Basına ve Kamuoyuna!
1. 1 Temmuz günü 06.00-18.00 saatleri arasında Dersim Ovacık yolu gerillalarımız tarafından tutulmuş ve kimlik kontrolü yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Dönmek. İnsan nereye döner? Neye döner? Nedense bir şeylere, bir yerlere ağız dolusu küfür ederek ayrılanların sevmediği bir lafı kullanmak sinmiyor içime. Döndüm. İşin en çıplak söze dökülmüş hali bu olabilir diyordum. Dağa döndüm. Gören herkes ‘tekrar hoş geldin’ diyor. İçine tükürmek dışında bana çok az şey hissettiren uzak diyarlardan dağlara yaptığım yolculuk ne kadar sürdü? Mesafeleri hangi ölçüyle ifade edeceğime şaşırıyorum. Zamanı ölçülebilir zamanların hangi takviminde ölçüye vuracağımı bilemiyorum. Hem dönmek nedir? Dönmek ayrıldığın yere geri gelmektir. Mecburi ayrılıklar mutlu dönüşlere gebedir. Bazen dönmek yeniden doğmaktır. Tercih edilmiş gidişlerden geri dönmek ise acılara gebedir. Bunun için de tercih edilmiş ayrılıklardan dönmek çoğunlukla acılı bir ölümdür.
İnsan yaşadığı zamanı ve mekanı aklının ve yüreğinin hangi mekanizmasında anlama dönüştürür? Hayatı acılara boğulmuş bir toplumun evladı olmak güzellikleri rüya düzleminde algılamaya mahkum eder insanı. Bu bir algı yanılsamasıdır. Yine viran edilmiş toprakların çocuğu olmak her kötülüğü ve çirkinliği kabus olarak algılamaya zorlar insanı. Yitirilmiş güzellikler ve dayanılmaz acılar insan aklının anlam üretme mekanizmalarını param parça eder. Bu yüzden bu halkların algısı rüya-kâbus denkleminde çalışır. Güzel rüyadan uyanmak korkusu kâbustan uyanma sevinciyle at başı gider çoğu zaman. O yüzden hayatın hakikatlerini yitirmiş olmanın çaresizliğinde debelenip dururlar bu halklar. Kendi gitmelerimi ve dönmelerimi sevinç-özlem denkleminde tarttığımda uyanık kalamadığımı hissediyorum. Nerden geldim? Nereye gittim? Ne yaşadım? Şimdi neredeyim? Ne yapıyorum? Sorularına cevap ararken bütün zaman ve mekan ölçülerini neden bu kadar karıştırdığımı anlamaya çalışıyorum.
Döndüm. İnsan nereye döner? Elbette ayrıldığı yere. Peki ben ayrıldım mı? Ayrılmadığın bir yere nasıl dönersin? Ayrılmadıysam o hasret, o özlem, o yürek burkan, akıl donduran acıları bana yaşatan neydi? Bir kabus mu gördüm? Şimdi bir rüyada mıyım? Uyandım mı? Döndüm mü? Gözlerini açtığında etrafında güzellikler görüyorsan uyanmak güzeldir. Koparıldığın bir yere dönmek de güzeldir. Huzur verir insana. Döndüm lafını sevmiyorum. O yüzden uyandım diyorum kendi kendime. Hoş geldin diyenlere size de rojbaş diyesim geliyor. Oysa çoğunlukla onları benden önce uyanmış ve rojbaş zamanını geçmiş olarak buluyorum. Bunu hissetmiş olacaklar ki, en uzun yolculuk insanın kendine yaptığı yolculuktur. Uyanmak kendine dönmektir. En güzel dönüş kendi özüne dönüştür. En güzel uyanış kendine uyanmaktır. Bedenine ve yüreğine hoş geldin diyor gibiler.
Bir yıl oldu. Gittim mi? Döndüm mü? Yoksa kısa bir uykuda uzun bir rüya mı gördüm? Bir ağacın altında bir dağın tepesinde dünyaya tepeden bakarken aşağı düşme korkusunda içim geçerek bir kabus mu gördüm? Hangi analitik akıl bunun cevabını verebilir? Hangi bilim laboratuarı bu soruya cevaplar üretebilir? Avustralya’nın Alice Springs çölündeki Aborjin kardeşlerim soğuk gecelerin ateş başı sohbetlerinde bir cevap üretmişler. Buna ruhun bedenden ayrılıp gezmeye çıkması diyorlar. Uyanışa da ruhun bedene dönmesi diyorlar. O yüzden onlarda rojbaşın diğer anlamı da hoş geldin’dir. Ruhsuz beden çürür. Bedensiz ruh ise bilinmezliklerinde kaybolur. Ruh-beden bütünlüğü bilebildiğimiz yaşamın gerçek anlamıdır. Her ruh kendine bir beden arar. Uygun bedeni bulunca huzurlu yaşar. Uygunsuz bedenler içindeki ruhlar hep huzursuzdur. O yüzden kendine dönmek, ruhun kendine uygun bedene kavuşmasıdır aslında. Yitmekten korkan ruhun çürümekten korkan bedene kavuşması inanılmaz bir zevk verir insana. Sanırım Budist rahipler buna uyanış diyorlar. Uyanmak doğmaktır aslında bedenini yitirmiş ruhlar için.
Kendi halkımın ruhunu hissetmeye çalıştıkça soykırım kıskacında yitmekten korkan acılı bir ruh görüyorum hep. Kendi yurdunda sürgün olmak, kendi bedeninden sürülmek olsa gerek. Belki de bundan bir türlü uyanamamaktır her halkın korkusu. Korku ya sindirir insanı, ya da direnişe zorlar insanı. Kimi sinmiş, kimi direnen bir ruhla kavgada yaşayan halkımın rüyasını anlamaya çalışıyorum. Anlamak, görmek, hissetmek ruhsal algılarsa eğer, bu kadar anlamsız, kör ve duyarsız kılınmak istenmemizin nedenini bulmaya çalışıyorum. Sürgün yolculuklarımda yaşadığım yitme ve yitirilme korkusunun nedenini bu uyanışta daha iyi gördüm. Nerden sürülmüştüm? Ruhumdaki bu huzursuzluğun nedeni neydi? İnsanın ülkesinden kopması ruhunun bedeninden kopması gibidir. Ruhumu yanık bir tenin altındaki bu gövdede neden huzura kavuşturamadığımı, dağlıların bedensel ölümü neden bu kadar küçümsediklerini şimdi daha iyi anlıyorum galiba. Her insanın gerçek bedeni, bedenine uygun ruhu bulması aslında ruhun yurt edinmesidir. Bedensel ölüm eğer gerçek bedene gömülmeyle sonuçlanıyorsa ruh huzura kavuşacaktır.
Peki Kürt ruhunun bedenine en uygun gövde hangi yurttur? Ovalar sinmiş ruhların mekanı, şehirler yitik ruhların mekanına dönüşüyorsa gerçek beden hangisidir? Şimdi daha iyi anlıyorum. Kürt ruhunun bedeni kendi yurduysa, bu yurdun dağları direngen ruhların tek bedeni olabilir. Bu yüzden dağlar korkusuz, dağlar direngen, dağlar huzur veriyor insana. Sinmiş ruhların, korkak yüreklerin dağı öcü gibi görmesini anladıkça bir cam ekranın karşısında bile kendi yurdumun dağlarına özlem, hasret, sevinç ve huzurla bakan halkımı daha iyi anlıyorum. Dağa çıkmak bir ruh göçüdür aslında. Bedeninden kopmuş ruhların bir uyanışla bedenini fark etmesinin, yaşamı hissetmesinin sevinci ve huzuru.
Döndüm. Sevinçliyim. Huzurluyum. Bedenimde olduğumu hissetmek için yıldızlara bakıyorum her gece. Ve hiç sönmeyen Çobanyıldızı’na bakmanın neden bu kadar hüzne bulaşmış bir sevinç, ürkek bir huzur yarattığını daha iyi anlıyorum şimdi. Yıldızlarla arama bir şeyin girememesinin yüksekliği ve yakınlığı ruh-beden birlikteliğinde yaşamı hissettiriyor insana. Çünkü biliyorsun burada ölmek bile bir ruh yitimi değil, insanın kendi bedenine gömülüp huzur getirecektir.
Döndüm. Uyandım. Yıldızlara baktım. Huzurluyum. Yolculuk nasıl mı geçti? Kâbusta rüya gören biri gibiydim. Kâbus gibi bir yolculukta savrulan bedenim acılarda kıvranırken ruhum hep kendi gerçek bedenime kaçıyordu. Hani derler ya yediğin-içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat. İnsan aklının kendini teselli mekanizması kabusları çabuk unutmak biçiminde çalışırmış. Ya da kâbusları başkalarına da anlatarak hafifletilebilir korku. Uzun bir kâbustu. Toprağa basamamak, yollarda yürüyememek, ışık kirliliğinde yıldızlarını yitirmek, izbelerde kendi aklından kaçma çabası, huzuru hasretlik sohbetlerde aramak. Ve en kötüsü kâbusta olduğunu bilmek ama uyanamamak. Kaçış olarak kendi kâbusunda çaresizce kendi rüyalarına sığınmak.
Gün doğumunu ilk karşılayan bir tepede son nöbetçinin rojbaşına uyanmak. Dönmek bu olsa gerek. Ya da doğmak. Dönmek, uyanmak ve doğmak. Hangisidir yaşama başlamak? Bilemiyorum. Uyku sersemiyim. Közde yanmış ekmeğin yanına koskoca bir lalik mercimek koyup dibini silmek kabus gördürüyor adama galiba. Son bir yıl ki halim kabus görmüş olma yorgunluğuyla yaşama yeniden uyanma huzuru ve sevincinde gidip geliyor. Her gece ayazda Çobanyıldızı’na bakıp titreyen bedenimle uyumadığımı kendi kendime ispatlamaya çalışıyorum. Ve her sabah kendi bedenime uyandığımı ispatlamak istercesine mağaranın tünelinden fırlıyorum güneşin doğuşunu izlemeye.
Döndüm. Ayaz gecelerde gökyüzünün berraklığı huzur veriyor ruhuma bedenim tir tir titrese de. Bulutların üzerinde bir ada gibi yüzen dağların arkasında doğan güneşin ilk ışıklarının vurduğu taşı okşarken sıcacık ellerim. Güneşin ulaşmadığı her şey haram. Yıldızları göremeyen her göz kör. Haramda yaşamak haramsa ve yaşamak görmek ise yaşıyorum. Helal, huzurlu, sıcacık.
Döndüm. Ne mi buldum? Çoğalmış kendimi. Bedenini bulmuş ruhumu. Ve hasret kaldığım huzurumu. Huzuruma döndüm. Hoş mu geldim? Evet! Rojbaş…
Jêhat Bêrtî
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 29 Haziran günü 20.00 ile 21.00 saatleri arasında Mardin’in Midyat ve Nusaybin ilçeleri arasındaki yol üzerinde YJA Star gerillalarımız tarafından yol ve kimlik kontrolü gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Zilan'da daha teorik, daha ilkeli iken, Sema'da daha sorunlarla boğuşma ve pratikleşmeye doğru bir tamamlama olayı var. Fikri'de de bir tutarlı erkek kişiliğinin nasıl yeniden şekillenmesi gerektiğine dair çok duyarlı, anlamlı yanıt var.
Eskiden kitabi olmak derlerdi. Biz, buna anlama gücüne saygı göstermek ve ona göre bir işin, bir amelin sahibi olmak diyoruz. Kürt olayında en çok öğrenilmesi gereken kitapsız bir halk gerçeği olmasıdır. Çok değerli sözlerin kitabileşmesiyle birlikte yürüyen, gelişen insanlık yarışında kitapsız olmamız, anlayışsız olmamız ve yaptığımız işlerin, amelin değerinin neredeyse olmaması, kendisine karşı olması gibi bir gerçeğiniz vardır. Şimdi hemen belirtelim ki, ameliniz, pratiğiniz kitaplardaki doğrulara olduğu kadar bizimde yazmaya çalıştığımız kitaplara göre olamıyor. Başı boş, tüm kitapların yazdığı doğrulara ters, en temel sorunumuz budur.
Şehitler gününde, büyük direnç ve ona kendi bedeninde kızıl köprüler kurarak ulaşmaya çalışan Sema Yüce kişiliğinde en çok söylenmesi gereken; onlar kitaba göreydiler veya bizim durumumuza bakıldığında, bir türlü yanıt veremeyenler kitapsız idiler; doğrusuz, anlayışsız idiler. Bundan sonrası ne yapıp edip kendimizi bu kitaba kavuşturmaktır. Haydi hayatın kitabını da okumayı bilmiyorsunuz, o yetenekle gelmemişsiniz, dolayısıyla bütün direniş değerleri unutulup gidiliyor. Böyle yargılanma günlerinde hesap vermeniz gerçekten çok zor. Ulusal değerler karşısında hesap vermesini bilmeyenler de, ancak lanetliler sınıfına girer; ikiyüzlüler, münafıklar, sefiller grubuna girer. İlkeli olmanız için çok büyük güç harcadık. Fakat isyan pratiğiniz, bunu en az düşman kadar zorluyor.
Ulusal değerlere karşı her sahada çalışma hususlarındaki bu duruş, yaklaşım tarzınız kesinlikle varsa bir gücünüz, bir samimi sözünüz, artık zarar vermeyecek kadar biraz da yararlı olabilecek bir yeterliliği yakalamalıdır. Tarihte Kürtler gerçekten de insanın yarış ettiği ve kazandığı konularda en anlayışsız duruma düşürülmüş -bu tabii doğal karakter değil, düşmanları tarafından bu duruma düşürülmüş bir halk olarak da değerlendirilebilinir- daha çok bu gerçeği yansıtıyorsunuz. Ama yanlış bir gerçektir. Düşmandan kalmış, lanetli, belleği yitirilmiş, tam da düşmanına göre oluşturulmuş sahte bir gerçekliktir.
Parti savaşımımız ilk elden kendimizdeki sahteliğe karşı savaştır. Burada iyiniyet o kadar önemli değil. Gereklidir, ama iyiniyetin içi yüksek anlayışla doldurulmazsa belki de kötü niyetliden daha çok zarar verebilir de. Doğrusuz, savaşsız, aşksız bir yalan yaşam gerçeği; işte bir cümleyle tarifi ve-ya tersinden söylersek; yanlışlarla, yenilgilerle anlamlı olmayan bir savaş ve güdülerin sınırlarına takılmış çirkinli yaşam. Bu büyük ayıbı biraz olsun aşmak için Partileşelim. Hani ça-ğımızın modasıyla, eskiden "dinimizi kuralım, mezhebimizi kuralım" derlerdi; şimdi de "Partimizi kuralım" deriz. Öyle yapmak isteriz.
Bu büyük bir savaştır. Bize çok gerekli olan ve esasta da doğru bir çizgisi vardır bu savaşın. Ama halen gerçekliğimizle birleştirmeye çalıştığımız bir çizgiye karşı büyük bir homurtu var. Körce bir bağlılık kadar, çoğunlukla düşmana hizmet eden, yine kör bir çabayla savrulmalar var. Burada en büyük savunma gerekçeleriniz; "beynim, yüreğim fazlasını kaldıramıyor" oluyor. İşte bu da yenik düşmenin diğer bir ifadesidir. Fazlasını kaldıramıyorsan neden geliştirmiyorsun? Neden günleri böyle harcıyorsun? Burada tarih karşısında, insanlık karşısında savunma olamaz. Hatta sınıf tanınmaz bir duruma geldiği için de, en başta kendini kandırmadan tutalım, ipe sapa gelmez her türlü dili, her türlü dayatmayı, herkese, her yerde çekinmeksizin, düşman olmaksızın, hatta iki gözü karalıkla sergilemekten geri durmuyorsunuz. Ama hayat da size hep bu temelde vurdukça vuruyor. Yararlı olmaması yüksek anlayışsızlığınızla izah edilebilinir.
Bugünlerde demek ki bir anlayış geleneği, özellikle pratik yaşam, savaş pratiğine damgasını vurmadıkça kendinizi affetmeniz asla mümkün değildir. Cezai anlamda affetmekten bahsediyorum. Yaşamın her yürüyüşünde bizi kahredecek engellerle karşılaşmaktan kurtulamazsınız. Buna gerek duyuyorum ve öyle de oluyor. Başınızı nereye çeviririseniz dikenler batar, nereye atarsanız oraya yapışıp kalır. Bu gerçeğinizi oluyor.
Hangi özgür yaşam ilkesine, savaş ilkesine başarıyla bir yürüyüş gerçekleştiriyorsunuz? Nerede, yaşamınızın hangi döneminde? Bugünlerde bunları sorgulamak gerekiyor. Burada sizde çokca gördüğümüz diğer bir husus da, böyle günleri, ağlama günlerine ve ucuz tersinden dinsel, duygu günlerine dönüştürmeniz yetmez, kurtarmaz. Önceleri halkımız bazen zoraki çok ağlar, zoraki çok sahte gülerdi. İkisinin de değeri yoktur. Halbuki bu şehitler belki de insanoğlunun en zor denediği kahrolma ve kahretme biçimini gerçekleştirdiler. Haydi birilerinin, düşmanın eliyle insan ateşlere atılır, -ta İbrahim Halil peygamberinden tutalım, Hallacı Mansurlar'a kadar ama- onlar sadece düşmanları tarafından atılmıştır. Ben hatırlamıyorum kendi özgür iradesiyle ateşlenmeyi, hem de en genç yaşta, hayatın baharında ve çok rahatlıkla başka mü-cadele biçimlerini de deneyebileceği imkanları olduğu halde. İlktir, öyle tahmin ediyorum ve bu bizi çok büyük düşünmeye zorluyor, zorlamak zorunda.
Benim özellikle PKK şahadet gerçekliğinde, diğer bir çok hususta çalışmalardan geri durmamakla birlikte anlamından kopmamaya çalıştığım esas gerçekliktir; şahadet gerçek-liği. Anlayış ve uygulama esaslarında ciddi bir yetersizliği yaşamamak için diyebilirim ki, en büyük özeni gösterdim ve istenildiği kadar olmasa da, bağlı kalmayı ucuz bir söz olmaktan çıkardım. Savaşsallaştırmada da bir iki adım attım. Daha fazla güç olsaydı kişilikte, şüphesiz daha fazla bir gerçekleştirmeyi de sağlamaktan çekinmezdim. Ama bizde böyleyken, sizde nasıl oldu? Baktığımızda durumlarınız iç açıcı değil. İşte burada, bu büyük boğuşmayı yaşadık sizlerle, yaşamak zorundayız. Çünkü bu değerler öyle kolay çiğnenecek değerler olamaz. Körce bir kavgayla da anlamı yerine getirilecek değerler olamaz. Kürt çeyrek asrı geçen sürede kendini tanıdı tanıyalı, kendi canlarını halklar uğruna gözünü kırpmadan feda eden insanlar gibi olmayı belki başaramadım, ama onların anısının sağlam bir takipçisi olmada da nefes nefese bir yürüyüşü gerçekleştirmekten kendimi geri tutmadım. Dara ağaçlarında, ölüm kusan mermilerin delik deşik ettiği vucutlara saygılı olmak için gücümü çok iyi kullanmaya çalıştım ve gelinen noktada sözümde, eylemim de ciddiye alınan bir konuma geldim. Herhalde bunda en belirleyici etki bu şehitler gerçeğinin ta kendisidir.
