeceğim dedi, benim sorunum dedi! Birçok çevrede ilgiyle karşılandı, takip edildi. Birçok platformda bütün çevreler sözle başlayan bu siyasetin eyleme dönüşmesini bekledi.
Siyasi iktidar; açılım yapacağım, tabuları yıkacağım dedi. Yine her yerde bir heyecan dalgası uyandı, herkes otuz yıllık kanın duracağını sandı. Dağdakilerin “bizim çocuklarımız” olduğunu söyledi, herkesin gözleri nemlendi, bundan sonra “anaların ağlamayacağına” herkes inanmaya başladı.
Siyasi iktidar; sanatçısı-sporcusu ve hatta simitçisiyle toplantılar yaptı. Ortak akıl oluşturmaya çalıştığını söyledi, dağdan gelenlerin topluma dahil edileceğini söyledi. Siyasi iklime katkıda bulunmaya çalışanları dinliyormuş gibi göründü, uygulama da kendi bildiğinden ödün vermedi.
Siyasi iktidar; söz ile eylem arasındaki tutarsızlığını pervasızca arttırmaya başladı. Konuyu çözümden ziyade, silah bırakma sevdasına dönüştürdü.
HPG ise; her fırsatta çözüme ve barışa katkı sunmak istedi. Siyasi irade olarak gösterilen Öcalan üzerinden sorunun sağlıklı bir şekilde çözülebileceğini söyledi. Ancak bu şekilde söylenen sözlerin, eylemsel bütünlük içinde sonuca gideceğini, aksi halde savaşın çok şiddetleneceğini söyledi…
İşte şu anda yaşananlar bunların dışında başka bir şey değil. Olay bu kadar basit! Hani “neler oluyor” diye soruluyor ya, biraz da buradan bakmak lazım. Siyaset dediğimiz şey ve usta’lık dönemi olarak atfedilen bu süreçte Türkiye’nin yaşadıklarının bunların dışında herhangi bir açıklaması yoktur.
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Bir çift namlu gözlerin
Tam yüreğime doğrult her ikisini de
Bu yürek cehennem şimdi
Ustaların tabiriyle topraklara düşüyor
en sevdiğim oğullarım ve kızlarım
Gez göz ve arpacık kesilsin bütün bedenin
Bak yine zulümlerde
Bütün coğrafyasıyla tek sevgilim
Çocuk cehennemi şimdi yüreğim
Eziliyorlar tankların altında
Zebaniler halayında coplanmakta yüreğim
Taş atan kolları kırılıyor gözlerimin önünde
Ve toprağa düşüyorlar
Zamansız, hiç zamansız
Çocuk cehennemi şimdi yüreğim
Derelerin kıyısında ateş kesiyor bedenleri
Hiçbir denizin, hiçbir serin derenin
Söndüremeyeceği bir cehennem şimdi yüreğim
Doğrult gözlerini yüreğime
Ve tetiğine asıl yüreğinin
Hadi vur beni
Göğüs kafesimin çatal yerinden
Durmadan bak yüreğime
Sadece şarjörü değil, bütün mermilerini boşalt
Bütün bombalarını savur
Saldırıya giden bir gerillanın
Dopdolu raxt’ı gibi olan yüreğinin
Yürü üstüme üstüme
Bir namlu gibi dayanıp şakağıma
Asıl yüreğinin tetiğine
Her tarafa bulaşsın bu zulümlerde yitmiş beynim
Hadi bir çift namlu gibi bak
Toprak olsun gözlerin
Bugünlerde teşneyim zaten
Her şeyiyle toprağa düşmenin
Toprak toprak bak bana
Gözlerine düşeyim
Ve bir yazıcı
Yıldızlara astığım bütün sözlerimi derleyip
Düşürecek bembeyaz bir zemine
Hadi toprak toprak olsun yüreğin
Kar beyaz kesilsin emek ellerin
En çok oraya ekeceğim kendimi
Üzerine üzerine yürüyeceğim bütün namluların
Açıp göğsümü vurulmayı isteyeceğim
Ve toprağa düşeceğim
Ta yüreğimden vurulmayı isteyeceğim
Çünkü vurulmuş çocuklarım
Çünkü vurulmuş çocuklarımız
Ve görüyorum her şeyimle
gergin bir tetik gibi yüreğin
Alev saçan bir çift namlu gibi gözlerin
Asıl tetiğe şimdi, vur beni göğsümün çatal yerinden
Paramparça olsun yüreğim
Ve savrulsun dört bir yana
Cehennem çocukları
Her biri ne dünyalar yıkma gücündeler bir bilsen
vur beni ta yüreğimden
ki yıkılsın bütün zulüm dünyaları
hadi en çok
şimdi en çok
bir çift namlu olan gözlerinle
vurulma vaktindeyim
asıl tetiğe
azalıyor zaman ve yaklaşıyor bahar
toprağa düşmenin keyfindeyim
bu bahar yeşermenin sevincindeyim
her şeyimle teşneyim cehennemlere gitmenin
ve baharda yeşermenin
bahar geliyor, acele et
en çok da gözlerine yürümenin hasretindeyim…
Eğer okumuşsanız bu satırları, alışık olmadığınız bana ait bir yönümlesiniz şimdi. Sohbet ettiğim herkes, yazıya döktüğüm şeylere dair bir çift söz söyleyen herkes, en çok şaşırtıcılığından bahsediyor yazıların. Kendini yazar her yazıcı, hakikat olmasını istiyorsa yazdıklarının. Çünkü hep kendinden başlar hakikat yürüyüşleri. Kendinden başlayıp kendine gitmeyen bütün hakikat yürüyüşleri kaybolmaya mahkûm şehir labirentlerindeki avare avare dolaşmaları çağrıştırıyor bana. Şaşırtıyor ve şaşırtmalı yazdıklarım. Emin olun bu yürüme ustalarıyla yaptığım yürüyüşlerde tam da şaşkın bir çocuk hallerindeyim çoğu zaman. Yürüdükleri yolların götürdüğü yerler değil, yürüme istemleri, sevinçleri ve yorulmak bilmez yürüme halleri şaşırtıyor beni en çok.
Çok uzun yürüyorlar. Ne kadar uzun yürüseler, ‘az kaldı yolumuz, biraz daha yürüyeceğiz’ diyorlar. Şimdi şaşkın bir yürüyüş halindeyim. Çünkü hangisi beni nereye götürse, hangi patikaya, hangi yokuşa, hangi ‘ewraz’a vursam kendimi hep kendimi buluyorum. Nereye yürüsem hep kendime geliyorum. Bütün yollar kendilerini yitik hissedenlerin kendilerine götürüyor buralarda. Sevinçli yürümeleri. Keyifli. Ve yorgunluk nedir bilmez.
Hep yürüyorlar. Ben de yürüyorum onlarla. Biraz acemi, çok şaşkın. Çünkü yürüdüğüm yollarda hep kendimle karşılaşıyorum. Şaşkınlık hallerim en çok kendime dair öğrendiklerim içindir. Ben beni böyle bilmezdim bu yol yürüyüşleri öncesi. Baktıkça ewraz’lara, çıkamam sanıyordum. Nefesim kesilir yarı yolda sanıyordum. Ne zaman bir berwar’a baksam, keşke hep yamaçlarda olsa patikalar diye geçiriyordum içimden. Ne zaman serjêrî’lere baksam, bir uçuruma düşecekmiş gibi hissediyordum. İnişlerde tutmaz dizlerim diyordum. Titrer de düşerim diye korkuyordum dizlerime bakıp.
