Her fırsatta; yaşananlarda veya yaşanacaklarda insanlar “suçlu” ararlar.
Aslında aranan her “suçlu”nun eylemi ya da fiil hali çoğu zamanlarda kaile bile alınmaz. Burada sorun sadece suçludur ve bulunması lazımdır!
Elbette anlaşılması ya da anlatılması bu kadar basit bir konu değildir bu. Onun için de, lastik misali kim nereye çekerse, o yöne evrilebilir.
Peki, insanoğlu ya da zorun sistematik aygıtı olan yönetim elitizmi neden “suçlu” arar.
Örneğin direnişe direnmeye çalışan arap liderler neden hep “suçlu” ararlar? Bu arayışlarının içinde gördükleri suçluyu değil de, neden görmek istedikleri suçluları hep ön plana çıkarmaya çalışırlar?
Elbette bir kesim sakil düşünce sahibi bu sorunun cevabını aramıyor. Bundan dolayı da onlar daha çok meselenin diğer yüzüyle, suyu bulandırmaya çalışıyor.
Her fırsatta ve her defasında bir “suçlu” arıyorlar.
Artık nabza göre şerbet misali gündemde ne varsa; kılıfı ona göre uyduruyorlar…
Yine son günlerin gündem konusundan örnek vermek gerekirse; Mısır’da, Tunus’ta ve son olarak Libya’da yaşananlarda, bu suçlu arayan kesimler; işi daha çok ekonomik boyutlara indirgedi ve geçtiğimiz sene yaşanan ekonomik sıkıntılardan, batılı güçlerin/nifakların elini aramaya çalıştılar…
Halbuki gerçeğin var oluşunda; bunların hepsi birer birer tarihin dehlizlerindeki yolculuklarına çıktılar…
Aynı şey Türkiye için de geçerli.
Mesela Türkiye yönetim siyasetinin öteden beri kullanmaya çalıştığı can simidi siyaseti; “suçlu” oluşturmaktır. Bunun için de tarihin bütün önemli dönemeçlerinde “suçlu” aranmış ya da oluşturulmuştur.
Bu durum kanıksanmış ve neredeyse hazırlanan bütün gündem konularında, bu ilk elden üzerinde durulmaya çalışılan bir konu olmuştur.
Şimdi de birçok çevrenin tartıştığı konularda, Türkiye yönetim siyasetinde “suçlu” aramaya başladı.
Hatta “suçlu” avlamanın sezonu bile açıldı.
Geçtiğimiz günlerde ABD’li bürokratın açıklamalarının ardından Roj tv’nin yayınlarına sinyal atılması ve yayınlarının kesilmesi, bürokratla/yönetim siyasetini belirleyenler arasında yaşanan tartışmaları anlamak açısından bir veri olabilir… (Hani Sansür üzerine olanı)
Burada suçlu kimdir? Kimine göre, baskıcı yönetimiyle siyasi hükümranlardır. Bir diğerine göre ise bu konulardan anlamayan ve acemice yorumlarda bulunan bürokrattır!
Araplar için de aynı durum geçerlidir; koltuğunun derdinde olanlar, yaşanan ayaklanmaları batılı güçlere bağlamaktadır. Fakat meydanlardaki halk, ayaklanmanın temel nedeni olarak yönetimi bırakmayan ve babasının çiftliğiyle, ülke yönetimi arasında hiçbir fark görmeyenleri belirlemiştir.
Peki, burada suçlu kimdir?
Hükümrana göre; sanal ortamları bu şekilde geliştiren ve buralarda, kendi ülkelerinde hazırladıkları siyasi muhalifler aracılığıyla halkı sokağa döken batılı devletlerdir.
Öbür taraftan ise yani meydandaki direnişçiye göre; 30 yıldır, 40 yıldır ülkelerinin başına bela olan bu diktatörlerdir. Bu analizi güçlendirdiğimizde burada da suçlu batılı güçlerdir, doğal olarak kapitalist sistemdir. Çünkü mevzubahis edilen bu diktatörleri de batılılar ortaya çıkartmıştır!
Şimdi bu “suçlu” arama ve oluşturma konusunda, son örnekle daha da belirginleşen bir durum ortaya çıkmaktadır. Ona da “toplumsal psikoloji de manipülasyon oluşturma” diyebiliriz.
Nasıl mı?
Yine arapların direnişi buna örnek olabilir. Yaklaşık son yarım yüz yıldır, batlı güçlerin mimariliğinde Ortadoğu’da bir devlet geleneği oluşturuldu. O zamanın koşulları ve dönemin gerektirdiği uluslar arası siyasetten kaynaklanan bu devlet inşası, son yirmi yıldır ciddi bir anlamda gerileme sürecine girdi. Yani arapların direnişi son yirmi yılın tıkanıklığıyla bağlantılı olmaktadır.
Bu şekilde ekonomik nedenler-diktatörya-teknik iletişim hepsi suçludur ama özünde bunların hepsi manipüle edilmektedir.
Türkiye’de de basın konusunda yürütülen tartışmalardan, son günlerdeki giderek yükseltilen tansiyona kadar bütün konularda; “bu toplumsal psikolojide manipülasyon oluşturma” harekatı devrede olmaktadır.
Roj tv’ye sinyal atılmasının temel nedeni; Kürtlerin gerçeği öğrenme/görme imkanlarına müdahale olmaktadır.
Seçim öncesinde var olan söylemler, çatışma siyasetine zemin sunan yaklaşımlar da gergin siyasetle-mağdur arasına sıkışmaya çalışarak, geçmişteki taktiği uygulama mücadelesi olmaktadır.
Hani (fırsat vermiyorlar, önümü açmıyorlar, anayasa mahkemesi devreye giriyor vs) eski söylemleri ya da “suçlular”ı güncelleme mücadelesi veriyorlar…
Ondan Kürtleri “taşeron”lukla suçluyorlar ve ondan “Kürtlerin medyasına, haber alma özgürlüklerine” müdahale de bulunuyorlar.
Hatta son zamanlarda “Diyarbakır-Tahrir Meydanı olur” talimatı verdiği gerekçesiyle, Kürt Halk Önderini “suçlu” göstermeye çalışıyorlar.
