Tekrar geçmişe gitmek o acıyı tüm tazeliğiyle yeniden yaşamak bizler açısından çok zordur. Dünyada ve tarihte hiç görülmemiş böyle bir trajediyi yaşamak ve onunla mücadele etmek bizler açısından acıdır. Ve bunları çoğu zaman bilinçsizce yaşayan ve onun anlam mücadelesini vermeye çalışan yine bizleriz? Gafleti içinde yaşatan bilinçsizlik, gözümüze perde çekmişti. Dünyadan ve kendimizden habersizdik. Dünyada ne oyunlar oynandığını bilmiyorduk.
Sonbahar yağmurları hiç dinmeden devam ediyordu. Gece karanlığında yol almaya devam ettik. Sabaha kadar yürüdük, zar zor kendi yerimize ulaştık. Kamuflajlı bir yerde kaldık. Küçük bir ateş yaktık ve kendimizi kurutmaya çalıştık. Bu nokta çok güzeldi. Mitolojide anlatılan sedir ormanlarını anımsatıyordu. Ormanın içine daldıkça kayboluyorsun. Gece yürümek burada zorlayıcıydı. Bu güzelim ormanlarda insan huzur buluyordu. Bugün huzursuzdum. Naylon çadır altında közün etrafında oturuyorduk. Radyoyu dinledik. İlk haberde Abdullah Öcalan Suriye’den çıktı ve sınır dışı edildi denilince kafamız allak bullak oldu. Kimseden çıt çıkmıyordu. İnanamadık, düşman hep yalan haber veriyor diye arkadaşları yatıştırmaya çalıştım. Mücadele yaşamımdaki en zor anlardan bir tanesini yaşıyordum. Ve ciddi bir soru karşısında duruyorduk. Hepsi de o gün cevapsız kaldı. Arkadaşlardan biraz uzaklaştım ve ileri doğru gittim.
Ormanda kimsenin göremeyeceği bir yerde sırtımı ağaca dayayarak yağmurun altında düşündüm ve doyasıya ağladım. Geri geldiğimde arkadaşlar oturuyorlardı. Nereye gittin diye sorduklarında ormanda kayboldum dedim. Düşman bizim alana operasyon yaptı ve o gece o noktayı terk etmek zorunda kaldık. Başka bir alana geçtik. Arkadaşların sadece bir radyosu vardı ve sadece düşmanın kanallarını dinliyorduk. Büyük cihazımız da yoktu. Bu noktada merakımızı giderecek kimseler de yoktu. Kendi kendimizi avutup duruyorduk; Önderlik güçlüdür, neyi nasıl yaptığını bilir, Önderlik hep doğru yapmıştır. Düşmanın kanallarında Önderliğin Suriye’den çıkışı gündemdi. Niçin Ortadoğu’dan çıktığını da bilmiyorduk. Bu halimizle gece karın altında yürüdük, tam kıyamet, her yeri sis kaplamıştı. Uçurumlu vadilerden ilerledik, bazen de yolumuzu kaybediyorduk, sulara vuruyorduk. Çantalarımız ıslanmıştı, ağırlıkları iki katına çıkmıştı. Sorun çantanın ağırlığı değil, acı, hüzün yükümüzü ağırlaştırıyordu. Her adımda Önderliği hayal ediyorduk ve Önderliği düşünüyorduk.
Sabah noktaya vardık, noktamızda çok güzel mağaralar vardı. İçeride kuru odun da vardı. Yorgunluk bizi bitkin düşürmüştü. Bazı arkadaşlar yemek yemeden ıslak halleriyle uzandılar. Tüm arkadaşların ayakları, elleri şişmişti, çok kötü bir yol yürüyüşüydü. Bir hafta dinlendik ve kendi esas kış kampımıza gittik. Tüm hazırlıklarımızı yaptık. Bizi bekleyen tehlikelerden habersizdik. Erzak sıkıntımız vardı. Bir gün yönetim toplantısı oldu, planlama yaptık ve kırk arkadaş göreve gittik. On üç Şubat’ta kar çok yağıyordu, rüzgar esiyordu. Gündüz göreve gittik ve S. B.’ye vurduk kendimizi, kendimizi uzay boşluğunda hissediyorduk. Bu coğrafya parçası bize korkunç geliyordu. Korku filmlerindeki gibi insanı korkutuyordu. Bu coğrafyayı küreklerle aşmaya çalıştık, her on dakikada bir öncümüzü değiştiriyorduk. Yarım gün yürüdük zirveye ulaşmak için ve zirvenin hemen altında üzerimize çığ düştü. Orada üç yaralı ve bir şehit verdik. Ve bu nedenle gömmeye ulaşamadan geri döndük. Çığ insanı ürkütüyordu, dağ kar yığının dönmüştü. Ve şehit Ciwan’ı karın içine gömdük, kampa geri dönmek zorunda kaldık. Erzak getiremedik. Ancak yaralıları getirebildik. Bu koşullarda mücadele etmemiz gerekiyordu, her saatimiz, dakikamız bir irade savaşıydı. Akşam karanlığın çökmesiyle kampa döndük. Tüm arkadaşların moralleri bozuktu, bir şehit vermiştik.