Bütün patikalar vadilerden ve düzlüklerden geçseydi ne güzel olurdu bu dağ yürüyüşleri diye düşündüğüm zamanları hatırladıkça, şaşkın şaşkın gülüyorum kendime. Hep düz olsun istesen yürüdüğün yerler, o zaman ne işin var bu dağlarda. Düz, dümdüz şehir yolları ve yürüyüş keyfinde o yapay parkların labirentlerinde tükenirdin. Yol gösteren tabela ormanlarının, tenekelerinin istediği yerlere yürüyebilirdin. Oysa teneke kalmasın diye yüreğim ve paslanmış çöplüklerdeki bir teneke parçası gibi beton yığınlarına gömülmesin diye bedenim vurdum kendimi dağlara. Şimdi bir çocuk kadar şaşkın, bir kelebek kadar bilge ve yol yürüyüşçülerinin huzurlu bin yaşındaki bir kaplumbağa gibi adımlıyorum ömrümü. Ve çıkıp patikalardan araziye vursam da, kaybolmuyorum kolay kolay. Çünkü en çok da kendimi taşıyorum bu dağlarda, en çok kendime yürüyorum yürüme ustalarından öğrendiğim gibi.
Kendinden gidenler hangi yola vursalar kendilerini, kaçınılmaz olarak kaybolurlar. Hiç yürümeseler bile, oturdukları yerde kaybolurlar kendinden gidenler. Çünkü bütün bilmelerin temelindedir kendini bilmek. Yitikler için ise kendini bulmakla başlar kendini bilmek. Sadece ayaklarıyla yürüyenler, gidemezler hiçbir yere. Sadece yürümek için yürüyenler, asla bulamazlar yönlerini. En anlamsız yürümektir yürüyüş olsun diye yürümek. En gereksiz yürümelerdir, sonu kendi yüreği olmayan yürümeler.
Özellikle kış yürümelerinde kurulamak için çıkardıklarında ayakkabılarını ve çoraplarını, nasıl bu kadar yıpranmış ayaklarla yürüyebildiklerine hayret ediyorum. Ateşte yürümüş gibi ayak derileri. ‘Zorlamıyor mu?’ diyorum tutamayıp kendimi bazen. İstisnasız gülümsüyorlar hepsi de tenimde gezinerek gözleri. ‘Bu kadar yanık bir adamsın. Sen zorlanmıyor musun?’ diyorlar. ‘Ama ben…’ diye başlayıp, beni yürütenin ayaklarım değil, yüreğim olduğunu söyleyeceğim ki cevabını hemen buluyorum kendimde. Kanatlıysa yüreğiniz, en çaresiz ayakları bile yürütür yıldızlara dahi. Ve anlıyorum yürümelerde neden bu kadar keyifli olduklarını. Kelebek yurdu değil mi yürekleri! Ve tepeden tırnağa kelebek kanadı güzelliğinde değil mi ki her şeyleri! Uçmaktan yorulur mu kelebekler? Her şeyiyle kelebek kanadı kesilmişlere, yürümenin zorluğunu sorma gafletinde mahcup oluyorum hep.
Işıktan hızlı ve yıldızlardan bile uzak uzunluklarda yürüyorlar. Mesafeleri hep yürüyüşlerinde ölçüyorlar, eskilik ve yenilik zamanlarını ayakkabılarında ve ayak derilerinde ölçüyorlar. Eskitmemişsen birkaç mekap ve nasır tutmamışsa tabanı ayaklarının, yenilik zamanındasın dağların. En çok nasır tutan ayak tabanları ve mekaplarıyla eskiyorlar. Zaten tek eskimedir bu dağlarda, geri kalan her şey hep yeni ve yenilenme yürüyüşünde.
Eskiyip parçalanınca mekaplar ve nasır tutunca ayak tabanları, daha bir ışıl ışıl sevinçlere kesiliyorlar. Kendilerine yaklaşmış olmanın ve en eski kendilerini görmenin heyecanına kapılıyorlar. Yürüme zamanlarının mesafesi en çok da bu toprakları ve bu toprakların üzerindeki her şeyi yaratan ata analara uzanıyor hep. Ve bir parçasını bulunca bu dağlarda en çok dağlı olan ana atalarının, en çok o zaman bilge ve ana kesiliyorlar. En çok analarına ait anılarda buluyorlar kendilerini. Harabeye çevrilmiş yurtlarında, şehirler kuruluyor ovalarda toprağa gömülü analarına ait şeylerin üzerine.
Soykırım kıskacında yok ediliyor analarının yurdu. Bayram sevincinde filizlenen tohuma ve ekmeğe dönüşen buğday tanelerine bakıp, toprağa şükreden analarının toprağı sulara gömülüyor . Bir ana rahmi huzurunda yerleşmeye çalıştıkları dağ oyukları, en yıkıcı bombardımanlara maruz bırakılıyor. Ve börtü böceğin, en güzel kelebeklerin yurdu olan dağları ve ormanları ateşe veriliyor ‘en ileri teknolojilerle’. Ateşe verilmiş analarının bedenine bakar gibi bakıyorlar her gün ateş yağan dağlarına ve ormanlarına. Ve o bereketli ovalar, o en büyük ab-ı hayatların aktığı ovalara bakıp bakıp o kepçelerle kazınan ve suya boğulan topraklar gibi boğuluyor yürekleri. Oysa yürüyüşlerinde biliyorlar ne ateşler, ne tufanlar gördü bu diyarlar. Ne zalimler, ne kellehaneler kurdular bu vadilerde. Çekirge sürüsü gibi dalıp bu güzel ananın tenine, ne kadar da çok ateşe verildi bu topraklar. Ve ne tufanlar yağdı gökyüzünden. Ne sular fışkırdı bu toprağın bağrından. Ne tufanlar gördü bu insanlar, bu ağaçlar, bu ormanlar, bu börtü böcek, bu dost hayvanlar. Oysa kâr etmedi hiç biri, onlar kurulup Cûdî’ye yerleştiler, en yücelere.
Şimdi Cûdî’ye yürüyor hepsinin yürekleri. Ve nerede vurulsalar, bir denizin ortasında bir ADA’da, en kahpesinden vurulsalar bile, Cûdî’ye gömülsün istiyorlar bedenleri. Yerleştikleri Cûdî’de gözlerine bakıp tufan getiren yalancı ve zalim tanrıların ve tepeden bakıp işgal sürülerinin. Tükürüyorlar oradan bütün acılarını, bütün zalimlerin suratının tam orta yerine. Oradan izliyorlar parçalanan, boğulan yangınlardaki analarının bedenini. Bir tarafları hüzün deryası, bir tarafları acı tufanı, bir tarafları isyan yangını. Oysa en güzel tarafları umutlu bir gökyüzü gibi pırıl pırıl, bir tarafları berekete inançlı anaların gözleri gibi hep ışıl ışıl, bir tarafları analarının bereketine ve doğurganlığına iman etmede şefkatli kalıyor hep. Orman yangınlarında korkup kaçmak yerine, kelebekler gibi yürüyorlar en yakıcı ateşlere. Ve yandıkça bu yangınlarda, kıvılcım olup semalara saplanıyorlar en karanlık zamanlarda karanlıklara inat. Hep karanlıkta ve karanlıklara uğruyor yolları ama karanlıklarda yürümenin ustaları kesilmişler. Sadece geçip gitmiyorlar karanlıklardan, sadece karanlıklardan istifade edip kaybolmuyorlar karanlıklarda. Kıvılcıma kesmiş birer kelebek gibi dalıyorlar karanlıklara. Karanlıklarda yitmiyorlar. Dalsalar hangi karanlığa o an ve o an bitiyor karanlık.
