HPG

Kurdistan Halk Savunma Güçleri

Dağılan Osmanlı ve Kürtler

Birinci paylaşım savaşında Osmanlı devletinin müttefikleriyle beraber resmen yenik sayılmasıyla beraber, Osmanlı devletinin paylaşılmasını kabul eden antlaşmayı imzalaması, Kürtler açısından da yeni bir dönemin başlangıcı oldu. 30 Ekim 1918 Mondros mütarekesiyle Ermeni ve Kürtlerin statülerinin gündeme gelmesi ile beraber Kürt hareketinde de ciddi bir hareketlenme oldu.

1918 yılında kurulan Kürdistan Teali Cemiyetinin İstanbul başta olmak üzere, Kürdistan’da da örgütlenme girişimleriyle beraber Kürt hareketleri, Kürdistan’a kaymaya başlarlar. Osmanlı içinde Bağımsız Kürdistan istemiyle ortaya çıkan Kürt egemenleri hem Osmanlı ilişkilerini sürdürmüş, hem de İngiliz ve Fransızlarla bağlantılarını sürdürmüşlerdir. Ağırlıkta Osmanlı bürokratı olan bu kesimler, her iki ilişkiyi sürdürmeye devam etmişlerdir. Kendilerine özgüven yoksunluğundan dışarıya dayanarak güç olmayı düşünmüşlerdir. Ancak bu dönemde Kürdistan topraklarında büyük bir kısmını içine alacağı varsayılan Ermeni devletinin kurulacağı korkusu, Kürt egemenlerinin ve halkın çoğunluğunun, “Osmanlıyı kurtaracağım” diye ortaya çıkan M. Kemal’i desteklemelerine götürür.

Kaldı ki; Hamidiye alayları gelişen Ermeni milliyetçiliğine karşı, Osmanlı kışkırtıcılığıyla katliam yapmaktan çekinmemişlerdir. Osmanlının son dönemlerinden başlayarak geliştirilen bir ilişkinin devamı olan bu tavır “gâvura karşı Müslüman milletinin birlikteliği olarak geliştirilmiştir.”

“Türk Kürt egemenlerinin bu ittifakına batıda Yunan saldırısıyla Rumlar, doğuda ise Ermenilerin geniş iddiaları eklenince, tek doğru, kurtuluş yolu olduğu açıktır. Ayrılık hele hele bir birine karşıt olmak elde var olanında gerçekten gitmesi olacaktır.” A. Öcalan-AİHM Savunmaları

Erzurum ve Sivas Kongrelerinde, Kürt ve Türk birlikteliğinin işlenmesinin temel sebebi başta işgalcilere karşı güç birlikteliğinin gerekliğidir. Anadolu ve Kürdistan da işgallere karşı yerel düzeyde kendiliğinden gelişen direnme hareketlerinin bu kongrenin sonucunda birleştirilmesiyle, tüm cephelerde savunma heyetleri oluşturulmuştur. Bu dönemde Kürt örgütlerinden bir kısmı Sultanla hareket ederken, diğerleri ise ciddi bir etkinlik göstermediler. M. Kemal tarafından oluşturulan Millet Meclisi, Kürt egemenleri tarafından desteklendi.

İstanbul meclisinin dağılmasıyla kaçan parlamenterler ve Anadolu’daki direnişçi grupların temsilcilerinin, Ankara’da oluşturdukları Büyük Millet Meclisi, Anadolu’da bulunan Osmanlı birliklerinin terhisleri durdurularak kendilerine bağlarken, Kürtlerinde desteğiyle Doğu Cephesinde savaş kazanıldı. Maraş, Antep ve Urfa’da halkın kendi örgütlülüğüyle işgal karşısındaki başarısından sonra batıda da Yunanlılara karşı Cephe açıldı. Batıda daha zor geçen direnişte, yerel direnişçi gruplara Kürtlerin desteğiyle başarı sağlandı. Böylece Sevr Antlaşması pratik olarak da işlevsiz bırakıldı.

Kasım 1922’de Lozan da görüşmelere başlandı. Ve aynı yıl Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırları, 24 Temmuz 1923’de kabul edilerek antlaşmayla sonuçlandı. Cumhuriyetin ilanından önce yapılan antlaşma da Kürtleri temsilen katılan meclis üyelerinin olmasına rağmen, İsmet İnönü’nün kendisini hem Kürtlerin, hem de Türklerin temsilcisi olarak kabul ettirmesi sadece bir aldatmaca değildir.