Şüphesiz şehitler gerçeği için bunları belirtmek kendi başına yetmiyor. Şehitler bundan ibaret değil, bir dava takipçiliği ve hatta savaşımlarına bir yere kadar da mesafe aldırmak tam bunları ifade etmez. İçini sorgulamak daha büyük önem taşıyor. Bunlar genelde özgürlük kavramıyla açıklanmak isteniyor. Gerçekten çok genel bir kavram. Onun nasılı çok daha yakıcıdır ve gerçekleştirmesi de bir o kadar zordur. Şehitlerin bir çok takipçisi var. Benden daha fazla kendini adıyanlar var. Ama dikkat edilirse bunlar bile onları unutturmaktan ve hatta anlamsız bulmaktan öteye bazen ileriye gidemiyorlar. Demek ki takip etmek uğruna ölmek yetmiyor. Daha başka şeyler gerekiyor. Bu, başka şeylerle içini doldurmak. Çünkü hiçbir şahadet çok büyük bir yaşam gayesi, gerekçesi olmadan gerçekleştirilemez. Biraz da zor olan bunu çözmeye, noksanlığı varsa gidermeye, en ağır bir savaşla da olsa ya-şamsallaştırmaya çaba göstermemiz bizim genelde bir çok kişiyle olan farkımızı ortaya koyuyor. Bunu başarmasaydık, şe-hit değerlerine bağlılık ağırlıklı olarak laf olmaktan öteye gidemeyebilirdi.
En zor hesap verilmesi gereken nokta böylesine kendi kendini sorgulayıp yanıt olmayı sağlama noktasıdır. Şehidin seni fiili olarak denetleyebilecek bir sözü, bir iradesi yoktur. Ama bunun yolaçtığı yanılgı; "onlar adına istediğim keyfi sözü, işi yaparım" yanılgısıdır. Bu ağırlıklı olarak bizim gerçekliğimizde tersliğe götürür. Hele kişilerin çok keyfiliği, onların neredeyse ihanetini bile iyiniyetle geliştirir. Bunun için iç sorgulama şehitlik gerçeğinde çok önemlidir. İç sorgulamayı tek kaldığında da geliştirmek ve bunu başarı düzeyine taşırmak en zor olanıdır. Ve bunun gücünü gösterenler değerlidir; en azındandır, fakat en değerli olanıdır. Arsız insanlar üzerinde şehidin dili yoktur ve fazla etkili olamaz.
Herhalde insanların en fazla güç aldıkları da; güç yitirdikleri noktada bu dili olmayan şehit gerçeği karşısındaki duruşlarıdır. Bizde o kadar çok ki bunlar, sayılamayacak kadar, fakat bir o kadar da üzerinde durulması gereken büyüklükleri var. Şehitlerdir, sözü alıp gidiyor, ama acaba kaç kişinin hakkını vermek istediği çok kuşkuludur. Burada da iyi niyetten ziyade, bitik kişilik yanıt olamıyor, gücü yok. Beyinde, yürekte kendini çoktan vurmuş. Bununla neyi yapabilir ki? Ken-disine güveni, terbiyesi, bir iradesi kalmamış ki şehidi anla-sın. Bu tehlikeyi bertaraf etmeye çalışıyoruz. Bizim bu konudaki sloganımız; şehitlerin komutası altında bu son yıllardaki savaşı götürmektir. Eğer "neden keyfimizce değerlendirilemiyoruz" diyorsanız, benim de size söylediğim; şehitlerin komuta gerçeğinin ne olduğunu anlamaktır. Tanımayacaksınız böyle bir komutayı, o zaman benim size söyleyeceğim fazla bir şey yok.
Bu rezil yaşama karşı bir darbe olan şehitliği, yeni yaşamınızın düzeltilmesinde etkili bir silah olarak kullanamazsanız, hiç kimsenin sizi ciddiye alması, hayatın kendisinin sizi bağışlaması mümkün değildir. Burada kara cehalet örneği, alabildiğine tıkanmış duygularla çok sözde kalan, dediğim gibi ucuz gözyaşları veya yaşam duygularıyla yanıt olamazsınız. Çünkü şehit gerçeği kadar kesin, yalansız-dolansız olan bir başka gerçek yoktur. Israrla bu gerçeğe göre kendinizi gerçekleştiremezseniz, gerçekten kabulünüz mümkün değildir. Onlar ki yaşamın yeniliğini, kendi bedenlerindeki ateşi, küllerinden yaratmayı söz olarak veriyorlar. O zaman acaba sizin için bu ne anlama geliyor? Bu çünkü katı bir gerçek. Onun için şu bireysel hevesler, keyfi duruşlar bu gerçekle tezat, terslik teşkil ediyor diyorum. Birileri bu kadar büyük fedakarlık eylemi koyacak; sen bunun tersiyle onun mirası üzerinde yaşayacağını iddia edeceksin. Buna kargalar bile güler.
PKK ve onun askeri savaş birliklerinde ortaya çıkan laf anlamazlık, bildiğini kuralsız ve fazlasıyla bencillik temelinde dayatmalar bir başkaldırıdır. Ama daha çok da bu kutsal değerlere bir başkaldırıdır. Çoğunlukla zarar verdiler. Anlayışı kıt olanlar kendilerini kaybettiler ve büyük kazanmadık-ları da doğru. Bunun anlaşılır kılınması için biz çok çaba harcadık. Dağları-taşları kitaplarla, çözümlemelerle doldurduk. Ama siz bir kaç tane ilkeye göre yürümeyi yine beceremediniz, yahut dağların dizginlerinden kopardığı, güdülerin biraz kendini serbest gördüğü bu dağ havasında, çok aşırı ileri gittiniz bencillikte, keyfilikte işte burada da şehit gerçekliğimiz dur hareketi oluyor. Doğruya da gel hareketi oluyor. Umarım eğer illa böyle günlerde bir değerlendirme gücü yaratmak istiyorsanız kendinizi dürüstçe bir affetme, islah etme kararlılığını da yaratmak istiyorsanız, bütün yüce dinlerde olduğu gibi, halkımızın da gerçeğinde, hatta toplumsal insani birimlerde bile bu bağışlanma siyaseti doğru olabilir. Bunu da aşırı zorlamamak gerekir. İşi-gücü kötülük olanların bağışlanması herhalde doğru olamaz. İncir çekirdeği kabilinde değersiz şeyler yüce yaşamı onun araçlarını birileri bozuyorsa, bir tutum davranış varsa, kesinlikle ona yer vermemek, bağışlanmak kurumunu da anlamak açısından çok gereklidir. Ama illa birileri güzel bir iş yapmak istiyorsa da, ona bir affetme olanağı sunmak, böyle günlerde anlamlı olabilir. Kişinin kendini affetmesi, bağışlatması, islah etmeye yönelmesi mümkün olabilir. Değerlendirmek gerekir. Eskiden tanrılar, muhabıtlar karşısında bunu yaparlardı. Biz şimdilik şehitler karşısında yaparsak bu bizim için fazlasıyla yeterlidir.
Şehitlik gerçeğinde bir kaç hususu daha da belirtmek gerekebilir. Özellikle bizim için çok trajik olan bu şehitliklerde bir derin zayıflık var. Hele böylesine şahadetlerden kaçamamak, kendini mahkum görmek tam bir trajik zemine da-yalıdır. Büyüklüktür, fakat trajiktir. Bu nasıl bir nokta, zemindir ki, böylesine insanlık tarihinin en ender olabilecek bir eylemine zorluyor. Bunu mutlaka anlamak gerekiyor. Bu zemini bir de kurutmak gerekiyor. Bunu çok düşünmek gerekiyor. Bu büyük zayıflık zeminin kişiyi böyle en kahramanca trajik bir eyleme zorlayan gerekçelerini, nedenlerini ortadan kaldırmak gerekiyor. Benim biraz yapmaya çalıştığım buydu. Be-nim böyle bir eylemi göze almam mümkün değil. Ama bu zemini kurutmak için de benim kadar bu işin ustası olmak, hem de amlansız savaşçısı olmak, belki de yine tarihte hiç görülmeyecek gibidir. Ve kaldı ki, bu ikisi de birleşti. Benim bu bir yerde büyük duruşu, büyük trajik eylemi zorlayan gerçeğin, tarzın ve bir de bunu ortadan kaldırma çabam korkunç bir bu-luşmayla kendini ifade ediyor. Önlemek için çok büyük bir çaba harcadım, ama esasta sadece bu sembol eylemler değil, yoğunca yaşanan şahadetlerde de bu vardır.
Bir ana ilkeye bağlılığın götürdüğü bir eylem iken diğer yandan orada ilkenin uygulanmasında kişilikteki yetersizliği, olmadık yerdeki şahadeti gerçekleştiriyor. İlkeye bağlı bizim şehit adayı, müthiş bağlı, benden daha fazla. Onun gereklerini büyük bir savaş ustalığıyla gidermek sözkonusu olduğunda yapamıyor, çok trajik düşüyor. Şimdi benim yaptığım biraz daha farklı ilkeye bağlılık, ama o zeminde yakılmamak için korkunç bir politik sezgi, askeri olmanın o gün için gerekleri, inanılmaz bir tarz ve tempoyla birleştirilerek, en zor anda en önemli çıkışı yapmak, başarmayı sağlamak gibi duruma yol-açma budur. Bizim sanatımız bu.
İlkeye bütün insanları uyarlamak birinci en temel işim. Ama bu ilke yakan ilkedir. Bu ilke, kesinlikle eğer ciddi bir hazırlığı, ciddi bir irade eğitimini askeri, siyasi, örgütsel, ya-şamsal yoksa feci olacağı açık. Bunu çok erkenden biliyo-rum. Benim bütün yürüyüşüme, tarzıma, tempoma damgasını vuran aslında bu gerçekliğin ta kendisidir. Hayret ediyorum bu gerçekliği neden siz bu kadar göremiyorsunuz. Korkunç bir şey! Haydi şehit gerçeğiyle bunu ödedi, ya siz nasıl öde-yeceksiniz? En büyük soru benim için budur. Neyinize güveniyorsunuz da öyle yaşıyorsunuz?
İlkeleri zorlayarak yaşamak, savaşmak; ilke egemen oldu da mı tutuşup feci düşmek. Bu nasıl gerçeğinizdir, halen dehşetle etkisi altında kaldığım bir husustur. Neden aşma gücünü gösteremiyorsunuz. Bunun için bu gördüğünüz, yaşadığınız gibi dağları taşları ilkelerle doldurduk. İmdadınıza ye-tişmek için. Ama oralı bile olmayışınız, hatta tersinde ısrar nasıl izah edilecek? Neyle sonuçlandıracaksınız. Trajik ihanetler de çıkıyor, trajik değil de çok aşağılık ihanetler. O da bununla bağlantılı. Burada ihanet ve hain gerçeği nedir? Şehit gerçeği nedir? Şehit; ilkeden taviz vermemek ise, hain ve ihanette tam bu noktada en zorlu zeminde ilkeyi amansız çiğnemedir. Hain; en çok gerekli olduğu yerde ilkeye bağlılığı en gözükara çiğneme kişiliğidir. Ve tarihimizde bunlar da ger-çekten bol, şehitlerimiz ne kadar bolsa. Ki, sanıyorum burda da bir diyalektik bütünlük var. İhaneti bol olan, bir acımasız, utanç verici gerçeklikten büyük şahadeti bol olan bir gerçek-liğe ulaşmamız, Partileşmemiz sanıyorum bir bütünlüktür, ge-rekli olandır.
Hiçbir ihanet bizdeki kadar ilkeye ters düşmez. Ve böylesine aşağılık bir biçimde gerçekleştirilemez; ama hiçbir şa-hadet de bu kadar cesur ve fedakarlık temelinde gerçekleştirilemez. Bizim görevimiz; bu ikisinin de hakkından doğru ge-lebilmek. Hainin ve ihanetin üstesinden doğru gelebilmek kadar, bu şahadetin de üstesinden gelebilmek. Bunu düşünme-niz gerekir. Çünkü sizin gerçeğiniz de bu iki ilke arasında veya bir ilkeye sınırsız bağlılıkla birlikte, sınırsız ona karşıtlık temelinde düğümlenmiştir. Gerçeğinizin bu ikilemden kurtulması imkansızdır. Tanrısal ilkeleşme dediğimiz artık bu noktaya gelip dayanmıştır. Ruh kadar, düşünme gücünü göstermeniz gerekiyor. Gerisi nedir? Bu ilke arasında savrulma; boş laflar, boş yaşam, çirkinlikler ve her gün birbirinizi yıpratmalar, yormalar oluyor. Ama esas olarak sonuçta belirleyici olacak ya ihanet, ya direniş zaferidir. Hesabı kesin doğru yeterli yapmak. Herhalde bugünlerde en çok gerekli olanlardır.
Bu çerçeve temelinde biraz da eğer sözkonusu olan Zilan kişiliğiyse ve onun en güçlü ardılı Sema Yüce ve kısmen de Fikri Baygeldi yoldaşsa, daha özgü olanı da dile getirmekte gereklilik vardır. Genel ilkeye bu yoldaşların bağlılığı tartışmazsızdır ve yüce değerdedir. Yüce kuvvette, cesarette, fedakarlıktadır. Özgü olan yanını da bizim aşmamız gerekir. Özellikle benim için kendilerini adamaktan bahsediyorlar. En büyük güvenceleri olarak bizzat ismen bizi zikrediyorlar. Bir yerde bu eylemlerini bize vasiyet ediyorlar. Esasta bu eylemin büyüklüğünü benim halka insanlığa ve Partiye taşırabileceğime çok büyük bir güven duyuyorlar. Daha da önemlisi çözebileceğim, gereken sonuçları çıkarabileceğimi bana yük-lüyorlar. Bunlar yazılmış, hepsi belgeli. Özlü mektuplar, söylenmesi gereken tüm doğruları yalın bir şekilde yazmışlardır. Her cümlesi çok değerlidir. En güzel cümleler var.
"1995'te Dersim'de ordu saflarına katıldım. Ordu safları içerisinde olduğum süre içerisinde geçmişe oranla kendi kişiliğimi tüm yönleriyle tanıyarak belli bir gelişmeyi sağladım. İddia, kararlılık, moral, netleşme gibi konularda güçlendiğimi belirtebilirim.
Partimiz PKK öncülüğünde gelişerek tüm insanlığa malolan ve giderek ezilen halkların yüce sosyalizm yolundaki tek umudu haline gelen mücadelemiz bir bütünen u-lusal yok oluş sürecini yaşayan, soysuzlaşmanın eşiğine getirilen bir halkı tarihte ilk defa yücelterek hak ettiği ye-re getirmiştir. Böylesi ulusal değerlerini, beynini, ruhunu, öz kimliğini düşmana kaptıran bir halkı yeniden diriltmenin ağır görev, sorumluluk, tarihi bilinç ve üstün öngörü, büyük cesaret ve fedakarlık, yüce azim gerektirdiği açıktır. Yurtseverlik rolünden uzak, düşmana tabi, vatansız, tarihi egemenler tarafından gerçek aydınlarını ve önderlerini istenilen düzeyde çıkaramayan yitik bir ülke ve halk gerçekliği karşısında PKK ve onu var eden Başkan APO, aleyhte gelişen bu gelişmeyi tersyüz ederek sadece kimliği değil, beyni de egemenler adına çalışan, ona hizmet eden, onun için savaşan ve giderek hayvanlaşmanın eşiğine getirilen ve emperyalizmin de hizmetine sunulan Kürt halkını ölüm uykusundan uyandıran, dirilten, kendi özgürlüğü için savaşan, savaştıran bir konuma getirmiştir. Büyük Kürt şairi Ahmede Xani 'Eğer bizim de dü-rüst, namuslu önderimiz olsaydı, Araplar'ın, Acemler'in ve Türkler'in kölesi olmazdık‘ diyor. Kendi bireysel, ailesel, aşiretsel çıkarlarını esas alan, ulusal gerçeklikten kopuk, Kürdistan tarihindeki sahte önderlerin varlığı bu la-netli gerçeğin uzun bir süre devam etmesine neden olmuştur.
Her halkın tarihine bakıldığında, özellikle devrim süreçlerinde mücadele veren, başarıya ve kurtuluşa götüren, yaşadıkları döneme damgasını vuran önderleri vardır. Tarih öndersiz hiçbir ulusal ve sınıfsal hareketin gerçek anlamda başarıya gitmediğini doğrulamaktadır. Önder, yaşatılmak istenen yenilik ve gelişmeleri en üst düzeyde temsil eden, yani yeni insan, yeni toplum düşüncesine denk, bütün yaşamını bir halkın yaşamına göre düzenleyen, kendi kaderini halkın kaderinde bulan ve o halkın acılarını, duygu ve taleplerini en derinden yaşayan ve kurtuluş için pratik görevleri en üst düzeyde omuzlayandır.
Hayati gerçekliği olmayan, her alanda bitirilmiş, hiçbir halkla kıyaslanmayacak kadar kendisine yabancılaştırılmış, ulusal, kültürel, sosyal, siyasal değerleri sömürülen bir halk gerçekliği karşısında PKK Önderliği kuşkusuz çok farklı olmak zorundadır. Bu anlamda Parti Önderliği bir çok yönüyle daha özgün, daha yeni, daha gelişkin yaşamıyla yaşatan ve kendi yaşamını adeta ko-koca bir insanlığın yaşamına adayan bir durumdadır. Belirleyiciliği ve önemi bu noktada kesin ve tartışmasızdır.
Dünya devrim tarihine baktığımızda gerek ulusal, gerekse sınıfsal kurtuluş mücadelesini veren halkların, devrimin gerçekleşme olanağını yaratan tarihi, sosyal, sınıfsal, kültürel bir zemin ve birikimi vardır. Ulusal inkar yoktur. Kişilik sorunları bizdeki kadar derin değildir. Tarihleri bizdeki çarpıtılmamıştır. Kadın cinsi bu kadar sömürülmemiştir. Dini olgular bizdeki kadar kesinlikli, kötü tarzda işlenmemiştir. O halkların mevcut konumlarına tepkileri vardır. Özgürlük, eşitlik vardır. Önderlerinin güç aldıkları az çok aydınları vardır. Kürdistan devriminde ise bu belirtilen hususların tümü bitmiş bir durumdaydı.
Parti Önderliği çok zayıf bir gerçeklikten yola çıkmıştır. Din sorununa, kişilik sorununa, kadın ve aile sorununa yaklaşımı oldukça özgün ve bilimseldir. Rus devriminin önderi Lenin bile kadın sorununun çözümünde oldukça yüzeysel kalmıştır. Kadının ordulaşması, gerçekleşen Kadın Konferansı ve Kadın Kongresi dünya devrim tarihinde ilk kez bizde gerçekleştirilmiştir. Parti Önderliği'nin yaşam tarzı, fedakarlık, cesaret, derinlik, duyarlılık, zeka, öngörü, yorumlama gücü, bağlılık, bilimsellik, tecrübe, birikim düzeyleri hiçbir önderlikle kıyaslanmayacak boyuttadır. Olayı ele alış tarzı doğmatik değildir. Parti Önderliği Kürdistan gerçeğini, dünya devrimlerini çok iyi tahlil edip sonuç çıkarmış ve Kürdistan devriminin özgünlüğünü ortaya çıkarmıştır. Taklitçi, kalıpçı, doğmatik bir tarzda değil, oldukça yaratıcı bir tarzda ele almıştır. Gerçekleşen sosyalizmi çok iyi tahlil etmiş ve kendi halk gerçekliğine uygun bir tarzda uyarlamıştır. PKK, Parti Önderliği'nin şahsında ifadesini bulmuştur.