Şimdi daha iyi anlıyorum hem onları, hem karanlıkları, hem de bütün karanlık korkularını. Çünkü kararmışsa insanın yüreği, göremez gözleri hiçbir şeyi ve karanlıktaki hiçbir yürek, hiçbir aydınlıkta en stabilize, en işaretlerle donanmış yollarda, en hızlı jetlerde bile bir adım dahi ilerleyemez kendine. Hangi şehir lambasının altında adımlasa, hangi hızlı makinede süzülse de hep kaybeder yolunu kendinden giden yolcu. Ve yüreği bilincindeyse bunun, kaybolmamak için karanlıklarda ateşlere verir tenini ve yüreğini. ‘Sen yanmasan, ben yanmasam, o yanmasa, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa’ derken komşu kardeşimizin o sarı saçlı, mavi gözlü devinin, neden en çok yangınlarda ve talanlarda olan yurdumu ve kardeşlerimi göremediğini daha iyi biliyor yüreğim. Hangi diyara güzellikler taşıma sevincinde de olsa insanın yüreği, göremiyorsa çepeçevre kendisini kuşatmış yangını, ışıktan kamaştığı için değil, yürek gözüyle bakamadığı için göremez en yakın kardeşini.
Ve şimdi nereden bulup bildim bunları diye sorunca kendime, en çok ayaklarım gülümsüyor bana. Ateşlerde yanan tenim en çok yüreğimi aydınlatmıştı. Karartılmak istenen yurdumun göklerinde bir yıldız, yanan yangınlardaki ormanlarda bir kıvılcım kelebek olmayı istemiştim en çok. Varsın kül olayım demiştim en beton, en demir yığını şehirlerin asfaltlarında. Şimdi biliyorum, karanlıklardan kaçmak için ateşten bir çift kanat yapmıştı tenimi kendime. Ayaklarım anlattı bana, hafif nasır tutmuş ayaklarım. Ayağımdaki mekapların dilleri konuştu benimle.
Hayıflanmıyorum, kelimelerini ceplerinde taşıyan yurdumun yitik evlatlarının komşu dilinin kelime oyunlarında anlamsızlıklar üretmesine.
Hayıflanmıyorum, İskandinav memleketlerinde niçin aldığını en iyi kendisinin bildiği maaşlarla en güzel ayakkabılarda yumuşacık ayaklarıyla siyaset pazarlarında anasının tenini ve oğullarını pazarlama koşuşturmacısındaki o ak saçlı, solgun yüzlü, ‘bir kedisi bile olmayan’ adamın yaptıklarına.
Hayıflanmıyorum, en güzel sesinde, en güzel dengbêj nameleriyle, en güzel isyan türküleri haykıran o solmuş dudakların, unutup kendi ana yurdunu, ışıklı sahnelerden halkının en güzel oğullarının ve kızlarının katliam fermanları düzenleyen sinsi gözlerine bakıp işkencelerin fon müziği olan ‘memleketim’ türküsünü çığırmalarına. Oysa nasıl da unutmuşum, hiç sevmemiştim ha bire ağarma güzelliğindeki o gür sakallarını fabrika boyalarında ha bire karartma telaşını. Şimdi daha iyi anlıyorum karalara boyamak istediği, boyayıp saklamak istediği sadece aklar düşen sakalları değil, bir zamanlar bir isyan kıvılcımı düşmüş yüreğiydi. Haklıydı. Hem de çok haklıydı kendince. Gizlese aklarını, oynaş bulamayacaktı sübyancılığına. Ve karartmasa yüreğini, kabul etmeyecekti onu karanlık siyaset ‘üstatları’.
Anlıyorum ve şaşırmıyorum. Çünkü ayaklarım en çok şaşkınlıklarıma basıp geçiyor yollarda. Eski şaşkınlıklarımı ezerek yürüyorum anamın teninde. Yeni şaşkınlıklara yürüyorum beni ışıtan. Şaşırmayınca artık insan, bırakıyor hayıflanmayı.
Yürüyorum ulaşılmaz yüceliklere usta yürüyüşçülerle. En uygun zamanda, en gerekli yerlere, en uygun hızda kendime götürüyor beni kuryelerim. İleride, çok ileride belki en yakın ileride anlatacağım zaten size kuryelik marifetlerini. Kimden neyi alıp kime neyi vereceklerinin ustası kuryeler. Kimi nerden alıp, kimi nereye götüreceklerini erbabı olan kuryeleri. İş bölümünde hangi yolcuyu yolun neresinde, hangi yeni kuryeye emanet edeceklerinin uzmanı kuryeleri. Anlatacağım bir gün belki de bugün, bu yol yürüyüşlerinde bana yol olan kuryeleri.
Uzadı diyorsanız yazı ve tam da bırakmak üzereyseniz okumayı, uzun geliyorsa cümleler ve kesiliyorsa nefesiniz, çok karmaşık bulup içinde kaybolma korkusuna kapıldıysanız, şimdi, hemen, şu son noktada bırakın okumayı. Orada öylece kalacaksınız yorgun, nefessiz ve kaybolmuş yollarda. Oysa ben bırakamam bu yazıyı. Çünkü en uzun, en karmaşık, en karanlık, en yokuşlu, en uçurumlu yol ustalarının hiç bitmeyen yolculuklarını anlatma derdindeyim. Hiç yarı yolda kalmıyorlar. Hiç yarı yolda bırakmıyorlar. Yorgunluğunuzda sırtlayıp sizi, bırakmıyorlar orada. Götürüyorlar gitmeniz gereken yere. Sevmiyorlar yarım kalmış yolculukları ve nefret ediyorlar yarı yolda kalmalardan, kalanlardan ve bırakanlardan. Yolcusuyum şimdi ben de bu uzun yolculuğun. Bırakamam hiçbir şeyi yarıda. Çünkü en çok da yarımlıklarıma yürüyorum. Yarımlıkların biliyorum acısını. Bu sefer hiçbir şeyin yarım kalmasına izin veremem.
Yürüyorum. Her adımda çoğalıyor bir parçam. Ne kadar yürüsem, o kadar tamamlanacağım. Ben devam edeceğim yazıya. Tamamlanmasını istiyorsanız siz de, bütün uzun yolculuklarda olduğu gibi, kısa bir mola verin. Bir yudum su, bir parça kuru ekmek yiyin. Sigara molası değil bu, tiryakisiyseniz de bu meretin, zamanı değil bu molada tellendirmenin. Sonrası yokuş olacak bu yazının. Bir yokuşun patikasına gireceğim. Dinlenin siz. Ben de bir mola vereceğim. Tünelin ucundan sinsi bir sis gibi sızıyor mangaya dün vurulan ve şimdi tencerede olan av etinin o baştan çıkarıcı kokusu. Siz molada, ben molada.
Bizi kuru ekmeğe talim etti ama kendisi kebaplarda diye kızmayın bana. Yol yürüdüm. Yol yürüyenlere sunuyorlar en güzel yemeklerini. Ama hala okumaya devam ediyorsanız ve edecekseniz, belki şu harflerin ve kelimelerin arasına bir dürüm yapıp getirmek isteyeceğim size. Öyle de nefis kokuyor ki bu tünelden sızan hava. Gitmesem isyan edecek midem. Her şeyi insanın, kendi ihtiyacına yürür neticede. Midem gurulduyor. İhtiyacını haykıran her sese kulak verilmeli. Nedir sizin ihtiyacınız? Bir dağ yazısı mı okumak istiyorsunuz? Dağa dair bir şeylere mi değmek istedi gözleriniz? Dağların sesine mi hasret kesilmiş kulaklarınız? Ve burnunuz, o belki de her işe soktuğunuz uzun burnunuz, belki de yüzünüzde minnacık bir nokta gibi duran burnunuz, belki de her aynaya bakışta gurur duyduğunuz burnunuz, dağ kokularının hasretindeyse ve yüreğiniz yitiklerde kaybettiği yollarını dağlarda, dağ yollarında bulmanın umudundaysa hala, bekleyin.