Halbuki son altı ayı göz önünde bulundursalar, yapılanlar-karşıt yapılanlar diye bir sorgulamaya gitseler, bütün “suçlular” şıpır şıpır ortaya dökülecek ya…
İşte bütün mesele “toplumsal psikolojideki manipülasyon”un nimetlerinden faydalanmaya çalışmak, bundan öncesinde olduğu gibi…
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Herhalde dünyada en az kabul gören ve en az affedilen eylem ihanettir, işbirlikçiliktir. Kendi toplumsal çıkarına ters düşmenin ötesinde karşıtlarının yanına geçerek halkının değerlerine karşı saldırıda bulunmak en az affedilen insan eylemi oluyor. Kürt toplumu böylelerine keklik takımı diyor. Biliniyor tutsak alınan keklik kafese alınarak çıkardığı sesler sonucu diğer keklikleri tuzağa düşürerek diğer keklikler yakalatıyor. İhanetin keklik benzetmesi bundan ibarettir.
İnsanlık tarihi sayısızca ihanet ve işbirlikçilikle hatta birkaç adım ilerisi olan hainlikle karşılanıyor. Bir toplumu esir almanın en iyi yolu olarak zulmedenler kendilerine keklikleri hep hedef seçmişlerdir. Nede olsa bir toplumu en zayıf yerinden vurmak ancak böyle kekliklerin var olması ile olabiliyor.
Kürdistan tarihi kekliklerin çok bol gördüğü bir tarihtir. Acıda olsa itirafı zor da olsa, kabul etmesekte böyle bir gerçeklik söz konusudur. Kendi halk tarihlerinde Kürtleri gösterdikleri direnişle hep yenilgiye ve bu yenilgi sonucu köle statüsüne getiren bu keklik takımlarıdır. Kürt halk direniş tarihine baktığımızda çok daha bariz görülür. Bir nur yüzlü Şêx Saidi TC devletine teslim eden ve ona yakın duran akrabası olan Kasım’dır. Dersim direnişinde ise bu keklik Rahiberdir. Biraz daha gerilere gidersek Baban reisi Abdurrahman’ı arkasından vuran Osmanlının yanına geçen kardeşidir. Rewanduzlu Kör Muhammedi arkadan vuran yine kardeşidir. Cizreli Bedirxanı ise arkadan hançerleyen kardeşi oluyor. Ve böylece bu keklikleri tarihin ta derinliklerine götürebiliriz. Bir Med kralı Astiyag’ı arkadan hançerleyen yakın akrabası ve sözde büyük komutanı olan Harpagos’tur. Daha gerilere gidecek olursak Gılgameş’in yanına geçerek kendi soyunu ezdirmesi ve köleleştirmenin yolunu açan Enkidu’dur. Evet Kürt Halk tarihinde işbirlikçilik ve ihanet her zaman var olmuştur. Kürtlerin meşhur olan “ağacın kurdu ağaçtan olmazsa ağaç devrilmez” öndeyişinin ne kadar doğru olduğunu tarihte olup bitenlerden öğreniyoruz.
Peki ihanet, işbirlikçilik ve hainlik ne zaman devreye giriyor? Ya da ihanet, işbirlikçilik ve hainlik ne zaman para eder, ne zaman paralanır, ne zaman kıymetlenir? Hiç şüphe yoktur ki ihanet, işbirlikçilik ve hainlik her zaman para etmezler ve her zaman aranan bir durumu arz etmezler.
Olağan süreçlerde ihanet ve işbirlikçilik çok rağbet görmez. Normal bir adamın rolü oynatılabilir. Bunun için belki de karşısında birkaç kuruş verilir. Önüne birkaç kemik atılır. Olağan süreçleri halkların baskı altına alınmadığı süreçler olarak ele alırsak, egemenlerin birilerine yol göstermeye ihtiyaç duymadıkları süreçler olarakta anlamak yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda egemenler ya da bir halkın elini güçlendirecek kekliklere çok ihtiyaç olmayabilir. Dediğimiz gibi yine de pratik tedbir olarak yine de genişlemek isteyen bir güç halkların aralarına kendi adamlarını yerleştirmek isteyebilir. Ancak bunlar ajanlar olabilir. Bu ajanlar elbette yine halk düşmanlarının yanında bir kıymeti olacaktır. Ancak bu ajanların gelecekleri sıradan bir ajan muamelesi olacaktır. Sanki ihanetçiler, işbirlikçiler ve hainlerin paralandıkları kıymetlendikleri zamanlar olağanüstü süreçlerdir. Bu olağanüstü süreçler genellikle direniş süreçleridir. Bir halkın sömürgecilere karşı direnişe kalktığı süreçler hele birde bu direniş neredeyse kırılamayacak bir aşamayı yaşıyorsa oradaki ihanet işbirlikçilik tavan bulur. Böyle süreçlerde ihanet, işbirlikçilik ve hainlik en üst düzeyde karşılanırlar. Her gün yanı başlarında görülürler, paraya batırılırlar, özel karşılanırlar. Böylelerine böyle süreçlerde kızları bile verilirler. Ne de ihanet öyle bir kazığa bağlanmalıdır ki bir daha sökülmesin. Örneğin Hitit kralı kendi tebasına karşı çıkan Mitani prensi Matizawaya kızını bile verir. İmparatorluk yıkıldıktan sonra ise Matizawa’ya çok küçük bir parçası verilir. Böylelikle de sağlam bir kazığa bağlanılmış olur. Özcesi bir halkın direniş süreci en çok ihanetçi, işbirlikçi ve hainin ortaya çıktığı zaman oluyor. Ayrıca kıymet görmeyenler böyle süreçlerde çok ama çok kıymetlenirler, paralanırlar, ödüllendirilirler. Peki, ihanetçiler, işbirlikçiler ve hainler neden böyle tarihi süreçlerde ortaya çıkarlar, neden tam da tarihi anlar yaşanırken böylesi iğrenç bir eylemin sahibi olurlar.
Hiç şüphe yoktur ki verilecek çok farklı sayıda cevaplar olacaktır. Sosyolojik olarak ciddi bir araştırma yapmak gerekir. Elbette ihanet edenlerin ruh halini iyi araştırarak, ruh hallerini iyi bilmek gerekir.