Bunun temelinde yatan o dönem meclisinin hala Kürtler ve Türklerin Meclisi olarak kabul edilmesidir. Böyle tehlikelerle dolu bir süreçte Kürtlerin, Türklerle kardeşçe yeni bir gelecek yaratmak için girdikleri birliktelik stratejik görülmektedir. 1919’da Koçgiri Direniş’inde izlenen yol barışçıl ve uzlaşma içeriklidir. Nitekim öyle de sonuçlanmaktadır. Yine çeşitli süreçlerde yapılan açıklamalar, ağırlıklı Kürtleri tanımaya dönüktür. Amasya Tamimi, Cizre Komutanlığına gönderilen talimatlar, İzmir Basın Açıklamaları hep Kürtlerle, Türklerin nasıl birlikte daha güçlü yaşayacağını dile getirirler. Türk’ün Kürtsüz, Kürdün de Türksüz zayıf olacağı ve başkalarına alet olacağı tespiti yapılmıştır. Karşılıklı muhtaç olma ya da birbirine ihtiyaç kenetlenmeyi getiriyordu.

Sevr, Lozan ve Kürdistan

Uluslararası sömürge Kürdistan’ın bugünkü statüsü, 18–26 Nisan 1920 tarihleri arasında tartışmaları sürdürülen, San Remo Konferansı ve bu konferans sonrasında imzalanan antlaşma ile belirlenmeye başlamıştır.

Sevr, 10 Ağustos 1920’lerde bağımsız bir Ermenistan ve Özerk Bir Kürdistan ve küçülmüş bir Türkiye öngörüyordu. Kürtler kendi topraklarının da küçüleceğini düşünerek ve yine Hıristiyanlara karşı Müslümanların yanında yer almanın halifeliğe bağlılığın bir gereği olarak düşünülüyordu.

Sevr Anlaşması, sömürge imparatorluğu Osmanlı’nın toprakları üzerinde, bir Kürdistan (ve Ermenistan) devletinin kurulmasını karara bağlamakta idi. ve tabii ki işgalcilere de epey topraklar bırakılacaktı. Esasta Sevr bir emperyalist oyundur desek çokta yanlış olmaz. Yani ‘Kahraman’ın koyunu sonra çıkar oyunu’ misali. Emperyalist oyunlarının foyalarını, biz 80 yıl sonra Irak’ta göreceğiz. Öyle bir düzenlenmiş ki, her zaman her çağda kavga bitmesin. Çelişkilerin, kavganın olduğu yerde, etkin arabulucular iyi rol oynarlar. Aynen nasıl ki bugün Irak’ta İngilizler, hem Kürtlere, hem Sunilere, hem Şiilere, hem Asurîlere, hem Yezidilere, hem Aşiretlere ve ne kadar azınlık ve dini inanç grupları varsa hepsinin yanında İngilizler var ise, aynen öyle Türkiye’de de olacaktı. Yani sürekli istikrarsızlık ve bunun sonucunda kavga…

Bu antlaşmanın 62, 63 ve 64. maddeleri bağımsız Kürdistan devletinin hangi aşamalardan geçerek kurulacağını saptamaktaydı. Antlaşmanın 62. maddesi, Kürdistan’ı: Fırat’ın doğusunda bulunan ve sınırları ileri de tespit edilecek olan Ermenistan’ın güneyi ile Türkiye, Suriye ve Mezopotamya’nın kuzeyi arasında belirtilmiş olan ve Kürtlerin hakim çoğunlukta bulundukları bölgeleri olarak tanımlamakta idi. “Önce İngiltere, Fransa ve İtalya hükümetlerinin garantörlüğünde otonom bir idari yapı olarak kalacaktır. Geçen bir yıllık müddet içinde bulunan Kürt halkı, yani bu bölgelerde oturan halk çoğunluğu, Türkiye’den ayrılarak tamamen bağımsız olmak ister ve Milletler Cemiyeti’ne başvurursa ve Cemiyet de, bu halkın bağımsızlık isteğini gerçekleştirecek bir kapasitede bulunduğuna kanaat getirir ve bunun yerine getirilmesini tavsiye ederse, Türkiye bunu aynen uygulamayı ve bu bölgedeki tüm haklarından vazgeçmeyi garanti eder.” (Madde:64.) ve antlaşmanın, ilgili bölümü şöyle bitmekte idi: “Kürdistan devletinin bağımsızlığı gerçekleştirildikten sonra bu bağımsız Kürt devletine, Kürdistan’ın bir parçası olan Musul vilayetinde yaşayan Kürtlerin de kendi arzularıyla birleşmeyi istemeleri durumunda, müttefik güçler buna karşı bir itirazda bulunmayacaklardır“ der.