Birazdan bitecek mola. Devam etmek için, geleceğim. Emin olun, tıka basa dolmanın sessizliğinde olacak midem. Ve kekik kokan parmaklarımla yazacağım bu sefer. Hep ‘cahter’ diyorum ya her sohbette, kekik doldurmuşlar kebabı. Sinecek parmaklarıma. Birazdan kokusunu getireceğim size. Mola öncesi son bir söz söyleyeyim: ister uzun, ister kısa, ister kemerli, ister yamuk olsun burnunuz güzel kokular alıyorsa ve güzelliklere çekebiliyorsa sizi, emin olun gurur duyabilirsiniz burnunuzla. Koklayın bu yazıyı. Kekik kokusu almadınız mı? O zaman sokmayın burnunuzu bu işe, neden uzadı diye.
Yolcu yolunda gerek. Yazıcı yazısının başında. Nasıl yazdığımdan çok, neyi ve nerede yazdığıma bakıyorum hep. O yüzden bilinsin isterim eğer nefesiniz yettiyse ve hala okuma zahmetindeyseniz, bulunduğum yeri bir bütün olarak anlatma istemindeyim. Hep kendinden başlamalı diyorum ya, mola sonrası kekik kokan parmaklarım tembel tembel yürüyor tuşların üzerinde. Av etinde tıka basa doygun midem. Dağda dağ rüyaları görmekten ve dağlıların eğitimde olması fırsatından yararlanıp bir mağaranın derininde bir de uyku çekmişim temiz tarafından. Yemekbaşı sohbetlerinde iyice keyiflenmiş yüreğim, en güzel şakaların en samimi seslerin doygunluğunda. Denetimini gevşettiğim parmaklarım, burnum ve midemle koparmadan iletişimini, aygın baygın yürüyor tuşların üzerinde. Hani bu yürümeler öyle yürümeler işte. Bir yürümeye başladı mı insan, her şeyiyle yürüme hallerine geçiyor. Ve keyfindeyseniz yolculukların ve bırakmışsanız her şeyinizi, yol ustalarının emanetine neyinizi bıraksanız yollara, emin olun yerli yerine oturup birbirini tamamlayacaktır size ait her şeyiniz.
Biraz kaygısına düşse nereye gideceğim diyerek yolların sonuna dair. Hemencecik sıkışır yüreğiniz. Biraz şüphe ile kirlense aklınız ve derdine düşseniz yürüme yorgunluğunun hemencecik çözülüverecektir dizlerinizin bağı. Biraz kuşkuya düşse kuryelerinizden aklınız, en bilindik yollarda bile çıkarsınız yoldan. Taşımaz sizi bu yollar, taşınmazsınız bu yollardan, tek çaresi var bu yolculukların, bırakacaksınız her şeyle kendinizi yol arkadaşlarınızın maharetli yüreklerine. Ustasıdır onlar, yorgunluk gidermenin acemi yolcuları en sarp yollardan gidilecek yere götürmenin.
Yolculuklarda yaratıyorlar kendilerini. Acıkan bir bebenin el yordamıyla annesinin süt veren memesini araması gibi tırmanıyorlar bütün bilinmezliklere. Ve her seferinde anasının memesinden süt emen bir bebenin huzurluluğunda sona eriyor yolculukları. Çünkü ne kadar çocuk olsa onlar, bir o kadar ana oluyor bu dağlar onlara. Hani biraz erken kesilmek istense biri, bir görev için, bir zorunluluktan, zorunda bırakılmak istense dağlardan ayrılmanın, hemencecik bir bebek, daha dün doğmuş bir bebek, anasının sütüne hemen susamış bir bebek gibi hırçınlaşıyor. Ve ne kadar uzak tutulsalar da annelerinden, aç bir bebek gibi dönüyorlar dağlarına. Sonra tırmanıp gövdelerine dağların, açlıklarını gidermenin telaşı, hazzı ve huzurunda yürüyorlar dağları. İhmal edilmiş bir bebenin açlığında soğuruyorlar analarının sımsıcak ve bereketli memelerini. Ne kadar istekle doyurmak isteseler açlıklarını, bir o kadar sevecen ve mahcup oluyor anaları. Şimdi daha iyi anlıyorum yurdundan koparılmış o sürgün, o mülteci kelebeklerin hırçınlığını. Daha bir anlıyorum her şeye susamış ve acıkmış olarak sözde refah diyarlarında yaşamanın nedenlerini. Doğdukları yerde ve yaşta kalmış bir halkın bütün evlatları gibi doyuramıyor onları bu dünyanın hiçbir nimeti.
Dağdan uzak günlerimi hatırlayıp ne kadar iştahsız ama bir o kadar aç olduğum günleri daha iyi anlıyorum şimdi. Hepsi de markalı ve steril olan o yemeklerin hiç biri kabartmıyordu iştahımı. Neden bu kadar hırçın hallerde olduğuma şaşırıyordu herkes. Hırçınlaşıp kırıp dökme istemlerimin sebebini anlıyorum şimdi büyük bir huzurla. Ne ağaran saçlar yaşlandırıyordu beni, ne de kör hücreler uslandırıyordu beni. İlerledikçe ölçülebilir zaman takvimleri, ben anlam zamanlarımda hep anama yürüyordum. Beni emdireceğinden emin el yordamıyla arıyordum bereketli memelerini. Doygunsam her şeyimle şimdi ve huzurdaysam, sebebi iki lokma atıştırdığım kekikli av eti değildir, ne yesem bu dağlarda anasının sütüne doymuş bir bebeyim eninde sonunda. Ve ne kadar acıksam hep sebebi emeceğim süt değil, huzur bulduğum sıcacık bağrıdır dağ anamın. Bir an uzaklaştırılacağımı hissetsem, üşüme korkusunda hırçınlaşıyor yüreğim. Ondandır bu bitimsiz yürümelerde sadece burada ve yürümede olmak yetiyor bana.
Nereye gidecek, ne zaman bitecek bu yolculuk, hiç mi hiç bilmek istemiyorum. En usta yürüyücülerle, en güzel oyunlarımı oynuyorum bu yolculuklarda. Dilsiz bırakılmak istenmelerine inat, şiir konuşuyorlar hep. Her kelimesi çağrışım deryası bir imge oluyor ve her cümlesi şiir tınısında kuruluyor dillerinde, şiir gibi yaşıyorlar. Şair değilim ben ama ne zaman bahsetsem yolculuklarımdan, uzun cümleler ve paragraflı metinler tınısını bulup kısacık mısralara dönüşüyor. Daha çok yürüyeceğim bu yolculuklarda. Daha çok şey taşırmak isteyeceğim sizlere. Siz de bu kar beyazı zeminlerde karınca izleri bırakan kapkara harflerde daha çok katılabilesiniz diye gözlerinizle ve yüreğinizle, bu yolculuklara bazen kalem mürekkeplerine bulaşmayı sevmeyen ama hep kulaklarıma fısıldanan sözlerini getireceğim size. O yüzden şiirle başlamak ve şiirle bitmek zorunda şiir yaşayanların yol yazıları.
