Basına ve Kamuoyuna!
1. 8 Ekim günü Amed’in Hazro, Farqin ve Kulp üçgeninde buluna Geliyê Gudarnê, Cêmakê Hındesê, Şerima ve Mala Gir alanlarına yönelik olarak TC ordusuna ait zırhlı araçlar ile Sedeka, Şînê ve Şêgeldî korucularının da katılımıyla bir operasyon gerçekleştirilmiştir. Operasyon halen arazide bulunan gizli birliklerin keşif ve pusulamaları şeklinde devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Geliştirilen son komplonun salt benimle ilgili olması o kadar önemli değil, iş biraz daha kapsamlı. O açıdan oldukça anlatmak, deşifre etmek gerekiyor. Bu olmadan tutarlı, namuslu hiçbir Kürdün, hatta hiçbir Türk veya genel devrimcinin de olayları doğru yorumlayacağını sanmıyoruz.
Faşizmin gerçekten çok hileli, komplolu bir mücadele geçmişi vardır ve hala Türkiye'de belki de buz dağının yüzü kadar açığa çıkmıştır, gerisi gizlidir. Biz başımızdan geçenleri açıklığa kavuşturarak sanıyorum çok sayıda insana yardımcı oluyoruz.
Bizim için komplo dönemi mücadeleye başladığımız günden beri vardı. Bunu defalarca anlatmama rağmen bazıları hikâye sandı, ama aslında bu bir gerçekti. Tarih boyunca tüm Kürt hareketlerine bu tarzda yaklaşıldı. Bizi de böyle klasik bir Kürt hareketi sanarak aynı tarzı kullanmaya çalıştılar. Ama bizim politika yapma tarzımız da buna göre şekillendi. İhtiyatı elden bırakmamak kaydıyla, bunlar var diye de atılması gereken tarihi adımları atmama gibi bir yola girmedik. Yani her an düşmanın dolaylı veya direkt sızma gücünün olabileceği, mühim olanın bunlara karşı nasıl bir tutum içine girileceğiydi.
Biz bu konuda bir yöntem hatası yapmamak için olabildiğince kendimizi zorladık ve yöntemi böyle belirledikten sonra her türlü ilişkiye kendimizi açık hale getirdik. Bu hem bizim bir zaafımızı, hem de güçlü bir yönümüzü ortaya çıkarır. Tabii ki zayıf olan yön, kuşkulu öğelerle, kuşkulu özelliklerle çalışmak. Eğer olabildiğince duyarlılıkla, tedbirlilikle iç içe olmazsa, atılımı başından itibaren mahveder. Şimdi bu durumu telafi edecek tedbiri hiçbir zaman elimizden bırakmadık. Hatta gerektiğinde kendimizden bile kuşku duyarak bilimsel bir yaklaşımı esas aldık. İçimizdeki düşman diye bir kavramı bile ortaya çıkardık. Bunlar biraz da her Kürt için geçerli olan kavramlardır. İçimizde örgütlenmiş düşmanı göremeyenin dışarıdakini görüp de mücadele edeceğini sanmıyoruz. Böyle farklı bir yaklaşım yöntemimiz baştan beri vardı.
Bu açıklamayla birlikte kimler sızdı, nasıl sızdılar? Adı önemli değil, bunun hikayesini burada anlatmak istemiyorum. 1975'lerden itibaren vardı. Hala hatırlıyorum, DDKD'li bir iki kişi vardı, Yüksek Öğrenim Derneği'ni kurmuştuk. Bazı tutuklamalar olmuştu o dönemde. Emniyet Genel Müdürlüğü'nde bizim için şöyle deniliyor: "Bir Kürt Ulusal Kurtuluş Ordusu kuruluyor." Bu tarihte böyle bir tespit önemli. Dolayısıyla sızma da olacak ve oldu da nitekim. Şimdi bu sızmanın daha çok MİT ile Emniyet Genel Müdürlüğü istihbaratı çerçevesinde geliştiğini belirtmem gerekiyor. Tüm sol gruplara ve yine "kanun dışı" dedikleri örgütlenmelere karşı esasta adli ise ve hatta fazla korkulacak bir durumda değilse de Emniyet Genel Müdürlüğü istihbaratı devreye girer; yok eğer daha tehlikeliyse MİT devreye girer. Ve biraz da görevleri karışıktır. Nitekim Emniyet istihbaratı ile MİT istihbaratının karşı karşıya gelmesi de bu karışıklıktan ötürüdür ve gündemin hala önemli bir meselesi olarak kendini gösteriyor. Ama birçok konuda hemen hemen benzer görevleri icra ederler.
