HPG

Kurdistan Halk Savunma Güçleri

Kürdistan’daki Direnişlere kısa bir bakış;

Kürdistan tarihini geçmişte öğrenirken, büyüklerimizin ne kadar büyük ve çok isyanlarda bulunduklarını bize büyüklerimiz öğretmişlerdi. Doğrusu bizde uzun yıllar bu isyanlara inandık.

Ne var ki insan araştıran, inceleyen ve çıkardığı sonuçlardan yola çıkarak öğrenen bir yarattıktır.

Biz Türk okullarında tarih adına Kürtlere ilişkin “şakiler”, “eşkıyalar”, “çeteler”in ne kadar çok isyana kalktıklarını ve bunun üzerine büyük Türk devletinin bunda öncesi de büyük Osmanlının bu “şakileri”, “eşkıyaları”, “çeteleri” hizaya getirmek için bir devlet yapılanması olarak bunların üstüne giderek tasfiye ettiğini öğrendik.

Duygusal olarak Kürtlüğümüzü okşadığını inkar edemeyiz. Ne de olsa büyüklerimiz bu devletlerin zulmüne karşı isyan etmişlerdi. Bu devletlere kafa tutmuşlardı. Karşı çıkmışlardı. Bu bağlamda isyanları hep dilimizdeydi.

Yukarıda dile getirdiğimiz gibi biraz tarihe derinlikli baktığımızda tabi bu arada Kürtlere karşı uygulanan politikalarının kimi belgeleri gün yüzüne çıktığında, hele hele suda bahanelerle yaşanan katliamları incelediğimizde yaşananların hiçte birer isyan olmadıklarını rahatlıkla görebildik.

İsyan kelimesini sözlükler: “Herhangi bir amaçla kurulu düzene veya devlet güçlerine karşı gelme, baş kaldırma, ayaklanma” olarak tanımlıyorlar. Bu tanımın içerisinde karşı durduğun ya da ayaklandığın güçler tarafından ezilmen de söz konusu olduğunda belli bir hukuka ya da bu ezilmenin gerekçesi rahatlıkla yapılabilir.

Direniş ise: “Direnmek işi veya biçimi, karşı koyma, dayanma, mukavemet” adı üstünde karşı koyma oluyor. Ancak direniş kelimesi geçtiğinde ağırlıklı olarak yaşanan bir haksızlığa karşı gösterilen mukavemet oluyor. Bu ise direnen açısından bir haklılığı ve meşruluğu doğururken ezen tarafından ise gayri meşruluğu ifade ediyor.

Yukarıda ki bu iki tanımdan yola çıkarak Kürdistan’da ne kadar isyanın ya da ne kadar direnişin yaşandığını anlatmaya çalışacağız.

Ortaçağ olarak adlandırılan bu dönemde Kürt emirlikleri fiilen bağımsızdır. Ekonomik yapılanma, sınıflaşma siyasi kurumlaşmaları itibariyle feodalizmi yaşıyorlardı. 16. yy.dan öncede Kürt beylikler bağımsız yaşıyorlardı. Osmanlı batıya yönelmişti. Sınırda çelişkiler yoğundu. Ancak Osmanlıyla içine girilen ittifaklaşmayla ve Osmanlının doğuya yönelmesiyle bağımsız olmaları devam etse de özünde bu tasfiye edilmelerinin başlangıcı oluyordu. Osmanlının idari ve siyasi örgütlenmesinin kurucu mantığı–ki bu işgal ettikleri sahalarda esnek ve yerele dayalı idare etmekti-ikincisi ise Kürt beyliklerinin İran Safevi devleti önünde bir set oluşturuyor olmalarıydı. Osmanlı Kürtlerle anlaşmasını onu doğuya açarak büyük güç haline getiriyor ve ayrıca doğuda gelecek tehlikeleri de bertaraf etmiş oluyordu. Yukarıda dile geldiği gibi Osmanlı Kürtlere federatif yaklaşmıştır. Özümseme yerine bütünleşmeyi esas alan Osmanlı ademi merkezci yaklaşmıştır. Kürtlere böyle yaklaşmasının başka bir nedeni de Kürtleri Safevi'lere kaymaması için kazanma istemi olmuştur. Daha sonra yapılan Osmanlı İran savaşlarında Kürdistan resmen 1639 Kasr-i Şirin antlaşmasıyla ikiye bölünecektir.