Hangi formatta yazılmış diye sorgulamayın bu yazıları. Yürek formatında yaşanıyor her şey bu dağlarda. Ve gerilla diye adlandırmak keyif verse de bana, sihirli kelimeler rast gele savrulmamalı ortalıklara. Yüreğimizi en çok ısıtan bu kelime yerleşti mi bir kere yüreğinize, zaten gerilla kesiliyor yüreğiniz. Ve öyle bir şey ki bu gerilla, ne söylense ona dair, ne kadar farklı sesle ve kelimeyle dile gelse de onların rengini alıyor. Kim düşse hangi sesle, hangi renkle bu dağlara, gerilla şimdi. Bütün sesler, bütün renkler, bütün yürekler kendini arayan, aldırmadan sözcüklere gerilladır hepsi yurdumda.
Özgür bırakmışlar her şeyi. Biçimlere takılmıyor yürekleri. Gerilla yüreğindeyim. Uçuşuyor her şey orada başı boş kelebekler ve yörüngesiz yıldızlar gibi. Ne zaman başlasam buralarda bir yazıya, serbest bırakıyorum parmaklarımı. Şu kelime eksik oldu, şu cümle uzun oldu, makale formatından çıktı yazı, zayıf oldu kurgusu, siyasi denge hassasiyetlerine uymuyor vurgular, şu kesim ne mesaj alacak, şu kişi ne tepki verecek, velhasıl bildiğiniz yazarların kumkumalığından sıyrılıyorum büsbütün. Yazar değilim çünkü. Yazıcıyım sadece. Ne görsem ve hangi izi bıraksa aklımda ve yüreğimde onu yazmanın peşindeyim. Ekmek kapısı değil yazılarım, bir mecburiyet hiç değil, sadece bana ulaşmış sesleri yüreğimde yankılandırmanın, parmaklarımda uçuşturmanın ve bir de gözlerimde görmenin keyfindeyim. ‘Yazsan iyi olur’ dedikleri için çiziktiriliyor bu yazı. Ötesi yolculuk keyiflerindeyim. Hani anlatsam her şeyi, yurdumun komşusu kardeşlerimin dilinde usta çocuğuna. Ötesi ‘iyilik, güzellik’ diye bitireceğim anlattığım güzelliklerin.
Her şey bu dağlarda yeniden yaratılıyor her şeyiyle. Ve benzeşmek istemiyorlar hiç bir şeyleriyle bu tepeden baktıkları ve içine tükürdükleri dünyalara. Farklılıklarda uyum yaratmanın zenginliğindeler, sonuna kadar esnek ve ucu açık yüreklerinin ve akıllarının. Doğa analarının yaratıcılığında yaratıyorlar her şeylerini. Nasıl ki kilometreler ölçemiyorsa onların yol uzunluklarını, nasıl ki en modern saatler ve en hassas takvimler son teknoloji ürünü, ölçemiyorsa zamanlarını onların, onlara dair yazıların da olamıyor bir türlü bilinen biçimleri. Zorlasam, şu formatta olsun desem yazı, içinde boğulacaklar biliyorum bu kelimelerin.
Bilinen dünyalara ait her şeyi reddediyorlar. Hani bir makale sıkışmışlığında anlatsam onları bir yazıda, gözleriyle okusalar, ağızlarıyla tükürecekler biliyorum yazılarımı. Güveniyorum yolculuk yazılarında usta kuryelerin yol göstericiliğine. Ne kadar üst üste yığılsa da kelimeler, gerillaya kesmiş yediden yetmişe halkımın yüreğinde yerli yerini bulacaktır, biliyorum. Güveniyorum kendime bütün mütevazılığımla. Çünkü dünyanın karşısında kendisinden başka, dağlarından başka hiçbir şeye ve hiç kimseye güvenmiyor onlar. Tükürüp içine bilindik dünyaların, nasıl güvenle bakıyorlarsa yıldızlara ve üzerinde yıllarca çalışılmış bir şiir kesinliğinde, keskinliğinde ve tamamlanmışlığında söylüyorlarsa sözlerini, en mütevazı kendine güvenleriyle öyle anlatmak zorundayım onları kendi dillerinde.
Devam edeceğim yazıcılık görevimden azledilmedikçe onlar tarafından. Bir yazar olarak değil, biçimi belli yazı formatları belli, söyleyecekleri kelimeler belirlenmiş olarak değil, onları kendi seslerinden ulaştırmaya çalışacağım sizlere. Ve en çok şiir onların dilleri. Bir şiir molası vereceğim şimdi yolculuklara dair devam edecek bu yazıya. Yolculuklara dair bir şiir molasına davet ediyorum sizi. Nefeslenin ve keyfini çıkarın alışık olmadığınız bu uzun yazının mola yerinde. Bir dağlıdan, bütün dağlılardan bir şiir sunuyorum size. Her şeyiyle anonim, her şeyiyle yolculara…
Gidilecekse bir gün yola
Zaman yitirmemeli insan
Yönünü yıldızlara ayarlamalı
Toprağa ayağını sağlam basmalı
Ve hayallerini suya salmalıdır
Gidilecekse bir yola, illa
Hemen çıkılmalı yola
Yolcu yolunda gerek
Yolun zamanına ve kuralına titizce uyulmalı…
Yürürken toprağı incitmemeli insan
Suyu kirletmemeli, yıldızları ürkütmemelidir
Yolu yapan değildir iyi yolcu
Kendini yola verendir
Bütün yollarda ve yolculuklarda
Toprağa, suya ve yıldızlara erendir.
Yolları sahiplenmemeli yolcu
Yolculuğun bir misafirlik hali olduğunu iyi bilmelidir
Yıldızlarla çizmeli ve karıncalarla paylaşabilmelidir yollarını
Dikenlere basmamayı, çiçekleri koparmadan koklamayı
Ve öğrenmelidir sevgiyle bütün kertenkeleleri selamlamayı
Yolların tozuna bulanmayı
Taşlarına yaslanmayı
Ve ufkunda kaybolmayı sevmelidir
Usta yolcusu yolların
Yol olmayı becerenlerdir
Basılınca üzerine toprak olmayı bilendir
Hep içilebilen temiz bir su ve yön gösteren yıldız olmuşsa
Orada durmalı ve yolu uzatmamalıdır yolcu…
JÊHAT BÊRTÎ
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 25 Ağustos günü 01.00-02.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanları’nın Kandil alanı sınırları içinde bulunan Qeladize’ye bağlı Biredê, Sergele ve Silê köyleriyle Pıra Mamikê’ye yönelik işgalci TC ordusuna bağlı savaş uçakları tarafından bir bombardıman düzenlenmiştir.
- Ayrıntılar
“Huruç’lama tarihte çokça karşılaşılan bir durum ve olgudur. Kimisi baş belalarını üzerinde atmak için yapar, kimisi aç olanları dindirmek ve susturmak amaçlı, kimisi yeni cennetler göstererek kamuflajını kendi içinde istikrar yaratmak için, kimisi de yaşanan bir sorunu başkasının üzerine atmak yada şaşırtmak için yapar. Hepsinin birleştiği yol yöntem ise huruçlamayı savaşla yapmasıdır.
Derler ki İskender’in ordusu esasta Yunan adasında kraliyete tehlike oluşturduğu için bir nevi kibarca yurttan atılanlardan oluşur. Ve bundandır ki çok gözü kara bir sefere kalkışırlar. Çünkü kayıp edecekleri bir şeyleri yoktur da ondan.
Haçlı seferlerine girişilirken seçtikleri askerler esasta açlık içinde kıvranan kesimlerden oluşuyordu. Aç-susuzlar Roma kilisesi için çok ciddi tehlikeyi oluşturuyordu. Açların isyanı çok sürmeyecekti ve saldıracakları ilk kurum kilisenin çiftlikleri olacaktı. Bunun için bu kesime karnını doyuracak bir yer göstererek bir tasla iki kuş ya da birkaç kuş vurulacaktı. Ki vuruldu da. Açlar, isyancılar Avrupa’da kibarca atıldılar, Avrupa’nın iç huzura düzeldi, yani kilisenin. Ortadoğu’ya saldırılarak Ortadoğu’yu haraba zara çevirdiler ve o gün bugün Ortadoğu belini düzeltemez oldu.