O dönem de böyle olmuştu. Bizi daha çok Emniyet, ama ağırlıklı olarak MİT'in yakın denetimiyle kontrol altına almaya ve etkisizleştirmeye çalıştılar. Bu aşağı yukarı 1985'lere, 15 Ağustos Atılımı süreçlerine ve onun bir yıl sonrasına kadar gelir. Kesin tarihler ayrıştırılamaz, ama özellikle PKK'nin ideolojik grup ve biraz da örgütlenmeye çalıştığı yıllar daha çok MİT'in bilgilendiği yıllardır.
Bu konuda biz ne yaptık?
Bu öğeleri fazla karşımıza almadık, hatta yakınımıza aldık. Nasıl ki onlar bizi yakına alıp denetimi altına sokmak istiyorsa, biz de onları biraz yakınımıza alıp denetim altına almaya çalıştık. Çok bilinçli mi, değil. Biraz ihtiyatlı, olabilirse işte nasıl davranmalıyız biçiminde bir yaklaşımla bu yılları kurtarmaya, Ankara'dan kurtulmaya çalıştık. Bizim devrimci ideolojiyi, devrimci bir grup olarak bu süreçten çıkartabilmemiz tarihi öneme sahip bir olaydır. Bu durum hem parti militanlarımız, hem de kamuoyumuz tarafından yeteri kadar anlaşılmış değildir.
O dönem Uğur Mumcu'nun bir incelemesi vardı: "Böyle bir grup Ankara'da nasıl örgütlendi" sorusuna yanıt arıyordu. Sanıyorum cevabını da bulamadı, tam bu süreçte vuruldu. Belki vurulmasının bu incelemeyle de ilişkisi olabilir. Çünkü ciddi bir incelemeydi ve o zaman muhtemelen MİT'in veya en azından bir kesiminin yaptığı önemli hataları ortaya koyabilirdi. Hala bu çatışma devam ediyor. Dikkat edilirse MİT'teki kanat çatışması birbirlerini yiyecek kadar şiddetli devam ediyor. O dönem de böyle bir şey olmuş olabilir.
Cüneyt Arcayürek bir süre Demirel'in danışmanlığını yaptı. Bu adam, "1978'de bir karıştı, bir asker potinini kaldırsaydı öldürebilirdi bunu" diyor. Artık hataları neyse, sanırım şimdi tamir etmeye çalışıyorlar. Ama her şeye rağmen o süreci aşıp Diyarbakır'a ulaşabildik. Diyarbakır'da PKK'nin ilk Kuruluş Kongresi diyebileceğimiz çalışmasını da benzer koşullarda yürüttük. Mevcut denetim mekanizması altında yürütülüyordu ve bu biraz da meşrulaşmış bir yaklaşımdı. Bunu iyi değerlendirdik. Burada PKK'yi isim olarak belirlemek ve Kürdistan'da halk toplantısına kavuşturmak, parti davası açısından iddialı olanlar için önemli bir adımdır.
Biz bu adımla ve Kuruluş Bildirisi'yle birlikte -ki bu '79'un Ocak ayı oluyor- daha bahara girer girmez artık tufanın kopacağını, "ya bu adım tutar, ya da tarihe hafif bir iz bırakarak gidebilir" anlayışıyla Mardin'e, oradan da Urfa'ya yöneldik. O zaman bu Hilvan-Siverek eylemleri vardı. Bu eylemler de PKK'nin resmi ilanı gibi olacaktı. Hala bu süreci kontrol etmeye çalışan kısmen Emniyet’tir. Ama daha çok da bizim bünyemize oturtulmaya çalışılan bir istihbarat sistemi söz konusuydu.