Örneğin Hindistan doğumlu Philby eğitim görmüş ve çift taraflı çalışmak üzere 1940 ta MI6’te –İngiliz İstihbarat Servisi oluyor-alınmış, Philby 1963 yılına kadar hiç sezdirmeden Ruslara çalışmış, deşifre olunca Ruslara sığınır. İşte bu Philby ‘ihanet etmemek için insanın bir yere ait olması gerekir, oysa ben hiçbir yere ait değilim ‘ diyerek ihanetini savunduğu söylenir.
Özcesi bir yerlere ait olmayanlar, bir yerlerde yaşarken başkalarına yarananlardır. Başkaları gibi düşünenlerin varacağı yer ihanettir.
Devam Edecek…
Kasım Engin
- Ayrıntılar
İnsan insanlaşmaya, toplumsallaşmaya yol aldığından bu yana hiç umutsuz, ışıksız kalmadı. Büyük emek ve yaratıcılığının yanında hep umutlu ve ışıklı olmayı bildi, böyle olmasaydı insanlaşmaya ve toplumsallığa ulaşması belki de mümkün olmayacaktı. Varoluşumuzun ne kadar farkındaysak, toplumsallığımızın kökeninde bulunan bu değerlerimizin de farkında oluruz.
Yirmisinde bir gencin yirmi bin yaşında olduğunu söylemek, yirmi yaşında olduğunu söylemekten daha gerçek değil midir? İnsan, ruhunun derinliklerine bakmasını bildiğinde insanlığın binlerce yıllık çatışmasını, umudunu kendinde bulabilir. Ve sadece kendi ömründen, insanın aydınlıksız, umutsuz ayakta kalamayacağını görür. Yalanlarla doldurulan, tarih adına tarihsizleştirme kitapları dahi, ne kadar çarpıtırsa çarpıtsın, insanlığa öncülük etmiş, yaşam, umut vermiş dehalarının, öz evlatlarının aydınlığı, gerçekliğini karartamaz.
Bize ait olmayan, özgür yaşama seçeneğinden yoksun, her adımımızın tanrılarca belirlendiği, karartılan bir dünyaya doğduk. Kimliksizdik, dilsizdik, kişiliksizdik...
Üzerinde yaşadığımız topraklar, üzerimizdeki giysiler, beynimize üşüşen düşler, düşünceler bizim değildi. Biz bize ait değildik. Yalan bir dünyanın yalandan figüranlarıydık. Ama yine de ne yapılırsa yapılsın, ne kadar oynanırsa oynansın, söndürülmeyen, hayatın başlangıcından, evrenden devraldığımız özgürlük ışığını taşıyorduk, derinliklerimizde...
Birçoğumuz sırtını dönüp, dalsa da yalan dünyanın sularına, birileri o ışığı bulup çıkaracak, onunla önceden çizilenin ötesinde, egemenlikli tarihten bugüne hep saklanmak, kapatılmak istenen, o zorlu yola gözlerini dikti. Bu yol nereye gidiyordu acaba? Sürüleşen koro hep bir ağızdan haykırdı; “ölüme gider, hiçliğe gider bu yol !...”.
Bilinmeyen korkutucuydu, her zaman olduğu gibi. Gitmek yola koyulmak cesaret istiyordu, en çok da hakikat aşkıyla yoğrulu bir yürek gerekti.
Asla, tümüyle karanlıklara teslim olamayan koca insanlığın en gizli görünmezlerinde sakladığı ışıktan, özden yarattı ve bu ışığın sonsuz savunucusu, tereddütsüz, bakmadan geriye, aydınlığıyla binlerce arayışçıyı sürükleyerek peşinden düştü yola.
Tarihin bu en eski yolundan başlayıp yolculuğuna, yeni yollar keşfederek kaderini aldı avuçlarına. Zor tanımını çok aşan, imkansız denilene yaklaşan bir yolculuktu. Düşe kalka, insanın önceden çizdiği tüm sınırları alt-üst eden, içinden çıkılan yaşama ait her şeyi üstünden, içinden atmadıkça hep kanadığı, düştüğü, kendini bulma, yeniden yaratma yolculuğuydu. Şimdiye kadar en çok yok sayılanlar, karanlığın ilk kurbanları kadınlar, hiçbir yaşama hakkı tanınmayanlar, özgürlüğe susamış halkların çocukları, kendi öz seslerinin, yüreklerindeki ışığın temsilcisi öncülerini takip ederek çıktıkları yolculukta yol oldular geride kalanlara. Verili sınırların dışına çıkan, yalanları parçalayarak kendi gerçek dünyalarını yaratanlar emsal oldular, ardlarında bıraktıklarına, her geçen gün büyüdüler, ışığı çoğalttılar. Sınırsız köleliğin zincirlerini parçaladılar.
Aydınlığı her geçen gün tüketen karanlık dünyanın yaratıcıları için uykusuz geceler demekti gerçekleşenler. Rahatları kaçmıştı, her şey istedikleri gibi gitmiyordu. Yerin derinliklerinde oluşan çatlak büyürse, altlarındaki toprak kayabilir, binlerce yıllık saltanatları yerle bir olabilirdi. Tehlikenin kokusunu iyi alan burunlarıyla, büyüyen ışıkta ölümlerini gördüler. Can havliyle ışığı boğmanın yollarını aramaya koyuldular. Karanlık, hile, yalan, katliam, her türlü kirlilik, vahşet onların işiydi. Bunlarla büyüyerek bugünlere gelmişlerdi. Özgürlük adına köleliğin en derinini yaşatan bu canavar, insanı geçmişinden ve geleceğinden, onu kendi yapan toplumdan koparıp, parçalayarak yalnızlığın, sevgisizliğin en diplerine fırlatarak, ölmeden sürekli ölüm halini yaşatıyordu.
Özgürlük savaşçılarının düşlerine, düşüncelerine sızmak, onları yollarından döndürmek için elinden geleni ardına koymadı. Kimileri düşse de canavarın pençesine, savaşçılar daha büyük bir azimle sürdürdüler savaşlarını. Çok amansız, insafsız, adaletsiz bir savaşı yürüttüler, karanlığın temsilcileri hem de insanın doğuş beşiğinde.