Daha da sıralayabiliriz. Ancak yukarıda verilen örnekler, Huruçlama yönteminin en iyilerinden sayılırlar.”
Türkiye özelde 19 Haziran 2012 günü başlayan, 23 Temmuz Şemdinli ile devam eden, 4 ağustos Rındeke karakol baskınıyla zirveleştirilen devrimci operasyonlarla son yılların en ciddi ve zorlu sürecine girmiş bulunuyor. Devrimci operasyon ve harekatlara birde iflas eden Suriye siyaseti birlikte ile tüm komşularla “sıfır sorun”dan tam sorunlu olan bir politikayı eklersek, Türkiye gerçekten son yılların en zorlu sınavlarından bir tanesinden geçtiğini herkes görecektir.
Türkiye’nin başındaki iktidar kliği uzun yılların vermiş olduğu hakimiyet, toplumdan aldığı oyların verdiği rahatlık, uluslar arası güçlerden aldığı açık çekler nedeniyle son derece kendine güvenli ve emin bir yapıya sahipti. Nede olsa dünyanın süper gücü ile adeta yatıp kalkan bir iktidar söz konusuydu. Desteklerden adeta destek beğen dercesine, emperyal gücün kendince tam bir taşeronu olmanın verdiği güvenle herkese kafa tutan, kimseyi takmayan, herkesi küçümseyen, otoriter, zorbacı ve de tam totaliter bir zihniyet ve pratikle kendini kaybetmişti. Bunun içindir ki dediğim dedik çaldığım düdük misali herkese kendisini dayatabiliyordu.
Ancak 19 Haziran 2012 günü ile birlikte Türkiye’de yeni bir süreç başlatılmıştır. Devrimci dalga yani Devrimci Halk Savaşı stratejisi daha ciddi bir şekilde pratiğe geçirilince, uluslar arası konjonktürün verdiği avantajlarda eklenince Türkiye’nin o kendisinden memnun, kendisini beğenmiş, burnundan kıl aldırmayan iktidar kliği tam bir panik havasına girmiştir. Hele birde Şemzinan’da gerillanın kurduğu alan hakimiyetini kabullenerek geri çekilen bir ordu gerçekliği de ortaya çıkınca tam bir ruhsal çöküşe geçtiler.
Dikkat edilirse “o yazıları senin ağzına tıkarım” sözleri, yine “bu söylenenleri, yazılanları bir yere not ediyorum” yanına birde “Siz hangi kanı taşıyorsunuz?” diyen başka faşizan diller esasta ruhsal çöküşün tüm boyutlarını gözler önüne seriyor.
Yeşil Türkçüler dediğimiz gibi ilk kez bu denli zorlu bir süreci yaşar oldular. Tüm cephelerde yaşadıkları bir fiyaskodur. Gerillaya karşı tümden yenilen bir ordu ve giderek Kürdistan’da denetimini kaybeden bir iktidar kliği. Suriye’de Sünni İslamcılara yatırım yaparlarken Kürtler demokratik özerkliklerini adım adım inşa etmenin de ötesinde ilanını yapıyorlar. Yani tümden iflas eden bir Suriye siyaseti söz konusudur. Ve birde daha da önemli olan bir gelişme ise düne kadar kanka oldukları İran devletinin TC’ye karşı aldığı tavırdır. Irak zaten TC devletine karşı tavır almıştır.
TC devletinin elinde kala kala düne kadar onlarca hakaret yağdırdıkları Barzani ve Talabani kalmıştır. Barzani ve Talabani Kürtler arasında ilk kez bu denli gelişen ulusal birlik çalışmalarına –isteseler bile- ters düşemeyecekleri için şimdilik bu kozda iflas etmişe benziyor.
Lafı uzatmadan Türkiye’yi yöneten klik tam bir sıkışıklığı ve tıkanmayı yaşıyor. Tıkanmanın yolunu açacak çeşitli yol yöntemler vardır. Bunların başında Türkiye’nin gerçekten demokratik değerlere saygılı bir şekilde öncelikli olarak Kürt halkının tüm haklarını geri iade etmesidir. Ve de Türkiye’de ne kadar anti demokratik uygulama varsa, kurum ve kuruluş varsa terk edip demokrasi önündeki engelleri aşmasıdır. Bu en çözümleyici yöntem olacaktır.
İkinci bir yöntem ise bu sıkışık ortamı çok ciddi bir milliyetçi dalgayla, büyük bir saldırıya dönüştürerek Kürt özgürlük hareketine, onun siyasetine, onun tüm kurum ve kuruluşlarına saldırmaktır. Yine Suriye’ye müdahaleyi hızlandırmaktır. İran ve Irak’a karşı da uluslar arası emperyal güçlerin yanında saldırıya geçmektir.
Öyle görülüyor ki Türkiye’yi yürüten ve yöneten güç ikinci yönteme başvurmaya başlamıştır. İçeride ciddi zorlanan, giderek ret edilen, pet şişelerle karşılanan, şehir merkezlerinde kuyruklarına teneke takılarak dışarıya atılan bu iktidar kliği, kendisini yeniden toparlaya bilmek için bir can simidine ihtiyacı vardır. Bu can simidi ise var olan ortamda milliyetçilikle, duyguları daha da kabartarak halkları birbirine düşman hale getirmektir. Milliyetçilik ve saldırganlıkla yeniden kaybettiği imaj bozukluğunu düzeltmektir. Bu saldırganlık hem içeride körüklenecektir hem de dışa dönük saldırılarla tetiklenecektir.
Yani hem kendisini düze çıkaracak, hem kendisine düşman bildiklerini etkisiz hale getirerek pasifleştirecek ve hem de ne kadar muhalif güç varsa yanına alarak hedeflediklerine saldıracaktır.
İşte tarihte bu tür kirli ve hile dolu yönteme Huruç’lama diyorlar. İç sorunlarını başkalarının üzerine yığarak kendini düze çıkarma sanatıdır huruçlama.
Yukarıda dile getirdiklerimiz ışığında yeniden ele alacak olursak; Antep’te karakol önünde patlatılan bomba, ertesi gün kaldırılacak bir asker cenazesi töreni tam da gövde gösterisine dönüştürülebilecek olan bir fırsat olacaktır. Hem kendi güçlerini mobilize edeceksin, hem karşı cepheyi hedef tahtasına koyacaksın, hem de herkesi etkisiz hale getirerek çökmüş ruh halini düzeltmeye kalkışacaksın.
Evet, tipik bir Huruçlamadır bu. Bunun için eğer Antep’te kimin bu bombayı koyup çok sayıda sivil insanı öldürdüğüne bakmak istiyorsanız önce bu bombalı saldırından kazançlı çıkanların kimler olduğuna iyi bakmak gerekir.
Antep saldırısı sadece ve sadece Akepe ve iktidar kliğine yaramıştır. Ancak gerçekler çıplak olmayı sever derler, er ya da geç en kısa zamanda bu bombanın kimler tarafından oraya bırakıldığı açığa çıkacaktır. Ve bu lanetli bombanın Yeşil Ergenekon tarafından yani Akepe tarafından yerleştirildiği ortaya çıkarsa kimse de şaşırmamalıdır.