Hiç şüphesiz bağımsız ya da ayrılmış bir Kürdistan’ı düşünen fikirlerde olmuştur. Dış güçlerle ilişkilenme–karakterleri gereği-zaten vardı. Kendine güvensiz, yine tarih boyunca süzülerek gelen dış güçlere yamanma, yaranma, kendi halkına güvensiz yaklaşımlar ve davranışlarda eklenince, başkalarına dayanarak güç olunacağı düşünülebilir. Ancak 1919 da Mahmut Berzenci'nin başına getirilenler göz önüne getirildiğinde –İngilizler Şeyh M. Benzenciyi 20'lerde tutsak alarak Hindistan’a sürmüşlerdi-her zaman dış güçlerin güvenilecek unsurlar olamayacağını gösteriyordu. Yine dış destekli tahrikler ve kışkırtmalar, Kürdistan da Asurîlerin isyanları ve Kürtlere yöneltilmeleri gibi hususlarda dikkate alındığında, Kürtlere gösterilecek kısmi uzlaşmacı yaklaşım, Kürtleri Türklere çekebilirdi. Gerçekleşende bu oldu. Kürtler tarihlerinde üçüncü kez Türklere ellerini uzatarak tarihi tehlikelerle dolu bir badireden geçmelerine yardımcı oluyorlardı. Bu da Lozan antlaşması ile olacaktı.

Neydi Lozan?

“Lozan Anlaşması Türkiye’nin sınırlarını çizen ve Türkiye devletinin varlığını ortaya çıkartan bir anlaşmaydı. Türkiye’yi temsil eden heyet ve Ankara’da oluşan yönetim kendisini Türklerin ve Kürtlerin ortak yönetimi olarak ifade ediyordu. Ancak Lozan Anlaşması’nda Kürtlerin adı olmadı, yeri olmadı. Lozan görüşmelerinde Kürt temsilciler bulunmadılar. Türkiye’nin sınırları çizildiği halde, Türkiye’ye Türklerin ve Kürtlerin yaşadığı topraklar dendiği halde, iki toplumun ortak devletinin oluşturulduğu söylendiği halde bunlar ne resmi yazıya geçti, ne de somut olarak Kürtleri temsil eden herhangi bir heyet Lozan Anlaşması görüşmelerinde bulundu. Kürtler katılmadılar, yok sayıldılar. Lozan’da Kürtler yok sayıldı

Oluşan devletin üçte birini oluşturan bir toplum olmasına rağmen yer almadı. Yok sayıldı aslında. Hasıraltı edildi. Birbiriyle Kürdistan üzerinde sert mücadele yürüten, anlaşamayan taraflar sonuçta Kürdü yok sayarak, Kürt toplumuna dair herhangi bir şeyi anlaşma metnine koymayarak anlaştılar. Kürt inkârı işte böyle oluştu ve başladı. Daha sonra Kürt aşiret ve dini önderlikleri, ileri gelenleri ortaya çıkan sonuçtan memnun olmadılar. Buna itiraz ettiler. Kuzey Kürdistan’da ettiler. Güney Kürdistan’da itiraz ettiler. Doğu Kürdistan’da itiraz ettiler.” (Selahattin Erdem)

Nasıl ki 1071 yılında Malazgirt’te Alparslan’a Anadolu yolu açılmış ise ve nasıl ki 1514 yılında Yavuz Sultan Selime doğu yolu açılarak cihan imparatorluğunun yolu açılmışsa, bu kez silinmekle yüz yüze kalan tarihinin en zorlu süreçlerinden belirsizliğe yuvarlanmanın önünü tekrar Kürtler alıyorlar. Bu dayanışma ve ortaklık, TBMM’nin oluşumuna kadar gider. Meclis Kürt ve Türklerin meclisidir. 24 Temmuz 1923’te, yeni Türk Cumhuriyeti ile imzalanan bir antlaşmayla bugünkü üniter-ulusal devletin temelleri atılmıştır.

