Hastalığın en basit anlamı; herhangi bir canlı organizmada yaşanan aksaklık ya da çeşitli nedenlerden ötürü ortaya çıkan sağrılı durum hali olmaktadır.
Toplumun kendisinin de canlı bir organizma olduğunu düşündüğümüzde; toplumsal hastalığın sağaltılmadığı müddetçe nasıl nevroz haline dönüştüğünü son günlerde bir kere daha canlı bir şekilde görmekteyiz.
Özellikle son günlerde başlatılan cemaat-PKK ilişkilerine yönelik aslı astarı olmayan yorumlarda ve görüşlerde, toplumsal katman olarak ne kadar hastalıklı bir haleti ruhiyenin mevcut olduğunu da çok iyi bir şekilde görebilmekteyiz.
Bu hastalık hali özellikle PKK veya Kürt sorunu kelimeleri karşısında hep nüksetmektedir. Bunun kendiliğinden olduğunu elbette kabul edebilmek veya varsaymak mümkün değildir.
Bununla birlikte toplumsal hastalık dediğimiz bu durumun yelpazesi de çok geniş ve grift olmakta. Örneğin bu kesimlerin birçoğu, sorunun çözülmesinden ve barış’ın gelişmesinden her daim dem vurmaktadır. Hatta bu konuda önleri açıldığında mangalda kül bile bırakmazlar.
Bunlara bu konu hakkında çözümünüz nedir diye soru sorulduğunda ise genelde nabza göre şerbet vermeye çalışırlar. Yani öyle kökten bir yaklaşımları veya adam akıllı bir yol haritaları yoktur.
Gün olur çözüm için silahı-uçağı, tankı-topu gösterirler, gün olur çözüm için bütün aktörlerin inisiyatif alması için yarım ağızla çağrılarda bulunurlar.
Bu kesimlerin tutarsızlıklarını, bir dediği bir diğerini tutmayan civanmertliklerini! Yüzlerine vurduğunda ise kuyruklarını bacaklarının arasına kıstırarak, bir köşeye sinerler. Ondan sonra da hümaniter argümanlarla kendilerini, fikir savaşçıları ve düşünce adamları olarak göstermeye çalışırlar.
Örneğin bir tanesi ya da bir kesim çıkıp da; Hükümetin bu konu hakkında şöyle bir çözüm planı var diye herhangi bir şeyi söyleyemez.
Ama aynı zamanda konu hakkında en çok kafa yoran, gece-gündüz demeden, insanlık tarihinin görmediği işkencelerle bir ada hapishanesinde çözüm için her türlü görüşünü ve eylemini bütün kamuoyuyla paylaşmaya çalışan, Kürt halk önderliğine yönelik de her türlü çarpıtmayı ve ucuzluğu da kendilerinde mahir görmekteler.
Bugünün yönetim biçimi olarak özerklik denildiğinde; “bunlar gizliden gizliye devlet yapıyorlar” diye avaz avaz bağırıyorlar. Bunun yanında Ankara’dan yönetilen Türkiye’nin yetersizliğini de çok iyi bilmektedirler. Devletin gündelik yaşamdaki sınırlarının daraltılması yönündeki “yerel yönetimler güçlendirilsin, halk kendi meclisleriyle kendi sorunlarına çözüm bulmaya çalışsın” denildiğinde, bunlar kıyameti koparırlar; “esas maksatları devleti bölmektir” diye. Ama herhangi bir durumda da, yine bu kesim “nerede bu devlet” diye gazete köşelerinde yazılar yazar ya da ekranlarda bol bol kafa ütülerler.
Yani hem kel’ler, hem de fodul’lar.
Ne bir çözüm projeleri var, ne de siyasi erke bu konu hakkında ciddi eleştirileri var. Fakat çözüm için söylenenlere, ortaya atılan fikirlere ise daha başından set çekerek, rengi belli olmayan söylemleriyle yönelmeye çalışmanın dışında bir duruşu olmayan bu kesim, aslında bu toplumsal hastalığın nedeni olan ur olmaktadır.
Bunların durumları aslında biraz da hani o meşhur görmemişin hikayesine benzemektedir. Bunlar böyledir, barışa yönelik ya da sorunun çözümüne yönelik bir tansiyon artışı toplumda oluştuğunda, hemen efendilerinin serçe parmaklarına, kol bileklerine iki elle sarılırlar.
Halbu ki, tuttukları kendi parçalarının bir uzvu değildir, işte bunun da farkında olamamaları da başlı başına bir içler acısını oluşturmakta.
Barışın, kardeşliğin ve birlikte yaşamanın isim boyutuyla kalmasını isterler hep. Bunların cisme dönüştürülmemesine yönelik her türlü kışkırtıcılığı yaparlar. İnsana ve dünyaya dair sevgileri/görüşleri, nemalandıkları parsanın ebatlarında sıkışık kalmaktadır.