Şaşırmamalıdır çünkü Antep Akepe’nin can simidi yapılması için her şey yapılmaya çalışılıyor. Yoksa henüz bir şey netleşmemiş iken, ortada veriler yok iken nereden çıktı, “15 gündür arıyoruz”, “PKK yaptı, Suriye ile danışıklı dövüş temelinde Kürtler yaptı” sözleri. Hele birde elbirliği ile cumhur reisi, ruh hastası başbakanı, marangoz hatası sonucu oluşan iç işler bakanı ve cümle cemaat bu yeşil Türkçülerin tüm psikolojik savaş medyası.
Evet yarın bu vahşeti Yeşil Ergenekon yaptığı ortaya çıkarsa şaşırmamak gerekir.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Birkaç gün önce Hakkari şehir merkezine Türkiye devleti içerisinde adeta Kürt düşmanlığının en uç ve marangoz hatası sonucu dünyaya gelmiş olan “ucube” tipi İ. N. Şahin geldi. Kürt düşmanı olan bu tipin kuyruğuna teneke takmak için halkımız harekete geçti. Halkımızın bu hareketini TC devletinin medyası genişçe yer verdi. Devasa bir özel tim ordusuyla nasıl bir dükkana daha sonra da apar topar Hakkari Dağ Tugayına kaçırıldığını da izledik. Ve öyle görülüyor ki bundan böyle bu tür manzaraları daha fazla izleyeceğiz.
Kürt halkına herkes bundan böyle istediği gibi hakaret edemeyecektir. Kürt özgürlük hareketine herkes artık her istediğini söyleyemeyecektir. Ne Kürt halkına, ne de özgürlük hareketine bunca hakarete artık izin verilmeyecektir. Artık Kürdistan’da ya da Kürdistan’ın dışında Kürt halkına ve onun özgürlük hareketine yapılacak her türlü hakarete misliyle halkımız cevap verecektir. Bazılarının kuyruğuna teneke takıp ülkemizin şehirlerinde, kasabalarında, beldelerinde, köylerinde, mezralarında hakaret edenleri dolaştıracağız. Bunu öncelikli olarak Kürt düşmanlığı yapan herkes iyi bilerek yapmalıdır.
Yıllardır Kürt halkının kendi yolunu çizeceğini cayır cayır haykırıyoruz. Her yerde ama her yerde bunu alenen söyledik ve söylemeye devam da ediyoruz. Artık sizin bu faşizan uygulamalarınızla yaşamak zorunda değiliz. “Kürt sorunu dedikleri sorunu aradım bulamadım, varsa birisi bana da göstersin” diyerek Kürt halkının tüm değerleriyle alay eden, Kürt düşmanlığını adeta içselleştirerek tam bir faşist Gestapo’cu gibi halkımıza saldıran, dediğimiz gibi halkımızın aklıyla, duygularıyla, değerleriyle alay edenlere bizim bundan vereceğimiz cevaplar daha net olacaktır.
Hakkâri sadece bir başlangıçtır. Artık her yer bir Hakkari olacaktır. Her yer bir Şemzinan olacaktır. Her yer bir Gever olacaktır. Marangoz hatası sonucu oluşmuş ucube tipi ve tipleri ülkemizin hiçbir yerine bırakmayacağımızı öncelikli olarak tüm Türk emniyet mensupları bilmelidir.
Ve artık sadece bu ucube tipe değil bu tipten ucube kişiliklere izin verilmeyecektir. Batman’a gelip halkımıza ve özgürlük hareketine dil uzatmayacaksınız. Amed’e gelip, kendini Amedli bilip keklik takımı gibi “Kandil’i bombalayın” diyemeyeceksiniz. Ya da Bingöl’e gelip özgürlük hareketine ve değerlerine dil uzatamayacaksınız. Aynısı Dersim içinde geçerlidir. “Asıl Türk biziz, biz Kürt değiliz, bunlar terörist” de diyemeyeceksiniz. Çünkü ülkemizin her yerinde TC devletine işbirlikçilik yapanları, keklik takımı gibi hainlik yapanları, fiziki ve kültürel soykırımın meşru ve resmi temsilcisi olan Akepe’nin yandaşlığını, yine fiziki soykırımın halen savunuculuğunu yapan CHP’sini bizler ülkemizde KADİMA tipi partiler olarak ele alıyor ve öyle de yaklaşıyoruz. Ülkemizde Kadima partilerine izin verilmeyeceğini herkes iyi bilmelidir.
Dünyanın neresine giderseniz gidin, bir halkın soykırımını savunan, bu soykırım için uğraşanlar insanlık suçu işliyorlardır. Uluslar arası sözleşmeler halkların soykırımını savunanları insanlık suçu işlemekle eleştiriyor ve bunlar ileri düzeye vardığında Lahey’de yargılıyor.
Kürtlerin fiziki ve kültürel soykırımının önünü açan uluslar arası sistemin kendisi olduğu için Kürt halkına karşı işlenen insanlık suçlarını yargılamıyor. Çünkü insanlık suçlarını Kürdistan’da yargılasa öncelikli olarak uluslar arası sistem kendisini yargılamak zorunda kalacaktır. Bunun için bunu yapmaktan kaçınmaktadır.
Evet, Kürt özgürlük hareketi olarak bundan böyle kendi yolumuzu sadece demokratik özerklik sistemini kurmakla belirlemeyeceğiz. Aynı zamanda Kürt halkına karşı işlenmiş olan, işlenen, işlenmeye devam eden insanlık suçlarını da yargılamaya başlıyoruz.
Evet, bu yeni bir süreçtir. Kürt halkının kendisini savunmaya geçtiği yeni bir süreçtir.
Evet, Kürt halkının ve özgürlük hareketinin Kürdistan’da faşizme hizmet eden, faşizmin yöneticiliğini yapan, faşizme destek sunanları yargılamaya başladığı tarihi bir süreçtir.
Bu tarihi sürece özelde Kürt gençlerini aktif katılmaya ve çalışmaya davet ederek, artık ülkemizde halk düşmanlığını yapanlara yol vermemeye, herkesi ama herkesi davet ediyoruz.
Rojhat Bluzeri
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 22 Ağustos günü Hakkari’nin Şemdinli ilçesi kırsalında işgalci Türk ordusu ile gerillalarımız arasında bir çatışma yaşanmış, düşmanın operasyon girişimi püskürtülerek geri çekilmek zorunda bırakılmıştı. Çatışma ardından alanda arama tarama faaliyeti gerçekleştiren gerillalarımız düşman askerleri tarafından araziye atılmış halde birçok silah ve askeri malzeme bulunmuştur.
- Ayrıntılar
Faşizmin en iyi tanımı herhalde ırkçılıkla özdeşleştirilenidir. Yani ırkçı yaklaşımların gideceği yerin faşizm olduğudur.
Akepe gerçekliği her geçen gün daha fazla açığa çıkıyor. Sıkışıklığın insanın tüm gerçeklerini gözler önüne serdiği söylenir. Yani normal koşullarda insanlar kendilerini iyi kamufle edebilir diyor ruh bilimi. Ruhsal sıkışıklığın yok ise, ciddi bir baskı altında değilsen, duygu selini kontrol edebilecek bir pozisyondaysan oto kontrolü kaybetmiyor insan.
İnsan ne zaman ki duygusal bir atmosferin etkisine girmiş ise, ne zaman ki onu köşeye sıkıştırmış iseniz o zaman o insanın tüm özelikleri bir bir açığa çıkar. Bunun için deniliyor ki; insanın en net açığa çıktığı saha zor koşullardır. Zor koşullarda bireyci mi yoksa gerçekten toplumcu olduğunuz net ortaya çıkar. Çünkü bireycilik sizin güdülerinizi konuşturturken, toplumsalcılık ahlaki değerlerinizi kamçılar. Bu durumda kişi olarak neyseniz böyle ortamlarda çok net bir şekilde ortaya renginiz çıkar. Yani zorluklar bir nevi turnusol kağıdı gibidir. Asit mi yoksa baz mı olduğunuz hemen anlaşılır ve siz kendinizi saklayamazsınız.