Kürdistan tarihinde sağlanan bu gelişme, onun emeği, onun gelişmesidir. Kendisi sevgi kaynağı, birleştirici ve bütünleştiricidir. Kendi şahsında yeni insan tipini-profilini çizmiştir. Bir insanın ne kadar gelişebileceğini kanıtlamıştır. Kürdistan Ulusal Kurtuluş mücadelesinin bu-günkü düzeyi ‘Partileşelim, Ordulaşalım, Cepheleşelim, Zaferi Kazanalım‘ şiarına denk düşen, bütün tali sorunları bir kenara bırakarak bütün Kürt halkıyla düşman gerçeğine doğru yaklaşma temelindedir. Gelinen noktada hemen hemen bütün Kürt halkıyla beraber milyonlarca insanı sıcaklığıyla saran, Ulusal Kurtuluş devrimine ve sosyalizmin hizmetine sokmuş, faşist TC'yi askeri, siyasal, kültürel, ekonomik her konuda geriletmiş, çözümsüz bırakılmıştır.
Zaferin öngünlerini yaşadığımız yeni süreçte halkın kurtuluş umutları olan bizlerin, Parti Önderliğimiz'in yaşamı, düşünceleri ve mücadelesine yakışır bir biçimde dönemsel bütün görevlerimizi en iyi bir şekilde yerine getirmemiz gerekiyor. Sıkça tekrarlanan küçük burjuva, köylülük, feodal anlayışların kişiliklerimizdeki yer etmişliği, düşmanın şekillendirmesi, özel savaşın etkileri ve buna benzer gerekçelere sığınarak çeşitli özeleştirilerin bizleri ilerletmediği açıklık kazanmıştır. Verilecek en iyi bir özeleştirinin doğru bir pratikten geçtiğine inanıyorum. Düşman topyekün üzerimize geliyor. Bizim de olanca gücümüzle düşmana yüklenmemiz, özgürlüğün bedelini en kararlıca ödeyeceğimizi düşmana hissettirmemiz gerekiyor. Mücadele tarihine baktığımızda PKK, akıl sınırlarının anlamakta zorlandığı büyük kahramanlık, direniş, emek, kararlılık ve inançla yaratılmıştır. Direniş, PKK'nin temel karekteri olmuştur.
Bizlerin bu tarihi mirasa sahip çıkmamız ve sürecin gereklerini yerine getirmemiz gerekiyor. Süreç, intihar eylemlerini gerekli kılıyor. Bu hem bir taktiksel çıkış olacak, hem de bizim açımızdan büyük moral etkileri olan bir eylemlilik olacaktır. Düşmanın Önderliğimiz'e suikast girişiminde bulunarak sonuç almaya çalıştığı bu süreçte düşmana verilecek en iyi bir cevap olacaktır. Bu tür bir eylemlilik moralmen bozguna uğrayan düşmanı çıldırtmak, düşmanı bulunduğu her alanda çepeçevre kuşatmak, ülkeyi ona zindan etmek anlamına geliyor. Bizim açımızdan ise başta halkımıza, bütün savaş güçlerimize moral vermek, cesaret ve direnişi güçlendirmek, dost-düşman herkese davamızda ne kadar kararlı olduğumuzu ve bu uğurda özgürlüğün bedelini bombaları kendimizde patlatarak gerçekleştireceğimiz mesajını bir kez daha vermek, halkımızın özgürlük istemini bütün dünyaya duyurmak ve ileriki süreçte halkımızın bu yönlü direnişler geliştirmesinin öncülüğünü yapmak savaşın her yerinde ivme kazandırmak anlamına gelmektedir.
Başkanım!
Kendimi intihar eylemini gerçekleştirmek için aday görüyorum. Bizler, sizin bitmez tükenmez emek ve çabalarınıza karşılık canımızı bile versek yeterli değildir. Keşke canımızdan başka verecek şeylerimiz olsaydı. Siz yaşamınızla bir halkı yeniden yarattınız. Bizler sizin eseriniziz. Tüm Kürdistan halkının ve dünya insanlığının gelece-ğinin teminatısınız. Yaşamınız bize onur veriyor, sevgi, cesaret, inanç, onur veriyor. Tüm Kürdistan halkı ve milyonlarca insan size ölümüne bağlıdır. Sizin bu çekiciliğiniz bizi de oldukça etkilemektedir. En zorlandığımız an-larda sizin bizlere olan sevginizi düşünüyor ve manevi güç alıyoruz. Şehide en çok bağlı olan sizsiniz. Bu temelde gözümüz kesinlikle arkada kalmayacaktır. Bu eylemi, gerçekleştirmem gereken bir görev olarak görüyor ve kendimi sorumlu hissediyorum. Mevcut geriliklerimi aşmanın, özgürleşmenin ve kendini gerçekleştirmenin savaştan geçtiğini ve bu savaşın da gereğinin yerine getirilmesinin gereğine inanıyorum. Mazlum, Hayri, Kemal, Ferhat, Bese, Beritan, Berivan ve Ronahi yoldaşların direnişlerine sahip çıkmak ve onların takipçisi olmak istiyorum. Halkımın özgürlük isteminin ifadesi olmak istiyorum. Emperyalizmin kadını köleleştiren politikalarına karşı, bombayı kendimde patlatarak hıncımın ve öfkemin büyüklüğünü göstermek ve Kürt kadınının dirilişinin sembolü olmak istiyorum.
Yaşam iddiam çok büyük. Anlamlı bir yaşamın ve büyük bir eylemin sahibi olmak istiyorum. Başkan APO önderliğinde yürütülen Ulusal Kurtuluş mücadelemiz çok yakında zafere ulaşacak ve mazlum halkım dünya insanlık ailesi içerisinde hak ettiği yerini alacaktır.
Bu temelde Başkan APO'ya, tüm Kürdistan şehitlerine, tüm savaş ve cephe güçlerimize, zindandaki yoldaş-larımıza, Kürdistan halkına ve insanlığa bağlılığımızı bir kez daha ifade ediyor ve onlara layık olmaya çalışacağıma dair söz veriyorum.
Yaşam iddiam çok büyük. Anlamlı bir yaşamın ve büyük bir eylemin sahibi olmak istiyorum. Yaşamı ve insanları çok sevdiğim için bu eylemi gerçekleştirmek istiyorum.
Yaşamı ve insanları çok sevdiğim için bu eylemi gerçekleştirmek istiyorum", ikinci sefer tekrarladığı cümle. Mükemmel söylenmesi gereken bütün doğruları söylemiş. Onun ardılı Sema Yüce'den bir iki alıntı almak istiyorum.
"Mevcut durumda, düşman bu politikalarında so-nuca ulaşmak için son bir hamle hazırlığındadır. Türk Genelkurmaylığının son hareketliliği bunu ifade ediyor. Açık ki, yine kirli politikaların merkezinde Başkan APO'-yu etkisiz kılma sınırlandırma bunun politik çizgisini, ona rağmen işlevsiz kılma yaklaşımı vardır. Bu politikalarındaki ısrarın nedeni, yine Parti içindeki bir türlü özgür ya-şam seçeneğine doğru bir merkezileşme ve kurumlaşmaya gelmeyen erkek ve kadın kişiliklerine duyulan güven vardır." Son iki yılda açığa çıkan bu gerçekliği vurgulaması anlamlıdır yoldaşın. "Ancak Kürt kadını Başkan APO'nun emrini almıştır. Kendini düşmana, onun kirli emellerine alet etmeyeceğini göstermiştir. Başkan APO'nun 8 Mar'ta tüm kadınlara seslendiği konuşmasında ifade ettiği kadın eksenli bir kurtuluş ideolojisinin geliştirilmesi gerektiği böylesi bir öğretinin savaş sorunlarında kalıcı bir barışa, özgür insana kadar bir çok soruna çözüm olacağı temelindeki açıklamalarını Kürt kadını kavramıştır. 8 Mart'tan başlayıp 21 Mart'ta doruğa çıkan eylem yürüyüşünde bunu ispatlamıştır.
Başkanım,
Bu temelde beynimi, yüreğimi ve bedenimi 8 Mart-'tan 21 Mart'a ulaşan ateşten bir köprü yapmak istiyo-rum. Çağdaş Kawa Mazlum Doğan'ın ve diğer tüm şehitlerimizin iyi bir öğrencisi olabilmek için Zekiye gibi yanmak, Rahşan gibi Newrozlaşmak istiyorum. Diğer Newrozlaşan Berivan, Ronahi, Mirza Mehmet, Eser yoldaşların izinde kararlıca yürümek istiyorum. Kadının yaşam gücünün, zafer gücünün olduğuna, kadının da yoldaş olabileceğine olan inancımı soylu bir eylemle taçlandırmak istediğimin nedeni soyluluğun bilinen tüm tanımlarından arındırarak kendisini basit düşleri, büyük insanın erdemi olduğunu haykırmak isteğimdir. Öğrencisi olmaya çalış-tığım şehitlerimizin eylemleri üzerinde çok düşündüm. Her gün, her an devrim ateşinde yürüyerek yanmayı bunun sırrını kavramayı çok istedim. Gördüm ki, bu kendini aşan insanın eylemidir. Bu kararı verdikten sonra, tekrar tekrar büyük bir iç savaşı yaşadım. Kendimde bütün beşeri zaafların ayartıcı gücünü son bir kez daha gördüm ve yendim." İşte sizin yenemediğiniz gerçekliğiniz, burada bu büyük insan yeniyor. "Özgür yaşam, özgür kadın tutkum bana bunu emrediyor. Başkan APO'ya bağlılık andımın bu tutkumun ateşinde kül olmak ve küllerden kendimi yeniden yaratmak olduğunu, şimdi daha iyi anlıyorum. Kendimde yaşamı yaratma kararında en önemli güç kaynaklarından biri de kadının Partileşme silahı olan YAJK'tır. YAJK hem Başkan APO'nun kadının yoldaş olabileceğine inancının eseridir, hem de inanıyorum ki, Başkan APO'nun öğretisinin kurumlaşmasının yayılmasının ve derinleşmesinin önemli silahlarından biri olacaktır. Bu yüzden YAJK'ı daha da büyütmek, her Kürt kadı-nının, hatta bölge halklarının kadınlarının asli görevidir.
Başkanım,
Zafer tanrıçamız Zilan yoldaşın vasiyetine bağlılığımla bunun görkemli eylemine sadece özüyle değil, biçim itibarıyla da cevap olmak isterdim." Biçim derken pratik yaşam, savaşım noktasında diyor. Fakat zindan koşullarında bu mümkün değil. Yani "zindanda olmasaydı, taktikte savaşta zafer, yaşamda özgürlük bunu denerdim" diyor. Yani "böyle bir eylemim olmadan da ben bunun gereklerini özgür savaş, yaşam koşulunda yapmayı da çok isterdim" diyor.
"Bu Newroz'da ayağa kalkan binlerce çocuk yüreğinin mahsumiyetiyle buluşmak bu vasiyetin takipçisi olmakla mümkündür. Bu büyük savaş istemi özgürlük istemiyle birlitkte zindanın tutsakladığı koşullarda çocuk yüreğinini masumiyetiyle buluşmak. Bu vasiyetin takipçisi olmakla mümkündür. Özgürlük tutkum çok büyük, bu tutkuyu yaşam gücüne dönüştürebilmek için tek varlığımı kendimi Başkan APO'ya adıyorum." Dönüştürebilmek için, yani bir yerde bu özgürlük tutkusunu yaşamsallaştırılmasının, buna dönüştürülmesinin bir gereği olarak kendini adamaktan bahsediyor. Buna güveniyor.
"Kadınlar küllenen Kürt ateşinin kıvılcımlarıdırlar. Küllerinden yeniden doğmayı başaran, bunun kıvılcımı olabilen her kadın, özgür Kürdistan'ın dokuyucusu olacaktır. Ancak bu bile Başkan APO'ya cevap olmaya yetmez. Cevap olabilmek için karartılan her yürieğin ateşte arınması gerekir. Ancak kendimi, kendi yüreğimi verebilecek güçteyim. Kendimi Newrozlaştırırken, beynimi ve yüreğimi, bedenimin her hücresini bu öğretinin yoluna adadığımı bir kez daha belirtiyorum. Bağlılık andımı yineliyorum."
Halka hitabı var, emekçi Anadolu halklarına hitabı var. Hepsi çok değerli ve bir manifesto gibi. İnsanlığa da var, herkese var. En son kadın yoldaşlara
"Başkan APO'nun öğretisi ve Zilan yoldaşın vasiyeti bizlere yürümemiz gereken yolu göstermiştir. Bize düşen görev anlamak, kavramak ve uygulamaktır. Bunun yolu günlük Parti içi sınıf mücadelesini yürütmek, kadın savaşçılar olarak bu mücadelenin öznesi haline gelmektir.Bu savaşta temel silahımız YAJK'tır. YAJK'ı büyütmek, kurumlaştırmak için her kadın savaşçı bugüne kadar gelişen deneyimleri iyi özümsemeli, şehitlerin öğrencisi olmalı, günlük yaşam içinde kendini her an yaratmanın savaşımını vermelidir. Kadının öncüleşmesi cins kurtuluşunun basit bir gerçekleşmesi değildir. Sistem bunun binlerce dükünleştirici seçeneğini sunmaktadır. Başkan APO herşeyden önce kadının ve erkeğin hareket ettiği zemini değiştirmek iddiasındadır. Bunun pratik öncülüğünü her an Parti Önderliği'nin şahsında görmek mümkündür. Bu anlamda her YAJK üyesi, Parti zeminini farklı yaşam anlayışlarını ideolojik politik örgütlenmenin fırsatı olarak gören ve değerlendiren tüm anlayışlar karşısında mücadele etmektir. Yoğunca bir kesimlerin yaşadığı çok sahte, keyfi yaşam zeminleri olmaktan çıkarmalı diyorum." Kadın savaşçılara bunu vasiyet ediyor. "Kadın şehit yoldaşlarımız bunun mümkün olduğunu soylu eylemleriyle ispatlamışlardır. Onlardan öğrenmeyi bilelim. Büyük tutkuların savaşçısı olalım."
Aslında sıradan bir duyarlılığı olan, sıradan bir yüreği olan için bile hayli -sadece sarsıtıcı değil- bir kutsal kitap kadar öğretici değerlendirmeler yapıyor. En güzel anlamayı bilen bir yoldaş olarak Fikri Baygeldi'den bir iki alıntıda büyük yarar vardır. İşte bu da;
"Amed'in Lice ilçesinde iyi bir ailenin çocuğu olarak dünylaya geldim" diyor. "Sakarya cezaevinde kaldım, Sakarya'dan İstanbul'a getirildim, 94'de örgüt üyeliğinden ceza aldım ve Çanakkale cezaevinde yaklaşık olarak 4 yıldır da bu cezaevideyim.
Başkanım, seni çok seviyorum. Sana karşı duyduğum sevgiyi ancak senin çerçevesini belirttiğin aşk kavramlarıyla açıklayabilirim. Bu yüce ve kutsal bir aşktır. Senin şahsında insanlığa, halka ve şehitlere aşık olma olayıdır. Çünkü sen hepsinin toplamısın. Hepsini yaşatan ve üst düzeyde yaşayan bilge bir kişiliksin. Sen bir birey değil, bir toplumsun, bir sınıfsın, bir toplum, bir sınıf olduğun içindir ki emperyalizm bu kadar pervasızca sana yöneliyor. Emperyalizm ve onun uzantılarının en çok korktuğu şey Kürt'ün iktidar gücü olmasıdır. Bugün Kürt'ün bu aşamaya gelmesinde en temel şeyi senin büyük çabaların seni kararlı ve inançlı bir biçimde köle Kürdistan üzerine gitmendir. Senin bu büyük çabaların büyük meyvelerini tek tek veriyor.
Partiye dayatılan marjinalleştirme olayı boşa çıkarılmıştır. Senin uyguladığın tarz UNİTA'cılığı ölü doğurmuştur. Şemdin unsuru şahsında boşa çıkarmıştır. Hiçbir güç artık PKK'yi durduramaz. Çünkü PKK insanlığa malolmuştur. İnsanlığın ve doğanın kurtuluşunu hedefliyor." Doğanın kurtuluşunu da eklemesi önemlidir
"Ve bunu pratiğinde kanıtlayan bir harekettir.
Başkanım,
Ben kişiliğimde bir çok Parti dışı anlayışlar taşıyorum. Bu taşıdığım anlayışlar genelde eski Kürt gerçekli-ğinden farklı değildir. Yani Amed kişiliği içinde belirttik-leriniz en çok benim için geçerlidir -ki bunları çeşitli süreçlerde yaptığın çözümlemelerde dile getirmiş, geniş ge-niş çözümlemesini yapmışsındır- Bu nedenle sorunları tekrar dile getirmek istemiyorum. Konferansa sunduğum raporumda bunların hepsini açmışımdır. Artık bilinen sorunları tekrar tekrar dile getirmekten ziyade bunun pratiğini gerçekleştirmemiz gerekiyor. Biz ancak ve ancak bu yöntemle yaşamda gerçek özgürlüğü ve savaşta zaferi yakalayabiliriz. Şehitlerimiz bizden birer demogog olmamızı istemiyorlar. Bizden sözüyle kişiliğine kavuşmuş erdemli kişilikler olmamızı istiyorlar." Yani söz ve eylemin birleştiği kişilikler.
"Ki, Sema yoldaş son bıraktığı mektupta bu sorunlara özellikle dikkati çekiyor. Sema yoldaş benim komuta-nımdır ve bu eylemiyle komutanlaşan Kürt kadınının sadece askeriyim. Asker komutanının talimatı doğrultusunda hareket etmek zorundadır. Ve ben bu zorunluluğun bilincindeyim. Gerçekleştireceğim eylem bilincine vardığım şeyi hayata geçirmektir. Sana ve kahraman şehitlerimize layık olmanın yolunun da buradan geçtiğine inanıyorum. Bu eylemimle Sema yoldaşın eylemini daha da görkemli kılacağım ve düşmanın beyninde bir B-7 roketinin patladığı gibi patlayacağım" Buradaki fark, derinlik varolan bazı eksiklikleri tamamlamak. Erkek kişiliğindeki eksikliği, hem de çok diyor; "Çözümlediğimiz Amed kişiliği temelinde böyle kahramanlık eylemiyle tamamlamayı" hem düşünmesi, hem onu muazzam hazırlıkla pratikleştirmesi gerçekten destansıdır.
Bir de eylemiyle komutanlaşan Kürt kadınının sade bir askeri olmak. Şimdi burada tabi anlam derinliği var. Büyüklük burada. Bu arkadaşımızın çok okuduğunu ve bu eylemi için yıllarca düşündüğünü bir yazı da biliyorum. Öyle hemen bir günde hisse kapılarak eyleme geçmemiş. Yıllardır bütün kahramanlık eylemlerini okumuş. Türkiye'de de kendini yakan, ölüm orucuyla şahadete giden bir değerli kadın militanı oldukça özümsemiş, etkilenmiş ve bizim bütün diğer şehitleri özümsemiş, aydın bir kişilik. Fazla sınıf sorunu, yani maddi zorluklardan ötürü de katılmamış. Son derece inancın ve bilimsel ilkenin bir gereği olarak katılmış ve bu Partileşmeyi gerçekleştirmiş. Hayli farklı biri ve daha çok da bizim çözmeye çalıştığımız insan olmayı bilmiş. Eminim ki yaşasaydı bu büyük irade, büyük düşünce gücüyle en sevilen bir yoldaş olacaktı. Keşke yaşayabilseydi, onları yetiştirebilseydik. Veya en azından biraz katkımız bile olabilseydi veya sizin fazla değerini taktir edemediğiniz nokta bu. Bu da çok çarpıcı.