Tüm bu sebeplerden dolayı bunların bu şekilde barışa, kardeşliğe hizmet etmesi, öncülük edebilmeleri ufukta görünmemekte.
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Doğanın en genel kurallarından biri olan etki-tepki olayını açmak gereksiz olsa da toplumsal sorun ve olgularda da bunun çok geçerli bir kural olduğu herkesçe bilinir. Kürt halkının değerleri, ilkeleri ve varlığının tehlike altında olduğu, fiziksel tehditle sindirilmeye çalışıldığı bir ortamda tabii ki savunma ilkelerinin, diğer bir deyişle savunma reflekslerinin gelmesi gayet doğal, insani bir tavırdır.
Her gün yeni bir ölümün altına imza atan devlet karşısında tabii ki Kürt iradesi de kendi tavrını sergileme, savunmasını sağlama yükümlülüğüyle karşı karşıyadır. Bu savunma saldırının niteliğine ve şekline göre tabii ki karşılık alacaktır.
Kürt halkının bu bilinci geçen 32 yıllık PKK mücadelesinden çıkardığı dersler sonucunda edindiği bilinse de Kürt halkının davasının yanında olduğunu iddia edenlerin yaklaşımlarının halen üç maymunlar üzerinden gidiyor olması yürütülecek savunmayı içten bölen, zedeleyen bir konuma karşılık geliyor.
Hem savaşın, haksızlığın, sömürünün, kanın durmasını isteyeceksin, hem de sorunun çözüm kaynağına yönelerek bunu boşa çıkaracaksın. Saldırganın değil, saldırıya uğrayanın elini bağlayacaksın. Bir nevi katilin, tecavüzcünün, hırsızın tarafında duracaksın.
Son günlerde gelişen kimi olaylar karşısında üslubumuzun sertleştiği, kimi noktalarda ‘kibar’ devlet yetkilisi ve yarenlerini rahatsız edecek bir düzeye geldiği eleştirisi alıyoruz. Haklarımızı “talep” etmekten, “elde etme” sürecine geçişimiz zorluyormuş. Haklılığımızı daha uygun, ikna edici bir dille de savunabilirmişiz. Hassasiyetleri gözetmeliymişiz…
Kusura bakmayın ama sanırım biraz geç kaldınız. Bu, bir.
Hatırlanırsa 1 Haziran 2010 tarihinde kaldırılan eylemsizlik sürecinin açıklamasında hareketimiz yeni bir döneme adım attığımızı belirtmişti. Üçüncü dönem dediğimiz ve barışçıl, demokratik siyaset ve diyalog yöntemiyle çözümün artık zeminini yitirdiği gerçeğine vurgu yapılarak yaşadığımız bu değişimin gerekçelerini de ortaya koymuştuk.
Kör bir şiddetin, fazladan acının ve kanın dökülmesinin meşrulaştırılması olmayan bu stratejik değişim Kürt iradesinin kendi sistemini, yaşam koşullarını, kültürünü, haklarını bir yerlerden beklemeden ve istemeden kendisinin yaratmasını öngören bu stratejik döneme en somut haliyle Kürt halkının “varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma” dönemi dedik. Çünkü Kürt halkının katliam riskiyle karşı karşıya olduğu ve artık çektiği tüm acıların sonlandırılarak bir toplum ve halk olmaktan kaynaklanan haklarına kavuşması gerektiği gerçeğiyle yüz yüzeydik.
Bu dönemin karakteri ile birlikte yöntemleri, dili de değişti. Kaçıranlara hatırlatalım. Bu, iki.
Bu da üç… Geçmiş dönemde kullandığımız, hassasiyetleri gözeten, çoğu zaman alttan alan, niyetleri ve amacı kavratmaya çalışan üslup, hep kendinden taviz veren yaklaşım ve oldukça sınırlandırılmış taleplere alışmış olanlar tarafından bu değişime alışmak zor olacaktır. Ama olacaktır.
Herkes buna her şeyden önce dilini ve üslubunu düzelterek başlayacaktır.
Dünyayla, en faşist devlet ve sistemlerle hem de Ortadoğu gibi bir coğrafyada mücadele etme yeteneğine sahip bir hareket karşısında, onun lideri karşısında söylenecekler, kırk defa oturup düşünmeyi gerektirir. Eleştiri yapmak, öneri sunmak, görüş belirtmek ayrı, kalkıp yol göstericiliğe soyunmak ayrıdır. Unutulmasın ki PKK’nin yıllardır yürüttüğü mücadele ve yarattığı siyasi, teorik, kültürel, askeri birikim şu anda kalkıp da Kürt sorununun kaderi hakkında atıp tutanların tahayyül edemeyecekleri enginliktedir. Ve bu birikimin sentezlenmiş hali Önderliğimiz şahsında yaşam bulmaktadır.