Dünyanın tekniği alt edemedi bir olan bilinci, inancı ve umudu. Ve karanlık, gözlerini aydınlığın öncüsüne dikti. Binlerce yıldır, kah yer üstünde kah yer altının derinliklerinde süregelen çatışma, çıplak gözler önünde büyük bir savaşa dönüşmüştü. Yerin göğün en derinden hissedip, sarsıldığı, kör yüreklerin dahi gözlerini açan, insanlık tarihinin en kirli oyununu sergilediler.
Boğmak, yok etmek, kökünden söküp atmak istediler aydınlığı, insanlığın umudunu. Dünyayı bir tiyatro sahnesi haline getirip insanlığa kendi yok oluşlarını alkışlatmak istediler. Olmadı, olamazdı!
Bir kere özgürlük tohumu boy atmıştı. Kök salmıştı. Artık her şeyi kontrol edemezlerdi, edemediler...
Nasıl ki karanlık binlerce yıllık bir tarihe sahipse, aydınlık ondan daha uzun bir tarihe, tecrübeye sahipti. Karanlığı aydınlığa çevirmenin yolunu bulmuştu. İnsanlığın kirlenmemiş oğlu! Özgürlük aşkıyla dolu bir yürek yenilmezdi, kendini yürüterek çoğaltırdı. Zifiri karanlığı dahi aydınlığa çevirmek en büyük yaşam oyunu, gerekçesiydi onun için.
Ve büyük savaş, dört bir yanımızda, yaşamın her alanında, ruhlarımızda şiddetlenerek büyüyor. Kim kazanacak? Arayışçılar-savaşçılar hakikat yolunda yürüyerek kendini çoğalttıkça, kenetlendikçe aydınlık düşlerin, düşüncelerin etrafında, O’nun dediği gibi, “Özgürlük Kazanacaktır!”...
Şehit Viyan Bölüğü
- Ayrıntılar
Ere oy felek!
Ere oy felek!
Tam bundan 12 yıl önce ne çarxın kaldı ne de vicdanın.
Ne adaletin kaldı ne de hukukun.
Ne yiğitliğin kaldı ne de cesaretin.
Kala kala korkaklığından dolayı qelleşçe yaptığın komplo kaldı.
Ere oy felek!
Ere oy felek!
Nerede, ne zaman, birine karşı hele bir öndere karşı, böyle bir komplo yaptın?
Nerede, ne zaman bir halkın özgürlük özlemlerine karşı topluca hareket ettin?
Nerede, ne zaman bir halkın soykırımdan geçirilmesine sessiz kalma bir yana ortak oldun?
Ere oy felek!
Ere oy felek!
Hani PKK’ye altı aylık ömür biçmiştin.
Hani PKK dağılacaktı.
Hani PKK bir daha direnişe geçmeyecekti.
Ere oy felek!
Ere oy felek!
Umudun tam tükendiği sanılan bir yerde, yeni bir zafer umudunun yükseleceğini bilmiyor muydun?
Böyle bir Önder’in etrafında yiğit Kürt halkı ve çıplak bedenlerinden başka bir şeyi olmayan zindan direnişçilerin ateşten çember oluşturacağını bilmiyor muydun?
Kendi küllerinden kendini yeniden yaratan Anka kuşu gibi İmralı’dan Kürdistan kentlerine ve köylerine, oradan Kürdistan dağlarına kadar topyekun ve yeniden bir yaradılaşa geçen Kürtlerin bunu yapabileceğini hesaplamıyor muydun?
Ere oy felek!
Ere oy felek!
Ya ARGK’den de daha amansızca direnen bir HPG gerilla gücüne dönüşümün olabileceğini de görmedin mi?
Ya 120 ARGK gerillasının yaptığı bir eylemi 4-5 kişilik bir HPG gerilla timinin yapabileceğini de hiç görmedin mi?
Ya profesyonelleşen ve yenilmezliğini kanıtlayan HPG gerillalarının, Türk ordusuna tarihin en büyük yenilgisini ZAP’ta tattıracağını görmeyecek kadar körmü idin?
Ya HPG’nin neredeyse yüzde doksan düzeyde yenileneceğini de mi görmedin mi?
Ere oy felek!
Ere oy felek!
Bak, Kürdistan ve dünyanın dört bir yanındaki Kürtler, her yıl 15 Şubatta ayakta.
Bak, daha örgütlü ve direngen bir halk var.
Bak, artık her Kürt çocuğu ve gencinin tek bir hayali var.
Bak, bu hayali keskin olanlar, dağları mesken eyliyorlar.
Bak, bu hayali keskin olanlar, 15 Şubat Komplosundan alınacak en iyi intikamın gerillaya katılımdan geçtiğin iyi biliyorlar.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
“Devletin öldürme özgürlüğü var mı?”
2004 yılında Tekirdağ taraflarında ortadan kaybolan ve bir daha kendisinden herhangi bir haberin alınamadığı Tolga Baykal’ın annesi soruyor bunu. Ve haklı olarak da son yedi yıldır bütün mercilerde ve kapıların eşiğinde bu soruya cevap arıyor.
AİHM’de dahi bu sorusuna cevap aradı.
Tolga Baykal!!!
2004 yılında İstanbul Üniversitesinde öğrenciydi. O dönemlerde Tekirdağ tarafına bir geziye gitmiş ve daha sonra annesini arayarak, bir telefon numarası vermek istemişti. Fakat o anda telefon bağlantısı kesilir ve gözü yaşlı annenin Tolga Baykal’ın ağzından duyduğu son sözler bunlar olur.
Uzun bir süre onun izini sürer anne. Daha sonra yine bir gün kapısı çalınır ve izini sürdüğü oğlunun, küf kokusu sinmiş elbiseleri kendisine verilir.
Bunun dışında da herhangi bir şey söylenmez.
Aradan geçen zaman zarfında bir uzman çavuş, Tolga’nın annesiyle telefonda oldukça ilginç diyalog geliştirir. Son derece kendinden emin bir şekilde bu işin peşini bırak der.
Tolga’nın annesi bu işin peşini bırakmadığı gibi her yerde ve platformda bu soruna ve benzerlerine, yani bu ülkenin kayıp insanlarına yönelik ciddi bir hassasiyetin mücadelecisi olur.