Halen eğer etkilenmezseniz, onun için diyorum yaklaşmayın gerçeğimize, saygısızlık olur. Gücünüz oranında, bakın diyorlar ki, "biz dışarıda olsaydık". Sanıyorum en iyi bir komuta kişiliğinin gereklerini, her savaşta, her çalışmada sergilerlerdi. Bu temelde büyük bir gerçekleştirmedir. Biz bunu esas almak zorundayız. Bunların geresinde olan için işte yazılıyor; "sahte özeliştirilerle, hele hele bir de düşmanın bel bağladığı kadın ve erkek kişilik ilişki tarzlarıyla olamayız" diyor. Bu şahadetlerin ikisinin de anlamı burada. Size çok sert bir eleştiri vardır. Kesin dikkate almanız gerekiyor. Ben de tabii ki oportünistlik yapmayacağım. Bunun gereklerini yerine getireceğim.
Daha ilginç bir paragrafı da alalım. Bunu şunun için almakta yarar var; kendi içinde yoğun bir hem kadın cins savaşını, hem sınıf savaşını yaşatmış bir yoldaş. Sanırım halen yanıbaşındakiler bu savaşımın derinliğini anlamamışlardır. Onu açmakta yarar görüyorum. Cezaevindeki sorumlu C. Yüce yazıyor;
"Önderliğin 8 Mart'ta yaptığı konuşma Sema arkadaşı çok heyecanlandırmış ve etkilemiştir. Bunun üzerine düşünce ve duygularını 9 Mart 98 tarihinde günlüğüne şu şekilde ya-zıyor; 'Başkanın değerlendirmesi bir eylem klavuzu, yeni bir yaşam manifestosuydu. Önderlik bugüne kadar yaptı-ğı kadın çözümlemelerini ve sosyalizm, ulusal kurtuluşçuluk, özgür yaşam tespitlerini bu gece oldukça cesaretli tes-pitlerle taçlandırarak bir kez daha hepimizin özlemlerinin tutkularının dili ve yüreği oldu. Bu kim ne derse desin APO öğretisinin olgunlaşmış ifadesidir. Kadın eksenli kurtuluş ideolojisi tanımı, sözcükler yeni gelse de bizlerin kavrayamadığı önderlik çizgisinin kısa ve net bir özetidir. Özgürlük arayıcısı olan her insanın, her Kürt'ün ve her kadının kölelikten büyük arınma yolunun müjdesi ve çağ-rısıdır. Bu 8 Mart'ta atılan bu şiarı, verilen müjdeyi, ya-pılan çağrıyı, Newrozlar'a taşımak 8 Mart'tan 21 Mart'ta insan bedenleriyle kurulmuş kızıl köprülerle bağlamak insanlığa, Kürtler'e ve kadınlara taşımak gerekiyor."
Burada günlükten yaptığım alıntıya ara vererek hemen hemen aynı ifadenin son mektubuna da geçtiğini tekrarlamak gerekiyor. Son mektubunda da şunlar yazılı;
"Başkanım bu temelde beynimi, yüreğimi, bedenimi 8 Mart'tan 21 Mart'a ulaşan ateşten bir köprü yapmak istiyorum." Arkadaş 9 Mart tarihli günlüğüne düştüğü notta şöyle devam ediyor; "milyonlarca insanın, kadının ve erkeğin basit ve uçuz yaşam alışkanlıkları içinde tükenmekte olan özlerinin bir zerrecik olsun sağ, canlı ve temiz kalan yönüne yapılan yeniden dirilirken kendini zaferin teminatı yapma ve bu erdemli yolda büyüme çağrısıdır. Ben bu çağrıda kendimi, kendi arayışımı, Bese'nin arayışını, Delal'ın arayışını, bizi Lübnan sahasında bir araya çeken arayışı gördüm. Bu gece hep şehitlerimizle olacağım. Benim için oldukça güç veren kadın şehitlerimizden Mine, Delal ve Beseler'i anma cesaretini kazandıran bir güç oldu. Biraz anısından uzak düşmüş bu konuşmayla "bu cesaretini bana kazandıran güç oldu" diyor.
"Nasıl ki gökyüzünde iki güneş olmayacaksa, bizler için de iki kurtuluş çizgisi, iki ideolojik merkez, iki politik güç olamaz. Kendimize her türden gelenekselliği aşarak tek merkeze bağlanmak zorundayız. Ufkumuzda tek gü-neş Parti Önderliği olmalıdır." Belli ki Sema arkadaş eylemine karar vermeden önce, düşünsel ve ruhsal hazırlığını ön-ceden yapmış ve tamamlamıştır.
Bu biçimde bahsediyor. Çok daha güçlü örgütlüyor kendisini ve başarıyla tamamlıyor. Diğer özeleştiri raporu, 19 Mart raporu var, orada yaşadığı cins ve sınıf savaşımı kırgınlıklarını anlatıyor. Bulamadığı yanıtları onun yarattığı acı üzüntüleri dile getiriyor. Bir kez daha son cümle; "Partinin her türlü kararını saygıyla karşılayarak irademi katacağımı belirtiyorum, bağlılık andımı tekrarlıyorum"
Burada sadece bu eylem değil, Partinin belirteceği her tür kararı diyor. Her tür kararın içinde, orada Partiyi temsil edenler eğer deseler ki, "senin böyle bir eyleme hazırlandığın belli oluyor. Biz daha faydalı olması açısından bundan sonra bir Partili gibi yapabileceğin işlerin daha da başarılı olacağına inanıyoruz" deseler, bu eylemi gerçekleştirmeyebilir. Ama derinlikten yoksun oldukları için, onunla bu hususu tartışamıyorlar. Buna uzun süreden beri güç getirememişler.
Dikkat edilirse çoğunuzun tarzında intiharvari yan ağır basıyor. Ama bizim burada sürekli yaptığımız çözümlemeler, bu intihar eyleminizi durduruyor ve uzun vadedeki bir savaşa dönüştürüyor. Bunu bilen bir arkadaş "dışarda olsam, uzun süreli savaş militanlığını tercih ederim" diyor. Ama orada da mutlaka bir büyüklük yapmak istiyor. Onu da çok büyük biriki seçenek de var. Yani bir seçeneğe kendini mahkum etmiyor. Bir büyüklük de burada. Tercihini daha zor olandan yapması, büyüklüğünü bir kat daha artırıyor. Ama çok daha çarpıcı. Eğer sizin konumunuzda olsaydı, bunu da başarıyla yürütecek. Bu dönemin en çok yapıya, kadro adayalarımıza ulaştırmaya çalıştığımız bir sonuçtu. Burada en iyi anlayan ve ona yanıt olan kişiliktir diyebilirim. Bir düşünce derinliği kadar, bir dürüst Partili olmanın çarpıcı ifadesi sözkonusu. Kendisi ile boğuşmuş sonuçta çok güçlü bir karar ve kendini terbiye etme gücüne ulaşmıştır.
8 Mart konuşmaları önemliydi. Bakın sizin çıkarmadığınız bütün sonuçları, o zor koşullarda çıkarmış bulunuyor. "Kim ne derse desin" diyor. Oradaki "kadın kurtuluş ideolojisi, özgür yaşam manifestosudur" derken, en iyi anlayanlardan biri olduğunu söylemek mümkündür. Orada oldukça çarpıcı ve yenilik içeren bir çok değerlendirmeler yapmıştım. Hepsini çok büyük şeyle özümsüyor. Ve ideolojik-politik merkez, bunu da Parti Önderliği'nin temsilini tarzında dile getirmesi çok büyük karar ve değerlendirme gücüdür.
Görüldüğü üzere, bu şahadetler gerçekten hem de çok büyük, hem de büyük güçlendiren şahadetlerdir. En önemlisi de burada böyle bir umutsuzluğun değil de muazzam bir yaşam tutkusunun, bir zafer tarzının şehitleri olmasıdır. Burasını çok iyi açığa çıkarmamız gerekiyor. En ufacık bir yetersizliğin şahadetleri değil, kendilerini en çok tamamladıkları, en çok kendilerini kusursuz kıldıkları noktanın şahadetleridir. Gerçekten bu Partinin, bu ordunun en üst düzeyde gerçek komuta ve savaşçı kişilikleri oluyor. Gözlerinizin önünde bunu savsaklamak, bunu başka kılıflara büründürmek kesinlikle mümkün olamaz. Hiçbirinizin gücü de kurnazlığı da buna yetmez. Ama gereklerini yerine getirmeye de hepinizi çağırıyorlar.
Benim için söyledikleri daha anlamlı ve daha ağır görevler oluyor. Başımızı her zaman büyük sorunlarla uğraştırdık, burada çok daha büyük tabii. Unutmayın, sizin çözüm diye dayattıklarınızın hepsi yerle bir edilmiştir. Sevgi, kadın-erkek ilişkisi boyutunda yapılanlara büyük eleştiri de var. Ama diğer yandan çok büyük bir aşka çağrı da var. Nasıl altından çıkacaksınız? İnkara gelmez çok net! Öyle uyduruk duygular burada yok. Fikirsiz, ucuz yaşamalar burada yok. Savaşsız aşk yok! İlkesiz ucuz güdülere dayalı hiçbir şey yok. Çok büyük sevgi var, çok büyük yaşam tutkuları var. Bunların hepsine yanıt olamazsanız, ben sizi bu değerlerle kıyasladığımda tabii hükmümü vereceğim o büyük bir vasiyete karşı. İsterseniz kırk takla atın, numaradan numaraya girişin, çok açık ve doğru gücünü geliştirmenizde bize de rehberdir.
Sema Yüce'nin mücadelesinde, özellikle Parti içi savaşımında, kısmen Zilan'da da vardır gereken yeterli yaklaşımları bulamıyor. Yani o etrafındakiler de Partili ve doğruları söylüyorlar, ama biraz da ideolojik kuruluk temelinde ve çok somut, gerekli olduğu kadar yerine getiremiyorlar. Bu çok genel bir durumdur ve bu saflarımızı da zoruluyor, ama çok zor bir gerçekleştirme biçimidir. Benim tarzımda bu cevabı iyi yakalıyor. Özgürlükte buluşma olarak değerlendiriliyor. Yalnız bunu taklit etmeniz bir çok çarpıklığa yolaçmıştır. Bence bu uyarıdan da yola çıkarak bu taklitçiliğe son vermek gerekiyor.
Nereden bakılırsa bakılısın, erkekte Fikri Baygeldi'deki hem çok değer veriyor, çok seviyor. Dikkat edilirse sevgi, aşk sözcüklerini çok değerli anlamda kullanmıştır. Ve bu kadın yoldaşları da çok iyi incelemiş ve onları özümsemiştir. Öyle cahil birisi değildir. Ulusallık derecesinde görüyor ve bağla-nıyor. İşte bizim özlediğimiz bağlılık bu temeldedir. Bunu saflarımızda acaba ne kadar uyguluyorlar. Bir sürü kadın mi-litan var aslında. Onları ne kadar inceliyorlar, somutta olduğu gibi değerlendiriyorlar. Erkek kişiliklerinin de bu yönlü çok önemli görevleri var.
Burada Zilan ve Sema -Serhıldan- kişiliğinde ucuz bir kadın olmak istemiyorlar. Diyor ki; "başlangıçta 'kadın düşürücüdür' sözünü büyük bir rahatsızlıkla karşıladım ve asla böyle bir kadın olmayacağıma o zaman karar vermiştim. Ne düşen, ne de düşürülen bir kadın olmamaya çok büyük bir çaba harcadım" diyor ve sonuna kadar bu-nunu savaşımıyla yürüyor. Aslında şeyden de vazgeçmiyor. Oradaki yoldaşlarla bir sevgi paylaşımını doğru temelde, biraz sanırım bizim gerçekleştirmek istediğimiz temelde gerçekleştirmek istiyor. Yanıt alamayınca iki duygu arasında eziliyor; bir doğru sevgiye ulaşamama, bir de yanlış anlaşılma. Bu şiddetli kırılmalara, acılara yol acıyor ve karşı taraf bunu anlamıyor. Hep ideolojik doğruları dayatma adı altında, kuru, anlama derinliği olmayan bir yönetim, bir merkez dayatıyor. Onun için diyor; orada iki merkez olmaz. Sanırım bunu kas-tetmek isitiyor. Merkez tektir, güneş tektir. Sonuca buradan gidiyor ve biraz da hatasının telafisi sözkonusu burada. Neden bölme kişilik şahsında bir merkez gördü ona özeleştiridir. Son şehidin bunu dile getirmesi ve zaten bir iki cümle sonra kökten kopuştan bahsediliyor. Bu anlayışta onu belirtmesi önemlidir. Bireysel, keyfi kişiler seçme, merkezler seçme, Par-tiyi kişilerin şahsında tanıma, burada şiddetle onu mahkum ediyor ve kendisine de son bir noktayı koyuyor. Bu çok çarpıcı.
Önderlik olayındaki gerçekleşen özgürlük, bütünüyle ilkesi ve uygulamalarıyla güneş kadardır. Katılmamız gerekir gibi bir kesin sonuç var. Zilan'da daha teorik, daha ilkeli iken, Sema'da daha sorunlarla boğuşma ve pratikleşmeye doğru bir tamamlama olayı var. Fikri'de de bir tutarlı erkek kişiliğinin nasıl yeniden şekillenmesi gerektiğine dair çok duyarlı, anlamlı yanıt var. Zaten kendisi de söylüyor. Bunlar büyük gerçekleşmelerdir. Sadece büyük sözler değil, büyük eylemlerdir.
Bize düşen bunun ne kadar gerçekleştirilebileceği sorunudur. Sizlere de bir halk olarak, bir Partili olarak, bir kadın olarak vasiyetleri var. Ama en çok da bana. Kendilerini adamaktan bahsediyor, o zaman ben kendi gücümü bunun için kullanacağım. Sınırsız adamaya karşı, sınırsız bir yanıt olabiliyor, oluyor da. Yani hem erkekten, hem kadından kendi devrimcilerinle kendi savaş ustalığında yaşamda özgürlük düzeyini gerçekleştirme ustalığında neler yapabilirim? Bu da biraz bana kalıyor. Dogmatik bağlanmamak gerekir. Zaten bu vasiyetlerin içinde var. Çok somut olmak gerektiği yine dile getiriliyor. Çok sahte özeleştiri dilinin kullanılmaması gerektiğini söylüyorlar. Bu da çok çarpıcı.
Çok büyük yaşam isteği, çok büyük eylem isteği var ve gerçekleşiyor. Çok büyük yaşam isteği, yaşamı çok büyük sevmekten, aşk düzeyinde ve ondan bahsediyorlar. Ama o da işte olmuyor. İlkesi olmadan, örgütsel çabaları olmadan bu büyük yaşam gerçekleşemez. Ben o halde deli değilim. Neden bu kadar örgütsel olabiliyorum. Milyonları bile şahsında her tür fedakarlığa yatırabilecek kadar uygulayabiliyorum. İş-te örgütsel gücümle. Çok küçümsediğimiz, hep sıkıldığınız örgüt ilişkileriyle oluyor. Büyük yaşamın başka bir yöntemi yoktur. Sizin bütün yaptıklarınız örgüt gücünü dağıtarak bir yaşama ulaşmak, bu düşmanın ezeli uyguladığı "sen köle kalmaya mahkumsun" ilkesine göre yaşamak. Çünkü güçsüzleşenin, güçlü büyük yaşamı olamaz. Hanginiz burada kalksanız, burada ağır bir cezayla çarptırılsanız birisinin yüreği "ah" bile demez. Çünkü örgütsüzsünüz.
Örgütlülük; yoldaşlarınızla kurduğunuz ilkeli bir bağlılıktır. Buna sevgiyi de, duyguyu da katmalıyız. Ama ilkeli ol-mak esastır. İlkelilik nedir? İlkelilik; bir savaş için gerekli olan bütün örgütsel bağları, yani köprüleri kurmaktır. Yok! Hazır örgütü bile dağıtmak en çok hoşlandığımız işlerdir. Demek ki, büyük özgür yaşam için en çok gerekli olan önderlikte kendini ifade eder. Örgütselliğin, yani yoldaşlarla halkla bağlaşmasının, ilkeli çok örgütlü biçimini kişide yakalamak. Herkesin biraz değer verebileceği, aslında güneş parlıyor, bizi sonuna kadar temsil eder, akıllıdır, yaptığı işin bilinci, gücündedir. Bunun dışında birey seviyeli, saygılı, sevgili bir yaşamın başka yolu yoktur. Örgüt yetkilerini gasp ederek, örgütün kuru tüzük esaslarına dayanarak, hatta hatta biraz da gözükara kendi köhnemiş güdülerini dayatarak, bırakalım büyük bir yaşamın sahibi olmayı, büyük emekle hazırladığımız özgür yaşam olanaklarını yerle bir eder. Hele bir de buna hammalvari veya güdüler sınırına inmiş böyle ne verirsen ona razı, yaşam adına bir kırıntı da bulsa razı bir kimlikle büyük yaşam talebine asla ulaşılamaz, layık olunamaz. Bunlar da yetmiyor.
Bunlar işin asgari olması veya olmaması gereken hususları iken, büyük yaşam aynı zamanda güzel geliştirilmesi gereken yaşamdır. Güzel yaşamın büyük, kutsal ilkeleri kadar onun gergef işlemesi gibi ilmik ilmik dokunması gereği vardır. Gözle, davranışlarla herşeyin estetik, yani güzellik sınırlarında yürütülmesi gerekir. Büyük yaşamın özü örgütse, örgütlülük düzeyiyse, bunun elbisesi de güzel nakışlardır veya böyle bir dokumayı gerektirir. Nedir bunlar da? Dildir, davranış güzelliği. Böyle olunmadan büyük sayılır, sevilir bir yaşamın sahibi olunamaz. Hayret ettiğim nokta; neden bugüne kadar düşünemediniz? Ve çok sevmek ve sevilmek istiyorsunuz, ama gereklerine de bu kadar ters davranıyorsunuz. Neden? Bugünde en çok sorgulamanız gereken yönünüz budur. Bu yoldaşların bana kendilerini büyük adaması acaba boşuna mı dersiniz. Değil! Ben onlardan daha fazla, eskiden beri adamıştım. Onların ki bir yanıttır. Nasıl adadım kendimi? Bunu açtım da herhalde, bugün dolayısıyla biraz daha açmakta yarar var.
Genel geçer ölçülerle ne beğenirim, ne de kendimi beğendirtirim. Ama çok eskiden beri hem bana hakim olan bir duygu, hem de giderek kişilik pratiği olarak geliştirdiğim husus, özgür veya özgürleşmesi gereken bir kadın kişiliğine göre nasıl kendimi anlamsız müthiş yaparım? Bu yoldaşların aslında biraz dile getirdikleri benim bu çabalarımla olmuştur. Daha ben çocukken bizim erkeklerimizin kendilerini beğendirme ölçülerini halen hatırlıyorum. İsim düzeyinde bile bazıları aklımda. Ceplerinde o yuvarlak küçük bir aynaları vardı, bir de tarakları vardı, ikide bir açar, böyle saçlarını tararlardı. Bunun pek fazla bir çekicilik yaratacağına o zamandan beri inanmadım. Ama o güne göre ölçüler bunlardı. Kadının da bundan farklı değil.
Şüphesiz kendini bir insan olarak, yalnız kadına değil, halka da beğendirmek için akıl almaz bir savaşım yürüttüğüm biliniyor. Ve her düzeydeki bir savaştır. Her boyutta, tek boyut da değil. Çok yönlü ustalıkla işlenmiş bir yaşamdı. Bazıları halen benim bir sırrım olarak değerlendirmek istiyorlar, ama öyle değil. Emekle kendimi hazırladım. En büyük eleştirilen benim Kürt halk gerçeğinde, genelde de, ama giderek en maruzlarımızın bile bize öykünmekten geri durmadıkları, hatta düşmanımızın da oldukça saygılı olmaya çalıştığını biliyorum. Ve halkımızın da derinden bir bağlılığı, onun büyük bir boşluğunu, zihinsel-ruhsal açlığını büyük gidermenin büyük ustalığını göstermekle bağlı.
