Milliyetçilik ulus devletle gelişen toplumsal hatta ruhsal bir hastalıktır. Doğuşu ise kapitalizmin kendisini ulus devlet biçiminde örgütlendirilmesi zamanına götürülebilir. Bu bağlamda milliyetçilik-insanlık tarihi göz önüne getirildiğinde-yeni bir hastalıktır. Yeni ve taze bir hastalık olmasına rağmen, suni olarak doğuşundan bugüne kadar belki de insanlığın başına bela olmuş en büyük hastalıkların da başında gelir.
Bu öyle bir hastalıktır ki, bir devletin sınırları içerisinde yaşayan insanlara, ulus devleti gerçekten de kendi devleti bilir hale getirir. Kendisini ulus devletin sahibi olarak görür. Halbuki: “Ulus kavramından türetilen milliyetçilikle tüm bir ulus iktidarın kendisine ait olduğuna inandırılmıştır. Özünde hiçbir zaman iktidar ulusun olamaz. Her yerde ve her zamanda etnik grupların, hanedanların, ulusların azınlık kesimi iktidarın gerçek sahibidir. Fakat öyle bir sistem yaratılır ki, en alttaki ezilene kadar her birey bir anlamda kendini iktidar sahibi kılmak durumundadır. En alttaki bir ailede en yoksul bir koca karısı karşısında kendini ‘küçük imparator’ rolünde rahatlıkla görebilir. Karı da zincirleme tarzda çocuklarına karşı bu rolü oynar. Ya çocuklar? Onlar büyürlerse aynı sistemi oynamaktan başka ne yapabilirler? İktidarlaşma zincirinin böyle kurulması sistemin bir özelliğidir.”
Daha da açacak olursak: “Kapitalizmin gelişim aşamasında ortak dil ve geleneklerle çevrili bir sınır, ideal birikim için tercih edilen coğrafi büyüklüklerdir. Kutsal vatan anlayışı değil, elverişli kâr, birikim alanı kavramı esastır. Dış rakiplerine kapatılan bu alan sermaye birikimini güvene almak, iktidarını güçlendirmek için idealdir. Milliyetçiliğin doğuşu bu maddi gelişmenin sonucudur. Laiklikle -dünyalaşma- dini zihniyetin gerilemesi yeni bir ideolojik örtüye ihtiyaç gösterir. Milliyetçi ideoloji ulus olgusu ile bağlantısı nedeniyle hızlı gelişme gösterir. Özünde eskinin etnik -aşiret- duygusunun daha geliştirilmiş bir biçimi olarak düşünülmesi gereken milliyetçilik, ortak etnik duygu ve dinin yerini tutan bir inanç hizmeti gösterir.”
Yukarıda dile getirilenlerden yola çıkarsak o zaman bizler: “Milliyetçiliği kapitalist devletin ideolojik silahı olarak anlamak, yayıldığı dönemleri doğru kavramak açısından önemlidir” tespitini esas almamız gerekecektir. Çünkü biz biliyoruz ki: “Milliyetçilik aynı zamanda devletteki merkeziyetçiliği güçlendirir. Daha demokratik federal yapılara karşı devlet milliyetçiliği, merkezi-üniter yapılara kayar. Buradan faşist ve totaliter devlet anlayışına geçilir. Toplumsal hastalığın histeriye dönüşmesi, kapitalist sistemin faşist ve totaliter devlet biçimine yönelmesiyle at başı gider. Sonuç, kapitalizmin intiharıdır. Birinci ve ikinci dünya savaşları bu anlamda milliyetçilik dozajının aşırı kullanılmasından doğan sistemin intihar eylemleri olarak da düşünülebilir. Kendisi uygarlık krizi olan kapitalizmin en genel ve derinlikli krize, kaosa girme sürecidir.”
Söylenen ve yazılanların özü itibariyle birer ruh hastalığı yansımaları olduğu da açıktır. Tekleştirme adına neredeyse dünyanın tamamını ateşe vermek, gerçek manada akıl kârı olamaz. Milliyetçilik hastalığıyla insanlık ateşe verilmiştir. Sadece birinci ve ikinci dünya savaşlarını ele alacak olursak; milyonlarca insanın yaşamını yitirdiği, milyonlarcasının sakat kaldığı ve de milyonlarcasının ise halen akıbetlerinin belli olmadığını dile getirdiğimizde, yaşanmış olan ruh hastalığının ne kadar derin olduğu daha çıplak biçimde kendiliğinden anlaşılır.