Galatasaray Lisesi önünde, üç yüz küsur haftadır toplanan ve kamuoyunda “cumartesi anneleri” olarak bilinen grupla tanışır.
Geçtiğimiz günlerde de, başbakanla görüşme yapan heyetin içinde yer alarak, yedi yıldır yürüttüğü amansız mücadeleyi anlatır.
Fakat orada “Tolga’nın cenazesine ulaşsam dahi bu insanları ve bu acı hikayeleri, o soğuk meydanlarda bırakmayacağım” der.
Devletin kendisinde öldürme özgürlüğünü hissettiği bir olayın ve yakın geçmişin toplumsal hafızasının şekillenmesinde oldukça önemli bir rolü olan bu gerçekliklerin, devlet ve toplum arasındaki ilişki hukuku gerçekliğinde öteden beri cevabını arayan şu soruya dayanır;
Devlet korumak ve kollamakla mükellef olduğu topluma karşı neden şiddet uygular?
Bu soruyu dünya gerçekliğindeki demokrasi ve liberal hukuk devleti anlayışlarına vurduğunuzda alacağınız en kestirme cevap; devlet başlı başına bir yapısal sistemdir. Bundan dolayı her türlü yürütme-yasama erkine sahiptir. Bundan dolayı da cezai yaptırımlarının dışında ve uygulamakla mükellef olduğu hukuksal çerçevenin dışında hareket edemez!
Bu soruya sokağın ortasında ve paramparça olmuş hayatların içinde alacağınız cevap ise; umuda yolculuk otobüsleri ve yaz/kış demeden o meydanda toplanan, her hafta bir hikaye anlatan annelerin gözyaşları olacaktır.
İşte bu sorunun cevabını ve yaşamın gerçekliğini tam 17 yıldır o lisenin önündeki meydanda arayan anneler var hala.
17 yıldır canlarından birer parça olan kayıplarının akıbeti hakkında seslerini duyurma mücadelesi veriyorlar. Salt bugün değil dün de oradaydılar, emin olun yarın da olacaklar. Onlar sadece ve sadece kuru bir mezar, kırıntı kabilinde olsa dahi bir bilgi istiyorlar.
Son 17 yıldır ortaya koydukları bu duruş; devletin yargısının, yasamasının ve yürütmesinin işleyiş mekanizmasını ve sınırlarının herkes tarafından bir kez daha sorgulanmasını şart koşuyor.
Hikaye sadece Tolga Baykal’la sınırlı da değil. Cumartesi anneleri bu acımasız yazgılarının bütün hezeyanlarına bir cevap arıyor. Devletin bu soruyla yüzleşmesini istiyor.
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 12 Şubat günü 19.30-20.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Haftanin’in sınır alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından kobra tipi helikopterler ile bombardıman yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Şubat ayı, Kürdistan’ın birçok bölgesinde biz Kürtler arasında “Sıbata dînok” diye tanımlanır. Yani, “deli şubat.” Deli denir şubata! Kışın, doğa koşullarının zorluğu mu? Kar, fırtınanın yoğunluğu mu? Yolların kapanması ve çevreyle ilişkilerin kesilmesi mi? Bunlar da var ama sanmıyorum ki bundan dolayı Sıbata dînok densin.
Kürdistan’ın doğu-güney sınırı, güney-kuzey sınırı ve kuzeydoğu Kürdistan sınır hatlarının dağların karla kaplı ve her gün fırtınalara gebe halleri ve sınırların öte yüzündekilerin akrabalarına ulaşamama, ulaşmak isterken fırtınalara yakalanıp karda donup boğulmaları, yine karda boğulanların naaşlarının bulunmaması; bulunsa dahi yaz aylarında karın erimesinden sonra kurtların, çakalların yediklerinden artakalan parçalanmış elbise artıkları ve kemikleri bulunur.
Kürdistan’da Şubat ayında üç mevsim bir arada yaşanır. Ovalarda ekinlerin yeşerdiği, vadilerin yem yeşile kestiği, dağ eteklerinin eriyen kar sularıyla coştuğu, yükseklerin kar boranla geçen donduran, öldüren soğuğu Şubatın birkaç yüzü. Ancak Şubat ayının farklı yüzleri de var. Biz Kürtleri insanlık ailesinden çıkarmak için planlanan ve hala devam eden toplum kırım politikalarının uygulanma zamanı gibi.
Adımız, “eşkıya, kuyruklu, idraksiz, medeniyetten uzak”; varlığımız, güldürü-mizah malzemesinin aşağılanan fıkralarının konusu ve sanatın çöplük işlemelerinde etkisiz madde... Yani beyaz adamın kusmuğunu üstüne kustuğu, coğrafyası ile halkıyla bir toplum kırım arenası. Bu, öyle bir kırım ki Nazizm’e ilham verdi ve Nazım Hikmet’i bile tuzağa düşürerek O’na da bizim için “eşkıya” dedirtti.
20.yüzyıl başında dünyanın ulus devletlerince ve en acısı da halklar adına mücadele eden Lenin’in Bolşevik Partisi’nin katkılarıyla Lozan’da yeryüzünde yok sayıldık.
1925 Şubatının 15’inde Kürt şeyh ve dedelerine karşın komplolarla soykırım başlatıldı. Katlettiler, yaktılar, sürgün ettiler ve 80 Şeyhimizi hunharca astılar. Beyaz adam doymak bilmiyordu, analarımızın kulaklarını kesip altın küpeleri çaldılar “sevgililerine” hediye ettiler.
Sovyetlik Komünist partili yoldaşlarla anlaşarak Lenin’in Kurdurduğu Kızıl Kürdistan’ı 1936–38’de yıkarak Orta Asya Türkî Cumhuriyetlere dağıttılar. Yük trenlerine doldurulan yüz binlerden günlerce yapılan yolculuklar sonucunda yarısı ölmüş, öldürülmüş ve arta kalanlar Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’a dağıtılmışlardı. Dağıtıldıkları, konumlandıkları alanlar, yerleşim yerleri de Türklerin içindeydi.