Şimdi kadın sözkonusu olduğunda bu biraz daha derinleştirilmiş. Özgün bir kişiliği gerektiriyor. Çok değişik bir kadın kazanım dilim vardır. Hem kültürü, hem pratiği aslında oldukça kapsamlıdır. Sanmıyorum içinizde bu konuda biraz araştırmak isteyenler olsun. Bu yoldaşlar, -bunu biraz Partiyle olan yoldaşlar olduğu için söylüyorum- bu çok kendi içinde eleştirisel, savaşsaldır. Halen de sürdürüyorum. Benim için beğenmek ve beğenilmek bitmiş bir savaş değildir. Bunun için de ilkeler giderek tanrısal sınırlara kadar da dayanır. Tarihin ilk dönemlerine kadar, geleceği de kuşatır. Hoşlandığım bir savaş türü.
Erkek tarih boyunca bir silahı iyi kullanır, onun hoşuna da gider. Erkek egemenlikli çirkin anlayış dediğimiz de bu. Kadının zayıflıklarını kadına karşı bir silah olarak kullanır. Ben bunda hep çirkinlik gördüm. Hep böyle başından beri herhangi bir öğretiyi okumadan önce derinlikte bile böyle kadının zayıflıklarını, erkeklerin tek yönünü değerlendirmelerini, kendilerine avantaj çıkarmalarını kesinlikle kendi gururuma yakıştırmadım. Farklı olma gerektiği kararını o zaman verdim. Kadınların alıştırılmış olduğunu erkek olmamayı daha o günlerde kafama koydum. Bu nedenle anam, bana göre ve benim kadına göre fazla bir kişilik olamayacağımı dile getiriyordu. Yani ne bu kadına göredir, ne de kadın buna göredir. "Bizim oğlan akranları gibi olamayacak. Yani evelek oğ-lum aile sahibi olamayacak" anlamında endişeleri vardı. Aslında çok ahım-şahım bir kişilik olduğumu söyleyemem, ama toplumun bütün bireylerinin, kadın ve erkeklerinin rahatlıkla içine girdikleri yaşam benim için Kaf dağına, Ağrı dağına çıkmak kadar zor geliyor. Ben sizi esas alamam. Ben böyle olamam diyordum. Ve bu beni hep arayışlara itti.
Hemen şunu da belirteyim ki kadından uzak durmak kadar ilgi yüksekliği de atbaşıydı. Feodal, dini ideolojiye göre Fatma'nın günahkarlığını halen çok iyi hatırlıyorum. Gerektiğinde 300 metre mesafeden bakmak, ama diğer yandan da daha gizli duygularla da. Neden böyle oluyor? Neden şu kızı şu erkek istiyor? Şu adam şu kızı şöyle oldu, bunlar böyle olmamalı gibi değişik duygular altında da kalıyordu. O günün düzeyi böyleydi. Bunlar devam etti. Bu ortaokulda, liselerde değişik aile ve sınıflardan gelen kızlar benim için ulaşılması da çok zor, benim de onlara ulaşmayı kabul etmem çok zordu. Başkaları için çok rahat olan bir-iki sözcük konuşmayı bile benim gerçekleştirdiğimi düşünemiyorum. Bu üniversiteye kadar da devam etti, son sınıfa kadar. Ankara gibi bir merkezde bu gücü ne gösterdi? Kendimi de oldukça iyi sakladım. Kadına bu düzeyde verdiğim şey vardı, değer var. Bu daha doğrusudur. Yanıbaşımdakileri çok gözükara, çok rahat kendilerini herhalde düşürdükleri de desem doğru olur, benim için yine umutlarımı yitirmeden bir yaklaşımı elde ediyordum. Daha bu Partiye başlamadan önce kadın gerçeği şahsında bir yurtseverlik duygusunu yakaladığımı veya bir yurtseverlik duygusunun gerekli olduğunun sonuç olarak kendime belirttim. Yani sevebilmenin bir şartının yurtseverlikle bağlantılı olması gerekir. O kadar.
Daha sonra böyle Partileşmeyle birlikte kadınla işe baş-lamam da var. Biraz güçlendiğim bir süreçtir. Ama gerçekten en zorlandığımız bir süreç. Bunun hikayesi çok işlenmişti açmayacağım. Halen o ilişkiye yönelmemin içinde yurtseverlik var, sosyalizm var, hesaplaşma var. Büyük bir cesaret, fakat böyle kapsanamaz. Sonuçları biliniyor. Devletle savaşa kadar götürdü. Öyle kadın savaşı nedir derseniz her attığım bir ilişki beni TC ile en büyük bir savaşa kadar sürükledi. Bu savaşın sonuçları özellikle 76'dan 86'ya kadar çok içiçe, adeta cephe savaşı gibi, daha sonraki yıllarda cephe gerisinde yürütülen savaşlardır. Sizin bu savaşları sıradan basit vermenize şaşırıyorum. Herhalde diğer savaşları da büyük vermeyişinizin bir nedeni de budur.
İncelemenize açmıştım bu süreçleri, bu yoldaşlarımız sanırım biraz incelemişlerdir. Ve gerçekten bu özellikle ruhsal iradeyi ayakta tutma, özgürlük ruhunu satmama, kadın konusunda genel geçer ölçülerle yetinmeme, ne kendini kullanma, ne de kullandırtma gibi bir duruma yer vermeme. İçinde bambaşka bir sürü şey var. En önemlisi de devletin kendisi var. Şunu da hiçbir zaman unutmayın. Kadın erkek ilişkilerinde, bu ilişkilerin merkezinde, kalbinde devlet vardır. Şahadetlerimiz dolayısıyla bu büyük gerçeği ifade etmem gerekir. Devlet sızmıştır, yani düşman sızmıştır. Bunun bilinçli bir ajanlıkla alakası yok. Objektif olarak devletin en iyi sindiği, sızdığı noktadır. Buradaki devleti göremeyen -hem de görülmesi gerçekten büyük bir anlayış ve duygu gücü istiyor- bu savaşta herhangi tutarlı bir başarıya gidemez. Ben biraz el yordamıyla, biraz daha baskın çıkan yurtseverlik, Partisellik görevlerimle kendimi yenilmekten alıkoydum. Farkımız burada. Yenilmekten alıkoyduğum gibi biraz da devleti yenmeye çalıştım.
Şimdi devleti yenmek sadece kaba istihbaratını, polisini, JİTEM'ini bilmem MİT'ini, Özel savaş birliklerini atlatmak değildir. Daha fazla güç istiyor. Duygu yükü, ilişki tarzı onu yenmekten daha zor. Bir alışkanlığı yenmek kurulmuş bir savaş düzenini yenmekten bildiğiniz gibi çok daha zor. Einstein bile "Bir alışkanlığı yenmek atomu parçalamaktan daha zordur" diyor. Burada bunlar var. Kendi alışkanlıklarımı yenmek. Herhalde en zor savaşlardan biridir. Kendi erkekliğini yenme en ilginci de bu! Ve bende genelde bir Kürt erkeği olduğuma göre bazı özelliklerini mutlaka kapmışım, o erkeği yenmek herhalde gerçekten atomu parçalamaktan daha zor. Nasıl yendim? Kendimi sorgulamam gerekiyor. Sorardım; eğer sizin böyle bir kadınla ilişkiniz olsaydı ne yapardınız? En zavallı çoban erkeğimiz bile diyor ben anında şöyle bellerdim. Oysa giderek ünü, adı yayılan bir örgüt, bir hareket önderliği. Bir çoban kadar bile düşürülmedi. Burada büyük bir farklılaşma var, ayrışma var. Hakim erkeklik dünyasından ko-puyorum. Büyük oranda darbelerle, vura vura, vurula vurula duyguda, düşüncede, örgütlenmede, ama yenik düşmüyorum. Ve daha sonra bir özgürlük alanı kazanıyorum. Gerçekten bu savaş belli bir aşamaya geldikten sonra, büyük oranda TC ö-lümcül bir darbe almıştı. Köleleştirici bir çok ilişki öldürücü bir darbe yemişti. Savaşmayan erkek öldürücü bir darbe yemişti. Tıkanan PKK merkezi bir darbe yemişti. Herşey kaçışla sonuçlandırılmak isteniyordu, kaçış eğilimi büyük bir darbe yemişti. Müthiş! Bunun için kullanılan kadın, en gelişkin ajan tipi olarak hem objektif, hem subjektif anlamda bir kadın kişiliği, ölümcül bir darbe almıştı. Benim de halim çok zayıftı, ama yine de ayaktaydım.
Bundan sonra kadın çözümlemelerine, 87 Mart'ında başladım. O büyük savaşımın etkisiyle yakından bağlantılıdır. Her çözümlemede bir kadın çözümlemesini birlikte geliştirdim. Ve bu güne kadar da devam etti bu. Herhalde iyi olmuştur. Çünkü büyük kadın kahramanlıklarının ortaya cıkışı, uzun vadeli savaş gerçeğinin yine gerçekleştirilmesi bu savaşımla da yine oldukça bağlantılı. Bunu çözemeseydim ondan sonraki süreci çözemezdim.
Unutmayın ki, halen merkezimiz kadrolarımızın ezici bir çoğunluğu bu çözüm gücüne ulaşmaktan uzaktır. Tam tersine merkezimiz ya kof güdülerine düşmüş, bir liberalizm de demiyorum. Düşkün düzenin gerisinde bile bir yaşam, ilişki alışkanlığı. Böyle çok dogmatik, hatta Sema arkadaşımızın öfkesine yolaçan kof bir ideolojik dogmatik sınırda takılmış kalmışlardır. Birileri süper ihanete gidiyor, diğerleri örgütü içinden çıkılmaz, pratiksiz, kurutucu bir konumda bırakıyorlar. Ve bundan istifade, yeni yetme kadrolar savaşçılar olarak da sizler akıl almaz hatalar, düşmanın veremeyeceği zararları başta da kendinize vererek çok tehlikeli bir konuma kadar ge-lebiliyorsunuz. Bu büyük çözümleme gücümüz kazandığımız irade, sabır çoktan belki de bin defa PKK'yi, onun savaşım ordusunu yerle bir edebilecek bu tutum ve davranışınızı en üstten en alta kadar her düzeyde yıkıcı, etkisini önlememi sağlamıştır. Yani kendimi hazırlama gücüm, gerçekten herkesin "sırdır, nasıl yaşatılıyor, nasıl bunu yürütüyorsun" dediği noktayı, bu sabır mücadelesinin öğrettiklerinin ışığında yürütüyorum.
Gelelim bunun bir parçası olarak kadın yoldaşların adanma gerçeğine; burada özgürlük olayını netleştirdim. Hatta bir çok yoldaşın kişiliğinde en kahraman kişiliğe, kadında özellikle sembol olabilecek özelliklere doğru da kavuşturduk. Siz belki buna biraz çarpılarak, sersemliyerek bakıyorsunuz. Ama bana göre buna "ilmi, öğretisi" diyor Sema Yüce yoldaş. "Öğretisi" diyor, kadın kurtuluş öğretisini kastediyor önemlidir aslında. Bu öğretiye başvurmadan kadınla herhangi bir alış verişiniz olmaz. Özellikle YAJK somutundaki kadınla mümkün değil ilişkilenmeniz. Fikri Baygeldi kadar bir yiğitlikle, mütevazilikle bu öğretinin erkek boyutunda bir öğrencisi olmazsanız sizin için kadın yok. Kadın için de ateşin küllerinden kendini yaratma deniliyor. Bu çok büyük Parti kişiliği, başta örgütlülük düzeni, bu da yetmiyor. Büyük yaşam tutkuları, -arzular da dahil- herşeyde büyük bir yenilenme var. Ona ulaşmadıkça da adının önderlik gerçeğinde, dolayısıyla tüm insan ilişkilerinde kendini yenilemesi mümkün değildir. Böylesine çok çarpıcı bir noktaya gelinmiştir.
Özgürlük tanrıçası adeta bağlılık istiyor, sadakat istiyor. İşte yurtseverlik sadakati, eşitlik sadakati, güzellik sadakati. Bu sadakati, bu bağlılığı göstermeyenin kadınlığı da beş para etmez, erkekliği de. Bu, soylu yaşamın gerçekleştirilmesidir. Ben tam ulaşamadım diye üzülmüyorum. Ben dediğim gibi bunun bir savaşçısıyım. Kendimi sembolize etmiyorum. Gerçekten bundan da hoşlanmıyorum. Ama savaşçı kurnazlığı benim daha çok bayıldığım bir nokta. Böyle sembolleşen veya özgürleşen yaşam taçlanmasına karşı durumunuza çok üzülüyorum. Yetersizlikleriyle savaşmak benim için en gizliden yürüttüğüm bir savaştır. Çok kıskanç, çok ilkeli, çok yenilikli bir savaştır. İşte bu adanmışlığı biraz bu izah ediyor. Güzel kadınlarla düşüp kalkmaktan ziyade, güzelleşen kadınla, güzelleşen insanla bir bütün olarak olabilmek benim bir tutkumdur. Öyle çürümüş geleneklerin yaşamı çoktan rezil olmuş bilmem şu ahlaki kuralın ne mal olduğunu ben çözmüş durumdayım. İster tanrı kaynaklı olsun, ister toplumumuzun kendine göre olmazsa olmaz kabilinden gördüğü ne olursa olsun, onun önderlik gerçeğinde aşmışız. Daha çok tercih edilen yön bu işin zaferini sağlamak.
Hiç ayıp değil söylemek, ben bir özgür kadın olsam, öldürseler beni, biraz da güzelleşen bir kadın isem, mevcut erkekliği paylaşmam imkansız. Hatta bende yine bu konuda bir duygu vardır. Nasıl oluyor da özellikle tutsak edilmemiş kızlar bu erkeklerle olabiliyor? Henüz olur diyebildiğim veya yanıtını olumlu verdiğim bir sorgu değildir. Olamaz gibi bir yaklaşımım var, olamaz da ve bu dikkat edilirse bu ideolojinin ayrılmaz bir parçasıdır. Erkek için de benzer bir sonuç çıkarırım. O kocaman erkekliği nasıl böyle köleleşme yolunda bir kadında tüketiyor? Hemen herşeyinin odak noktasına alıyor. En çok yadırgadığım, utanç duyduğum bir yaklaşımdır. İdeolojimizde buna da çok etkili bir yer verilmiştir.
Katiyen geliştirmeye çalıştığım bir husus, yarışı geliştirmeye devam et. Bunda da bence bir vahşilik veya insanı belki çok zorlar ama, bana göre halen geliştirilmesi gereken bir yarış türüdür. En güzeli kim, bunun içinde de en yiğidi, en güçlüsü başta olmak üzere, söz, davranış en güzel heykelleri bile aratmayacak kadar kimde ne kadar gerçekleşiyor. Böyle bir çabam da var. Herhalde güzel bir çabadır bu. Zorlar sizi tabii. Çünkü bu aynada kendinizi seyrettiğiniz de ah-vah de-mekten başka bir çareniz kalmıyor. Ama güzellik tanrıçası, tanrısı yolunda da olmaktan biz vazgeçmiyoruz. Ah-vah edeceğinize bir çare bulun, doğru yola girin.
Ben özellikle bu yoldaşların söylediği kadar adanmış, adanması gereken bir kişi olmayabilirim, ama öyle olmaya çalışıyorum. Bu Fikri'de kendini çarpıcı adıyor. Değerlilik adına yarışı sürdürmek gerekiyor. Zaten mevcut haliyle beğenilecek hiçbir yanımız yok. Ve bu vesileyle şunu da açıkça belirtmekten geri durmayacağım. Bir çok beklentileriniz sizi hayal kırıklığına uğratacak. Çünkü önderlik öğretisinde bunların gerçekleşmesi çok zor. Kızları çok büyük bir yarışa zorladığımız kesin. Zorlamak zorundayım. Çünkü bu büyük utancı bu büyük zayıflığı ve bu büyük yaşam dışılığı aşmanın başka bir yolu yoktur. Çok sınırlı aşma gücünü göstermeniz, bu adanmışlığa yol açtığı gibi herhalde en büyük kazanımlarından birisidir dememiz doğrudur, yerindedir ve buna artık dayanarak yarışı sürdürürseniz bu değerli yaşam, hep uğruna bu kadar adanılan yaşam kazanılabilinir.
Kendime çekmek zorundayım. Sanırım bu da çok soru işareti yaratıyor. Neden bana hep adam diyor? Bütün kadınların çekim merkezi haline geliyorum. Şu nedenle; bu biraz gerekiyor, ben ne yapayım? Kadının bağlanacağı doğru erkek gerçekleşmiyor. Bu konuda kesinlikle kıskanç değilim. Büyük bir sorumluluk ağır bir görev olarak görüyorum. Bu aşamada kadın cehenneminden kadın cennetine yol almak için yapmam gereken bir iş. Zaten bu yoldaşlar bunu bildiği için "kendimizi feda etsek de bu yetmez" diyorlar. Bu noktayı sanırım bir vefa bir bağlılık olarak dile getirmek istiyorlar. Siz erkeklerin yarattığı ağırlığı durdurmak insan üstü bir çaba is-ter. Ben bunun ustalığını göstermişim. Siz her gün delmek istiyorsunuz bunu. Haksız, çirkin, anlayışsızlık ve zoraki irade dayatmalarını özgür kadın yükselişine karşı durduruyorum. Bu çok büyük çabadır ve gereklidir. Zaten bu yoldaşlar bana bunu vasiyet ediyorlar.
Kendilerini böyle adayarak, kadında da şunu durdurmaya çalışıyorlar. O da çok dile getiriyor. Düşürücülük rolünüzü oynamayacaksınız. Cinsel açlık en azından diğer açlık kadar gözükaralığa yolaçar. Bunu biliyorum. Bizim soyumuzda, genelde de günümüz dünyasında bütün sınıf mücadelelerinin emperyalizmin lehinde halledilmesinde en etkili faktör olarak kullanılmıştır. Kadın sermayenin herhalde emperyalizmin bulduğu ve hiçbir dönemle kıyaslanmayacak kadar topyekün sınıf savaşımına karşı en tehlikeli araç durumuna getirilmiştir. Zilan yoldaş bunu da dile getiriyor. Emperyalizmin kadını kullanması, buna çok daha ilkel dönemlerden kalma, bu son model baştan çıkarılma yollarıyla birleştirirsek, tutarlı bir sosyalizm savaşçısı bu sorunu çözmeden milim kadar adım atamaz. Zaten Lenin'de üstesinden gelememişti. Mao bir küçük burjuva ilişkiye sahip olmaktan kendini alıkoyamamıştı demesi de bundan ileri geliyor. Çok zor!
Kadını düşüren ve düşürülen bir nesne olmaktan çıkarmak bizim savaşımımızın en önemli bir yönünü teşkil ediyor. Kadını biz böyle terbiye etmek zorundayız. Başka türlüsünü hiç kimse bizden beklememeli. Kendimi bu konuda işte cins savaşımının da en yoğunlaşmış ifadesi haline getirmiş, tıpkı ulusal savaşın yoğunlaşan, tıpkı sosyalizm savaşımının diğer yönü eşitlik, işte özgürlük noktalarındaki o dağ gibi cins savaşımının gerçekten bir odağı durumunda. Ne yapayım? Sosyalizmi ilerleteceksek, ulusal kurtuluşta çok ciddi engelleri ortadan kaldıracaksak, örgütleşmede bir yıkılma, çözülme nedeni olmaktan çıkarıp bir sürükleme nedeni haline getireceksek, cins savaşımının yoğunlaşmış ifadesi olmaktan başka çarem yok. Önderlik öğretsinin kadın boyutuyla anlaşılması gereken bir yanı da budur. Sema yoldaşın bahsettiği noktada yine budur. Bu gücü göstermek gerekir. Çok büyük değerlendiriliyor bu metktuplarda.