M. Kemal 16 Ocak 1923 tarihinde İzmit'te, gazetecilerle yaptığı bir söyleşide şunları söylemektedir: “…Ve hatta Konya çöllerindeki Kürt aşiretlerini de gözden uzak tutmamak gerekir. Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Anayasa gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi ilin halkı Kürt ise onlar kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye'nin halkı söz konusu olurken, onları da (Kürtleri de) birlikte ifade etmek gerekir. İfade edilmedikleri zaman, bundan kendilerine ait sorun çıkarmaları daima beklenir. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Türklerin, hem de Kürtlerin yetkili vekillerinden (milletvekillerinden) oluşur ve bu iki unsur, bütün çıkarlarını ve geleceklerini birleştirmişlerdir. Yani onlar bilirler ki, bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz..." demektedir (Türk Tarihi Kurumu Arşivi, 1089 Numaralı Belge)

Türk tarafının dağıtılma, bölünme fobisi ve özelde Musul-Kerkük'te İngilizlerin girişimleri dikkate değerdir. Kürtlerin saltanat ve hilafet yanlısı çıkışları ve cumhuriyetle çok sıcak yaklaşmamaları, devletin yereldeki otoriteleri daraltma girişimleri, dış kaynaklı tahriklerle desteklenince, birliktelik gerilemeye başlamıştır. Kürtlerde yeterince süreci sezecek ve ona uygun çözüm geliştirerek öncülüğün, liderliğin bulunmaması, Türklerde gelişkin olunan Türkist yaklaşımlarla birleşince, Türk ve Kürtlerin bağlarının kopmasına gidilmiştir. Giderek hilafetin kaldırılması, Kürt dilinin resmi dil olarak kabul edilmemesi, daha önce tanınan hakların verilmemesi derken Kürtlerin büyük tehlike olarak görülmesi gelişecek yirminci yüzyıl direnişlerin kapısını sonuna kadar açmıştır.

------------

1923’te merkezi Erzurum olmak üzere yeni bir örgüt 8. Kolordu bölgesinde kurulur. “Azadi” adını taşıyan bu yeni cemiyetin çekirdeğini, eski Hamidiye Alayları subayları ile Türk ordusundaki bazı Kürdistanlı subaylar oluşturmaktaydı. Kuruluş gerekçesi geçmişte verilen vaatlerin yerine getirilmemesiydi. Özelde Lozanla başlayan inkar büyük rahatsızlık yaratıyordu.

Azadi Cemiyeti’nin liderleri Cibran Aşireti ağalarından Halit Bey ile Bitlis beylerinden Yusuf Ziya Beydi. Halit Bey, Abdülhamit’in Hamidiye Ordusu için kurduğu aşiret mekteplerine devam etmişti. Bu yüzden aşiret liderlerinin çoğundan büyük saygı görüyordu. Düzenli orduda albaydı. Yusuf Ziya Bey ise Bitlis’te büyük nüfuzu olan biriydi. Ankara Meclisine Bitlis milletvekili olarak seçilmişti. Rahat hareket etme imkânı bu pozisyonundan dolayı mevcuttu. Cibranlı Halit Bey, Kürt meselesini Milletler Cemiyeti’ne götürmek istiyordu.

Şeyh Said Direnişi:

Şeyh Said Medreselerde eğitim görmüş, dönemin en iyi din eğitiminden geçmiş, Arap-İslam felsefesinin yanında eski Yunan felsefesi ile mantık derslerini okumuştu. Arapçayı, Kürtçe kadar iyi konuşuyor, okuyor ve yazıyordu.

Şeyh, genç yaşta çevresinde sivrilmiş, tanınmış bir kişilik olmuş, olgunluk çağında ise bölgede tartışmasız kabul gören saygınlığına, Nakşibendîliğin “Postnişin” ini eklemişti.