Bu dönemde en ilginç olan olay ise, Özel Harp Dairesi'nin bir elemanının bizi yoklamaya çalışmasıdır. Bu bir askerdi, Kürt bir pilottu. Çok sağlam eğitilmiş birisiydi. Gerçekten operasyoneldi. Ankara'da iki defa operasyon düzenleniyor. Kesinlikle bu kişi ile bağlantılıdır. Karasu arkadaş hala yaşıyor; bu operasyonlardan birisi onun tutuklanmasıyla sonuçlandı. Biz o zaman ucuz sıyırmıştık. Ve daha sonra da epey peşimize düştü, fakat biraz deşifre olduğu için fazla etkili olamadı. Aynı zamanda 1977'deki Namık Kemal Ersun darbesi onunla bağlantılıydı. Daha o zaman hareketimizin bir komployla tasfiyesi gündemdeydi. Kıl payı kurtulduk diyebiliriz. Ama üç-beş kişilik bir hareketin bir darbeye yol açması da anormaldi. Henüz partinin ismi yok, kitlesi yok, eylemi yok. Birkaç kişilik bir grubu henüz aşmamışız. Dolayısıyla darbenin de fazla zemini yok. Nitekim darbe 1980'lerde oldu ve esas itibariyle bu bize yönelik bir darbeydi. Genel solla karıştırılarak bizim tasfiye olacağımız düşünülmüştü.
Bilinen Ortadoğu çıkışı, Ortadoğu'da değişik çalışmalar ve 15 Ağustos Atılımı'na geliş...
Devletin o zamanki temel yorumu şu: "Bir 15 Ağustos Atılımı çıkamaz, çıksa da fazla gelişme şansı olamaz." 1985-'86'ya kadar böyledir, dolayısıyla çok özel bir komplo için düşünmeye gerek yok. Eski denetim mekanizmaları kendilerine göre yeterli oluyor. Örgütü içeriden örgütsüz bırakma, bozgunculuk, dedikoduculuk ve her türlü laçka ilişkilerle, "ülkeye bir daha dönemezler ve biraz da Avrupa'yı teşvik edersek gidip orada tükenirler" şeklinde yaklaşıyorlar. Nitekim Dev-Yol ve daha birçok sol grup böyle yozlaşarak kayboldu gitti. Bizi de aynı duruma getirmek için o zamanki öğeler bu yönlü epey çaba harcadılar.
Ülkeye dönüş...
15 Ağustos Atılımı...
Hareketin yönünü 1982'lerde ülkeye çevirebildik. Şiddetli bir mücadeleydi ve bu tiplere karşı bir mücadeleydi. Bazıları bilinçliydi; örneğin Çetin Güngör (Semir) gibileri vardı. Bazıları bunların etkisi altına girmişlerdi: "Hakkâri’ye giderseniz hepiniz imha olursunuz, Avrupa'da yaşamın yolu var" biçiminde çok sıkı bir çalışma yürütülüyordu. Ali Haydar Kaytan arkadaşımız bunu çok iyi bilir. Bu da önemli bir süreçti. Böyle zihinle oynayarak, o zamanki zorlukları öne çıkararak, çok sınırlı olan grubumuzun ülkeye girişini engellemek için olağanüstü çaba harcamışlardı. Gerçekten bildiğimiz bu tipler bozgunculukta sınır tanımamışlardı.
Bizim o zamanki yönelimimiz "ne pahasına olursa olsun ülkeye dönüş ve olası bir silahlı mücadelenin imkânlarını geliştirme ve yaratma" şeklindeydi. Bu dönemi böylece kapattık. Ama bazı kayıplarımız da oldu. Hareket bu yüzden 15 Ağustos Atılımı'na istediğimizden daha zayıf başladı. Aslında hazırlıklar atılımı belki on kat daha güçlü başlatmaya uygundu, ama iç sorunlar yüzünden sınırlı bir atılım imkânını ancak ortaya çıkarabildik.
Bundan sonra devreye giren, biraz daha farklı bir durumdu. Dikkat edilirse o zaman büyük örgüt üyesi niteliğinde olanlar zindana doldurulmuştu. PKK yüzde seksen-doksan zindandaydı. Bu yüzden şöyle diyorlardı: "Yüzde on kılıç artığı da dışarıda." Dolayısıyla zindandaki PKK üzerine çok yoğun bir biçimde yönelindi. Bilindiği üzere M. Hayri Durmuş'ların, Kemal Pir'lerin ve yine Ferhat Kurtay'ların eylemi var. Bu, içeride bitirilmek istenilen PKK'nin çizgisini ne pahasına olursa olsun savunmaya dayalıdır. Hakeza Mazlum Doğan yoldaş bunu en başta büyük bir dirençle temsil etmeye çalışıyor.
1981-'82'de çok vahşi bir baskıya karşı "insanlığımızdan vazgeçmeyiz, kimliğimizden vazgeçmeyiz, partimizden vazgeçmeyiz, insanlık onuru işkenceyi yenecektir" sloganları altında bu uygulamalara karşı parti savunuldu. Bundan çıkarılacak önemli sonuçlar var. Bazıları şimdi partiden vebadan kaçar gibi kaçıyor, ama o zaman meşhurdur ve gazeteler de yazdı: "Ağrı isyanından beri mezara konulup üzeri betonlanan, ama betonu çatlatıp filizlenen bir çiçek gibi" biçiminde değerlendiriliyordu. İşte o zamanlar Kürtlük biraz ortaya çıkarıldı ve böyle temsil edildi.