Bu, yalnız İsa'nın havarilerinde, rahibelerinde görüldüğü gibi ne cinsel perhizle halledilebilinir, ne bilmem tutkuları uğruna dağları delen Ferhatlar'la, bilmem nelerle halledilebilir. Bu, daha fazla olmayı istiyor. Daha büyük bir aşama, işte orada da bu dile getiriliyor. İnsanüstü olma gibi birşey. Ne yapayım? Böyle bir görevde başa düştüğüne göre, elden ge-len yapılmak durumunda. Nereye götürdü bu? YAJK'ın olu-şumuna, önderlikle buluşmasına götürdü. Bunu çok mu istiyordum önce. Yok! Ama özgürleşme adımları geliştikçe çare olmaktan vazgeçemediğimiz için bu noktaya gelindi. Bu sizleri zorluyor. Zaten her sorun zorlamadıkça çözüme yaklaştıramaz. Dolayısıyla kötü bir şey değil, ama çözümsüz bırakırsanız bu çok kötü olur. Zorlanma çözüme işarettir. Çözümü yakalamaktır. Ayrıca bir uğraş ister.
Bu iş gördüğünüz gibi insanlıkta ender rastlanan böylesine büyük eylemlerle yanıtını bulurken bu yoldaşların şahsında bizimki de daha değişik kendini yakma demeyeceğim de, eritme, ilkenin giderek en ustalıklı güce dönüşmesine yol açma. Kadın gücüne dönüşümü çarpıcıdır. Şüphesiz kadın gücü elimizde bir silahtır. Zaten vasiyet ediliyor. Bu silahı çok etkili kullanacağız. Niçin? Bu köhnemiş erkeği vatanına, öz-gürlüğüne, gücüne sahip çıkmak şurda kalsın, gücünü en kaba bir cins -ki, o da ne kadar güçlüdür belli değil- en kaba bir cins gücüne kadar düşüren bir erkeği yenmek bizim şeref borcumuzdur. Bunu biraz YAJK'la sürdüreceğiz. Bir de düşen, düşüren kadın var. Bunu da yenmeyi bu YAJK'la yürüteceğim. Belli bir dönem bunlar çok gerekli. Gerektiğinde bir tanrı, tanrıça gibi kadar bu gerçekleştirmeyi sağlayacağız.
Toplumun hafızası almıyor. Almıyorsa ben ne yapayım? Bu toplum sonuna kadar vatansız, sonuna kadar güçsüz, sonuna kadar çirkin. Bu yönleriyle değer verilecek hiçbir yanı yok. Mevcut erkek onun bir parçası olarak, mevcut düzen, statüko, kadın da öyle. Ne yapacağız bunu? Ağlamaktan sızlamaktan çirkinleştirmekten başka hiçbir yanları yok. İşte tanrı, tanrıçanın hükmü bundan sonra başlar. Sen kaybetmiş, sen çok alçaklardasın. Buraya yücelikler gerekir. Biz onun bayrağını kaldırıyoruz. Büyüklükleri burada. Çekim güçleri burada. Biz böyle olacağız. Biz köhnemiş değer yargılarına göre hareket etmeyeceğiz. Sema yoldaş şunu da söyledi; "Başkan APO hakkında ne denirse denilsin, o ne derse desin" şeylerinde şu var, yazmış çizmişlerde kadınlara şöyle yapmaktan tutalım -ki bazıları böyle erkek mi olur diye eleştiriliyor- her tür eleştiri saldırı var. Ne denirse denilsin biz kendi yolumuzda yürümeye devam edeceğiz.
Bu yol, gerçekten oldukça farklı inişlerle çıkışlarla dolu bir yüceleşme yolu. İşte kadın için dediğim gibi çekim gücü olma bir öğreti kadar üzerinde duracağız. Yeni bir ahlakı oluşturacak kadar herşeyin üzerinde duracağız. Cinsi yönden çekici organlarından tutalım, onun beynine, duygularına kadar herşeyine yeni bir terbiye, yeni bir ahlak, yeni bir ideolojik öğreti olarak yaklaşabiliriz. Neden? Çünkü ortadakinin yanına yaklaşılacak tarafı yok. İşkence! Bana belki de yaptırılacak en derinden işkence nedir? Böylesine bir kadınla bir kaç saatini geçirmek; bundan daha ruhumu baskı altına alabilecek bir başka işkence türü görmüyorum. Ama tersi de biraz doğru. Sınırsız beni yaşama çekecek ve savaşta dahil her tür işe koşturacak en güçlü itim nedeni nedir? Özgürleşen, güzelleşen kadın boyutuyla bu yaşam ve savaşta yol alır. Buna da varım, bunu yaratıyorum daha doğrusu. Hayallerimi gerçekleştirerek savaş gücümü gerçekleştiriyorum. Zor bir iş! Herkesin belki gücü yetmez, ama bu büyük savaşı başka türlü götürmenin de yolu yok.
Üzüldüğüm nokta, siz bunu çok geri, küçük amaçlı biraz da bizi taklit mi etmek istiyorsunuz ne, Başkanın yanında da kızlar var, "gel sicil amiri ol, mutfak memuru ol, büyük komutana bir şeyler hazırla kız!" diyorsunuz. Çok ayıp! Ben de bu yok. Hiçbir kadına kendi hizmetimde, daha kendi istemimde çalıştırma amacım, ilişkim olamaz. Hatta güdülerimi tatmin etmede dahi olamaz olamaz olamaz! Ben yokum bu işte. Ama bir güzelliği geliştirmeye sıra geldi mi, sözkonusu oldu mu, hiçbir ahlaki genel geçer ilkeyi dinlemeden ona sızar ve onunla yol almaya da çalışırım büyük bir savaş ustalığıyla. Sonuçları görüldüğü gibi fena değildir. Bu bizi halen bu savaşın en başında tutuyor. Ne kinimizde azalma vardır, ne çalışma aşkımızda, aynı zamanda düşünce derinliğimizde ve güzel davranışların sahibi olmakta sanıyorum durum fena değildir. En karşıtlarımız bile uzattıkları dili artık geriye çekiyorlar. Bir güzelliği çekiciliği kabul ediyorlar. Burası da o kadar önemli değil. Bir çağ sonra anlaşılsa da, anlaşılmasa da o kadar önemli değil. Önemli olan bizim kendimizi tatmin etmemiz. Doğruluğuna ortaya çıkarana kadar bu çok ileri seviyeli bir savaştır. Gücünüzün bunu kaldıramayacağını biliyorum. Ama bize gerçekten tanrı hükmü kadar, yücelik hükmü de gerekli.
O çok büyük yaşama saygı denilen noktada tam böyle olmak gerekiyor. Büyük yaşam tutkusunda öğretisinden benim vazgeçmem olamaz. Hepinizden, hatta toplum, halkın kendisinden de vazgeçebilirim, ama benim bu büyük yaşam tutkum, öğretisinden vazgeçmem beklenmemelidir. Zaten bunu esas alarak, bu büyük savaşı göze almışlar. Geriye söylenecek fazla bir söz yok. Bunu daha da kesinleştirecek zaferlerle götürmek isteyeceğiz. Bu yoldaşlarınızın büyük bir soğukkanlılıkla, seve seve ilgi duydukları ve gerçekleşmesi için herşeyini koydukları yaşam savaşımına, ben tabii ki ister bir önderlik, ister bir sıradan askerlik, militanlık olarak gereklerini yerine getireceğim, hem de çok boyutlu şimdiye kadar yaptıklarımız sözlerimize bağlılığın sınırlı bir örneğidir. Daha fazlasını da daha sonra yapacağız. Kesinlikle sizlerin herhangi bir baskı altına almadan, zorlayıcılığın da içine çekmeden eğer bu savaşta siz de yeralmak istiyorsanız ne kadar sorunlarınız -güdüsel olanından tutalım düşünsel olanına kadar- ağır olursa olsun, sıcak savaşımdan tutalım, ruhunuzun derinliğindeki bir acının savaşımına kadar.
Bunların hepsini hal yoluna girmesinin de bir yolu, bu önderlik tarzındaki savaşla bütünleşmekten geçiyor. Bunlar eğer en büyük eylemse düşmanı da en çok korkutansa sınırsız güç fedakarlık, cesaret kaynağıysa, bununla bu düşman vurulup bu savaş kazanılacak. Eğer biz de savaşçıysak bunun kazanım tarzından başkasına biz yer vermeyeceğiz. Yaşamın güzelleşmesi de bunun zaten taçlanmasıdır. Güzellik tacımız çoktan başımızdan alınmış, yere çalınmış. Bu savaşla bu tacı tekrar başa geçireceğiz. Başka türlüsü zaten yaşam iğrenilecek, yanına bile varılamayacak kadar ayaklar altında çürütülmüştür. O halde aşkı da, onun savaşımını da bu kadar müthiş olan asıl doğru olmak kadar, olağanüstü irade keskinliği, tarz ustalığı örgütlülük, güzellikle yürütülen bu savaşıma yüce şehitlerimizin huzurunda hiç olmazsa bundan sonra onların ma-dem emriyse, biraz da bu önderlik tarzıyla benim de biraz kendimi zorlayarak biraz daha layık olmaya çalışmak, sizlerinde buna layık çalışmanız için mutlaka gücünüzü kusursuz giderek gücünüzü de iyi ölçe-biçe şimdiye kadar verdiğiniz zararları telafi etmek kadar biraz daha borçlarınızı ödemeyi bilerek yüklenmenizi dileyeceğim bu şehitlerimizin huzurunda.
Bundan sonra sizlere şüphesiz güç vermeye çalışacağım gibi, sizin de yaklaşımlarınızın güce güç katma temelinde olmasına da özen göstermeniz gerektiğini vurgulayacağım. Ve eminimki bu yoldaşlarımızın şahsında aldığımız güçle her tür zorluğu aşacağız, özgür yaşamın savaşımını başarıyla vereceğiz ve mutlaka kazanacağız. Bu şehitlerimiz güzel yaşamın gerçek sahipleridir ve ölümsüzleridir.
Parti Önderliği
30 Haziran 1998
- Ayrıntılar
PKK tarihinde, şahadet değerlendirmemizde gerek dönemlere göre ve gerekse de kişiliklerin özgünlüğüne anlam vermeye çalışırken, bugün; en az O'nu yaşayanlar kadar bir irade, düşünce yoğunluğu olduğunu, öyle anlaşılması gerektiğini; bu konuda unutkanlık, gaflet gibi durumların asla kabul göremeyeceğini, asıl yaşayan değerlerin bu kişiliklerin şahsında temsil edildiğini, manevi komutası altında işlerin ağırlıklı olarak yürütüldüğünü vurgulamaya çalıştık. Eylemimizin en az sesli, itici nedenlerinden birisi bu olduğu kadar, moral değerinin de ağırlıklı bu olduğu, esas alındığı kesinlikle bilinmek ve ona göre yaşayanların yaşamı ve savaşı düzenlemeleri tutarlılık gereği, dürüstlük gereği verilen söz kadar esastır. Şahadet çizgisine ters düşmüşse, onun gereklerine, tüm anlam ve önemlerine göre bir yaklaşım içinde değilse, onun fazla iflah olmayacağını, layık olmayacağını, başaramayacağını da belirtmek gerekir.
Şahadetlerin çizgisinde yürümesini bilmeyenlerin eylemleri, zaferleri fazla anlamlı olamaz ve hatta tehlike içerir. Şahadet en ağır konulardan birisidir, şahadetin yükünü kaldırmak en ağır yüklerden birisidir. Şahadetin gereklerine göre yaşayabilmek, yaşamların en zorudur.
Halen hatırlarım; Haki Karer'in şahadetinin yakıcılığının o ilk yılında tüm sorun buna anlam verebilmek ve gerekeni yapmak idi. Manevi etkisi altında nasıl kalkabiliriz diye gecemizi gündüzümüze katıyorduk. Yanılsaydık, gereklerinden uzak düşmüş olsaydık, ortada PKK diye bir gelişme olamazdı. Bu anlamda en zayıf olduğumuz bir dönemde ve hatta Haki'nin katledilmesiyle, o oldukça zayıf şekillenişin şekillenemeyeceği, belli olmayan gruplaşmamızın tamamen dağılacağını düşünen düşmana, bu şahadet dolayısıyla yaşadığımız yoğunlaşma, gereklerine ulaşma, mümkünse eyleme geçirme denilebilir ki, en büyük işlerimizdendi ve asıl PKK'yi de yaratan bu yaklaşımdı. Onun anısına bağlılığın en tipik bir ifadesi olarak partileşme kararı, program taslağı ve ilk yılının bunun hazırlıklarıyla geçmesi ve hatta resmen partinin ilanına gidişimiz, şahadet gerçeğinin doğru değerlendirilmesi halinde neye yol açacağının da en büyük göstergelerinden birisidir.
Düşman onda dağılmayı beklerken, biz onda en büyük tarihi adımlardan birisini gerçekleştirdik. Eminim ki Haki'nin şahadeti olmasaydı biz belki PKK'lileşemezdik, o kararı veremezdik. Tarihin seyri böylece değişti. Buna benzer önemli şahadetlere hep anlam vermeye çalıştım. Bir Mazlum'ların şahadetini ülkeye kesin inançlı ve başarılı yürüyüşün emredici ifadesi olarak değerlendirdik:
Giriş kati olacak, sonuna kadar gerekenler yapılacak! Ve bilindiği üzere 15 Ağustos Atılımının bununla da bağlantısı vardır. Diyarbakır zindanlarındaki baskılar ve ona karşı şahadetler olmasaydı belki de biz bu çarpıcılıkta ülkeye yönelemezdik. Yöneliş bu kadar kati olamazdı. Başlı başına bu da tarihin seyrini değiştirdi ve en ciddi tarihi adımlardan birisi olduğu kadar en büyük eyleme de bu temelde ulaşıldı. Yine bir Mahsum Korkmaz(Agit) arkadaşın şahadetinde, gerillanın zayıflığı ve tasfiye tehlikesi vardı ve bu amaçlanmış-tı. Ülkede kalıcı bir gerilla gücü olup olmamanın bir anı idi. Nitekim ardılları da dahil, bizzat bu pratikte yer alanlar da dahil kendilerini iflasın içine iterken umudu da, pratiğe de anlamsız kılarken, bizim zor da olsa buna cevap vermemiz yani gerillanın daha kalıcılaşması ve kendilerini en azından bölükler düzeyinde yürütmesi, verilmesi gereken bir cevaptı. Ve de böyle seçildikten sonra kararlı çalışmaya yol açtı Sonuçta ‘87'nin yaratılması, yeni bir tarihi sürecin başlayacağı, gerillanın söküleceği, Kürdistan'ın eylemsiz, silahsız kalamayacağı kesinleştirildi. Bu da aslında Agit'in şahadetinden beklenen tamamen bir çözülüştü ve gerillanın tasfiyesiydi. Tıpkı Mazlum'un şahadetinde olduğu gibi, Diyarbakır Zindanı'nın çözülüşü, teslimiyetiydi. Ama bunlara karşı zamanında ve yerinde verilen karşılıklar, tarihin seyrini çarpıcı bir biçimde değiştirebildi.
Demek ki şu ortaya çıkıyor; şahadetlere doğru anlam vermek ve en önemlisi de ne kadar zor da olsa kat be kat eylemi geliştererek cevap olabilmek en doğrusudur.
Ve başka türlü şahadetlerin gereklerine ulaşılamaz.
Buna benzer şüphesiz etkileyici binlerce şahadet olayı vardır. Ne kadarına layık olundu? Özellikle kendi görev anlayışımız neydi, onların en yakın yoldaşları olarak nasıl cevap olunabildi? Kendinizi sorgulamanız gereken bir husustur bu. Ben kendi eylemimde ana hatlarıyla şahadetlere bağlı kalmayı dönemsel olarak ve özgünlükleri olanlara daha özgü biçtiğim değerler halinde yürüye-rek, sonuçta halkın da kabul edebileceği, şehitlerin ruhunun da rahatlıkla kabul edebileceği bir konuma ulaşıldı. Bunu şüphesiz kendiniz için kişiselleştirmeniz gerekiyor. "Biz ne kadarına anlam verebildik, nasıl cevap olabilmeliydik", sizin en önemli işlerinizden birisidir. Kesinlikle ve şiddetle kendinizi sorgulamalısınız ve yapılmayanı yapmanız gerekir. Şahadetlere karşı görevlerinizin farkında olduğunuzu -tabii bunu art niyetlilik anlamında, dürüst değilsiniz biçiminde söylemiyorum- kendi kişiliğini katlayarak, onların kayıplarını kendi kişiliğinde kat be kat yeniden üreterek ve buna kesinlikle kısa bir süre içinde başarıya dönüştürerek karşılık verirseniz, şehitlerin anısından bir şeyler anlıyorsunuz demektir. Aksi halde fazla değerli olacağınız düşünülemez. Bu bir ilke meselesidir. Yaşama hükmedilmesi gereken an be an yaşamsal sorundur. İkide bir hatırlama meselesi değildir. Bugün birinci yıldönümünde Zilan şahadetinde, çok şeyler söylenebilinir. Genelde gerilla üzerinde, özelde kadın ordulaşması üzerinde eyleminin etkileri oldukça ortaya konulabilinir. Yine Dersim özgülünde olup bitenler üzerindeki anlamı dile getirebilinir. İdeolojik, siyasi, askeri boyutlar da rahatlıkla dile getirilebilinir.
Ben bu hususlarda oldukça alışageldik bir değerlendirmeyi yapmayı fazla anlamlı bulmuyorum. Gerektikçe zaten yapılıyor ve yapılmalıdır da. Dersim'de örneğin bu eleştirilen kişilik bizzat mektubunda, "küçük burjuva bilmem kemalist etkiler deyip duruyorsunuz, yakışmaz, bu şeyleri niye ısrarla yaşıyorsunuz, yaşatıyorsunuz" derken aslında bir yıl geçmeden o verdikleri kayıplarla kendini ortaya koyuyor. Eminim ki yani bu eleştirilerden bazı sonuçlar çıkarılsaydı, bu büyüklüğe cevap olabilen bir gerilla sergilenseydi, Dersim düşmanın en çok korktuğu ve asla sonuç alamayacağı, belki de Güney'den daha fazla etkili bir Kuzey direniş kalesi olacağı açıktı. Ama, o kişilik kendine layık gördüğü yaşam fazla yaratıcı olmayan, derinliği yakalamayan, tedbiri geliştiremeyen aslında nasıl savaştığı, nasıl yaşamak istediği de fazla kestirilemeyen, nereden bakılırsa bakılsın, çeşitli yönleriyle zaafları olan bu kişiliğin savaşa yansıması, düşmanın bir ağır operasyonunu önceden görememek kadar ona etkili bir savaşla karşılık verme gücü ortaya çıkaramaması en önemli kayıp nedenidir ve Zilan kişiliğinde aslında buna cevap verilmişti.