Eğer on binlerce yeminli militanı, milyonlarca insanı tek bir söylemiyle harekete geçirebilecek bir insan, yıllarca her türlü eziyete rağmen direnerek barışın yolunu göstermeye çalışıyor, mütevazıca diyaloga ve tartışmaya, eleştiriye açık olduğunu söylüyorsa bunun ne anlama geldiğini gelin bir daha düşünün.
Önce tanıyın. Hakkında konuştuğum, yazdığım, tartıştığım bu şey, kişi, olgu ne diye bir sorun kendinize. Kalkıp Abdullah Öcalan gibi özgür bir insanın, Önderliğimizin yaşadığı koşullardan kaynaklı sağlıklı düşünemeyeceğini bile iddia edecek kadar kendini kaybetmiş, nerede ve ne olduğunu unutan kimseleri biraz daha düşünmeye davet ediyoruz.
Ve sonuç yerine;
Açıkça söylemekte bir sakınca yok. Biz, artık bir şey beklemiyoruz. Ne devletten, ne hükümetten, ne düzen partilerinden, ne onlarla işbirliğiyle yaşayan kurum ve kuruluşlardan, ne bürokrasiden hiçbir şey beklemiyoruz. Yıllarca kapı kapı gezerek barışçıl çözüm için desteğini almaya çalıştığımız, adeta yalvarır olduğumuz, gelin birlikte barışı kuralım dediğimiz kesimlerden de bir şey beklemiyoruz. En azından kendimiz adına bir şey beklemiyoruz.
Eğer yaşadıkları ülkede boşa geçirilen, saptırmalara uğrayan her geçen gün ile birlikte ihtimali artan şiddetli çatışma ve savaş halinden kendileri ve birlikte yaşadıkları toplumun etkilenmesini engelleyecek yolları bulmak istemiyor ve bundan vicdanen de rahatsızlık duymuyorlarsa onlar adına yapabileceğimiz bir şey de yok.
Yok, ben duyarlıyım, bu ülkenin sorunlarına karşı ilgiliyim, ben de barışta çaba sahibi olmak istiyorum diyorlarsa o zaman kendilerine saflarını bir kez daha gözden geçirmeleri gerektiğini hatırlatalım. Ve herkesi biraz da edepli olmaya çağıralım. Haklının yanında olmanın bir talep, istem ve dilekle gerçekleştirilebileceği yanılgısından vazgeçmelerini dileyelim. Eğer biraz da olsa Kürt halkının taleplerine saygılıysalar Che’nin sözünü hatırlatalım “İlerici insanlığın iyi dilekleri pleblerin gladyatörleri alkışlamasına benziyor. İyi dilek değil, zafere ya da ölüme kadar omuz omuza yürümek gerekir.”
Gerisi boş…
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Acıyı katlayarak başladık yılın son ayına. Kürt halkının en nadide iki genci üç gün arayla aramızdan ayrıldı.
Kürdistan gerillaları olarak yoldaşlarımızın gidişlerine yabancı değiliz. İnandığımız özgürlük mücadelesinde tanıdığımız, yaşadığımız ve paylaştığımız nice genci uğurladık uzun yıllar boyunca. Her biri büyük bir iz, her biri büyük bir yara bırakarak gitseler de acılarını yarınlara ulaşmakta katık yaparak yürümesini de bildik. Çünkü düşen ya da giden her canın istediği de budur. Hedefe, amaca ilerlemek.
Çünkü düşenler de onlardan öncekilerden devraldıkları bayrakları taşıyorlardı. Güzel günlere inanan civanmert gençlerin hayallerini, sözlerini, duygu ve düşüncelerini omuzlayarak yürümek biraz da yaşamımızın adı…
Bu yüzden her düşen yarım bıraktıklarının yarına ulaşacağını bilir. Onu önemseyen, onun için yaşayacak olanların olduğunu bilir.
Fikri ve Bedran yoldaşlarımız da beraber yaşadığımız, paylaştığımız, acıyı ve sevinci bölüştüğümüz iki değerli Kürt genci. Her bir anısı kitaplarla anlatılabilecek bu iki gencin en önemli ortak özellikleri bağlılıkları, sarsılmaz inançlarıydı. Ve de adalet duyguları. En yakınında, en samimi olduklarına karşı bile eleştiri dozunu hesaplayarak gerektiğinde her türlü bedeli göze alarak cesurca düşüncelerini dillendirmeleri bir de. Ve daha birçok özellik…
Böylesi değer verdiğimiz iki insanın çok acıtacak gidişleri karşısında elbette hüzünlü, duygulu ve öfkeliyiz.