Şimdi biz de o şehitlerin anısına, ne pahasına olursa olsun bir gerilla hareketiyle yanıt vermek istedik. 15 Ağustos Atılımı bu derin endişeyle bağlantılıdır. Fakat içeride yoldaşların en değerli olanları tarihi direnişle şehit olurken, geri kalanlarla daha çok zindanlar üzerinde -bilindiği gibi bu alanda jandarma görevlidir- birçok hesap yapılıyor. Diyarbakır başta olmak üzere Kürdistan isyan bölgesidir. Dolayısıyla jandarmanın da istihbarat kolu olarak daha çok JİTEM Diyarbakır zindanındaki bu işkenceleri yönlendiriyor. Zindandaki sızma da JİTEM adına yapılan bir sızmadır ve gerçekten çok tehlikeliydi. En değerlileri katledilirken, diğerleri de yavaş yavaş rehabilitasyonla düzenle birleştirilmeye yönelik bir politika içine alındılar. Mehmet Şener denilen kişi Ölüm Orucu'na 45. günde katılıyor. 45. günde katılan bir kişi en çok 15 gün oruç tutacak, zaten 58. günde şehitler verildi ve dolayısıyla da bitecek. Böyle hileli bir giriş yaptı. "Mazlum, bu benim halifemdir demiş" adı altında demagojiye de başvurarak zindanda inisiyatifi ele geçirdi. Bu JİTEM'in inisiyatifiydi.
Temel Cingöz Batman'da general olarak görev yapıyordu. Bu kişinin ailesi sanırım bu dönemde ilişki kurulmuş bir aile oluyor. O zamandan örgütleniyor ve çok ciddi olan zindan direnişinde bu kişilik ustaca denetim gerçekleştirebiliyor. Ardından geliştirilen 1984 Ocak direnişi var. Orada direnişi kırıyor, hem de yaşanan muazzam direnişlere rağmen. O büyük şehitlerin canı pahasına kazanılmış direniş ruhunu, elbise giyerek, marş söyleyerek kırıyor ve çaktırmadan kırıyor. İşte "hafızam yerinde değildi, delirmiştim" gibi sözlerle zindandaki militanları da oyalıyor ve biraz başarıyor. 1987'ye doğru geldiğimizde artık zindana hakimdir. 1988'e geldiğimizde ise içimizdeki durumu kontrol etmek için bu kişilik çıkarıldı. Yanımıza kadar geldi. Ne pahasına olursa olsun kalmak istedi, bir yıla yakın kaldı da.
Belki kamuoyu "neden bu kadar sabır" diye sorabilir. Bir şeyi çok iyi tanımadan, olgunlaştırmadan mücadele etmek kesinlikle sonuç vermez. Mücadelenin kendine göre kuralları vardır. Teşhisini iyi yapmazsan tedavisini de iyi yapamazsın, bir şeyi çözmeden onu nasıl ayıklayacağını bilemezsin. Kaldı ki çoğu kişi hala kuşkulu. Bunlar güya bize rakipmiş de, biz kendimizden başka kişiliklere, önderlere yer vermek istemiyormuşuz gibi suçlamalar sürüp gidiyor. Oysa o kadar kutsal direnişçilerin anısına, onların mirası üzerine böyle sızmak inanılmaz bir olay. Bu dışarıya da yansıtılmak istenildi, hem de çok iyi örgütlendirilerek, -bizi de inandırarak. Bu basit bir olay değil; çok kapsamlı, çok planlı ve inandırıcı bir biçimde gerçekleştiriliyor.
İçeride böyle olurken, dışarıdaki parçası da 15 Ağustos Atılımı'ndan sonra Cem Ersever'lerin örgütlemesiydi. Bu, daha çok bizim mücadelemizin patlak verdiği Botan ve çevresinde (Silopi merkezli, biraz da üçgende, Irak ve kısmen Suriye'de), hareketin böyle gelişim gösterdiği alanlarda çok sıkı bir örgütlenmeydi. Bu örgütlenmeler daha sonra bütünleşti ve 1990'ın başında Ortadoğu'daki faaliyetlerimize çok ciddi bir müdahaleleri söz konusu oldu. O zaman Hasan Bindal adlı eski bir arkadaşım vardı. Hasan'ın vurulması aslında bir provaydı. Hem de içimizde yönetim adı altında yine bu kişilikler vardı. Yine Güney'de hala ihanetin başını çeken Sarı Baran denilen bir kişilik vardı. Çok bilinçli gerçekleştirilen bir şahadetti bu olay.