Kendi başına örgütlenmesi, planlaması, eylemini başarıyla ortaya koyması hepsi için uyarıcı olabilirdi ve eminim ki bir kişinin kendi düzeyinde sağladığı bu gelişmeyi onlar kendi kişiliklerinde sağlamış olsalardı; düşmanın bu sahaya böyle rahat girmesi, sonuç alması asla mümkün olmazdı. Demek ki şehitlerin anısına layık olunamamıştır. O kadar kızlar, erkekler vardı; hepsi kendi kendilerini adeta tüketirken demek ki önemli yanlışlıklar yapmışlardır. En azından kendilerini örgütleyememişlerdir. Yaşama ve savaşa verdikleri anlamlar dar olmuştur. Düşmanı esas alan bir yaşam tarzına girememişlerdir. O yaşamın savunulması için kendilerini örgütleyip, her an kendini savaşta patlayan dinamit deposu haline kendilerini getirememişlerdir. Kayıpları da budur. Aslında Dersim'de gösterilmesi gereken kişilik Zilan kişiliğidir. Ayakta kalacak olan, yaşayacak olan da buydu. Bu ülke geneli içinde söylenebilir ki; biz bunu vurgulamıştık, bu ciddi bir işarettir dedik. Gerilla zor bir sürece girmiştir, düşman oldukça derli-toplu geliyor. Eğer ayakta kalmak istiyorsanız kendinizi şiddetlendirmeniz lazım ve hatta her gerilla kendini Zilan kişiliğinde bir sembol haline getirip böyle bir anda değil, sürekli patlatacak bir bomba halinde yürüyebilmelidir. Kürdistan üzerindeki bu büyük belanın, bu büyük afetin kaldırılması gerilla kişiliğinin bu düzeye gelmesiyle mümkündür. Bu çok açıktır bizim için, ama Kuzey'den Güney'e doğru gelişlere baktığımızda, kayıplara özellikle sığ geçildi, anlamı derinliğe kazılmadı ve hatta partinin bazı savaş değerleri üzerinde ucuz bir yaşam tutturuldu. Yaratıcılık, katı bir direniş kişiliği ortaya konulmadı. Sonuç; en anlamsız kayıplar! Hele bu yılda bunun böyle olması bizi çok öfkelendirdi. Bu da neyle ilgili? Duyarlılıklarınız zayıf, olup bitenleri anlama; ne şahadetlerin gerçeğinde, ne düşmanın yönelimlerinde fazla sökemiyorsunuz. Tam tersine büzülüyorsunuz, anlamsızlaştırılıyor ve sonuçta darbe yeniliyor. Halbuki bu eylem düşmanı çok korkutmuştu ve her gerilla da rahatlıkla bu sürece girmişti. Karar vardı, uygulama da sağlanabilirdi. Saflarımızda yaygın gözüken bir durum; birisi çok iyi yapmışsa diğerlerinin ona dayanarak ucuz yaşaması bir kez daha etkili oluyor ve böylece de gafilin kaybı ortaya çıkıyor. Kim ne derse desin bu yılı gerillada da çok daha büyük kazanmak kesinlikle mümkündür. Bir anlam verilebilseydi, gereklerine vicdanen kendini yatırmış olsaydı, bu büyük bir gelişme anlamına gelecekti. Diğer boyutlarda da böyledir. İdeolojik boyut; özellikle moral, cesaret olayında, kesinlikle, herkesi de kat be kat büyütecek bir anlama sahipti. Çağrı da bilindiği üzere büyük yaşam tutkusu, cesaret çok nettir. Bunun büyük bir şans olarak da görülmesi gerektiği vurgulanıyor. Ama bir çoğu kişiliğinde maalesef bu düzeyi yakalayamadı. İdeolojik moral düzeyinin savaşta ne kadar belirleyici olabileceğini anlayamadı, gerekeni yapamadı ve kayıpların en önemli bir nedeni de bu oldu. Tedbir almasaydık belki de bunu çok kötü bir yenilgiye kadar da götürebilirdi.
Ufuk olmuştur; insanımızın beynini, yüreğini açmıştır, bencilliği yıkmıştır. İdeolojik etkileri böyle çok çarpıcıdır, ulusal düzeydedir. Siyasi olarak da güçlü olmanın nasıl olduğunu ortaya koymuştur. Küçük amaçlar için yaşamamak, büyük amaçlar için yaşamanın nasıl olduğunu kanıtlamıştır.
Örgütsel anlamda da iki de bir örgüt bozgunculuğunun anlamlı olmadığı, değerli bir yoldaş olmanın örneği sergilenmiştir. Son derece yapıcı, örgütlü bir kişiliğin nasıl olması gerektiğini çarpıcı olarak ortaya konmuştuk. Bütün bunlar tabi ki partililere bir mektup biçiminde sunuldu. Çağrıydı! Etkisi hiç olmadı demiyorum, ama oldukça sınırlı bırakıldığı, genelde şahadet çizgisine yaklaşımın duyarlı olmadığı, sonuçta çok büyük bir gelişmeye neden olabilirken bunun geçiştirilmesi yaşandı. Tabii bizim her zaman şahadetlere karşı aldığımız tedbirleri genelde aldığımız için anlamını yitirtmedik. Bu şahadetin temelinde bütün şahadetlere yüksek değer biçtik. Çok şiddetli bir yoğunlaşmayı esas aldık. Örgüt içi savaşımımız çok yoğundu, çok kesindi. Hiçbir yenilgiye fırsat vermeyecek kadar biz kendimize anlam vermiştik. Herkes gitse de, biz kalışımızla, kesin yenilgiye geçit vermeyeceğiz ve bugün bu gerçekleştirilmiştir. Bugün, düşmanın Kuzey'den başlatıp tarihin bu en büyük operasyonlarını Güney'de tamamlamak istediği çok net. Bu da büyük taaruzdu. Belki de, Türk kurtuluş savaşının ve hatta Osmanlıların son ikiyüz yılındaki en büyük operasyonlarındandı. Özellikle Kürdistan'ın son iki yüzyılda düzenlenen sefelerin en kapsamlısıydı. Belki de tarihte böyle seferleri İskender, Romalılar, Persler bilmem İslam orduları veya Cengiz Han, Timur orduları düzenlemiştir. Biz bunları bir tarafa bırakalım, son ikiyüz yılın Kürdistan seferlerinin içinde bu yılın operasyonları en büyüğüdür. Ve Dersim'den başlatılması da bence anlamlıdır. Çünkü "Zilan" şahadetinde genelkurmay sarsılmıştı ve bunun intikamını almak için oranın üzerine korkunç yöneldi. Türk askeri literatüründe böyle anlamlar vardır, bu da kendine göre intikam veya imha süreçlerini düzenlemedi. İşte tüm partiye bunu ödetmek için Güney'e kadar böyle büyük bir çapul seferi düzenlendi.
Açık söyleyeyim; yani hepinizin pratiğine baktığımda, tedbirleriniz bunları aşmaya yeterli değildir. Dersim gerillamıza bakalım, cevap vermeyi beceremedi. Güney'e kadar bütün alanlarımıza bakalım, yıl için etkili bir karşı koyuşu planlayıp, hayata geçiremedi. Güney'de bile esasta buradaki savaş duruşumuz olmasaydı belki de ardına kadar bir yenilginin kapısına açık bir yönetim yoğunca yaşanıyordu. Ama dediğim gibi, bizim çok katı kararlılık ve hazırlık düzeyimiz, bütün alanlarda bir gerileme olsa da, sonuçta bizde duracaktır. Nitekim operasyon durdurulmuştur. Durdurulmasından da öteye çok ağır ve son sefer olma konumuna da indirgenmiştir ve aynı zamanda işbirlikçiler içinde bir son ihanet seferine dönüştürülmüştür. Bu da bizim savaş tarzımızın bir ifadesidir. İster yaşayın ister ölün, ister kaybedin, ister kazandırın, ne olursanız olun. Önderlik gerçeğinde verilen söz önemlidir ve söze kati bağlılık vardır. Bunu da öyle sizin söylediğiniz gibi değil, günlük-anlık pratik hazırlıklarıyla, kendini kanıtlar. Böyle bir tarzı var. Ve çok açık ortaya çıkmıştır. Bana göre, bu operasyonlar bir anlamda "yenilgimizdir." Zihniyet olarak, ideolojik, siyasal, örgütsel düzeydeki güçlenme olarak aslında fazla başkaldırı, başarma noktanız yakalanmamıştır. Biraz daha değerlendirmeleri yoğunlaştırın, göreceksiniz ki, sizlere kalsa, ne kadar savaşsanız da yenilgi bir yerde kaçınılmaz oluyor. Bunun "Zilan" kişiliğiyle bağlantısı nedir? Bu eyleme kalkan bir kişilikten anlam çıkarılsa, bir yıl ona göre şiddetle değerlendirilse yenilgi olmayacak. Neydi o?
Şiddetle kendini bomba olarak patlatırken, sen onu düşüncede şiddetlendireceksin, politikada, örgütlenmede, bizzat askeri yoğunlaşmada aynı şiddeti göstereceksin ki yenilmeyesin. O, bunun işaretiydi! O, bunun çağrısıydı. O, bunun gerçeğiydi. Ya böyle savaşçı bir kişiliğe ulaşırsınız ya yenileceksiniz!
Bugünkü gerçekleştirilen eylem Dersim için olduğu kadar, bütün ülke için, halk için "ya böyle kendinizi bombalar halinde patlatırsınız- her anlamda bomba- ya da yenilgi kaçınılmazdır." Bu çok önemli ve bu anlamda değeri büyüktür diyorum. Ben anladım. Kendi kendi payıma bazı sonuçlar çıkardım. Çok zorda olsa dedim, gereken cevabı vermeye çalışırız. Ve bunu da öyle ağlayarak, sızlayarak bilmem imkanlarla oynayarak değil, bilindiği üzere kendi tarzımızdaki derinliği, çok yönlülüğü, yaratıcılığı eksik etmeden kazanımlar kadar, yeni kazanımları da buna ilave ederek cevap vereceğiz. Bizim için artık önüne geçilemez bir emirdir ve başarı yürüyüşü gerekirse zafere kadar sürdürülecektir. Evet, kendi payıma diyorum ki; biz de böyle bir yılı değerlendirdiğimizde ciddi bir yetmezliği kendi payımıza göstermedik ve tehlikeli bir başarısızlığa neden olmadık. Başarı içinde günlük pratik olarak hemen herşey vardır. İşte bu doğru kaşılık verme oluyor. Siz acaba böyle karşılık verme gücüne ulaşabilir misiniz? Kendinizi sorgulama, buna göre yaratma yiğitliğidir artık. Onun gücünü göstermedir. Sizin kişiliğinizi ölçülendirecektir. Kim olup olmadığınız, ne kadar yapıp yapmayacağınızı ortaya koyacaktır. Ve önderlik kendi payına düşeni yaptı diye düşünüyorum. Ama tabii bütün partililer yapmalıydı. Çünkü çağrı onlaraydı, hatta halka da çağrı vardı. İnsanlığa hatta vardı. Kısmen cevap olunabilirdi, bundan sonra cevap olunabilinir. Birinci yılında yapamadıysanız, ikinci yılında yapabilirsiniz. Bağlılık gücünüz varsa hatta tüm ömrünüzde bunun tedbirlerini alabilirsiniz. Dediğim gibi tüm şahadetlerden sonuç çıkarabiliyorsanız, bunun yolu ardına kadar hepiniz için açıktır. Umarım ihmal etmezsiniz, gafilce böyle alışageldiğiniz sığlıkla bu şahadetleri geçiştirmezsiniz. Mutlaka kendinizi katlayarak bir cevabı vereceksiniz. Vermedikçe fazla yüzünüzün ağaramayacağı açık. Yaşamı kazanamayacağınız yine o denli açıktır. Şehitlerini unutan, onlara gereken anlamı veremeyenler, lafta geçiştirenler fazla iflah olamazlar.
Parti Önderliği
Haziran 1997
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 28 Haziran günü Erzurum’un Karayazi ilçesine bağlı Karaağaç (Heştrengê), Kalo, Golê köyleri ile Radarê Karayazi alanlarına yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır.
- Ayrıntılar
Bir Kürdistan şafağında daha bir ayın sonunu bir başka ayın eşiğine devrederken anlıyoruz ki ülkemizde bir tek haziran değil, bütün aylar şehit kokar Haziran,o ayların en nazenin olanından.Zira o, Zilan’dan iz alan, Zilan’ın sevgi yasasından doğan, bütün yaşamsal damarlarımıza fedailik çağrısı taşıyan ve Zilan karakteri çığlık olan…
Bir otuz haziranı daha karşılarken Zilan yoldaşın tanrıça görkeminde yarattığı tarihsel pencereden bakıyor, ateşin orta yerinde geçen 16 yıllık mirası kana kana içiyoruz. Kadın özünü tanımaktan aciz bütün yargıları yerle bir eden, bizi kadınca zamanlara taşıyandır Heval ZİLAN. 16 sene önce Munzur’un akışıyla gelen, Dersim’de Besé’nin öyküsünü destana taşıyan, Filistin’deki Sena Em Heydeli’den pay alan bir kahramandan bahsediyoruz. Sadece kendi ülkesine değil, bütün Ortadoğu’daki hakikat algısını dillendiren o güzel kadından, halkların çiçeği olan o insandan bahsediyoruz.
Bu anlamda heval Zilan, bütün zaman ve mekanları aşan, yaşadığı anla tarih olandır. Hiç eskimeyen, silinmeyen, istense de unutulamayan, bir ilk’e imza atan ve hep öyle kalandır. Herkesin derin uykularda olduğu zamanlarda, düşleri gerçeğe taşırmayı bilendir. Ülkesinin çocuklarına bir masal olmayı başarandır. Kadınlık dünyasındaki kâbuslardan uyandırıp özgürlük hayalleri peşinde koşturandır. Bu sebeple eskimeyen, bugünümüzün en diri, en canlı çağrısıdır. Bu tanrıça zılgıtı olan fedai, bütün tanrıların sahte tarihine baş kaldırandır. O sadece bir eylem kahramanı değil, komploya karşı kalkandır. Önderliğe gerçek yoldaş olandır. Duyargalarını yitirmiş bu çağın orta yerinde kadın ruhsallığıdır. Ülkemizin ve bütün insanlığın hakikat avcısı olan Önderliğimize hiçbir kötülüğün yaklaşmasına izin vermeyen ve hepimizin içindeki rüyayı temsil edendir. O, hepimiz için Önderliğe dokunabilendir. Damıtılmış güzellikten sadakatiyle önderliğin yüreğine damlayabilendir.
Bugün yüzümüzü döndüğümüz Kabe olan şehitlerimizi anarken, bütün mevsimleri onların gözünde görüyoruz. Her aya nakşettikleri simalarında geleceği görüyoruz. Şubat’ta baştan ayağa Viyan oluyoruz. Mart’ta Zekiye’den selam alıp Sema’larda yüceliyoruz. Mayısın ılıman yüzünde Haki ile başlayıp bir şehit ırmağına dönüşüyoruz. Zilan’la haziranlaşıyor, hasat vakitlerinin eylül ve ekiminde Ruken ve Çiçek oluyoruz ülkemize. Uçurumların uğultusunda Beritan, Sivas sınırlarında Bermal oluyoruz. Ve biliyoruz ki, bu coğrafyada özgürlüğün kanatlarına dokunabilmek için her saati, her günü, her ayı, her yılı destanlaştırmadan, Zilan rengiyle aynadan bakmadan gerçek yüzümüzü göremeyeceğiz. Bu anlamda belki de bugün anı anına bu ruhu yaşamak, halkımızı ve Önderliğimizi korumanın yegâne yoludur. Çünkü şehitlerimiz ve bir inanca dönüşen Zilan yoldaşımız sadece geçmişimiz değil, bugün ve geleceğimizdir. Kişiliğinde fırtınalar estiren Zilan arkadaşın fedai ruhu bugün her zamankinden daha fazla kulağımızda çağrı, yüreğimizde özgürlük inancı, dilimizde Haziran türküsü, gözümüzde halkımıza bahşedeceğimiz aydınlık geleceği ifade etmek durumundadır. Biz ancak böyle ulusumuzun alın akı olabiliriz.
Devrimci halk savaşı gerçekliğimizin tarihsel akışına baktığımızda görüyoruz ki, devrimin yıldızı gibi, halkın gözbebeği gibi ve savaşın en can alıcı noktasında erdemli savaş kahramanı yoldaşlar tanıdık. Bu yoldaşların kahramanlık sırrı, çizilen sınırların dışına çıkmayı başaran bir hissiyata sahip olmalarıydı. Heval Zilan da böylesi tarihsel bir sürecin onur abidesi kahramanlarımızdandır. Biz ne kahramanlarımıza ne de kahramanlarımızın eylemlerine geçmişte kalan destanlar gibi ve masal kahramanları gibi yaklaşamayız. Onlar, gönül gözüyle hissediş deryalarından geçtiler. Önderliğin zeki, akıllı, duygulu ve dürüst yoldaşları olmayı başarabildiler. Bu anlamda bizler onlardan uzak değiliz, olmamalıyız, olamayız. Başta heval Zilan ve bütün kahramanlarımız devrimin yaratımı halkımızın özünden damıtılmış, özgürlüğü ifade eden özümüze en yakın bir hakikattirler. Tarihe uzaklıklar penceresinden değil an’ın tarihle buluştuğu var oluş öykülerinde onlar yanı başımızda olmalı; uzağımızda değil yakınımızda olmalı. Tarihimizi unutturmayan günümüz olmalı.
İşte bu nedenle bugün en çok onların gözleri bizim aynamız, yürekleri pusulamız olmalı. Zira heval Zilan’ın kendini doğurduğu koşullar günümüze çok benzemektedir. Çünkü hala komplo bütün katmerliğiyle sürmekte, halkımız her gününü soykırım cenderesinde geçirmekte, Önderliğimiz amansız esaret koşullarında tutulmakta, kadınlar ve halklar beş bin yıllık erkek egemenlikli zihniyetin katliamlarından geçmektedir. Bu anlamda her zamankinden daha fazla bugün Zilan yoldaşın ruhu önümüzü aydınlatan ışık olmaktadır.
Devrimci halk savaşımızın geldiği aşama heval Zilan’ın aklıyla gerillacılık taktiklerine, stratejik esaslarına fedailiğin zafer yaratan ruhuyla yaklaşmamızı buyurmaktadır. Yeni başarılarımızın Zilanca izler taşıması kaçınılmazlarımızdandır. Belki de bugün değerlerimize karşı duyarlı olmanın zirvesinde seyretmemiz her zamankinden daha fazla güncel olmalıdır. Bu, heval Zilan’dan bize bir çağrı ve heval Zilan’ın en temel özelliklerindendir. Devrimci halk savaşının zaferi Zilanca yaşamın ilkelerinde gizlidir. Her eylemimizde onun bilinciyle ve özgürleşme arzusuyla nefes almayı bilmeliyiz ki, özgürlüğü en çok hak eden ulusumuza onurlu ömürler bahşetmesini bilelim.
Tarihin ve an’ın çağrısı bize gösteriyor ki,yüzünü Zilan gerçeğine dönen normal yaşayamaz. Sıradan sınırlarda seyredemez hakikatin yakıcı gerçekliğini. Zilan’ın ellerine dokunabilen insanın yüreği Ateşgah olur. Zagroslarda, Toroslarda zalimi yakan kıvılcım olur. Onun yoldaşlığından pay alan Önderliğin etrafındaki ateşten çemberin bir halkası olur. Bütün gerilla kokan zamanlarda nefes nefese halkına umut vadeden olur.
Görüyoruz ki hepimizin yüreğindeki kahramanlık öyküsü Zilan’da somutlaşıyor. Geçmişimizi onurlandıran, geleceğimize onurdan bir baş tacı sunan aynı kahraman oluyor. Bize çocukluğumuzun hayallerini hatırlatan, kadınlığımızı kutsallaştıran, insanlığı gururlandıran, devrimciliğimize yüce anlamlar katan, savaşçılığımızın bütün erdemlerinde özgürlüğü bize yakın kılan aynı kahraman. Öykümüzde yürek ve beynimize damlayan ZİLAN…
Sana bağlılığımızı ifade edecek tek anlam senin yüreğinle özgürlüğe vereceğimiz o selam.