En ilginci ve anlaşılması zor olan da toplu kalmalarına izin verilmemesi, köy köy Orta Asya'nın her yanına parçalanarak dağıtılması ve 1968’e kadar da bu köylere giriş çıkışların izne tabi tutulmasıdır. Yani bir nevi karantinaya alınmaları. Geride Kızıl Kürdistan’da kalan Müslüman Kürtler Azeri olmayı kabule zorlanıyor; Ezidi olanlar da Gürcistan ile Ermenistan’a dağıtılıyorlar. O dönem TC ile anlaşmanın gereği bunlar yapılıyor. Beyaz adam durmuyor, doymuyor toplum kırımına devam ediyor. Ta şimdiye kadar. Ama ne gariptir deli, eşkıya, dağlı denilerek küçümsenmek isteyenler tüm yok etme silah ve programlarına rağmen hala dağdalar.
Kara gün 15 Şubatta, soykırım gününde Rêber APO esir düşünce Kazakistan’da yaşayan şair (Welate me Kurdîstan’e şarkısının yazar) Mecide Sılo Önderlik için bedenini ateşe vermişti. Şubatın acısı Kürtleri siyasallaştırdı. Önderliğin yakalanması, esir düşmesiyle dağıtıldıkları dünyanın her yerinden yüzlerini ülkelerine döndüler.
15 Şubat 1925’te başlatılan Kürt toplumsal soykırım politikalarının yıldönümünde Önder APO’yu haince bir tuzakla Türkiye’ye getirdiler. Şeyh Sait’in idam edildiği 29 Haziranda Önder APO’ya idam verildi. TC, yani beyaz adam tarihselliğe göre hareket ediyor. Kürtlere “yok olmanızın tarihi var ve güncelden ders alın, siz var olmak isterseniz hep idam ve katliamları yapacağız” mesajını verdi. Katliamları hep yaptılar, günlük hayatımızın her alanına saldırarak yaptılar, tarihi belleğimize saldırarak tarihsizliği yarattılar. Asıl bir toplumun, bireyin tarihsel bellekten yoksunluğu o toplumda boşluk yaratır. Şubat 1925 ile hedeflenen Kürt toplumunda boşluk yaratmak yaratılan boşluktan beyaz Türklüğü inşa etmekti.
Sonuç olarak biliniyor delilik de bellek kaymasından kaynaklanır. Kürt toplumunun Şubat ayına deli şubat demesi mizahi de olsa, güncel yaşamın zorluğundan da olsa kendine yönelen soykırıma karşın bir karşı refleks ve kendinde ısrarın, kimliğini korumanın kara mizahıdır. Kürtler adeta “Senin tankın, topun, askeri zorun var, kendini güçlü görebilirsin, öyle de sanıyorsun ama benim damarlarım insanlığın ilk evrimine, ilk yerleşik yaşam ve toplumsallaşmanın ilk kültürüne gidiyor. Ben yaşayan insanlığın doğuranıyım yerimden sökülmem” diyor.
Evet, soykırımcıların planladıkları kara 15 Şubat yani Kürtleri kırım gününe cevaben Önder APO İmralı duruşu ve yaratığı eserleriyle soykırım tarihini boşa alarak Kürt tarih belleğini yeniden yarattı. Şimdi dağlılar, eşkıyalar yani Kawa’nın ellerinde özgürlük ateşi olan çocukları deli gömleğini zalimin başına ilmik ilmik örüyor. Şeyh ve dedelerimiz rahat uyusun, mezalimin planı başarılı olamadı.
Medet Serhat
- Ayrıntılar
Şeyh Said “isyan’ı” diye bilinen Kürt direnişi tarih olarak 15 Şubat 1925 olarak verilir. Üç ay sonra ise “isyan” Şeyh Said’in bir ihanetle yakalanışı ardından bastırılır. Tek tük direnişler farklı mekânlarda sürdürülürse esasta baş gövdeden kopartıldığı için direniş sonuçsuz kalır. Direniş çökertildikten sonra da Şeyh Said ve ona arkadaşlık yapanlar idam edilir. İdam tarihi olarak, 29 Haziran 1925 verilir.
Şeyh Said direnişinin bastırılmasıyla idam sehpalarında onlarca yurtsever katledilir. Bu esasta Kürdistan’da yeni ve çok trajik bir sürecinin başlatılması demektir. Bu süreç Kürtler açısından çok yıkıcı bir süreç olacaktır. Soykırım uygulanması demek çokta abartı olmayacaktır. 1938 yılına kadar süren bu tarihi kesit, esasta bir halkın topyekûn imhasının hedeflendiği ve önemli oranda da katledildiği tarihi bir kesittir.
Kimdir Şeyh Said?
Şeyh Sait 1865 yılında Erzurum’un ilçesi Hınıs’a bağlı Kolhisar Köyü’nde dünyaya geldi. Babasının adı Şeyh Mahmut Fevzi’dir. Şeyh Sait’in ailesi köklü ve büyük ailelerdendir. Dedesi olan Şeyh Ali, Mevlana Halid’in öğrencilerindendi. Şeyh Ali, Mevlana Halid’in, Şam’daki dergâhında eğitim gören öğrenciler arasında özel olarak ilgilendiği 11 gençten biriydi.
Şeyh Sait Medreselerde eğitim görmüş, dönemin en iyi din eğitiminden geçmiş, Arap-İslam felsefesinin yanında eski Yunan felsefesi ile mantık derslerini okumuştu. Arapçayı Kürtçe kadar iyi konuşuyor, okuyor ve yazıyordu.
Şeyh, genç yaşta çevresinde sivrilmiş, tanınmış bir kişilik olmuş, olgunluk çağında ise bölgede tartışmasız kabul gören saygınlığına, Nakşibendîliğin “Postnişin” ini eklemişti. Şeyh varlıklı sayılırdı.
Özcesi Şeyh Said yaşanabilecek olası gelişmelerde destekleri alınabilirse önemli roller üstlenecek saygın bir kişiliktir. Etrafta sevilendir. Bir de yapıcı olan diliyle de genel olarakta kabul görendir.