Bu şahadet bize şunu gösterdi: Tehlike burnumuzun dibine kadar gelmiş, bu bir prova. Eğer başarılı olursa ve bu cinayeti kendi içimizde çözemezsek, gerçekten sıra önderliğe geliyor. Yine o zamanlar Cem Ersever ve takımı şunu diyordu: "Biz Bekaa'ya ulaşmıştık, her an vurabilirdik, ama bize sağ ele geçirin denildi." O zaman böyle gelişmeler çok çarpıcıydı. Eylem yapabilecek duruma da gelmişlerdi. Fakat biz de boş durmuyorduk, nitekim bu olayı çözdük. Kaza süsü verilmek isteniyordu, ancak biz bu olayın milyonda bir kaza olabileceği değerlendirmesine ulaştık. Çok sınırlı da olsa 1982'lerde zindanda geliştirilen ve 1990'larda tamamlanmak istenilen büyük bir komplo ile karşı karşıya olduğumuzu gördük. O komplo ve buna alet olanlar tamamen yok edildi mi? Hayır. Çünkü yüzlerce kişiyi gözyaşıyla, duygusallıkla, aşkla kendilerine bağlamışlar, inanılmaz ölçüde.
Hatırlıyorum, biz ekmek, kimlik ve emniyetli bir yer bulmak için fır dönüyoruz, gece gündüz nefes nefese çalışıyoruz. Burada hazırladığımız kimliği ve verdiğimiz yeri kendi rahatı için kullanmış; sağda solda zaaflı kadınları ve erkekleri, işte "sizi birbirinize şöyle bağladık, sizi şöyle göndeririz, bizde yaşam var, bizde rahatlık var" biçiminde çok ustalaşmış oldukları yöntemlerle etkilemişler ve denetimleri altına alarak çok önemli olan çalışmalarımızı büyük oranda boşa çıkarmışlardı.
1980 başlarında da böyleydi ve oldukça uzman olduklarını belirtmek gerekiyor. Yapının yüzde yetmiş beşini kendilerine bağlamışlar. Mücadelenin zorlukları var. Hakkâri’ye, Botan'a gitmek çok zor, ölümü göze almayı gerektiriyor. Bunlar ise sinsi yöntemlerle "Gitmeyin, ölüm vardır, biz size yaşamayı vaat ediyoruz" diyorlar.
Bunu boşa çıkarmak gerçekten uzun ve zahmetli oldu. Yapımızın geriliği nedeniyle bunu başaramıyoruz. Yapımız politik değil, örgütsel kuralları bilmiyor, fazla çizgisi yok, ak ve karayı birbirinden ayırt edemiyor. Merkezimiz dahil hepsi böyle. Dolayısıyla işi sürece, bazı şeylerin olgunlaşmasına bırakmak tek doğru yoldu ve biz de öyle yaptık. Daha sonra kendiliğinden ihanetçilerin yanına kaçtılar ve onlarla işbirliği halinde saldırılar düzenlediler. O komplo böyle halledilmeye çalışıldı. JİTEM döneminde 1991 başlarına kadar esas itibariyle jandarma ve asayiş kolordusu bizimle uğraştı, fakat başaramadılar.
Devam edecek…
- Ayrıntılar
Kurdistan’da ne varsa fiilidir.
AKP’nin attığı tek bir adım yoktur.
Bilhassa hukiki açıdan herşeyi 50 yıl geri götürmüş.
Var olan fiili durum Kürdistan gerillasının sayesindedir.
Kurdistan’da ne varsa kanla, canla dirhem dirhem direnişle yaratılandır.
Kurdistan’da ne varsa, karşılıksız kendini feda eden gerilanın eseridir.
Kurdistan’da ne varsa, Kürtler ve değişik halkların enternasyonalist altın çocuklarının direnişi sayesindedir.
Sadece Kurdistan’da değil, Anadolu ve Trakya’da eğer birileri biraz konuşuyorlarsa, bunu PKK-HPG gerillalarına borçludurlar.
Öyle kimse afra tafra kesmesin.