Şeyh Said İsyanı diye bilinen direniş bir isyan ya da ayaklanma olmayıp tümden bir direniştir. Şeyhin bulunduğu köye Şubat 1925 yılında gelen TC askerleri bilinçli olarak Azadi öncülüğünde geliştirilen örgütlemeyi provake ederek erken doğum yaptırmak istemişlerdir. Bu provakasyon öncesi zaten Cibranlı Xalit ile Yusuf Ziya Paşa tutuklanmışlardır. Özcesi gelişebilecek bir direnişin öncülüğü zaten içeri atılmıştır. Geriye kalan ise Kürdistan’ı tümden kendi kültürel yayılma alanı haline getirmek için sahte bir isyan patlatarak henüz örgütlenmemiş yapıyı ezmektir. Bastırmaktır. Nitekim yaşanan da bu olacaktır. Elbette alçakça tertiplenmiş bir provakasyona Şeyh Sait öncülüğünde bir cevap verilecektir. Ancak dediğimiz gibi ciddi bir hazırlık yapılmadan içerisine girilen eylem ters tepecek ve Kürdistan’da gelişecek olan katliamların önü açılacaktır. Türkiye’de İzmir Suikastı olayıyla muhalefet ve muhalif olabilecekler susturulurken Kürdistan’da Şeyh Sait olayıyla ile birlikte tümden yeniden bir işgal hareketi başlatılacaktır. Kürtler bu yeniden işgale karşı gösterdikleri direnç sadece ve sadece meşru olan direniş olmuştur. Öyle kimilerinin söylediği gibi devlete karşı ayaklandılar, devleti bölmek istediler, parçalamak istediler gibi tüm sözler ve söylemler büyük safsatalardır.

Şeyh Said İsyanı’nın bastırılmasından sonra 1926 yılında on iki Dersim Aşiret Reisi’nin idamı Hozat’ta direnişe neden olmuştur. Aynı yıl Sason’da bulunan Şeyh Said Direnişine katılmış olup hala direniş halinde bulunan Musa Bey ve aşiretine yönelik geliştirilen askeri hareket başarı sağlayamamıştır. Kürdistan’ın birçok yerinde halen devletle çatışan gruplar dağlarda varlıklarını sürdürmekteydiler. Bu döneme kadar bastırma, imha ve sürgün politikaları ağırlıklı olarak uygulanırken, diğer bir taraftan ise “yatıştırma, kazanma, yumuşatma” politikaları devreye konulmuştu.

Özelde Dersim aşiretlerine bu politika denge unsuru olarak ele alınırken, Bektaşi liderlerinin Dersim’e ziyaretleri de eksilmiyordu. Diğer taraftan ise aşiretleri birbirlerine karşı örgütleme yoluna gidilmiştir. Bu arada bir milyona yakın Kürt sürgüne tabi tutulmuştur. Siyaseten ve ruhen çok yönlü Kürdün doku yapısı tanındığı için, aşiret ve özelde de reislerini “şeker politikasıyla” kazanma tüm hızıyla sürmüştür. Kürdistan’a özgü sıkıyönetim diye de tabir edeceğimiz genel müfettişliklerle, idari yapı sürdürülmeye çalışılıyordu. Ancak bir durulma, rahatlama, sakinleşme görülmüyordu. 1927 yılında çıkarılan af yasası ile Şeyh Said İsyanı’na katılanlar af edilirken, Kürdistan’ın birçok yerinde göreceli bir serbestlik, rahatlama yaşanmıştır.

Devlet Takriri Sükûn gibi kanunları çokta gündemleştirmeden sessizce ve derinden uygularken, kimi aşiret ve reislere yerel haklar tanımış, devlete bağlılığı kanıtlanmış olan aşiret, reis ve ağaların Kürdistan’a dönmelerine izin vermiştir. İzlenen bir nevi Abdülhamit politikasıdır. Hep bir şekliyle devlete bağlı tutulmalarıdır. Ayrıca güçsüzleşen ve iradesi kırılan Kürt egemenlerini kullanma politikasıdır.

İsyan dedikleri olaylar:

Şeyh Sait direnişi ardından 9-12 Ağustos 1925 İsyana hazırlandığı gerekçesiyle Sinkan, Reşkotan ve Bukran aşiretlerine karşı tedip yani terbiye etme hareketi başlatılır. Bu harekette TC aşiretler arası çelişkileri de kullanarak kimi aşireti öncü birlik olarak kullanılacaktır.

Türk ordusu, 1925 ile 1937 arasında Sason’a dört kez saldırı düzenler. Hedef halkta bulunan silahları toplamaktır. Halktan 430 kişi öldürülür. Düşmanın saldırısına uğrayan bölge yakılıp yıkılır.