Buğun Kürdistan’da çok ciddi bir mücadele sürüyor. Öyle ki özelde 19 Haziran Oramar ve Şitazan hareketi, ardından 23 Temmuz 2012 Şemdinli harekatı ve en sonda 4 Ağustos 2012 Çele harekatı. Ve tabii Amanoslardan Serhat’a, Dersim’den Garzan’a ve Botan’ın farklı yerlerindeki gelişmelerinden hiç söz bile etmiyoruz.
Öyle ki TC devleti ve onun gerçekten yeşil Türkçü yapısı Suriye’ye dönük tamda planlamalar yaparken: bir Suriye’deki Kürtlerin destansı özgürlük direnişleri ve demokratik özerkliğe doğru yürüyüşleri ve birde buna denk bu kez Hakkari coğrafyasında gerillanın alan hakimiyetini sağlamaya başlaması tüm bu planları alt üst etmiş bulunmaktadır. Bu ise sıkışıklık demektir. Sıkışlık ise çoğu zaman duygularını kontrol edememek demektir. Böyle anlarda ani refleksler, yalanlar, kendini savunmalar derken bireyin oto kontrolünü kaybettiği anlardır.
İşte tamda böylesi anlarda bireyler neyse kendi renklerini dışarıya vururlar. Niyetlerini açığa vururlar. Kim olduklarını, ne düşündüklerini bir bir dile getirirler. Sizin ve bizim o bildiğimiz nezaket dolu yaklaşımları artık böyle ortamlarda gerçekleri açığa çıkmış kişilerde göremezsiniz. Çünkü bir kere bu tip kişiler raydan çıkmıştır. Kontrolsüzdür. Frensizdir. Ve bunun için aklına ilk geleni söylemeye başlarlar.
Böyle anlar “gerçekler çıplak olmayı sevdiği” anlardır. Bu bilinçli bir çıplak olma olayı elbette değildir. Ancak insanın renk verdiği, kendisini ele verdiği anlardır. Kendine Müslüman, kendine demokrat olan böylesine bir hükümetin yetkilileri nasıl da meğer saldırganlarmış? Meğerse ne kadar da ırkçı ve faşistlermiş?
Örneğin marangoz hatası: “Bunu kimsenin karıştırmaya ve benim sözlerimi oraya püskürtmeye yeltenmesin, hakkı yoktur, ağzına tıkarım o yazıları senin” diye biliyor.
Marangozun koruma meleği olan: “Herkes net olacak. Kimden yana olduğunu söyleyecek. Sen PKK terör örgütünden yana mısın yoksa bu milletten yana mısın?” hatırlayanlar bilir daha önce de sıkıştığında: “Ananı al da git” “ucube”, “tıksırıncaya kadar için”, “kadın mıdır, kız mıdır bilemem”, “burnunu sürtmek” ,“tükürdüklerini yalayacaklar”, “Dini Zerdüşt olanın ne ilgisi var bu işlerle” ve tabii bir de “bunları not ediyorum” diyecek kadar megolamanlığı açıkça ifade eden bir ruh hastası. Başka da Alevilerin cem evlerine “ucube” kelimesini kullanmasını hangi hastalıkla izah edebilir ki insan?
Ve birde tabii sözde hep mendille dolaşan kendince diğerlerine göre hümanist geçinen bir vampir var. “Siz hangi kanı taşıyorsunuz? Nasıl bunu yapabilirsiniz? Uzaydan mı geldiniz?” diye kendince Kürt siyasetçilerine yükleniyor. Aynı zatı birkaç ay önce Kürtlerin dili içinde çok renkli şeyler söylemişti:
“Şartlar elverirse Kürtçe sadece seçmeli ders olabilir. Yoksa ilköğretimden üniversiteye kadar Kürtçe bir eğitim yapılması mümkün değildir. Kürtçe anadilde eğitimin önünde anayasal engel var. İkincisi, anayasal bir engel olmasa, Kürtçe bir eğitimin kaliteli bir eğitim olabileceğine inanıyor musunuz? Bir medeniyet dili midir Kürtçe? Böyle anadilde eğitimi düşünmüyoruz. Anadilde eğitimin Türkçe olması hem beraberlik sağlıyor hem de Türkçe bir medeniyet dilidir.” Bu kadar faşizanca kelimeler kullanan bir ruh hastası: "Bu dinamik kıtanın, bu gayretli, çalışkan insanların geçmiş yakın tarihte yaşadıkları acılı, sıkıntılı günleri bildiğimiz için böyleyiz. Çünkü Türk milleti olarak biz sömürgeciliğe karşıyız. Tarihimizin hiçbir döneminde sömürgeci olmadık. İkincisi, ayrımcılığa karşıyız. Ne renklerinden ne inançlarından ne de kıyafetlerinden dolayı bir insanın bir diğerinden daha üstün değildir” diyerekte oldukça demagoji de yapabiliyor.
Tekrar marangoz hatası sonucu oluşmuş kişiliğe dönecek olursak:
“Neyiyle veriyor, belki resim yaparak tuvale yansıtıyor. Şiir yazarak şiirine yansıtıyor, günlük makale, fıkra yazarak oralarda bir şeyler yazıp çiziyor. Hızını alamıyor terörle mücadelede görev almış askeri, polisi doğrudan çalışmasına, sanatına konu yaparak demoralize etmeye çalışıyor. Terörle mücadele edenle bir şekilde mücadele ediliyor, uğraşılıyor. Terörün arkadan dolanarak arka bahçede yürüttüğü faaliyetler ki arka bahçe İstanbul'dur, İzmir'dir, Bursa'dır, Viyana'dır, Almanya'dır, Londra'dır, her neyse, üniversitede kürsüdür, dernektir, sivil toplum kuruluşudur.”
Evet, işte sıkışmışlık bireylerin rengini hiçbir perdeye yer vermeden açığa çıkartacak güçtedir. Özgürlük hareketi bu ruh hastası iktidar gücünü daha da sıkıştıracaktır. Sıkıştırdıkça gerçek kimlikleri gün yüzüne daha fazla açığa çıkacaktır. Hele birde sözde kürt geçinen hain, işbirlikçi keklik takımı yok mu? Bunları da açığa çıkaracaktır. Yine sözde kendilerini geçmişin demokratı bilenlerin o özündeki faşizanlıkları da açığa çıkaracaktır.
Evet, mücadele özgürleştiricidir. İnsanı tüm takıntılarından kurtarıcıdır. Bizleri yani özgürlük savaşçılarını tüm engelleyici bentlerinden kurtarırken, böyle içi ile dışı bir olmayanları da açığa çıkartmada tam bir çözümleyicidir.
Şimdiden faşizmin ve de böylesine faşist yapıların açığa çıkartılması halklar için bizim yapacağımız ve yaptığımız en hayırlı iş olduğunu da unutmadan ekleyelim.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 22 Ağustos günü Mardin’in İdil ilçesine bağlı Kîwaxê karakoluna yönelik gerilla
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 22 Ağustos günü 20.30-21.30 saatleri arasında Erzurum ile Bingöl arasında gerillalarımız tarafından bir yol kontrolü gerçekleştirilmiştir. 80 aracın durdurulduğu eylem sonucunda kimlik kontrolü yapılmış ve düşman ile işbirliği yapan kişiler uyarılmıştır.
- Ayrıntılar