Şöyle gelişme olmuş, demokratik adımlar atılıyor diyen AKP’liler ve onların vakkanuvüsçü bikarekter liberal etiketli Yeşil Türk Faşist sekreterleri küllü yalan atıyorlar.
Bu küllü yalancıların ne tür korkaklar olduğunu iyi tanıyoruz.
AKP’yi, Bülent Arınç, A.Gül ve Erdoğan’ı daha iyi tanıyoruz.
Amed’lilerin deyişiyle “ma hepsinin cigeri kaç paradır looo bu qebraxların”.
Asker höt dedimi, köpek gibi kuyruklarını nasıl bacaklarının arasına soktularını Kürtler iyi hatırlar.
28 Şubat 1997 yılında, asker höt dediğinde iktidarı bırakıp kul-köle gibi el-pençe diz çöküp, askere xulamlık yapanın Erdoğan, Gül ile Arınç olduğunu yine Kürtler iyi hatırlar.
Ya AKP xulamlık yapan M.Barlas, Gülay Göktürk, H.Cemal, E.Babahan, M.Övür, Fehmi Koru gibi vakanüvüsçü sekreterler varya çok yaşa 12 Eylül Askeri Cunta, çok yaşa Güreş Paşa diyenler değillermiydi.
PKK’nin ARGK gerillaları Türk ordusunun efsununu yerle bir ederken, onlar komanda elbisesiyle Türk ordusunun yanında cephede yer alıyor ve fotoğraf çekiyorlardı.
Gülay Göktürk nasıl Eyşecik asker olmuştu? H.Cemal nasıl uzman çavuş olmuştu?
Nasıl helikoptere binmişlerdi?
HPG gerillaları 2008 yılındaki Zap Destan’ında Türk ordunan 21.Yüzyılın en büyük yenilgisine uğratıncaya kadar, Türk askerine tek bir söz söyleme bir yana, söz söyleme cesaretini bile düşünecek kadar yürekleri yoktu.
O zamana kadar Fehmi Koru gibiler şunu yazıyorlardı. “PKK bitecek, ordumuz PKK’yi yenecek. Anlı şanlı ordumuz Allah Allah diye Zap’ı zapteylecek” diyen bu vakanuvüsçü sekreterler ile AKP’lilerden başka birileri değildi.
İşte böyleleri şimdi de liberal maskesi takmışlar.
Kim iktidardaysa, bunlar hep yanında olmuşlardı.
Nerede iktidar sofrası, onlar o sofranın çanak yalayıcıları.
Durumları böyle iken, ne zaman PKK bir ateşkes veya eylemisizlik ilan edince gerilla Güney Kürdistan’a çekilsin, silah bıraksın manisini okuyorlar.
Fakat onlar biliyorlar, bu dağlar bizim.Kuzey Kurdistan’daki dağlar da bizim.Güney, Doğu ve Güney Batı Kurdistan’daki dağlar da bizim. Her parçada bizim, her parçadaki dağlarda bizim. Nerede, nasıl kalacağımıza, biz karar veririz. Buna karar verecek neYeşil Türk Faşistleri ne de onun vakanuvüsçü sekreterleridir. Onlar vereceği tek doğru karar, taptıkları ordularına Kürdistan’dan geri çekil demeleridir.
Çünkü biz Kurdistan’da doğduk. Bizler bu dağlarda büyüdük. Kürtler demek, dağ demektir.
Kürtler için dağ demek, özgürlük demektir.
Kürtler için dağ demek, Kürdün varoluşu demektir.
Kürtler için dağ demek, Kürdün kimliği demektir.
Kürtler için dağ demek, yenilmemek demektir.
Kürtler için dağ demek, ulus olarak varlığının yegane dayanağı demektir.
Kaldı ki dağlar, süt beyaz gibi temiz olmanın, ahlaklı ve erdemli olmanın kutsal mekanlarıdır.
Kaldı ki dağlar, insan olarak kalmanın yegane stargehlarıdır.
Dağların Kürtler için ne anlama geldiği Kürtlerin şu ata sözlerinde gizlidir.
Kürtçe’nin Dimilkî lehçesinde iki atasözünde şunlar var.
“Pê koyan de bibo, binê erdî de mebo”.
Türkçe anlamı “Dağların ardında ol, yerin altında olma”.
“Qiymetê koyan Kurd zanê”
Türkçe anlamı: “Dağların kıymetini, Kürtler bilir”.
Kürtçe’nin Kurmanci lehçesinde de bir atasözü dağlar için şunu söyler.