1920’li yıllar Ortadoğu’da tüm halkların kendilerine bir yol aradıkları yıllardır. Birinci dünya savaşı bitmiş, Osmanlı yıkılmış, emperyalistler Ortadoğu’yu işgal etmişlerdir. Kendilerince Ortadoğu’ya biçim vermek için kendi aralarında Ortadoğu halklarına karşı hem birleşiyorlar, hem de birbirlerine karşı kavgalıdırlar. Bu esasta çok ciddi hilelerin ve oyunların oynandığı anlamına da gelmektedir.
Örneğin güneyde İngilizler Berzenci’yi yanına alarak kuzey Kürtlerini etkileyerek Türklere karşı çıkmaları için özel baskı uygulamaktadırlar. Ne de olsa eğer Kürtler Türklere karşı direnişe ya da isyana geçerlerse o zaman İngilizler güneyde daha rahat petrol yataklarını ele geçirebileceklerdir. Yine Türklere karşı önemli bir kozu ele geçirmiş olacaklardır. Berzenci bunu kabul etmediği için önce Kürdistan toprakları İngilizlerce bombalanacak ardından da Şeyh Mahmut Berzenci tutsak alınarak Hindistan’a sürgüne gönderilecektir. Bunun için Türkleri-ki bu arada Türkiye’de görkemli bir ulusal kurtuluş savaşı verilmiş, Kürtler ve birçok başka halkta burada bu direnişte yerini almıştır. Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulmuş, Kürtlerde başka birçok halk gibi dediğimiz gibi bu kuruluşta yerini almıştır. Ve asli kurucu üyeler olarak kabul edilmişlerdir. Böyle biraz istikrarı yakalamış bir yapı yukarıda dile getirdiğimiz gibi, İngiliz ve emperyalist emellerinin gerçekleşmemesi ya da zor gerçekleşmesi demektir.
İşte burada İngiliz oyunları devreye girer. Kürtleri Türklere karşı kışkırtmak başlıca plandır. Kaldı ki Kürtler birinci dünya savaşında geç kalmışta olsalar giderek kendi aralarında örgütlenmeye gitmektedirler. Azadi örgütünü kurmuşlardır. Sevr bir İngiliz planı olarak iyi tutmuştur. Türkler korkutulmuşlardır. Yeni kurtarılmış olan vatan yeniden parçalana bilir fobisi iyi hazırlanmıştır. Ve nitekim Lozan’a giden yol esasta Sevr tuzağıdır. Bu tuzağın açık bedeli Kerkük ve Musul’dur. Lozan’da Kürtlerin yok sayılmasıyla Kürtler doğalında rahatsızdırlar. Ve örgütlüklerine daha fazla ağırlık vermişlerdir. Lozan’ı yaratanların da yine İngilizler olduğunu unutmayalım. Berzenci’yi yanlarına alma çabaları, kuzeyde Kürtleri Türklere karşı çıkarma girişimleri bir şekilde Türklere de yansıtılmıştır. Kürtlerin İngiliz destekli bir ayaklanması Türkiye cumhuriyeti devletini tehlikeye sokacaktır. Bunu çok açık bir şekilde İngilizler Türklere hissettirmektedirler. Muhtemelen bu bilgileri vermektedirler.
Sonuç; Lozan’da güneyde bulunan petrol yataklarının tümü İngilizlere bırakılmıştır. Musul ve Kerkük Misakı Milli sınırlarının dışında tutulmuşlardır.
Sonuç; İngiliz destekli olarak Kürtler yok edilme sürecine alınmışlardır. Kürtlerin katledilişlerine sessiz kalınacağının sözü alınmıştır. Kürdistan’ı Türklerin kültürel ve fiziki yayılma alanı olarak kullanılmasına göz yumulmuştur.
Sonuç; dondurucu çıkar ilişkileri Kürdistan’da bir katliam sürecinin başlatılmasına yol açmıştır.
Şeyh isyanı dedikleri isyan bunun için söylendiği gibi bir isyan değildir. Kürtler söylendiği gibi ayaklanmamışlardır. Kürtler çok bilinçli, planlı, sistematik olarak bir katliam sürecine çekilerek inkâr ve imha rejimine tabi tutulmuşlardır. Buna da Kürt isyanları demişlerdir.
Kürtler dediğimiz gibi isyana kalkmamışlardır. Önce Şeyh Said’i çok büyük hinlikler ve hainlik içeren bir komployla tavır almaya zorlamışlardır. Şeyh Sait hazırlıklı olmadığı halde bu tavrı sergileyince bu kez “ayaklandılar” diyerek topyekûn katliam mekanizmasını devreye koymuşlardır. Daha önce de gelişebilecek olası bir direnişte rol alacak Cibranlı Xalıt ile Bitlis Ziya Yusuf gizlice tutuklanmışlardır.
Özcesi yok edilmeye karşı Kürtlerin yaptıkları sadece ve sadece bir direniştir. Kürtlerin 14 yıl boyunca geliştirdikleri direnişlerdir. 29 isyan dedikleri isyanlar incelendiğinde yaşananın sadece ve sadece birer direniş olduğu rahatlıkla görülecektir. Bir nevi varlıkları korumak için direndikleri apaçık gözler önündedir.
Evet, tarihi iyi okumak gerekir. 15 Şubat 1925’te Kürtlere dayatılan bir soykırım sürecidir. Bu soykırım rejimi çok vahşice uygulandı. Bu soykırım rejiminin destekleyicileri belki de planlayıcılarının başında İngiltere emperyalistleri gelmektedir.
Aynı ve benzer bir komployu bu kez ikinci kez Ortadoğu’yu kendilerine göre tasarımlamak isterlerken önlerinde engel olarak yine Kürtleri görmüşlerdir. Kürtlerin içerisinde de emperyalistlerin oyunlarını kabul etmeyen, kendi özgürlük çizgisinde ısrar eden Özgür Kürt İradesini görmüşlerdir.
Yeni bir 15 Şubat’a doğru giderken 15 Şubat’a birde bu gözle bakarak, direnişimizin ne kadar derin olması gerektiğinin bilinciyle 15 Şubat’ı yaratanlara karşı tavrımızı daha da büyük bir bilinç ve özveriyle yükseltelim.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Herhalde dünyada bir insanı ya da toplumu yok saymanın en kötü tarzı o bireyin ya da toplumun düşüncede bile olmadığını düşünmektir. Düşünce de bile olmayan birilerine gösterilecek yaklaşım ise umursamazlık olacaktır.
