Daha küçük bir çocuktum, ortaokula gidiyordum. Biraz da minnacıktım. Tıfıl tıfıldım.
Orta biri bitirmiş, orta ikiye hazırlanıyordum. Ben yeni bir eğitim ve öğretim yılında soykırımcı okula gitmeye hazırlanırken, yıl 1980 yılı idi. Aylardan ise Ağustos ayının sonlarıydı. Daha 12 Eylül askeri darbesi de olmamıştı.
Yeni bir eğitim yılına hazırlanırken köydeydim. Ailem de köydeydi. Daha bir bütünen Amed’e taşınmamıştı. Ben okul hazırlığını yaparken, ailem de bir bütünen Amed’e yerleşmenin hazırlıklarını olanca hızıyla sürdürüyordu. Hazırlıklar sürerken ben de, bol bol ceviz topluyordum. Bir gün yine ceviz toplarken, köy çocukları bir haber getirdiler. Dediler ki, üç cendirme gelmiş. Herkesi çağırıyorlarmış. Tüm köylüleri bir yere topladılar.
Ardından bir köylümüzün ellerini arkadan kelepçelediler. Ayaklarını da bağladılar. Sırt üstü yere yatırdılar. Ayaklarındaki çorapları çıkardılar. Bir cendirme yaşlı köylümüzün göğsüne oturdu. Çavuş olan bir cendirmenin komut vermesiyle birlikte, üçüncü cendirme de falakaya yatırdıkları köylümüzün ayaklarını vurmaya başladı. Vuran cendirme yorulunca, köylümüzün oğlunu çağırdılar. Oğula, babasına falaka işkencesini yaptırdılar. Cendirme vuruyordu, bizim köylü acıyla haykırıyordu. Oğluna vurdurtuyorlardı, babası yine inliyordu, ax u wax çekiyordu. Acıyla haykırıyordu.
Köylümüze işkence yaparken, hepimize de seyrettiriyorlardı. Bununla bizi sindirmeye ve korkutmaya çalışıyorlardı.
İşkenceye bir bahane de bulmuşlardı. Güya köylümüz, bir polisin silahını karakoldan çalmışmış. En dikkat çeken yön ise o zaman bu üç cendirme, tam tamamına 60 km uzaktan yaya yürüyerek bizim köye gelmişlerdi. O zaman üç cendirme demek, üç Allah demekti. Onların olduğu yerde Allah yoktu. Onların olduğu yerde Allah onlar, gerisi kul köle... Velhasıl bizim şişko ve yaşlı köylüyü öyle bir hale getirdiler ki, ayak derileri su ile dolu balon vaziyetindeydi. Etle deri arasında toplanan, aslında su rengini alan kandı. Bu durumu gören ben, eski ben olmayacaktım artık.
Amed’de okusam da, ailem oraya taşınmış olsa da, asla köyden de vazgeçmeyecektim. Şehirden ziyade köyde yaşamak arzusundaydım. O zaman bu arzumu ancak 4 yıl sonra yerine getirebilecektim. 4 yıl sonra dediğim 1984 yılıydı.
Hatırladığım kadarıyla da yeniden köye gittiğimde Haziran ayının sonuydu. Köye yetiştiğimden bir saat sonra amcam da ilçeden köye geldi. Zaten evi köydeydi. İhtiyaçlar için ilçeye gitmişti. Daha ilçede işini bitirmeden amcamı ve yakınımızdaki köylerden birkaç köylüyü düşman askerleri ilçe merkezinden toplayarak zorla yakınımızda ki bir köye getiriyor. Yakınımızdaki köyde altı kişilik bir gerilla grubunun olduğuna dair bir istihbarat, bir ajan tarafından düşmana bildiriliyor. Düşman bunun üzerine binlerce askeri, cemse ile panzerlerle HRK gerillalarının bulunduğu yerin yakınına taşıyor. Helikopterlerle de yakın tepelere indiriyor. Amcam ile diğer köylüleri de zorla öncü kobay olarak kullanıyor. Sonuçta çatışma çıkmıştı. Çatışma bitince amcam ile diğer köylüleri düşman serbest bırakıyor. Tabi ki, sonradan amcam köye geldi. Amcamın sıcağı sıcağına anlattığına göre çatışma çıkar çıkmaz, tüm askerler tir tir titremeye başlamışlar. Oruç ayı olduğu için bazıları oruçluyuz demişler. Bazıları hastayım demişler, korkudan hepsi kendisini geri çekmiş. Erzurumlu bir Kürt asker ise hemen öne atılmış ben savaşırım demiş. Nasıl hücuma kalmış, arkadaşlar bunu oracıkta vurmuşlar, yaralanmış ama ölmemiş bizim “alavere dalevere Kürt Mehmet nöbete” desturuyla hareket eden ahmak.
Daha 15 Ağustos’a bir buçuk aylık süre vardı. Köyümüzde gerillanın ilk kurşunları patlamıştı bile. Üçüncü gün yine bir çatışma çıktı ve ikinci kurşunları da patladı. Artık 15 Ağustos adım adım geliyordu. Köyden Amed’e döndükten birkaç gün sonra 15 Ağustos’ta ilk kurşun da atıldı.
Bir geriye dönüp baktığımda eskiden üç cendirme ile Kürdistan’daki koskoca bir ilçe ve doğal kale gibi dağlar zapturapt altına alınırdı. 60 kilometre yürüyerek, her adımını bir işgal adımı olarak atan cendirme yerine ancak 40 ile 50 bin askerle aynı yere girebilen bir Türk ordusunun halini düşünün. Bu hakikati düşünebilenler, ondan sonra 15 Ağustosun nasıl bir hamle olduğunu ve ne tür devrimlerin içe gelişmesine kaynaklık ettiğini daha iyi anlayabilirler.
Derler ya “bazen bir musibet, bin nasihatten daha iyidir.”
Yaşayarak, çatışarak gördüm yazdıklarımı. Bu yazdığım iki olay yaşadıklarımı anlatmak açısından okyanusta damla misalidir. Kumsalda ise bir kum tanesi olmasa da iki kum tanesi misalidir.
Özcesi bu makalede yazdıklarım 15 Ağustos atılımının kazanımları açısından sadece kumsaldaki iki kum tanesi kadardır. Okyanustaki bir damla kadardır.
Özgür Bilge