Önderliğin durumundan haberdar değildik. Düşmanın haberlerinden durumları takip ediyorduk. Olanlar ne kadar doğru ne kadar yanlış bilmiyorduk. Arkadaşların kafası bu sorularla doluydu ve biz bunlara cevap olamıyorduk. Çünkü bizim de hiçbir şeyden haberimiz yoktu.
Kar çok yağıyordu, bir takım odunlara gittik, odundan döndüğümüzde bazı arkadaşlar sobanın önünde oturmuşlardı. Saat birdi, radyoyu açtık ve Önderliğin Türkiye’ye getirildiğini duyduk. İşte o an yüreğimizde, beynimizde kıyamet koptu,. Tüm arkadaşlar ağlamaya başladılar. Kamp yasa boğulmuştu. Tüyleri ürperten bir manzara vardı, kimse tek kelime konuşmadı. Anlatılmayacak kadar zordu o an ki manzara ve beynimden bir daha silinmez.
Sanki gaflet uykusundaydık. Gaflet insana büyük acılar yaşatıyormuş demek ki. Tüm arkadaşlar silah ve bombalarını kuşanıp karakola gitme planlamasını yapıyorlardı. Yapıyı yatıştırmak zordu. Biz de yönetimde aynı duyguları yaşıyorduk. Dünya içimizde karanlığa bürünmüştü. Gülmelere, konuşmalar ket vuruldu. Karanlık bir dünyaya kapıyı açmıştık. Yönetim sabahtan akşama kadar arkadaşların nöbetlerini tutuyordu, kimse kendine bir şey yapmasın diye. Yönetim diğer akşam bir toplantı yaptı ve diğer gün yapıya bir toplantı yapalım dedik. Bu kimsenin cesaret edemediği bir işti. Bir arkadaşı seçtik ve arkadaşlara toplantı yaptı. Toplantı sırasında bütün arkadaşlar ağlıyorlardı, gidip Önderliğin intikamını alalım diyorlardı. Düşmana yaşama hakkını tanımayalım diyorlardı. Toplantı bitti, gece ben subay olmuştum. Mağaranın önünde arkadaşlar köz yapmışlardı. Közün önüne gelip oturdum ve kendimi yapa yalnız hissediyordum. Tüm doğa bana yabancılaşmıştı ve ben kendime yabancılaşmıştım. Gözyaşlarımı hiç tutamıyordum. Önderlikle ilk görüştüğüm yıllar gözlerimin önüne gidip geliyordu. Beynimde ve yüreğimde duyguların karmaşasını yaşıyordum. Önderlikle geçirdiğim sürecin hayalini kuruyordum. O günleri bir geri getirebilseydim. Sorularım cevapsız kalıyordu. Beynimdeki sorular yüreğimi, beynimi acıtıyordu. Olmaması gerekiyordu. Bu yaşananlar hep rüya olsaydı ne olacaktı diye kendime sordum, inanmak istemiyordum. Önderliğin esaretini kabullenemiyordum ve sindiremiyordum. Bu yalan olamaz mı, ben bir rüya mı görüyorum? Rüyalar dünyasındayım birden irkilip kendime geldim, tam dört saat kendimle diyalog kurmuştum. Saatin nasıl geçtiğini anlamamıştım. Hemen dışarı fırladım, dışarısı karanlık, fırtına sesi geliyordu. Rüzgâr karı her tarafa savuruyordu. Kıyamet böyle kopar demek ki. Doğa da sanki benimle ağlıyordu. Kayanın dibinde durdum, doğanın sesini dinlemeye koyuldum. Doğayla diyalog kurdum, sen de mi ağlıyorsun kutsal toprak, senin de ağlaman ve hüzünlenmen gerekir. Çünkü seni seven ve sana ölümüne bağlı olan büyük insan esir alındı. Bundan büyük acı var mı acaba? Kutsal, bereketli toprak, seni koruyan ve sömürüden kurtaran o büyük insandı. Sen de mi acıma ortak oluyorsun? Acımasız bir kutsal toprak… Bir hafta boyunca dışarı çıkamıyorduk. Her tarafta çığlar düşüyordu. Korkunç bir rüzgâr esiyordu. Kara kış bizi tutsak kılmıştı. Çünkü bizler cellâtlardan intikam almak istiyorduk. Tüm arkadaşlar hasta düştü. Kimse yemek yemez oldu. Tam anlamıyla bölüğün hepsi hasta düşmüştü, yerdeydiler. Kimsenin takati kalmamıştı. Bir hastalık mıydı, yoksa başka bir şey miydi kimse anlayamadı. Hemen kendimizi toparlamamız gerekiyordu.