Bu ikili mekanizma birkaç yüzyıl boyunca Kürt beylikleri ile Osmanlı devleti arasındaki ilişki niteliğini belirledi. Ve Kürt yerel beylikleri merkez iktidar ile kurulan bu gevşek ilişkinin imkân verdiği bir özerk statü uyarınca Osmanlı devletinin idari ve askeri rütbeleri ile ödüllendirilmiş, payelendirilmiş Kürt aileleri tarafından yönetildiler.

Osmanlı devleti Avrupa’da daraldıkça toprak kaybettikçe yönünü doğuya çeviriyordu. 1683 yılında Viyana önündeki yenilgisi ile başlayan süreç 1699 yılında Karlofça ve 1718 yılında Pasarofça antlaşmalarıyla Osmanlı batıda artık duramaz hale gelmişti. Her geçen gün yeni toprak kaybı demekti. Osmanlı yönünü yavaş yavaş doğuya kaydırırken doğuda vergiler artıyordu, asker isteme artıyordu. Kendi içresinde de yenileme ihtiyacı duyuyordu. Bu yenilenmeye ıslahat denilecekti. Islahatı özellikle orduda başlattılar. Çok masraflı bir orduyu kaldırmak artık zor geliyordu. Ordu da bazı düzenlemelere ihtiyaç vardı. 1792–93 yıllarında. III. Sultan Selim tarafından Nizam-ı Cedid uygulamaya geçti. Açılım ekonomik idari alnında da düşünülüyordu. Ancak yeniçeri ordusunun 1807 de kazan kaldırarak III. Sellim yönetimine son Verdi.

Şunu hemen belirtelim Yunanlar ayaklanıyor batı da toprak kaybı devam ediyor, doğu da Mısır da kazan kaynıyor derken zayıflayan merkezi Osmanlı hükümeti ya da devleti güç kaybediyor, yereller Osmanlının siyasi idari örgütlenmesinde kaynaklı güç kazanıyor ve giderek Osmanlıyı tehdit eder hale geliyor.

1839 da Tanzimat fermanı diye bilinen Gülhane Hatı Hümayunun bu durumu daha da körüklüyordu. Osmanlı da değişiklikler yaşanan sorunlarda dolayı gündeme girmişti. 1826 da kurulan Enderun ordusuna karşı yeniçeriler isyana kalktı. Bu isyan bastırılarak ezildi. Yeniçerilik kaldırıldı. Geçmişte devşirmelerde oluşturulan Yeni Çeri Ocakları yerine öncelikle Müslümanlarda olan, yerele yakın özellikler aranarak Enderun birliklerini oluşturulmuşlardı. Ruslarla savaşlar yoğundur. Kuzeyden Akdeniz’e inmeye çalışan Ruslar Osmanlıyı sıkıştırmaktadır. Bunun karşısında batı “Bosporus'taki hasta adamı” ayakta tutmak için desteklemektedir.