Hüznümüzün ve duygusallığımızın nedeni halkımızın en kutlu çocuklarıyla yaşadığımız güzel günlerin hatıraları ve artık onlardan mahrum kalmış olmamız. Öfkemizin nedeni ise yiten gerillaları görmemekte direnen ve “sözde” yaşayan kişilerin densizliği, duyarsızlığı, reflekssizliği. İlan edilmesi için her kesimin neredeyse PKK’yi tehdit etmede yarıştığı eylemsizlik kararı sürecinde yiten 32 can karşısında takınılan suskunluk.
Biz gerillalar olarak birilerinin bir şeyler söyleyip söylememesini çok önemsemediğimizi sanırım geçen yıllar içinde iyi bir şekilde göstermiş bulunuyoruz. İnandığı doğrular için ölümü göze almış bireyler topluluğunun birilerinin kendisine yönelik söz söylemesine (tabii ki değerli görüş, öneri ve eleştiriler dışında) çok meraklı olmadığı da bilinir.
Fakat halkların yaşadığı sorunların barışçıl ve demokratik çözümü için önemli, tarihi ve hatta son olabilecek bir imkanı değerlendirmek konusunda yaşanan vurdumduymaz ve bencil tutumların bir geleceği kaybettireceği ihtimalini görmezden gelerek sözde vicdanlarının rahatlığıyla yaşayan insanların durumlarını irdeleme gerekliliğini de önemsiyoruz.
Artık çok iyi biliyoruz ki Türkiye’nin birçok sözde gazetecisi, sözde aydını, sözde duyarlı, sözde sorumluluk sahibi kişisi sitemizi yakından takip ediyor. Ve yayınladığımız açıklamaları, yazıları, değerlendirmeleri yakından takip ediyor. Ayrıca HPG olarak yaşanan her gelişme karşısında kamuoyuna yönelik açıklamalarla enformasyon görevimizi yerine getirdiğimizden Kürdistan’da yaşanan olayların gizli kalması, bilinmemesi gibi bir ihtimal kalmıyor.
Yazılan her kelimeyi cımbızlayarak, laboratuar ortamında incelemeye alan birçok “sözde” kesimin bize karşıtlıktaki istem ve arzusunun toplumsal sorunlar karşısında neden aynı duyarlılıkla açığa çıkmaması doğrusu düşündürüyor. Kendi çıkar dünyalarında, nemalandıkları, eline baktıkları iktidar odaklarına yaranmak için Kürt Özgürlük Hareketi gerillalarının bir açığını bulurum da yüklenirim uyanıklığını gösteren tüm bu “sözde”ler nedense en büyük refleksin sergilenmesi gereken noktalarda da sus pus olabiliyor.
“Ölene kadar Kürt” kalan “Apo’yu özleyen” Ahmet abiye yönelik olur olmaz sahiplenmelerle düzey düşüren yine bu kesimlerin yıllar öncesinde, yani duyarlılığını ve tepkisini zamanında göstermesi gereken zamanda sessiz kalmaları; linci onaylayan, ırkçılığı körükleyen, toplumsal hassasiyetleri baltalayan, halklar arası çatışma ihtimalini yükselten, toplumsal bellekte bir tümör oluşturan, yüzlerce gencin kanının dökülmesine, halklarımızın emeklerinin bombalarla, kurşunlarla kendisine dönmesine neden olmamış mıydı?
Şimdi sözde özeleştiriler, anma ve kutlamalarla yitenin geri geleceği, toplumsal vicdanın aklanacağı mı düşünülüyor?
O da bir yüz karasıydı bu tüm “sözde”ler için. Bugün yaşadıkları sessizlik de.
Fikri ve Bedran’ın toprağın göğsüne düşüşleri ancak özgürlük çiçeklerinin çoğalmasına neden olur. Öfke ve tepkimizi biler. Savaşma azmi ve mücadele ısrarımızı çoğaltır. Bunun dışında biz gerillalar için anılarıyla ve acılarıyla yaşamak ve savaşmak kalır geriye. İnadına, iradeyle, bilinçle, sevgiyle inandığımız davaya bağlı kalmak ve yürümek. Bunun onurlu ve haklı bir yol olduğu gerçeği kalbimizde var olduğu müddetçe de hiç kimse bunu değiştiremeyecektir.
Son ve açık bir söz daha.
Tüm “Sözde”lere;
HPG olarak 13 Ağustos 2010 günü ilan edilen eylemsizlik kararına yüksek bir disiplin ve üstün bir duyarlılıkla uyuyor, süreci sabote edecek herhangi bir girişime mahal vermemek için kendimizi sınırlandırıyoruz. Buna rağmen ilan edildiği günden bu yana tam 32 arkadaşımız Türk ordusunun imha saldırılarında yaşamını yitirdi.