Birilerini ezebilirsiniz, bastırabilirsiniz, olmaması için elime edebilirsiniz, yok edersiniz, sömürebilirsiniz. Daha başka anti insani yaklaşımlarda da bulunabilirsiniz. Ancak bu anti insani duruma karşı bireyler yada toplumlar refleks gösterirler. Kimileri en sert direnişe geçerek, kimileri içine kapanarak, kimileri çocuk doğurmayarak, kimileri intihar ederek, kimileri bu baskıyı, sömürüyü kabul etmediğini başka başka yöntemlerle hissettirerek bunu yapar.
Ancak siz bir bireyi ya da toplumu umursamazsanız orada ortaya çıkacak tablo çok daha kötü bir şekilde tahripkârdır. Zamanında İsmail Beşikçi Hoca bu durumu devletlerarası sömürge statüsü olarak değerlendirdi. Kimisi buna sömürge bile denilmeyecek kadar dıştalamak ve umursamazlık dedi.
Umursanmamışlık belki de dünya da psikolojik özel savaşın en derinidir. Özel savaşların anası gibi bir durumdur. Birilerinin var olduğunu hiç görmemekten gelerek, o “var olanının var olmadığının” hissiyatını yaratarak birilerini hiçleştirmedir.
Hiçlilik psikolojisi korkunç bir durumdur. Bir insanı bitirmek istiyorsanız, bir bireyi ruhsal olarak çökertmek istiyorsanız, bir bireyi kendisiyle kavga eder hale getirmek istiyorsanız, bir bireyi kendisine karşı öz güvensiz kılmak istiyorsanız, bir bireyi hasta ve patolojik kılmak istiyorsanız, öyle bir bireyin olmadığını, öyle bir bireyin bir hiç olduğunun durumunu yaratın, gerisi yukarda dile gelenlerin gelişmesi ve yaşanmasıdır.
Kürdistan’da işgalciler çok bilinçli bir şekilde bir halka karşı umursamazlık politikasını geliştirmişlerdir. Ve bu politikayı da ısrarla sürdürmek istiyorlar. Kürt halkını ne kadar umursamazlarsa o kadar Kürt halkını ruhsal sahada kendilerine bağlı kılacaklarını düşünmektedirler. Yukarıda dile getirdik; umursanmayanların psikolojisi ağırlıklı olarak ilgi beklemeye dönük, çaresizlik psikolojisidir. Bir kere bu yaratıldı mı bu psikolojiyi yaşayanları kendi merkezi ekseninde tutmak zor olmamaktadır.
İlgi bekleyenleri tatmin etmek kolaydır. Kandırmak rahattır. Yönlendirmek basittir. Bir şeylere razı etmek zor değildir.
Aynı biçimde bu kez tersinden umursamayanlar kendilerine son derece güvenirler, rahat olurlar, üstün bir psikolojileri vardır. Yaptıklarını hak görürler. Onlar ilgilenecek olanlardır. Onlar buyurgan olanlardır. Onlar bu toprakların sahibidirler. Onlar efendidirler. Onlar her şeydirler.
İşte bu durumu tersine çevirmek gerekiyor. Özgürlük hareketi tam 30 yıldır bu durumu tersine çevirmek için amansız bir mücadele vermiştir. Bunun için 20 bin gerilla can vermiştir. 20 bine yakın yurtsever insanımız katledilmiştir. 4 bin köyümüz yakılmıştır. Düşman Kürdistan’ın adeta virane çevirmek için her şeyi yapmıştır. Buna rağmen mücadele durdurulamamış ve Kürt halkı kendisini hissettirecek duruma getirmiştir. Kürt halkı artık umursanan hale gelmiştir. Kürt halkı kendi farkına vararak, kendine güvensiz olan ruh halini aşmaya dönük ciddi bir mücadele içerisine girmiştir. Kendi kaderini artık kendi eline almıştır. Artık kendine güvenmektedir. Ve kimsenin ona tepeden bakılmasına izin vermeyecektir. Ve buna kimsenin cüret etmesine de izin vermeyecektir.
Ancak Kürt halkının kendisine bu kadar güvenmesi yeterli değildir. Bu kendisi olma durumu, işgalcilerin Kürdistan’da kendilerini işgalci görmelerine yetecek kadar değildir. Bunun için öncelikli olarak işgalcinin kimyasını bozulması gerekiyor. Umursamazlık psikolojisinin yıkılması gerekiyor. Umursamayanın umursanmadığının hissettirilmesi gerekiyor. Bunun yolu ise Kürdistan’da işgal konumda olan polisine, askerine, öğretmenine, savcısına, memuruna özcesi her türlü devlet görevlisine öyle bir umursamazlık yaklaşımı gösterilmelidir ki, bu işgalci gücün memurları kendilerini bu ülkede yabancı ve işgalci hissetsinler. Bu işgalci memurlara karşı sadece ve sadece kendi dilimizle konuşulmalıdır. Kendi dilimizle konuşmasak bile bu işgalci memurlarla konuşulmamalıdır. İşgalci memurlar, burada bu tavırlarıyla ya yabancı olacaklar ya da sağlıklı bir insan gibi Kürt halkıyla el ele onun özgürlük mücadelesinin yanında yer alarak bu toprakların baş tacı olacaklardır.
Evet, işgalcinin kimyasını bozmak gerekir. Bunu yapacak olan ise yıllardır dimdik ayakta duran onurlu direnişiyle destan yaratan halkımız olacaktır. Onun genci, onu çocuğu, onun anası, onun kadını, onun babası, onun imamı. Özcesi komple Kürt halkı olacaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
Kürdistan Özgürlük Hareketi ve Demokrasi mücadelemizin en önemli süreçlerini yaşamaktayız. Kürdistan Halkı tarih sahnesinde hiçbir zaman bu kadar özgürlüğü kendi iradesi ve mücadelesinin ürünü olarak ele almamıştır. Bu büyük ve onurlu yürüyüşün yarım yüzyıla yakın olan tarihinin her anı büyük kahramanlıkların sergilendiği ve yaşandığı destansı bir tarih olmuştur.
- Ayrıntılar