Leyla SORXWİN
- Ayrıntılar
Dün akşamüstü TC televizyonlarında haberleri izlerken Türkiye cumhuriyet tarihinin en sosyopat olan kişisi ekrana çıkıyor. Namı diyar İ. N. Şahin. Tekirdağ’da sözde hemşerileriyle buluşmuş, hemşeri ayaklarını takınacak. Her nedense söz dönüp dolaşıp bize geliyor. Yani gerillalara. Uyku kaçması dedikleri durum herhalde bu oluyor. Yat kalk bizi konuşuyorlar. Yani gerillaları.
Hatırlayanlar, izleyenler ve dinleyenler bilir Türkiye’nin sözde büyükleri bugün nereye giderlerse gitsinler, ne yaparlarsa yapsınlar, nereye uçarlarsa uçsunlar karşılarına bizler yani gerillalar dikiliyor. Öyle ki tüm rüyalarına gerillalar giriyor.
Gerilla ise onların uyku kaçıranıdır, gerilla onların can sıkıntısı. Ve birde onların canını alacak Azrail…
İşte Türkiye cumhuriyet tarihinin en büyük sosyopatı yani a sosyal tipi olan bu az kaslın E.T. diyecektik ama o dünya dışı yarattığa hakaret etmemek için İ. N.’si “bunlar her yerde eylem yapabilirler, her yere gelebilirler, her yere gidebilirler” mealinde sözlerle sözde bizim ne kadar tehlikeli olduğumuzu söylemeye çalışıyor. Doğrusu iyi de söylüyor.
Biz her yerdeyiz ve hiçbir yerdeyiz. Bunu bileceksiniz. Biz sizin o en rahat uykularınızın uyku kaçıranlarıyız. Sizin tatillerinizin baş ağrıtanıyız. Yolda yürürken ayağınıza çelme takanıyız. Uçakla uçarken bomba bırakanıyız. Arabayla giderken tuzak döşeyeniyiz. Gezmeye çıkarken yol keseniyiz.
Evet, bizler sizin derin uykularınızın ve de o kendinizde çok emin ve gizemli rüyalarınızın dağıtıcılarıyız. Ve biz var oldukça ne size uyku olacak, ne rüya göreceksiniz, ne gezi yapacaksınız, ne rahat dolaşacaksınız, ne istediğiniz yere gideceksiniz, ne de kafanızın estiği gibi konuşacaksınız.
Biz var oldukça siz bir bizi konuşacaksınız. Size başka bir şey tattırmayacağız. Bizle yatıp bizle kalkacaksınız. Hani diyorlar ya nerenin Sendromu diye, artık sizin için de bir Sendrom oluşmuştur. Bunun adı Gerilla Sendromu’dur. Ve bu sendrom öyle sandığınız gibi erkenden iyileştirilemez. Tedavisi neredeyse mümkün değildir. Geçmez. Adamı ters köşeye yatırarak sonunda Bakırköy’e yollar.
Bu durumu bilen İ. D. İsmindeki uzaylı gerillaya “mağara yaşamını, taş devri” yaşamını bırakın diyerek sesleniyor.
İ. D. İsmindeki kişi siz merak etmeyin. Biz değil ki sadece mağaralarda hatta sizin deyiminizle taş devrinde yaşarız. Halkımız için gerekirse Buz Devrinde de yaşarız. Yeter ki halkımız özgürlüğüne kavuşsun. Yeter ki halkımız sizin sömürge boyunduruğunuzda kurtulsun. Yeter ki halkımız gelecek aydın yarınlarda mutlu yaşasın. Yeter ki halkımızın da bu dünya da yaşayacağı özgür bir toprak parçası olsun.
Evet, yeter ki halkımız sizin faşizan zulmünüzde kurtulsun ve varsın bizler yani bu halkın gerillaları Buz Devri şartlarında yaşayalım.
Ama şuna emin olun ki; bizler Buz Devri şartlarında yaşasakta Gerilla Sendromu hepinizi Bakırköylük yapacaktır. Gerilla size rahat uyku tattırmayacaktır. Rüya görmenizi engelleyecektir.
Boşuna zamanında bir şair:
“Biz çoktan erittik Yüreklerimizin çelik potasında” ki o sizin dile getirdiğiniz yaşamı. Biz çoktan baş koyduk halkımızın -bedeli ölümde olsa- haklı davasına.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 27 Haziran günü saat 12.00’da Hakkari’nin Çukurca ilçesine bağlı Sere Seve Taburu yakınlarında işgalci TC ordu askerleriyle gerillalarımız arasında bir çatışma yaşanmıştır.
- Ayrıntılar
Sabah uyandık. Rojbaş’ı kaçırmışız. Son bir yıldır olduğu gibi her uyanışımda hala bulunduğum mekânı algılamakta zorlanıyorum. Kendime sorduğum ilk soru, hep nerdeyim oluyor. O kadar çok bekledim. O kadar uzun ve yorucuydu ki yolculuk. Bittiğine inanamıyorum. Mavi ile çepeçevre çevrelenmişim. Sırt üstü uzanmışım. Altımda incecik bir minder. Üzerimde uzun tüylü bir battaniye. Yanı başımda bir battaniyenin altında koskoca bir tepe horulduyor.
Tünelden ince bir ışık sızıyor. Bu mavinin altında, bu sırtımı yasladığım mavide güneş bu kadar kısık olmamalı diyorum. Uzak olmamalı diyorum. Hadi taban gök mavisi ama bu sırtımı dayadığım mavi neyin mavisi. Sırtını maviye dayamak ne demek? Hangi maviye dayar insan sırtını? Nesneleri algılamakta zorlansam da içimden sırtımı dayadığım maviye gök mavisi, deniz mavisi diyesim geliyor. Her şey neden bu kadar mavi? Sonra dağların diline iyice yerleşmiş yeni bir söz gelip dağıtıyor bütün bilinmezlikleri. Nedenlere takılma, bütün halklar baharda şimdi. Üstelik dağdaysan böyle bir halklar zamanında keyfini çıkar her şeyin.
Kollarımı çıkarıp battaniyenin altından gerinip esniyorum. Ayaklarımın ucuna yerleşen ve bedeninin sıcaklığını ayaklarımda hissettiğim, birbirimize iyice alışmaya başladığımız Nazê de aynı şeyi yapıyor. Keyifle geriniyor. Yanımdaki tepe kımıldıyor yerinden. Tepenin üzerindeki battaniye hafifçe aşağı kayıyor. Benim keçel, onun tarama sıkıntılı dediği kafası çıkıyor battaniyenin altından. Çatışmadan çıkmış gibi hemen dağılıyor mahmurluğu ve yüzüne yerleşmiş tanımlayamadığım her şey.
Ne yok ki! Acı, sıkıntı, hüzün, özlem, hasret, ironi ve bütün bunlara hep bulaşık duran, o dünyalar yıkan ve yaratan tebessüm. O da koroya katılıyor. Esniyor, geriniyor. Gözaltından bana bakıyor mavi loşluktan. Uzatılmış bir rojbaş çekiyor. Ben de rojbaş diyorum. ‘İyi uyumadın galiba’ diyor. ‘Yok fena değildi’ diyorum. Gülümsüyor. Lafı değiştirmeye çalışıyorum. Bir sigara yakıyor. ‘Yıllar sonra bu sigarayı iyice bırakmayı düşünüyorum’ deyince derin bir nefes çıkarıyor sigarasından, gülümsemesinin kattığı dumanını üzerimden mavilere doğru savuruyor. ‘Hi hi… Anlıyorum’ diyor. ‘Bu yokuşlara kendini vuranların nefes nefese kaldıklarında akıllarına gelen ilk şey oluyor. Doğrusu da bu ya’ diyor.
‘Ben de bırakmak istiyorum ama kırk yıllık bir dostu, üstelik bu tepelerden dünyaya bakarken ve üstelik bulutlara karışırken dumanı bırakamıyorum bir türlü. Merak etme, tiryakiler için uzun bir süre böyle devam ediyor bu. Zağros yokuşları en tutkulu tiryakiyi bile kararsız bırakır tiryakiliğinde. Zirvelerdeyse ve karışıyorsa dumanı bulutlara, vallahi bırakmak zor oluyor bu meretin keyfini. Onun için bırakmayı düşünüyorsan en iyi yer inişlerdir. İnerken tekrar düşünürsün’ diyor.
Ne muhabbet ama… Yıllardır sinsice gelip bütün sohbetlerimize yerleşiyor bu meret. Gerçi dağlıların çoğu bırakmış sigarayı. Tek sıkıntıları doçka kalibreli sigaralar saramamak değil artık. Bir alışkanlıkla yaptıkları mücadeleyi örgütsel karara dönüştürmenin arifesindeler. Alışkanlıklarını kolay kolay aşamayan yenilerin sıkıntıya düşmemesi için erteliyorlar ha bire. Ama bu arada bir ADA’dan gelen eleştirilere de asla kayıtsız kalamıyorlar. Zaten örgüt yönetiminin çoğu bırakmış bile. Herkesi de hazırlıyorlar yavaş yavaş. Uzun sürmez bu meretin idam fermanı. Nikotin cephesinde durumlar hiç iyi değil anlayacağınız. Karşı-nikotin cephesi ise iyice örgütlenmiş ve kararlı bu sefer. Hızlı cephe değiştirmenin utangaçlığı olmasa, ben de hemen değiştireceğim cepheyi. Azınlıktayım şimdi. Bir sürü de sınırlama gelmiş. Kapalı yerde içilmiyor. Gece tümden yasak. İçmeyenler çoğunlukta olduğu için, etrafa yayılan dumanı elleriyle bir düşman tepesini düşüren saldırı grubu gibi savurup duruyorlar.
Bu arada aldığım soğuğun da etkisiyle ta ciğerlerimden öksürüyorum. Nikotin cephesinin lider takımından olan yanımdaki yaşlı olanı iyice gülümsüyor. ‘Tüh! Bir mevzimiz düşmüş bile. Bütün gerekçelerini de oluşturmuşsun. Üstelik bu cephe yanlış ve yenilgiye mahkum bir cephe. Utanma, değiştir cepheyi. Bu dağların güzel havasına hasret kalmışsın. Bir kapitalizm hastalığı olan nikotin dumanını bulaştırmadan solu bu havayı’ Biraz şaşırıyorum. Galiba sadece zayıflamamış nikotin-cephesi, çökmenin eşiğinde. Yanımdaki, nikotin-cephesi yazılarını bildiği için ve cephenin eskiden en sıkı elemanlarından olduğu için ‘ya çaktırma ama ben bile bu kavgada yenilginin eşiğindeyim. Her şey bize karşı. Ciğerlerimiz bile isyandaysa yenilgi kaçınılmaz gibi görünüyor’ diyor. Gülüşüyoruz.
Çok alışık olduğum bu nikotin muhabbeti etrafımı biraz daha iyi algılamama neden oluyor. Mavi bir mağaradayım şimdi. Uzun tünellerden geçilerek girilen mağara odaların vazgeçilmez rengi mavi. Hiç kimse ve hiçbir şey onları koparamıyor mavilerden. Bir biçimde mavileşmenin ve dünyayı mavileştirmenin yolunu buluyorlar. Sadece gökyüzü ve denizlerin maviliğiyle yetinmiyor gibiler. Yerin altını bile mavileştiriyorlar. Hem de çepeçevre mavileştiriyorlar. Bütün, ‘dağdan insinler’ çağrılarına inat ha bire yerleşme ve güzelleştirme çabasındalar dağları. Bu bazılarını ürkütüyor galiba. Bu deniz mavisi, gök mavisi yerin altında inşa edilmiş masmavi dünyalarda, masmavi çocuklarla mavileşiyor yüreğim. Mavinin ışıltısı ürkütebilir Orta Doğu’nun karanlık politika labirentlerinde gözleri karanlığa alışmış olanları. Ama yüreği maviliklere hasret olanlar için her şeyi mavileştirmek sadece bir duygusal mesele değil, romantizm bulaşsa da tamamen yeni dünyalar inşa etme projesi.
Projeyi tamamlamışlar. Çizilmiş ve tamamlanmış bir projenin inşaat sahasındayım şimdi.
Parmaklarım tuşlarda koşuştururken, tüneldeki ışıkta kaybolup beyazlara karışıyor bir tepe. Birazdan koşarcasına dalıyor içeri. Saçlarında ve sakallarında kar taneleri. Gülümsüyorum. ‘Kar mı yağıyor?’ diyorum. ‘Yok! Bırakmıyorsun ki uyuyalım. Sabahlara kadar sohbete tutarsan bizi, rojbaş’ı kaçırıyoruz. Üstelik rüyalarıma da siniyor bu sohbetler. Uyuşuklaşıyorum. Yüzümü kar şokunda temizlemek zorunda kalıyorum tembel uykulardan’ diyor.
Hepsi çocuk. Hep çocuk. Bir ‘Brr’ çekip yine yerleşiyor yanımdaki battaniyenin altına. ‘Eh nasıl buldun bizim fakirhaneyi! Rahat uyuyabiliyor musun? Üşümüyorsun değil mi?’ diyor. ‘Yo, gayet rahatım’ diyorum. ‘Biliyor musun, geç kaldık’ diyor. ‘Hi hi…’ diyorum. ‘Yok yok, rojbaş için demiyorum’ diyor. Anlamaya başlıyorum.
‘Daha yirmi yıl önce böyle mekânlar inşa etmemizi istemişti bizden kırk yıllık dağ hayalini hiç yitirmeyen. Geç kaldık. Ama geç de olsa başladık bu işe. Yeni yeni yerleşiyoruz. Zorla koparıldığımız, uzaklaştırıldığımız, yabancılaştırıldığımız dağlarımıza. Eskiden göçebe gibiydik biraz. Onun hep eleştirdiği naylon çadırlarda ve köy evleri gibi mangalarda ilişmiş gibiydik dağa. Şimdi iyice yerleşiyoruz. Kıyamete hazırlanıyoruz. Karşımızdakilerin teknik imkanlarını biliyoruz. Onlar bizi buradan sökmek, atmak istiyorlar. Biz ise iyice gömülüyoruz. Bak, yaptığımız bu şkeft bin yıllarca kalacak burada. Yaptığımız mevziler kayalara oyulu. Varsın atom bombası kullansınlar ki biz bunu da bekliyoruz onlardan. Ama hazırlanıyoruz işte. Onların sistemi çatırdıyor. Halklar ise bütün heyecanıyla bahardalar şimdi coğrafyamızda. Mümkün mü baharın yaşlı çocuklarının bu bahar bayramı isyanlarından paysız bırakılmaları. Biz bahar inşa ediyoruz dağın kalbinde. Koparılmak istendikçe bu dağlardan, biz ha bire daha derinlere gömüyoruz kendimizi. Bahara hazırlanmıyoruz. Asıl büyük baharı hazırlıyoruz biz’ diyor.
Gözlerim maviliklerde dolaşıyor. Kim maviliklere gömülmek istenmez ki! Yanımdaki iyice alıştığım hallerinde. Kucağımdaki ekrana bir göz atıyor. Son cümleyi gösteriyorum. Bir kahkaha patlıyor kulaklarımda. Kahretsin, yine şaşkınlık şoklarının uçurumuna düşüyorum. Dönüp bakıyorum. Ben şaşkın, o kahkahada. ‘Harika’ diyor. ‘Ama keşke o tuşlara dokunabilip iki laf da ben edebilseydim. Görürdün senin o güzel metaforunun başına ne getirirdim’ diyor. İyice şaşırıyorum. ‘Buyurun, sen söyle ben yazayım’ diyorum kendimden emin ve şaşkınlığımı gidermenin çabasında. ‘Tamam, ruhun mavilere gömülmüş ve gözlerin mavileşmiş ama niye şu üzerindeki asıl gömülü olduğun kahverengi battaniyeyi yazmıyorsun? Üstelik de sen daha kahvaltı yapmadan millet öğlen yemeğine çağırıyor bizi’ diyor.
Nazê içeri giriyor. Gelip yanımdaki tepenin iyice tepeleşmiş olan göbeğinin üzerine usulca yerleşiyor. Beni bırakıp Nazê ile konuşmaya başlıyor. ‘Bak, Nazê yemeğini yemiş bile. Şimdi tek rakibi sensin biliyor musun? Bu şkeftin en büyük keyfiyetçisi olduğu için seviyoruz hepimiz Nazê’yi. Keyif almadığın bir yerde yaşayacak kadar ahmak sanıp dağdan inmemizi istiyor bazı…’ Ağız dolusu yine. Allah var, bu ağız dolusu ve galiz küfürleri düşmanım duysun istemezdim. Sonra biraz sakinleşip Nazê’nin başını okşuyor. Nazê’ye, ‘Bak bu Jêhat’la sakın ahbap çavuşluk yapma’ diyor. ‘Adam üç gündür burada, hemen öyle bir yerleşti ki keyfiyette ve keyfiyetçilikte rakibin olmaya aday. Biliyorsun, kıskancız biz mesele dağlar olunca. Her şeyini paylaşırız dağların ama keyfini kaptırmayız kimseye. Bizden daha çok keyif alan birini görünce hem kıskanır, hem seviniriz yeni bir dağlı bulduğumuz için’ diyor.
Bana dönüyor, ‘Galiba seni uyandırmanın yolunu biliyorum. Çık o gömüldüğün battaniyeden. Git, biraz kara göm kendini. Yüzünü karla yıka. Gözlerindeki maviliği daha bir ışıltılı yapar kar’ın beyazı’ diyor. Ben kucağımdan indirip siyah karlar düşmüş beyaz ekranı tünele yöneliyorum. ‘Nereye?’ diyor. ‘Dışarıya açılan tünel diğeri’ Bu sefer ben patlatıyorum kahkahayı. ‘Yaw heval bırak gözlerimi, önce burnuma sinen bu kekik ve soryaz kokusuyla ve közde yanmış iki ekmekle midemi ışıtayım da sonra icabına bakarız gözlerin’ diyorum. O da patlatıyor bir kahkaha.
Dağların kalbindeki mavi dünyamızı masmavi kahkahalar dolduruyor. Mavilerdeyim şimdi. Dokunmayın keyfime… Üstelik silikon yığınından Kazancı Bedih’in sesi yükseliyor. Yarı Farsça, yarı Türkçe ‘gökyüzünden cevher yağsa, bir parça düşmez fakirin evine’ diyor. Ama kusura bakmasın Kazancı Bedih hemşerimiz bu gökten yağan bütün güzellikler ve cevherler bizim ‘fakirhane’ye yağıyor. Sadece yağanlar değil, masmavi gök, masmavi okyanuslar yağıyor gözlerimize, yüreğimize ve tenimize.
Dedim ya, dağda ve maviliklerin ışıltısındayım şimdi. Bırakın keyfini çıkarayım. Belki bu kara puntolarda fakir olan halkımın fakirhanelerine de bir katre düşürebilirim heyecanında parmaklarım. Ulaştırabildiysem, keyfime keyif kattınız. Bir katre de olsa mavilikler düşmüşse fakirhanenize siz de keyfini çıkarın. Mavi bir bahar geliyor. Keyifli halaylarına katılmamazlık etmeyin. Bablekan oyunundaki ayaklarınızın çıkaracağı toz, dünyayı maviye kessin. Bu mavi dünyanın keyfini bütün dünyalılar çıkarsın. Keyfinize bakın. Her şey mavi olacak…
Jêhat Bêrtî
- Ayrıntılar