Yürüttüğümüz iki buçuk aylık savaş sürecinin de gösterdiği gibi silahı kullandığımızda, kullanmak istediğimizde ülkeyi felç edebilecek kapasitedeyiz ve yaz kış demeden her yerde her türlü eylemi geliştirebilecek örgütlülüğe sahibiz. Buna rağmen Türk ordusunun saldırıları karşısında neredeyse misilleme eylemlerine bile başvurmamamız gösterilen iyi niyetin düzeyini gösteriyor. Bunu toplumun hassasiyetlerine gösterilmiş bir duyarlılık olarak adlandırabiliriz.
Bu gerçeğe rağmen üzerimize geliniyor ve imha hedefi ile yönelim gerçekleştiriliyor. Siz, gerekmeyen yerde çığırtkanlık yapan fakat toplumsal barışı bombalayan, sabote eden yaklaşımları sessizce izlemekle ne yapmak istiyorsunuz? Gerçekten üstlendiğiniz sıfatları hak ettiğinize inanıyorsanız, toplumsal sorumluluk ve toplumu aydınlatma, örgütleme görevinize sahip çıkmanız gerekmez mi?
Ha, bilmiyor, görmüyor ve duymuyorsanız; en büyük silahınız olan cahilliği kullanacaksanız söyleyin, biz de o zaman kiminle muhatap olduğumuzu bilelim ve ona göre davranalım.
Mahir Cudi
- Ayrıntılar
Son zamanlarda gençlik çok tartışılıyor. Daha önceleri genç olanlarda bu tartışmaya giriyor. Anılar tazeleniyor. Kiminde romantizm duyguları kabarıyor, kiminde nostalji, hayranlık karışımı bir duygu. Ve kiminde ise devletçi zihniyetlerin binyıllarca savundukları ve herkese kabul ettirmek istedikleri: gençtir bilmezler, gençtir sıcakkanlıdırlar, düşünemezler, gençtir yanlışlıklar yapabilirler ancak aşırıya kaçmamalıdırlar gibi oldukça küçümseyici, hakaret edici ve de onur kırıcı yaklaşımları görüyoruz.
Gençlerin ezelden beri tarihi en ileriye devindiren bir güç olduğu unutulur. Gençliğin çok sıcakkanlı, duygu yüklü, manipüle edilmeye açık yanları elbette vardır, ancak birde yeniliğe hep özlemlidir, boyun eğmeyi kabul etmez, adalet arayışları yüksektir, dik duruşuyla tanınır, iki yüzlülükler yerine dobra karakteri ile bilinir. Özcesi birkaç düzeltilmesi gereken yönü olsa da toplumu ileri taşırmada en insani talepleri sürekli yüreğinde taşıyan bir kesimdir. Ve ağırlıklı olarak ele alınması gerekenlerde bunlar.
Birkaç gencin haksızlıklara, adaletsizlikler başkaldırışı –kaldı ki taleplerin çoğu direk kendileriyle ilgili yani ekonomik sosyal talepler olmasına rağmen bu kadar büyük saldırılarla karşılaştılar. Demek ki gençliğin asıl karakteri olan kendisini ileri insanlık için feda eden yönleri biraz öne çıksa sadece meydanlarda coplamayacaklardır, alenen infaz edeceklerdir. Denizlere yaptıkları gibi idam sehpalarında sallandıracaklardır, Kızıldere’de yaptıkları gibi acımasızca infaz edeceklerdir ve 1 Mayıs olaylarında gördüğümüz gibi kurşunlara dizeceklerdir.
Evet, gençlik ekonomik ve sosyal talepler için bu kadar hedef gösteriliyorsa demek ki copları kullananların, coplarla vuranlara talimat verenlerin, sözde aydın geçinipte kalemleriyle saldırarak akıl verenlerin, siyaset kürsülerinde gençlere “yaptığınız faşizmdir, akıllanın, yumurtalar omlet yapın yiyin” diyenlerin bir bildikleri var ki gençlere saldırıyorlar. Akıl vermelerde ve tehdit etmelerde hızını alamayanlar dünyayı en ileriye taşıyan devrimci direniş hamlesine dil uzatarak, karalamalarda geri durmuyorlar. 68’li yılların küresel çapta kapitalizme kafa tutarak, farklı bir yaşam ya da “farklı bir dünya mümkündür” umudunu yarattığını unutarak saldırıyorlar.
Onlar saldırsınlar, biz onların niçin saldırdıklarını biliyoruz. Onlar deli dolu olan, bildiğini okuyan güzel ve adil bir yaşam isteyen, özgürlüklere ket vurulmasını asla tahammül etmeyen, ortakçılığı savunan, boyun eğmeyen ve tüm boyun eğdirmelere karşı duran bir gençlik istemiyorlar. Onlar güdümlenmeye açık, höt dediğinde hizaya geçen, kendi ırkçı-milliyetçi ve militarist politikalarını uygulamak için uydu bir gençlik istiyorlar. Onlar sadece kendini bencilce düşünen, inekleyen, topluma karşı sorumsuz, “köşeyi dönen kaptandır” özdeyişinde ifade edildiği gibi sadece ve sadece çıkarcı, bireyci, menfaatçi ve evetçi bir gençlik istiyorlar. Biz bunun için bunları anlıyoruz. Anlamaktan zorlanmıyoruz.