“Li kudere çiyayek hebe ê Kurday e”.
Türkçe anlamı:”Nerede bir dağ varsa, o dağ Kürtlerindir”.
Bu atasözlerinden sonra diyeceğim şudur.
Gerilla, uygarlığa beşiklik eden, insanlığa özgürlüğü, eşitliği ve en insani buluşlar ile değerleri bahşeden atalarının bu bilgece sözlerinin anlamına göre mi hareket eder, yoksa Yeşil Türk Faşistlerin söylemine göre?
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
9 Ekim kara bir gündür. Hüzünlü bir gündür. Büyük enternasyonalist devrimci, özgürlükçü, romantik, adalet ve eşitlik arayışçısı Che’nin katledildiği ve Kürt Halk Önderliğine karşı uluslar arası korsanvari komplonun başlatıldığı gün.
1967 yılında Bolivya’da bir 9 Ekim günü La Higuera katledildi. 8 Ekim günü ağır yaralı bir şekilde emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin eline geçtikten sonra hiç bekletilmeden merkezi olarak CIA’nin talimatıyla katledilmişti. Hem de panik içerisinde bunu yapmışlardı. Ürkerek, korkarak, sinerek, hainhanece yaptılar bunu. Ve o kadar Che’nin naaşından korktular gibi cenazesini yıllar yılı kimse bulamamıştı. Ta ki çok sonraları tesadüflerle naşı bulunana kadar…
Che’nin kendisini infaz eden cellâda söyledikleri halen kulaklarda yankılanıyor:"Buraya beni öldürmeye geldiğini biliyorum. Vur beni korkak, yalnızca bir adam öldürmüş olacaksın" diyecek ve onunla mücadelenin en sertine baş koyan dava yoldaşı Castro’ya ise :“Castro’ya söyleyin; benimle devrim bitmedi, devrim sürecektir” sözlerini de tereddütsüz sarf edecektir. İşte bu bir ruhtur, bu bir duruştur, bu bir davranıştır, bu bir boyun bükülmezliktir ki bu da bir karakterdir. Hem de Che’nin yoldaşları olan tüm devrimcilere ekilen bir karakter.
Aradan tam 30 yıl geçmesine rağmen Che’nin ruhunu öldüremediler, geriletemediler. Hatta Che’nin yol ve dava arkadaşları onun yolunda daha büyük adımlarla ilerleyerek büyük mesafeler katlettiler. Ve onun takipçilerinden olan Kürt Halk Önderimiz 10 Kasım 1997 tarihinde yaptığı bir çözümlemede: “Geçenlerde biraz inceleme de değil, anlamaya çalıştım. Che Guevara’nın 30. ölüm yıldönümü dolayısıyla biraz kişiliği tanıtılmaya çalışılıyor. Sanırım tam istediğimize yakın bir yaşam, yeni insan anlayışı var mı? Bizden üstün yanları da olabilir, ama birleştiren yanı çok çarpıcıdır. Türkiyeli devrimciler de vardı, büyük özgürlüğe kalkan, bizim de kendilerini yakinen gördüğümüz, tanıdığımız ve derin bir sempatisi olmaktan zevk duyduğumuz kişiliklerdi, halen anılarına da bağlıyız. Burada gözüken ve halen dünya halklarının büyük saygıyla andığı bunların ödünsüz ve ilkelerine göre -ki insan için, halklar için özgürlüktür bunların ilkesi- bugün insanın başını gerçekten kırıp geçiren bir tarzda kendini yükleyen, her şeyi metalaştıran, her şeyi korkunç bireysel çıkara bağlı götüren sistemin tam zıddı olan bir kişiliktir. Yeni insan söylediğim gibi, sanırım uygulamaya çalıştığımız gibidir. Bunlar önemlidir. Dünyanın öbür ucunda böyle birisi bizim için günceldir ve en yakın arkadaşımızdır. Biz de onun tipik bir gerilla arkadaşı gibiyiz burada. Aynı ruh, aynı özgürlük anlayışı, aynı savaşım, aynı yeni insan peşinde koşma” diyerek nasıl Che’nin bir takipçisi ve yol arkadaşı olduğunu gösteriyor.