Genel anlamda 1800'lerin başlarında itibaren Osmanlı kendisini nasıl yaşatacağının hesabı içine girmişti. 1808 yılında tahta II. Mahmut geçti. Mahmut dönemi Kürtler için çok önemli bir dönemeçtir. Kürdistan’ın klasik anlamda işgal edilmesi ve sömürgeleştirilmesi bu tarihte başlar. Öncesinde Osmanlının Kürdistan da klasik anlamda işgali ve sömürüsü yoktur. Kürt toplumu için önemli bir süreçtir. Osmanlı kaybetmiş toprakları, prestij bir anlamda doğuda acısını çıkartmaktadır. Yavuz Sultan Selim döneminde yapılan anlaşmalar çiğnenerek iç işlerine müdahalenin yanı sıra yükümlülükler fazlalaştırılarak Kürt Emirliklerine yüklenmektedir. Kürt Emirlikleri sıkışıklığı yaşıyorlar. Genelde Osmanlının bunalımı teferruatlı görülmese de güneyde Mısırlı Mehmet Ali Paşanın yükselmesi Kuzeyde Ruslar, batıda Yunan ve diğerlerinin yüklenmesi seziliyor, ya da görülüyor. Bu sıkışık ortamda Osmanlıya karşı direnişler patlak vermeye başlıyor. Yeni bir süreç başlamış oluyor.

Özcesi Osmanlı 1514’lerde Kürtlerle girilen ittifaka arayışına terk ederek, yeni bir politika belirlememiştir. Bu politikanın özü ise Kürdistan’ı işgaldir. Bu bağlamda Kürtler Osmanlıya karşı isyan etmemişlerdir. Kürtler Osmanlıya karşı ihlal ettikleri anlaşmalardan dolayı karşı durmuşlardır. Osmanlının işgaline karşı direnişe geçmişlerdir. Direniş esas itibariyle Osmanlı içerisinde kalarak Osmanlıyı yaklaşık 300 yıl önce imzalanmış olan anlaşmaya sadık kalma çağrısıdır.

-----

Direniş esas itibariyle Osmanlı içerisinde kalarak Osmanlıyı yaklaşık 300 yıl önce imzalanmış olan anlaşmaya sadık kalma çağrısıdır dedik.

Yeni süreç direnişlerle başlar. Neredeyse yüzyıl sürecek direnişler, parça parça Kürdistan’ın farklı sahalarında baş gösterir. Batı ve güneyde sıkışan Osmanlı, hâkimiyetini Kürdistan üzerinde kurmaya çalıştığında, ortaya çıkacak olan bir işgal hareketidir. Yüzyıllarca bağımsız ve özerk yaşamış olan Kürt Beylikleri ve Emirliklerinin, bu hâkimiyet girişimine karşı direnç gösterecekleri açıktır.

Hemen şunu peşinen söyleyelim; Kürt Emirlerinin ideolojik olarak Osmanlılarla herhangi bir çelişki ve çatışması yoktur. Bu bağlamda önceleri büyük oranda Kürt-Kürdistanlık dertleri de yoktur. Tamamen kendi Emirliklerinin çıkarları doğrultusunda bir direnç söz konusudur. Kürtlük bilinci bu bağlamda dediğimiz gibi çok cılızdır.

1800'lerin başlarında İngiliz Emperyalizminin, Ortadoğu’nun farklı sahalarında etkinlik sağladığı yıllardır. Daha doğrusu adım adım etkili olacakları yıllardır. Çökmekte olan hasta Osmanlının mirasına konmanın çeşitli hesapları yapılmaktadır. Fransızlar da eksik değildir, herkes kendisine bağlı misyonerler göndererek, kendi örgütlülüğünü yaratmaya çalışmaktadırlar.

Amin Malouf’un Tanios Kayalıkları kitabında bir olayla misyonerlerin nasıl çalıştıklarını ve neler yapmak istediklerine bir göz atalım:

Lübnanlı bir aşiret liderinin küçük bir oğlu vardır. Ona kâhyalık yapan adamın birkaç yaş büyük oğluyla birlikte uzaklarda bulunan bir okula gönderilirler. Okul İngiliz misyonerlerinindir. Etkili bir ailenin oğlunu yanlarına almışlardır. İlk iş bu durumu İngiltere’ye bildirmektir. İngiltere’den gelen cevap ise; “ne pahasına olursa olsun, mutlaka ama mutlaka bu çocukları tutun ve kazanın” dır.