Bahar geliyordu ve güçlü bir yoğunlaşma yapmamız gerekiyordu. Düşmandan intikam almamız gerekiyor. Düşman karşısında elimizi kolumuzu bağlayamayız. Bunu Önderlikten öğrendik. Bahar düşmana karşı hazırlanmanın ve onu can evinden vurmanın zamanıdır. Kinimizi büyüdükçe önümüzde engel tanımıyorduk. Bu temelde kendimizi toparladık. Sürece kendimizi nasıl hazırlamamız gerekir diye her gün toplantılar yapıyorduk. 25 Mart günü bir yönetim toplantısı yaptık ve toplantıda süreci, Önderliğin durumunu ele aldık. Buna karşı katılımımızı ve eylem düzeyimizi değerlendirdik. Ondan sonra bir eylem planlamasına gittik. Sonra da eyleme gidecek olanlar kimlerdir diye tartıştık. Ben ve Ş. Şivan başta önerimizi yaptık. Bu düzenleme krizli oldu. Bütün arkadaşlar gitmek istiyordu, nasıl olacaktı? En son da dayatmamla ben kazandım ve Ş. Şivan da kazandı. Ve toplantıda söylenenleri pratikleştirme zamanıydı. Gücümüzü hazırladık, 28 Mart Agit arkadaşın şahadet yıl dönümünde eylem gurubu olarak çıktık. Heyecan, intikam duygusu, acı, hüzün hepsi iç içe yaşanıyordu. Akşam gurubumuz yerine ulaştı. Sabah eylem yerine gittik ve düşman cemseleri geldi. İntikam zamanı geldi. Munzur vadisi kana bulanmalıydı. Ben bir mevzide, Şivan ve Tekoşin bir mevzideydi. Düşmanın cemselerini içimize aldık, tüm silahlar bir anda çalıştı, hepsini imha ettik. Asfalt kan gölüne dönmüştü. Düşman şaşırmıştı, nereye ateş edeceğini bilemiyordu. Attığımız hiçbir mermi boşa gitmemeliydi. Her mermiyi Önderliğin intikamı için atıyorduk. İçimizdeki kini iyi kusmalıydık, tüm imkânlar bizim elimizdeydi. Geri çekilmeyi sağlam yaptık. Ş. Tekoşin bana sarılarak Önderliğin intikamını aldık derken sevinçten uçmak üzereydi. Son yıllarda 15 Şubat’ın ne anlama geldiğini daha iyi anladım. Sadece düşmanı vurmak yetmez, yetersiz yoldaşlığımızın da özeleştirisini vermemiz gerekir. Önderliği esarete sürükleyenin bizim yetersiz yoldaşlığımız olduğunu savunmaları okuduktan sonra anladım. Yine 15 Şubat geliyor. Kendi kendimizi sorgulamalı ve kendimizi vicdan devrimi yapmalıyız. Yıllar geçse de Önderliğin esaretini yaratan uluslararası komplonun amacı, hedefi nedir sorularını Önderliğin savunmalarını okuduktan sonra az da olsa bilince çıkardık. Önderlikle yaşamak tüm geriliklerden arınmak anlamına gelir. Bu yıl ki 15 Şubat’ta hedefimiz Önderliğin özgürleştirilmesidir. Şubat ayını sevmiyorum. Çünkü bu ayın acısını yüreğimizde derinden hissediyoruz. Yıllar geçse de bu acı dinmiyor, tam tersi her an acısı daha da büyüyor. Hiçbir zaman da bu acı dinmeyecek. Bugün karşısında kadrolaşma, militanlaşma ve partileşme gibi bir görevimiz vardır. Bu komployu boşa çıkarmak için Önderliğin iyi bir militanı olabilmeliyiz. Ancak 15 Şubat’a böyle bir cevap verebiliriz. Vicdan, zihniyet devrimi ve yenilenme yaratamazsak kendimizde bugünü asla aydınlığa kavuşturamayız. 15 Şubat insanlık tarihinde kara bir leke gibidir. Bu temelde 15 Şubatı yaratan zihniyetleri lanetliyoruz.
S. Ferhat