Ancak asıl zorlandığımız bu kadar katı faşizme doğru hızla yürüyen bir dikta rejimine karşı neden gençlerin sessiz kaldığıdır. Bu kadar hakaret yağdırılacak ancak gençler sessiz kalacaktır. Bunlar kabul görecek hususlar olmamalıdır.
Şunu herkes ama herkes görmelidir, özel de gençlik görmelidir: Yüksekova’da az bir şey aktivite göstermiş bir genci, Sedat Karadağ’ı, siyasal bilinç yaratan bir genci, sokak ortasında infaz etmekten geri durmayan bir zihniyetle karşı karşıyayız. Arabayı durdurup bir kısmını ayrıştırmak ardından da bir genci katletmeye kalkışmak sadece ve sadece bilinçli yapılan bir infaz girişimidir. TSK sitesinin yayınladığı gibi “genç kendi kafasına sıkmıştır” sadece bir safsatadır. İstanbul’da herkesin gözünün önünde, anne olacak gencecik bir kızın karnına kuduzlar gibi vurarak çocuğu katleden bir zihniyetle karşı karşıyayız.
İşte bunun için gençliğin yapması gereken işleri vardır. Zaman kenetlenme zamanıdır. Zaman ortaklaşma zamanıdır. Zaman tüm gençliğin siyasal bilinç edinerek topyekûn ve faşist zihniyete karşı durma zamanıdır. Zaman ileriye atılarak Türkiye’nin dört parçasındaki gençlerle ittifak kurma zamanıdır.
Evet, zaman gençliğin ortaklaşarak meydanlarda birleşme zamanıdır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
11 Aralık Günü Batman’ın Gercüş ilçesine bağlı Duhespa ile Xanıka alanları yakınında göreve giden bir grup gerillamız ile TC ordusu arasında bir çatışma yaşanmıştır. Yaşanan çatışma sonucunda düşmanın ölü ve yaralıları tarafımızdan netleştirilemezken, Bedran – Ali Abdo Hambeşo adlı gerillamız kahramanca savaşarak şahadete ulaşmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
7 Aralık günü gece saat 01.00 sularında Şırnak’ın Güçlükonak ilçesinde göreve giden gerillalarımız ile düşman askerleri arasında bir çatışma yaşanmıştır. Yaşanan çatıma sonucunda düşmanın ölü ve yaralılarının sayısı netleştirilemezken yaşanan çatışma sonucunda Fikri - Kerim Karatay yoldaşımız kahramanca savaşarak şahadete ulaşmıştır.
- Ayrıntılar
KCK’nin eylemsizlik kararını Haziran 2011’e kadar uzatmasından sonra AKP’nin Özel Savaş Karargahı tarafından bir tartışma başlatılmış ve devam ediyor.
Her ne hikmetse, bu konuda Katı-Türk ırkçılığının medyası Doğan Medya ile Yeşil-Türk ırkçılığının medyası AKP’li Yandaş Medya ile Fetullahçı Medya aynı terminolojiyi kullanıyor.
Doğan Medya’ya ait Radikal gazetesi de bir kampanya başlatmış.
Kampanyanın ismi “Savaşma Konuş”.
Kampanyada kullanılan simge önemli.
Bir keleşin namlusunu eğmişler. Namluya mikrofon bağlamışlar.
Kalaşnikof gerillanın direniş simgesi olduğu için kalaşnikofu simge seçmişler.
Bununla esas olarak, saldırıda bulunan ve savaş çıkaranın gerilla olduğunu zihinlere kazıyorlar.
Böylece savaşın esas sorumlusu olarak gerillayı gösteriyorlar.
Bununla Türk devleti ile ordusunun tüm kurum ve kuruluşlarıyla Kürdistan’ı işgal etmesini meşruluk kazandırıyorlar.
Türk ordusunu mazlum, HPG gerillalarını ise zalim ve işgalci konuma sokuyorlar.
Gerçek tam tersidir.
Kürdistan bizim ülkemiz.
Kürt halkı bizim halkımız.
Her türlü soykırımdan geçirilen bizleriz.
Bebekleri, çocukları, gençleri, anneleri, babaları, dedeleri ve nineleri katledilen bizleriz.
Tüm zenginlikleri talan edilen bizleriz.
Kürdistan’ı işgal eden ve bunları yapan kim?
Türk devleti.
Türk ordusu.
AKP hükümeti.
Gerçek böyle iken Kürdistan’dan defolması gereken kimdir?
Türk devletidir.
Türk ordusudur.
Türk polisidir.
AKP hükümetidir.
Tüm Türk kurum ve kuruluşlarıdır.