Bu talimatı alan misyoner ve eşi titizlik göstereceklerdir. Ancak aşiret liderinin oğlu yaramaz birisidir. Toplumun ahlak ölçülerini zorlamaktadır. Öyle ki misyonerin eşine kabul edilmeyecek tacizlerde bulunur. Çizme aşılır ve misyoner bu genç ile kâhyanın oğlunu okuldan atar. Bu durumu İngiltere’ye rapor eder. İngiltere’den gelen cevap ise; “ne yaparsanız yapın o gençleri geri okula getirin” talimatı olacaktır. Misyonerler çocukları bedeli kavga da olsa, eşinin taciz edilmesine mal da olsa gidip getirecektir. Ne de olsa gelecek için ciddi yatırımlar vardır.

Bu misyoner çalışmasıdır. Hiç kimseye çaktırmadan adım adım geleceğin tohumluklarını-kendi himayesinde-Ortadoğu halklarının başına bela olacak temelde yetiştirmektedirler. Ne de olsa bunlar gelecekte İngilizlerin oluşturacakları Ortadoğu’daki işbirlikçi ve ajanları olacaklardır. Sorun burada bazılarının sübjektif ajan olmaları da değildir. Hayır! Beyni kazanılmış, yüreği kazanılmışlar gelecekte kendilerini yetiştirmiş olanlara sadık kalmasını bileceklerdir. Başkan Apo böylesine ele alınan tohumlukları “yetiştirme” ve “dayatma” diye isimlendiriyor. Bir nevi topluma zoraki dayatılacak, yetiştirilmiş Truva atı rolünü gelecekte oynayacak fethedicileridir bunlar. Daha sonra Dersim olayına geldiğimizde bu Truva atı rolünü Kılıçdaroğlular, Kamer Gençler, Burkaylar ve tabii ki böyle nicelerinin oynadıklarını hep birlikte göreceğiz.

Bu gerçekliğin ne kadar sonuç aldığını anlamak için Ortadoğu’nun bugününe bakmak yeterli olacaktır. Birçok Malik, Bey, Kral İngiliz-Fransız okullarının fideliğinde yetişmesinin ötesinde, birçoğunun anasının dış kökenli olması söylediklerimizin derinliğini gösteriyor. Elbette dış evlilikleri eleştirmiyoruz, burada dile getirilen emperyalist güçlerin Ortadoğu insanlarını hangi yol ve yöntemle ihaneti kökleştirerek teslim alınmalarına dönük çarpıcı bir örnek olması açısından veriliyor.

İngilizler özelde ve yerelde yaşayan Asurî, Süryani, Ermeni gibi Hıristiyan kesimleriyle ilişkilenerek, onlara çeşitli vaatler yağdırarak kendilerine bağlamaya çalışmaktadır. Aynı eksende çeşitli Kürt emirlikleriyle de ilişkilenmektedirler. Osmanlıyı zayıflatarak daha fazla kapitülasyonlara zorlamak ve tabiî ki istedikleri yere çekmek temel amaçtır. Misyoner çalışmaları oldukça başarılı olmaktadır. İngilizler, hem Osmanlı kartını, hem Kürt kartını, hem de diğer azınlık ve yereldeki kartları başarılı bir şekilde kullanmaktadır. Gerektiğinde birbirine kırdırtmaktan çekinmemektedirler.

Böyle karmaşık bir ortamda çok sayıda direniş gelişir. 1800 yılı boyunca onlarca direniş TC resmi tarihine göre isyan şöyle sıralamak yerinde olacaktır:

1805–1806–1808 Baban Direnişi,1818 Bilbaslar Direnişi, 1820 Sivas’ta Zaza aşiretlerinin Direnişi, 1820–37 yılları arasında Soran emirliğinin hâkimi Mir Muhammet Kürtçe isimlendirmeyle Muhammede Kore-Kör Muhammed’in Direnişi, 1830–33 Sincar dağı etrafındaki Ezidi Kürtleri ve Türkmenlerin Direnişi. 1832 sonrası Mardin Direnişi,;1834’te Mirza Ağa liderliğinde Osmanlıya karşı direniş,1834 Bitlis civarındaki Direniş, 1849’da bastırılır. 1838’te Botan beylerinden Sait Beyin Direnişi ve kalesinin alınması. 1842–47 Bedirxan Bey Direniş. Cizre-Botan Emirliğine Son verilmesi. 1853–56 Yezdan Şer Direnişi. 1860’ta Osmanlı Ordularının Dersim’e yönelik askeri harekâtları. 1880–81 Ubeydullah Nehri Direnişi

Bu yüzyılda Kürdistan’da kimi direniş göze batmaktadır. Bunlardan bir tanesi Baban Direnişidir. Baban Direnişini kısa bir göz atacak olursak:

Şehrezor ve çevresinde hüküm süren Baban Mirliği Güney Kürdistan eski ve güçlü mirliklerden biriydi. 1786 yılında merkezleri olan bugünkü Süleymaniye kentini kurdular. Baban emirliğinin önemi Osmanlı ile İran arasında sınır bölgesinde bulunmasından kaynaklanıyordu. Bu nedenle Baban, Osmanlı ile İran arasında sürekli yıpranıyordu. Baban emirliğinin kuvvetli, etkin ve iyi bir ordusu vardı.

Babanlarda, Abdurrahman Paşa 1789 yılında emirliğin başına geçti. Baban emirliğinin bağlı olduğu Bağdat valisi, Abdurrahman Paşa'nın Emirliğin başına geçmesini istemiyordu. Bağdat valisinin bu iç işlerine müdahale etme tutumuna karşı Abdurrahman Paşa kuvvet yoluyla emirliğin başına geçti. Emirliğin başına gelir gelmez de, Bağdat'ın emirlik içişlerine karışamayacağını ilan eder. Abdurrahman Paşa döneminde emirliğin güç ve etkinliği daha da artmış ve Abdurrahman Paşa tüm Kürt Coğrafyasının en etkin hükümdarı özelliğini kazanır.

Osmanlı imparatorluğu Abdurrahman Paşa’nın etkinliğinin artmasından daha fazla endişelenmeye başlar ve bu nedenle rakip bir aşiret reisini Süleymaniye emirliğine atar. Bu durum karşısında Baban beyliği 1806 direnir. Abdurrahman Paşanın 24 yıllık iktidarı boyunca emirlikte altı büyük savaş olmuştur. 1806'daki bu direniş daha kapsamlı ve geniştir. Direnen Abdurrahman Paşa yeni atanan Süleymaniye Emiri'ni öldürür ve Osmanlıya karşı büyük bir başarı elde eder. Fakat Osmanlı büyük bir güçle direnişin üzerine gider. Savaş zaman zaman İran Kürdistan’ına da taşırılır. Üç yıla yakın süren bu direnişte Abdurrahman Paşa kuvvetleri büyük başarılar elde etmiş ve kazanmak üzereyken, Abdurrahman Paşanın kardeşi Halit Paşa ve bazı akrabaları kendilerine ihanet edip, Osmanlı saflarına geçerler. Hareket bu nedenle 1808 de bastırılmış olur.

Kürt Teşisi yine dönmüştür. Direnmiş olanın en yakınında duran ve en yakınında olması gerekenler, rant elde etmek için karşıtlarının yanına geçerek arkadan hançerleme rolünü Enkidu vari yerine getireceklerdir.

Sözü fazla uzatmadan: Baban lideri isyan etmemiştir. Osmanlıdan kendisini ayrı görmemiştir. Tersine Osmanlının bir parçası olarak kendisini gördüğü için iç işlerine yapılan yanlış müdahaleye ve üç yüzyıl önce yapılmış olan antlaşmanın ihlallerine karşı kendi hakkı olan direnmeyi seçmiştir.

Devam edecek

Kasım Engin