O dönemin Diyarbakır Valisi Ali Cemal’in: "Yalnız Çemişgezek’in 22 km. Kuzeydoğusunda Kozluca'da yerleşik Kör Seyit Han (Koçuşağı aşiretinden) şakiliği sanat edinmiş alışkanlığıyla, Koçgiri hadisesinin mahkûm ve sanıklarından bazılarını yanına toplayarak Çemişgezek, Arapgir, Kemah, Kemaliye taraflarına saldırılarda bulunmaktadır. Silahlarını teslim edeceğini ve itaat edeceklerini sanmıyorum. Çemişgezek’teki alay ve süvarilerle yok edilmeleri mümkündür ve çok iyi olacaktır. Böyle bir hareket ötekiler üzerinde tesirli olacaktır" diyecek ve kısa sürede saldırı başlatılacaktır. Havadan ve karadan yapılan saldırılarla her taraf tarumar edilecektir. Şiddetli saldırının altında yatan hedef devletin ne kadar güçlü olduğunu göstermektir. Halk tabiriyle gözdağı verilmek istenmiştir. Yıl 1926’dır.

1927 yılında bu kez hedef Mutki’dir. Bitlis Valiliği, toplam 8 aşirete mensup 35 köyde yaşayan halkın hem silahlarının toplatılması, hem de başka bölgelere sürgün edilmesini emretmesi üzerine harekât başlar. Halkta buna karşı çıkarak direnen ve böylece Mutki olayları başlar. Ordu 26 Mayıs 1927'de direniş bölgesini kuşatır. Direnişi Şeyh Evdirehmanê Mala Eliyê Ûnis ve Zorikli Selim gibi isimler önderlik eder. Direniş önderlerinin katledilmesi sonrasında, direniş bastırılır. Neredeyse tüm Kürt direnişlerinde bir kene gibi Kürt halkının boğazına yapışan ihanet burada da katmerli bir şekilde yaşanır.

Kürt tarihinde isimler hep değişse de, değişmeyen ihanetin ismi bu kez Cemile Çeto’dur. TC devletinin yanına geçerek adeta dağ dağ Mutki’de direnişçilere karşı düşmanın yanında hatta önünde öncülük temelinde yer alan bu ihanetçiye daha doğrusu haine Evdirehmanê Mala Eliyê Ûnis “Ger em taştê bin, tu yê firavîn bî.” Yani “eğer biz kahvaltı olursak sende öğlen yemeğe olursun” diyerek, TC’nin karakterini söylemeye, anlatmaya çalışır ancak Cemile Çeto TC’nin yanında yer alarak direnişi bastırır.

İsyan bastırıldıktan sonra Cemile Çeto da idam edilir. Ve idam edilirken “beni yedi köyün arasına gömün, mezarıma Cemile kere keto diye yazın” ( yani eşekten düşmüş-doğmuş anlamında ) diyecektir.

1927 yılında Şeyh Sait direnişin en etkin olduğu yerlere yeniden bir ders verilmek istenir. Bu saldırıya karşı geliştirilen direnişe Bicar direnişi denilir. Yıl Kasım 1927’dir. Dağ dağ, tepe tepe, dere dere, taş taş her yer aranır. Yıllar sonra Dersim’de geliştirilecek olan Sel Hareketine benzeyen bu harekât, yaklaşık 300 köyün yakılmasıyla sonuçlanacaktır. Binlerce insan katledilecektir. “Siz misiniz bu direnişi geliştiren” diyerek yapılanlar, tam bir intikam girişimidir.

Tendürek Harekâtı 1929 da TC devleti tarafından başlatılır. Tam da TC’ye yaraşan bir harekâttır bu. Şeyh Abdulkadir ve aşiretine karşı 14 Eylül günü saldırı başlatılır. Şeyh Tendürek’te üslendiği için hızla İran’a geçer. Böylece saldırı boşa çıkar. Ancak TC ordusu aşiretin arkalarında bırakmak zorunda kaldıkları eşya ve hayvanlara ele koyacaklardır.

Savur Harekâtı Mardin’e bağlı Savur alanına TC askeri güçleri her taraftan saldırarak onlarca köy yakarlar. Yakıp yıkmalar ardından geri çekilirler. Yıl 1930’dur.

Benzer bir harekât Oramar’a 1930 yılında yapılır.

Aynı yıl Pülümür alanına da bir saldırı yapılır. Fevzi Çakmak’ın yaptığı izlenimler sonucu Erzincan’a bir saldırı başlatılır. İzlenimlerine göre Kürtler, Erzincan’da nüfus üstünlüklerini kullanarak etrafta bulunan Türkleri, Aleviliğin verdiği avantajlarla Kürtleştirmeye çalışırlar. Eğer önü alınmazsa, müdahale yapılmazsa gelecek açısından vahim sonuçlar yaratacağını dile getiren Fevzi Çakmak’ın raporu ardından, Erzincan’a bir saldırı başlatılır. Yüzlerce köy yakılıp yıkılacaktır.

Adım adım Dersim’de gelişeceklerin ayak sesleri gelmektedir. Ne yazık ki bu ayak sesleri duyulmayacak ve Dersim için yeterince tedbir geliştirilmeyecektir. Ve sıra bu kez Zilan’a gelir. Yıl yine 1930’dur. Ve Kürdistan’ın en büyük katliamının yaşanacağa Zilan… Zilan’a saldırı yapılacak Kürtler gerilla tarzıyla direneceklerdir. Bu kez İranlarla anlaşarak Kürtler büyük bir katliamdan geçirileceklerdir. Türkler bu direnişe Ağrı isyanı diyeceklerdir. Hem de sözde on binlerce Kürt’ün katıldığı Ağrı direnişi diye. Hâlbuki Nuri İhsan Paşa “bırakın on bini keşke 500 savaşçım olsaydı” diye hayıflanarak hatıralarında dile getiriyor bu çarpıtmayı.

Evet, direnişler bastırılmıştır. Ağrı direnişinin bastırılması ardından her zaman olduğu gibi her direniş sonrası gelişecek olan soykırım girişimleridir. O Dönemin Adliye bakanı; "dost düşman bilmeli ki, bu memleketin efendisi Türklerdir! Türkiye içerisinde yaşayıp damarlarında temiz Türk kanı olmayanların bir tek hakkı vardır; uşaklık ve esirlik!" diyecektir. 1400 Kürt ailesi sürgün edilir, çoğu sürgün yolunda katledilir. Ve Kürtlere tarihin en vahşi katliamlarından biri olan Zilan katliamına başlanır. Tendürek'ten başlayarak Çaldıran’a uzanan vadi-geniş bir vadidir, onlarca yerleşim merkezi bulunuyor-boydan boya kana boğulur. Tendürek'ten gelerek aşağıdan da Çaldıran’dan vadiye girerek tek bir canlı bırakılmaz. Kimi yazara göre 45 bin Kürt katledilecektir. Yıllar sonra Zilan vadisinde halen mağaralarda, kayalarda insan kemiklerine rastlanılması vahşetin düzeyini gözler önüne sermektedir.

TC devleti Şeyh Said öncülüğünde gelişen direnişi bastırınca, zafer edasıyla Kürdistan’ın her yerine dönük bir saldırı planı başlatmıştır. Bu saldırının ilk hedefi, sindirmek için ne gerekiyorsa onu yapmaktı. Bunun için ilk elden soykırıma başladılar. Direniş liderini, liderlik potansiyeli taşıyabilecekleri ipe götürürken, kentleri ve kırsalı topa tutmuşlardır. On binlerce Kürt insanını direniş sonrası çıkarılan Mecburi İskân Yasasına dayanarak Kürdistan'dan sürgün etmiştir. Türkleştirme planlarına yoğunca girişmiştir. İttihat Terakki döneminde, dile getirilen Türkleştirme projelerine hız verilerek, Kürdistan coğrafyasına da Kürt olmayan binlerce Türk ya da göçmen özenle seçilerek yerleştirilmiştir. Kürdistan bu yıllarda özel uygulamalarla baskı ve zorla yürütülecektir. Takrir-i Sükûn Kanunu, İstiklal Mahkemeleri, özel oluşturulan Umumi Müfettişlikler, Kürdistan için devletin korkutarak eritme kurumlarıdır.

Devletin bu faşizan saldırılarına karşı, Kürdistan’ın birçok yerinde direniş gelişti. Küçük çaplı olanından, kapsamlı olanına kadar onlarca direniş yaşandı. Var olan tabloya karşı Kürtlerin yapacakları başka bir şeyleri de yoktu. Ya teslim olacaklar-ki bu onursuzluk olacak, ya da direnecekler bu da sonu belli olmayan yenilgiler olacaktı. Tipik bir Kürt Kapanı…

Kasım Engin