Buradan şu sonuç çıkıyor.
Radikal gazetesi kilaşnikof yerine ya bir Türk tankını ya da bir topunu simge seçmesi gerekiyor.
Tankın ya da topun namlusunu eğip, namlunun ucuna mikrofon takması gerekiyor.
Çünkü Kürdistan’ı işgal ederek, savaş yürüten Türk devletidir.
Savaşı bırakması gerekende Türk devleti ve AKP hükümetidir. Dünyanın her yerinde kim işgalci ise O suçludur. O savaş suçlusudur. O soykırımcıdır. O işgalciye karşı direnen kimse O haklıdır ve O’nun direnişi meşrudur.
HPG’nin de yaptığı budur.
HPG gerillaları, Türk devletinin Kürdistan’ı işgal etmesine karşı direnen özgürlük savaşçılarıdr.
Hakikat böyle iken, HPG gerillalarının direniş simgesi olan kalaşnikofun ucuna mikrofon bağlamak Türk işgalini meşrulaştırmaktır.
Kürtler bu kampanyaya karşı, karşı kampanya başlatmalıdır.
Aynı şekilde gerillayı tartışmaya sokan, gerilla silahsızlansın diyen, gerilla Güney Kürdistan’a çekilmesinin tartışmasını sürdüren her kim oluyorsa olsun onlara karşı çıkılmalıdır. Bu tartışmayı ağırlıkta AKP’li yeşil kont-gerillacı medyasının yazarları ve siyasetçileri yapmaktadır.
Bunlar padişah vakanuvusçüleri gibidirler. Padişah gibi gördükleri Erdoğan ve AKP’ye palyaçoluk yapmaktan başka yaptıkları bir şey yoktur.
Kürtçe’nin Zazaki lehçesinde bu gibilerine ilişkin güzel bir söz vardır.
O söz şöyledir. “Kûtik verê berê wayîre xo de lawen o”. Türkçe anlamı ise “Köpek kendi sahibinin kapısı önünde havlar”. AKP’den yemlenen devşirme Kürtler ile yeşil kont-gerillacı Türk yazarların durumu bu söze tıpa tıp uygundur.
Kürt halkı ve herkes bilmelidir ki, bunlar leşkargaları gibi Kürdistan üzerine üşüşen eli kalemli katillerdir. Gerillanın yarattığı değerler ve açtığı özgürlük alanları üzerinden kendini yaşatan parazitlerdir.
Esasında Yeşil Faşist AKP’nin Kürdistan’da katliam yapmasını meşrulaştıran bu tiplerdir.
Onlar olmadan, AKP’nin Özel Savaş Karargahı bir hiçtir.
Bunlar liberal maskesiyle AKP’nin yeşil Türk ırkçılığını ve soykırımını, Kürdistan’da sürdürmesine neden oluyorlar.
Bunlara şu söylenmelidir.
Gerilla Kürdistan halkının ve tüm insanlığın en kutsal direniş gücüdür. Fedaileşmiş ölümsüzler örgütüdür.
Gerilla sayısı ne kadar artarsa, gerillaya katılımlar ne kadar artarsa, Kürdistan özgürlüğü de o kadar yakınlaşacaktır.
Gerilla Kuzey Kürdistan’da ne kadar mevzilerini güçlendirirse, barış umudu o kadar artacaktır.
Ve şöyle cevap vererek devam edilmelidir.
Türk ordusu Kürdistan’dan çekilmelidir.
Türk polisi Kürdistan’dan çekilmelidir.
AKP, Kürdistan’dan defolmalıdır.
Tüm Türk kurum ve kuruluşları Kürdistan’dan çekilmelidir.
İşgalci Türk devletinin ordusu ve polisinin yerini HPG gerillaları ile Kürdistan halkının öz savunma güçleri yer almalıdır.
Tüm Türk kurum ve kuruluşlarının yerine Kürt kurum ve kuruluşları yer almalıdır.
Tartışmanın bu şekilde yürütülmesi ve denilenlerin yerine getirilmesi eylemsizliğin çözüm sürecine evrilmesini sağlar.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuyuna!
1. 8 Aralık günü 15.00-16.00 saatleri arasında Hakkari’nin Çukurca ilçesine bağlı Êrîş (Çayırlı) Topçu taburuna yönelik olarak gerillalarımız tarafında TC ordusunun bir hafta boyunca hem gece hem de gündüz Medya Savunma Alanlarına yapılan havan ve obüs saldırılarına misilleme amaçlı havan topları ile gerçekleştirilen bir misilleme eylemi yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
5 Aralık günü saat 15.00 sularında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap’ın Şikefta Birîndara alanına yönelik olarak TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Bazı tarih kaynaklarına göre Sezar zamanında kendi elçilikleriyle gerçekleştirdiği haberleşmede kendine has algoritma kullanıyormuş. Latin alfabesi üzerinde yazılan notta, kendinden sonraki harfler kullanılarak metin bu durumdan haberdar olmayanlardan gizleniyormuş.