Bu hastalığın bir şekilde üstünün örtülmesi gerekir. Çıplak bir hastalık olarak görülmesi yerine tam tersine sanki milliyetçilik din gibi kutsalmışçasına öyle bir propaganda yapılır ki, milliyetçiliğin büyük tehlikelerine karşı toplumun-büyük bölümü-korunmasız ve savunmasız bırakılır. “Ulusçuluk ya da milliyetçilik zayıflayan dini bağların yerini tutmaktadır. Bir nevi seküler-dünyevi- dindir. Devletin en temel meşruiyet aracıdır. Dine ve milliyetçiliğe dayanmadan devleti yürütmek zordur. Din zaten devletin genidir. Milliyetçilik de onun modern biçimidir” tespitleri dile getirdiklerimizi ifade etmektedir.
Başka bir şekilde ifadeye kavuşturacak olursak: “Ortaçağlarda din adına yürütülen savaşlar, kapitalizm çağında milliyetçilik adına daha kapsamlı ve acımasız sürdürüldü.” Nedenleri elbette vardır. Bir nedeninin iktidarla bağı olduğu kesindir. “Ne kadar süslü kelimelerle ifade edilse de, milliyetçilik aşiret şovenizminin gelişmiş bir biçimidir; onun daha da büyütülmüş ve siyasallaştırılmış ifadesidir. Bu da dar görüşlülük ve kendinden başkasını görmemektir” kendisini beğenmektir, başka halklara ve renklere karşı düşmanlıktır, tanımamaktır yani kendini dünyanın merkezine koymaktır. Bunun için: “Milliyetçiliği kapitalist devletin ideolojik silahı olarak anlamak, yayıldığı dönemleri doğru kavramak açısından önemlidir.” Bu silahın nasıl kullanıldığını ise bizler son iki yüz yıllık pratikte gayet iyi biliyoruz. En çokta biz Kürtler, Ermeniler, Asüriler, Çerkezler, Aleviler olup bitenleri iyi biliyoruz. Çünkü son iki yüz yıldır ve özelde de son yüzyılda kaç yüz bin Kürt insanının bu hastalıklı ruhsal bakıştan dolayı katledildiği verileriyle ortadadır.
Halbuki Başkan Apo: “Egemenlerin sahte milliyetçilikleri uğruna değil, halkların ortak vatanı uğruna özgürlüğü ve hak eşitliğini esas alan, her düzeyde ortak birliktelik ve eylemlilik yöntemiyle mücadele etmek, gerçek yurtseverlik anlamına gelmektedir” demektedir.
Halkların ortak vatanı uğruna özgürlüğü ve hak eşitliğini esas almak, sözünü sıkça ettiğimiz Demokratik Ulus kavramlarıyla yakinen ilgilidir. Demokratik Ulus kavramı halkları ulus devlet temelinde zehirleyen kapitalist modernist çağa karşı -gerçek manada- bir mücadele stratejisidir. Öyle ki tekçiliğe karşı ortaklığı ve komünal olmayı savunur. Kendini beğenmenin yerine insanlığı sevmeyi savunur. Renksizliklere karşı çok ama çok renkli olmayı ilke edinir. Birçok farklı rengin bir arada, hem de çok güçlü bir şekilde ortak yaşayabileceğine inanır. Yani tekçiliğin bir milliyetçilik zirveleşmesi olarak halklara sadece acı getirdiğini bilerek, bu tekçiliklere ve tekleşmelere karşı en ileri düzeyde karşı koymasını da bilir.
Özcesi bizler bugün dünyada insanlığın başına bela olmuş milliyetçiliklere karşı durmak istiyorsak önce demokrat olacağız. Ancak bu demokratlığı tüm farklı toplumsal yapılarla birleştirerek sağlam kurumsal yapılar haline getirirsek orada gelişen ve gelişecek olan Demokratik Ulusçuluktur. Anti Milliyetçilik olarak Demokratik Ulusçuluk ise gerçek manada halkların renkli bir şekilde açan gül bahçesidir.
Halkların Gül Bahçesi’nde tüm renklerin bir arada, aynı anda açması ve yaşaması dileğiyle…
ŞIHO DİRLİK