İşte emperyalistler, işbirlikçileri, taşeroncuları, tırşıkçıları, yağcıları ve tabi ki özgürlük ve adaletten öcü gibi korkan ne kadar güç ve devletçi zihniyet varsa bu kez silahlarını ve namlularını Che’nin yakın yoldaşlarına doğrultular. Ve öyle bir ders verilmeliydi ki Che’nin ilk harfi olan “Ç’sine bile tahammül edilmeyecekti. Aynen Che’nin katledildiği güne denk getirilecek bir katliam olmalıdır ki cümle aleme ibretlik olsun. Ve öyle de kendilerini örgütlediler. 8 Ekim’i 9 Ekim’e bağlayan gece Önderliğimiz henüz havadayken güdümlü füzelerle emperyalistlerce katledilmek istenmişti. Hem de bir 9 Ekim günü bu yapılacaktı. 30 yıl sonra bu kez Che’lere böyle ders verilmek isteniyordu. Che’lerin umut ışını olmasını böyle engellemek istemişlerdi.
Ve 9 Ekimleri anlamak istiyorsak Chelerde bugünlere uzanan direniş halkasını böyle ele alacağız. Latin Amerika’da Yankeelerin başına bela olan Che’lere karşın bu kez Ortadoğu’da Yankeelerin başına bela olan Kürt Halk Önderliği vardı. Emperyalistlerin tekerleklerine çomak sokacak olan bir Kürt halk Önderliği vardı. İşte bunun için cümle cemaat bu dünyanın tüm iblisleri ve bu iblislerin hizmetçi tayfası bir araya gelerek yeni dönemin Che’sine yüklendiler. Önderliğimizin deyimiyle “çarmıha germek için her şeyi yaptılar.”
İşte biz bir yeni 9 Ekim gününü anlamaya çalışırken ve de lanetlerken tarihi arka perdesini böyle ele alıp değerlendireceğiz. Tarihe daha fazla anlam vermek istiyorsak bu 9 Ekim günlerinde daha fazla Che’leri anacağız. Daha fazla Che’nin arkadaşları olacağız. Che’nin genç arkadaşları olarak Kürt Halk Önderliğinin bizi aydınlatıcı devrimci yolunda daha da kararlı adımlarla ilerleyeceğiz. Daha fazla devrime ve zafere olan inancımızı pekiştireceğiz.
Daha fazla devrim derken, daha fazla zafer derken her zaman olduğu gibi:
HASTA LA SİEMPRE VİCTORİA yani her zaman zafer diyeceğiz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 7 Ekim günü öğle saatlerinden akşam saatlerine kadar Hakkari’nin ukurca ilçesine bağlı Bilican’ın Talisê köyü ile Kepê Mırîşka alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmışıtır. Operasyon halen devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1 Ekim gününden itibaren Mardin’in Savur ilçesine bağlı Barman ile Girê Şêran köyleri çevresine yönelik olarak TC ordusu bağlı gizli birlikler tarafından korucularında katılımıyla alanda yoğun bir hareketlilik yaşanırken, alanda pusulamalar da yapılmaktadır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 2 Ekim günü sabah saatlerinde Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı Aşûtê ile Hakkari’nin Çukkurca ilçesine bağlı Pinyaniş ile Zavitê köylerine yönelik olarak TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. Operasyon 3 Ekim günü (bugün) sonuçsuz bir şekilde geri çekilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. Bir süreden beri Amed’in Lice ilçesine bağlı Cinezer, Hanye köyleri ve çevresinde TC ordusu tarafından pusulamalar yapılmaktadır.
2. 5 Eylül günü Muş’un Varto ilçesine bağlı Tatar ve İnalê alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. Pusulamalarında yapıldığı operasyon aynı gün sonuçsuz bir şekilde geri çekilmiştir.
3. 30 Eylül gününden itibaren Mardin’in Omeryan alanına yönelik olarak TC ordusu tarafından korucularında katılımıyla gizli birlikler tarafından yoğun pusulamalar yapılmaktadır.
6 Ekim 2010
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
3 Ekim günü Amed’in Hani ilçesine bağlı Şelê köyü ile Goma Şelê alanına yönelik olarak TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. Operasyon kapsamında köylülere yönelik olarak ev baskınları yapılmış, arama yapıldıktan sonra sonuç alamadan geri çekilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1 Ekim günü Amed’in Kulp ilçesine bağlı Hawre, Beytulbeyaz ile Textê köylerine yönelik olarak TC ordusu tarafından Çırık ile Zeyrok korucularının da katılımıyla bir operasyon başlaılmıştır. Pusulamaların da yapıldığı operasyon 2 Ekim günü sivil araçlar ile sonuçsuz bir şekilde geri çekilmiştir.
- Ayrıntılar