Günümüz dünyasında wikileaks adıyla gerçekleştirilen operasyondan sonra, birçok çevrenin tartışmaya başladığı bu konularda ortaya daha nelerin çıkacağı ise başlı başına bir muamma olmaktadır.
Sıkça denildiği gibi diplomasi adına eğer dünya “11 Eylül’ü” yaşıyorsa, o zaman; BSUİL IJD CIS ŞFZ FŞLJŞJ HJCJ ÖMNBZBÇBL!
Diplomatik ve uluslar arası ilişkilerde zamanın durduğu bir anı yaşıyor bütün dünya. Ortaya dökülenler, saçılanlar ve birbiri ardına gerçekleştirilen açıklamalar. En basit bir deyimle; kuyuya taş atıldı, bütün dünya bunu çıkarmaya çalışıyor.
Çeşitli senaryolar oluşturuluyor ve mümkün olduğu kadar bu depremden, tsunamiden en az hasarla kurtulmak isteniyor.
Birçok çevrenin mutabık olduğu nokta ise ortaya çıkan ve bu kadar etki yapan bu belgelerin, aslında buzdağının görünen kısmı olduğu ve bundan sonrasında ortaya nasıl bir görüntünün çıkacağıdır!
Belgelerde Türkiye’nin resimlerinin ve resmi karikatürlerinin çok geniş yelpazede çiziliyor olması ise başlı başına önemli olmaktadır.
Gerçi şu ana kadar ihtiyatlı açıklamalarıyla birlikte, adı geçen kurumun güvenilirliğine yönelik bir tedhiş harekâtının başlatıldığını da anlayabilmekteyiz.
Fakat birçok farklı konuda olduğu gibi böylesine dünyayı sarsan belgeler karşısında dahi Türkiye’nin ve mevcut kamuoyunun bu kadar cılız tepki vermesi, hatta tepkinin yerine sanki bir kenetlenme havasını teneffüz etme ihtiyacını arıyor görünmesi oldukça şaşırtıcı olmakta.
Belki de bu konu üzerine en gerçekçi açıklamayı Erdoğan yaptı!
Erdoğan; “eteklerindeki taşları döksünler” diyerek, kendi eteklerinin de nasıl zil çaldığını hiç istemediği halde göstermek zorunda kaldı.
Eteklerdeki taşlar dökülmeden, tutuşan eteklerin zil çalıyor olması kimsenin dikkatini çekmemekte.
Hatta bunun da ötesine gidilerek yandaş basın başta olmak üzere, birçok kesimin “yarabbim şükür” demeye hacet etmeleri, pişkinliğin bu kadarı da mı olur diye insanı düşündürtüyor.
Demek ki; bazı erdemler mayada olmak zorunda. Aksi halde sözü edilecek insan kalitesini yükseltme ayarlarının, Erdoğan ve çevresinde pek de olmadığı görülmekte ve olamayacağı da anlaşılmaktadır.
Öteden beri Türkiye toplum nezdinde, ABD’ye yönelik; stratejik dostluk, müttefiklik gibi söylemler hep dile getirilmişti. Belki de bunlar soğuk savaş yıllarının diplomasisi ve siyaseti gereği yürütülmüştü.
Hâlbuki “büyüyen/değişen ve kirlenen bir dünya” söz konusu olmaktaydı.
Berlin duvarının yıkılmasından bu yana 21 yıl geçtiği halde Türkiye’nin bu politikada ısrarcı olması elbette siyaseten kendisine yönelik geliştirdiği bir harakirinin dışında başka bir anlamı olmayan yaklaşımdır.
Ortaya çıkan belgelerde de görüldü ki; ABD’li diplomatlar veya başka kesimler Türkiye hakkında ve Türk siyasetçiler hakkında resmen sıvama yapmışlar. Çok ilginç tespitlere gitmişler.
Bu kadar yoğun araştırmaların ya da puslu konuların net bir şekilde dile getirilmesinin ardından, Türkiyeli yetkililerin gösterdiği yaklaşım ise akıllara durgunluk vermekte.
Yüzlerine tükürüldüğü halde, yarabbim şükür demeyi marifet saymaktalar.
Hatta utanılması gerekildiği halde bundan da bir keramet çıkar, yüce mevlam gibisinden söylemlere başvuranlar da çıkmıyor değil hani.
Bu konuya ilişkin önümüzdeki dönemde elbette önemli gelişmelerin yaşanacağı açıktır. Fakat önemli olanın, gelişen ve değişen dünyanın içinde Türkiye’nin nerede olduğunu ve nerede durduğunu herkesten, her kesimden çok Türkiye’nin görmesi ve tahlil etmesi gerekecektir.
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar