Bahar, taze kekik kokusunun parmaklarda bıraktığı bir iz gibiydi doğada. Tüm sırlarını açmaya hazır bir genç kız edasında olan dağlar, kıştan kalan son izleri de yavaş yavaş siliyordu. Patika yolun kenarında yeni yeşermeye başlayan otların üstünü bol çiy kaplamıştı. Çiyin altında otlar buğulu yeşil bir renge bürünmüştü. Sabah karanlığının çözüldüğü yamaç mavi bir ışıltıyla parlıyordu. Çiçeklerin yeni açılmış taçlarının turuncu rengi üzerinde birkaç damla şebneme Kuzey’den esen toprak kokusu karışmış bir rüzgar vuruyordu. Her tarafa yeniliğin taze hissi yayılmıştı.
Tüm gece hiç durmadan dinlenmeden yürümemize rağmen, eski bir gerilla olan kurye Rubar arkadaş:
- Çok yavaş yürüdük, bu yüzden randevuya geç kaldık, dediğinde, gerilla olmanın ilk zorluğu ile karşılaştığımı anlamıştım. Oysa randevu verilen yere saatinde ulaşmak için hep koşarak yürüdüğümüzü ve zamanından önce ulaştığımızı düşünüyordum. Bir yandan gerillanın hız kavramına duyduğum şaşkınlık beynimi kurcalarken, arkadaşlara nasıl ulaşacağımız da ayrı bir soru olarak karşımda duruyordu. “Gerilla çözümsüz kalmaz” sözüyle ilk kez o zaman karşılaştım. Bu bir felsefeydi. Doğaya, zorluklara, maddi koşullara teslim olmamayı öğretiyordu. Aslında kendi içinde bir mücadeleyi ve direnmeyi öngörüyordu. Ben “gerilla çözümsüz kalmaz” sözünü düşünürken, Rubar arkadaş:
- Çobanlara sorabiliriz, dedi. Onlar bu alanı karış karış tanıyor. Arkadaşların nerede olduğunu bilmeseler, bile bir-iki gün içinde bizden haber götürebilirler.
- Çobanları nasıl bulacağız? sorusunu hiç düşünmeden sormuştum. Rubar arkadaş gülerek:
- Şu sırtın üzerine çıkarsak bir zomu görebiliriz, dedi.
Zoma girmeden önce iki gruba ayrıldık. Benim içinde olduğum grup zomun aşağısındaki büyük kıl çadıra gitti. İçerisi daha büyük görünüyordu. Sulanıp süpürülmüş olan çadırın sağ tarafında rengarenk yorganlar ve döşekler düzenli katlanmış dururken, öbür tarafta beşiğinde bir bebek ağlıyordu. Ocaktaki ateşin sönmesini engelleyen 9-10 yaşlarındaki kız çocuğu bizi görünce önce şaşırdı ama sonra annesinin davranışlarına benzeyen hareketle bizi, kamışlardan hasırların üzerine buyur etti. Hiç beklemediği bir anda ona elimizi uzatıp selam verdik. Dağınık saçlarının kapattığı kara gözleri ışıl ışıl yanıyordu. Yanakları pembeleşti. Bir koşu bize ayran getirdi. Bu sıra çadırın girişinde iri yarı, siyah giysili, orta yaşlı bir kadın belirdi. Yüzünde yılların izi olmasına rağmen, gözleri tıpkı kızının gözleri kadar parlaktı. Elleri etkisizdi, damarlarının maviliği göze çarpıyordu. Hiç çekinmeden gelip selam verdi. Nasıl davranacağımızı bilememenin paniği içerisinde ayağa kalkıp, selamına cevap verdik.
Kadın atik hareketlerle sofrayı kurdu. Sofrada yoğurt, peynir, dünden kalan pilav ve çay vardı. Bir yandan koşuşturuyor, bir yandan da kaş altından bizi izliyor, silahlarımız ve elbiselerimize bakıyordu.
- Teyze arkadaşlar size uğruyorlar mı? diye sordum.
- Vallahi uzun zamandır kimseyi görmedik, dedi.
- Peki askerler zomlara geliyor mu? diye sordum.
Kadın yine,
- Vallahi uzun zamandır kimseyi görmedik, dedi.
Ellerini birbirine kavuşturmuş, dizlerini altına çekmiş, bize bakmadan konuşuyordu. Bize karşı çok ilgisiz olmasa da, kadının yüzündeki soğuk havayı anlayamıyordum. Halkın gerillaya olan sevgisi o kadar çok anlatılmıştı ki, hayalimizdeki ilk karşılaşmanın yaşadığım gibi olmaması beni hayal kırıklığına uğratmıştı.
Kadının yüzündeki titrek ifade, içinde soğuk bir rüzgarın geçtiğine tanıklık ediyordu. Ortama hakim olan o havadan bir an önce kurtulmak istedim. İstenmeme duygusu bir gerilla için bazen savaşın gerekçesi, bazen de o yeri terk etme nedeni olabilir. Yaşadığım hayal kırıklığının ağır etkisiyle, yiyemediğim yemeği arkadaşlar yedikten sonra kalktık.
Gecenin serin rüzgarlarından en ufak bir iz bile yoktu. Çıplak arazide güneş tüm yakıcılığını toprağın derinliklerine doğru işliyordu. Kar sularının oluşturduğu küçük dereler, kısa bir süre sonra kuruyacağını biliyormuşçasına telaşlı telaşlı akıyordu. Suyun sesi güneşin tendeki yakıcılığına panzehir gibiydi.
Grup toparlandıktan sonra yola çıkma vakti gelmişti. Bu sırada, başındaki kasketinden dolayı yüzü seçilmeyen, kamburu fazla değilse bile, başını sadece iki katlı bir binanın tek katına bakabilecek kadar kaldırabilen, yaşlı bir amca girdi. O evin dedesi olma ihtimali çok yüksekti. Çobanlık yaptığı için, arkadaşlar hakkında bilgi alabilirdik. Kadın kızının elini tutmuş, kıl çadırın kapısında bizi izliyordu. Ona bakmaya özen gösteriyordum. İçimde hiç duymadığım bir sızı vardı.
Rubar ile birlikte çoban dedenin yanına gittik, selamlaştıktan sonra:
- Dede, bugünlerde arkadaşları gördün mü? diye sordum. Ancak dede cevap verecekken, kadın yıldırım hızıyla benimle dedenin arasına girerek dedeyi arkasına aldı. İki kolunu yanlara doğru açarak:
- O kördür, sağırdır, dilsizdir, hiç bir şey bilmez, dedi. Yüzündeki sert ifade buzulları andırıyordu. Gözleri az önce sakladığı bütün düşünceleri yansıtıyordu. Yurtsever olduğu söylenen bu zomda böyle bir tutumla karşılaşmayı hiç birimiz beklemiyorduk. Rubar yavaşça kolumdan tutup:
- Hadi gidelim, dedi.
Donup kalmıştım. Kadının gözlerinde en ufak bir titreme yoktu. Kolları dimdikti. Rubar, ikinci kez:
- Hadi gidelim, diyinceye kadar da kadında pişmanlık veya ikirciklik göremedim.
Anlam veremediğim bu sahneler duygularımda büyük çalkantılar yaratmıştı. Belki ağlamak çözüm değildi ama halkın bu tutumunu kabul etmek de kolay değildi.
- Neden böyle davrandılar? diye sordum Rubar’a.
Rubar fazla emin olmasa da, başka bir açıklamasını bulamadığı bu durumu kendisine has belirlemelerle anlatmaya çalıştı.
- Askeri elbiselerimiz ve silahlarımız çok yeni. Üstelik davranışlarımız da gerillanın kendine has davranışlarına benzemiyor.
- Ne var bunda? Akademiden henüz geldik, elbette ki yeniliğin izleri olacak, dedim.
- Elbette ki öyle ama savaş koşullarında bu ayrıntılar kalın çizgilerle çizilmiştir. O kadın bizi kontrgerilla zannettiği için, hiç bir şey söylemedi. Bizi bizden sakladı.
Dorşin Poyraz