Serin bir bahar sabahı uyanıyorum, daha gün tam olarak ağarmamış. Alt tarafımızda usul usul akan çayın sesinin yanı sıra birkaç aceleci sakalar ve üveyik kuşlarının sesi kaplamaya başlıyor coğrafyamızın önemli bölümlerini, yani hayata dair işaretlerini sunuyor zaman yine bu tarifi mümkünatsız mekânda.
Bilirsiniz emek için yaşayan insanların günü güneşten önce başlar. Bu öteden beri süregelen bir alışkanlık olduğu gibi bir yaşama saygısı da olmaktadır. Büyüklerimizin dediği gibi; “güneşten sonra güne dadanmanın anlamı yoktur”. Yani yaşamak çoğu zaman bir eylemdir, bizim coğrafyamızda ise yaşamanın bir eşanlamı da dadanmak olmaktadır. Öyle ki bir uğraşıdır, emek istiyor çoğu zaman. İzah etmeye çalıştığım husus şudur; yaşamak öyle kalem oyunlarından ziyade, hani hep denildiği gibi bir şerit misali aktığında göz bebeklerinin koyaklarında daha kutsal bir anlama kavuşturuyor kendini.
Serin çayın gürül gürül çağlayan sularına daldırıyorum ellerimi, yüzümü şevkle yıkıyorum. Yanı başımda sağa-sola gidip gelmekte olan canlar topluluğuna “rojbaş” diyor ve geçiyorum naif kahvaltımızın önüne. Demli bir çayın buğusu kaplıyor ilk sohbetlerimizin atmosferini sonrasında, çökelek konuluyor tabaklara ve daha birkaç günlük ömre sahip yavan ekmeğimizde sürüyor kendisini ortamıza. Çaya yakın olduğumuzdan dolayı nane kokusu tütsü misali çarpıyor yüzümüzün kavrukluğuna ve uzaklardan uyanmaya başlayan keklikler kınalı gagalarının titrek hareketleriyle, güne merhaba dercesine ötmeye başlıyor. Yaşamak diyoruz ya her defasında adını sanını bile doğru düzgün tartamadığımız halde, doğanın içinden akan derin bir ırmak oluyor bir zaman ve dur durak bilmiyor.
Güneşin ilk ışınları tepeleri yalayıp geçmeye başladığında TV’yi açıyoruz. Ve karşımızda ilk haber olarak “Hakkâri’nin Çukurca ilçesinin kırsalında askeri aracın mayına çarpması sonucu yedi askerimiz şehit düştü” diye bir ses atıyor kendini üzerimize. Nedense aklıma ilk önce Ali Gewer arkadaşın annesi geliyor ve onun o bilgece sözleri; “Tekoşer benim ilk şehidimdi, Ali de son şehidim olsun” diyordu. Yaşam ile ölüm arasında ne zaman bir fay hattı harekete geçse, benim aklıma ilk anneler geliyor. Yedi askerin annesini de düşünüyorum. Acaba onların kaçıncı kere kor yerine dönüyordu yürekleri. Ve hepsinden önemlisi sonuncusu muydu?
Tabi zaman kaybetmeyen kravatlı ve bol makyajlı simsarlar kaplıyor ekranların köşe başlarını ve başlıyor yüksek perdeden gazel okumaya. Ve nedense hepsinin yüzleri timsaha çok benziyor! Sonra ayrıntıların içine serpiştirilen kınamalar boy boy piyasaya çıkıyor. Devlet erkânı tam tekmil olayı nefretle karşılıyor, şiddetin bu toprakları bir an önce terk etmesi temenni ediliyor.
Olayın bütün girintilerine baktığımda gözüme takılan önemli bir nokta soru işareti olarak duruyor önümde ve çok iyi biliyorum ki; kimse bunu cevaplayamıyor. Operasyona çıkan bir araçta patlayan bu mayın, sabahın ilk dakikalarında gündemin başköşesine kurulurken, neden bu operasyonların durmadığına veya durdurulmadığına yönelik kimse kelamın ya da kelamların belini bükemiyor.
Şimdi kendi hükmünü vermiyor doğa, yani insanoğlu uzay çağında kocaman çelişkilerin eşiğinde tüketmeye çalışıyor bütün değerlerini. Hayatın içinde yedi askerin yaşamı bir sabah ışığında yitip gidiyor, bu askerlerin ölmemesi sonucunda başka hayatlar yitip gidecek sabah ışıklarının ilk kırılganlıklarında. İşte bütün mesele ve sözün gediğe selam verdiği yer!
Daha dün Ali’nin annesi, Beritan’ın annesi, Sidar’ın annesi, bugün de askerlerin annesi. Yani değişen çok fazla bir şey olmuyor. Kimisi fırsattan bahsediyor, kimisi genel aftan, kimisi de kendi membasında ihanetten! Ama Ali, Beritan, Hasan, Mehmet toprak oluyor ve anneler sonuncusunun ne zaman olacağını titrek göz kapaklarının arasında ve ömür yüklü yüz hatlarında soruyor. Buna cevap verebilecek yürek gerekiyor hepi topu.
Öğlen kendini parçalamış bulutlar semalarımızda süzülme sevdasına bulaşmışken, o tanıdık sesler gelmeye başlıyor uzaklardan. Ya da kendini muasır sanan o zihniyetin karanlıklarından. Yaşam fiili bir eylemdir ve tepkili motorların kanat altlarında kocaman füzeler basit bir ironinin tekerrürü oluyor. Uçakların bombaladıkları yerlerin uzaklarda olduğuna bir türlü inanamıyorum ve içimde yaşam denilen o kardelen çiçeği bütün enkazların üstünde tutmaya kendini devam ediyor. Ve hatta daha da inatlaşıyor. Şairin dediği gibi “uçak babalarımıza selam söylemiyor” ve medeniyetin tek dişi olarak acıyı sağaltmak yerine, kendince yeni yaraların irini olmaya devam ediyor. Kim bilir belki de akşamın ya da güneş ışığının son ışıklarının gündemini de bu şekilde oluşturmak istiyorlar simsarlar. Sesler daha da gürleşince önce keklikler sonrasında da hem üveyikler hem de sakalar kaçışıyor bir yerlere.
Aslında sözün çok budaklanmasına gerek de kalmıyor. Bir günün ilk ve son ışıkları hayatınızın temel bileşkesi olarak kendini vuruyor yerküreye. Operasyona giden bir arabada mayın patlıyor askerler ölüyor-aslında askerler ölmeye ve öldürmeye gidiyor, sonra uçaklar geliyor-selam söylemek için değil de, hayatı bombalamak için. Anneler ise fark etmeksizin soruyor sonuncu ne zaman olacak diye? Yaşamın saygısı; kendini onure edebilmektir. Yaraların çoğaltılması ve barut kokusunun tüm dünyalara öyle veya böyle teneffüs etmesi gün fazlalığı değil de ne? Devran yürümeye devam ediyor, ya gerçekten bütün fırsatların takkesi tek tek düşürülecek ve insanlığımızın her bir parçası kendini onure ederek yaşayacak, ya da gez-göz-arpacık denklemi kendini bin yıllara yaymaya devam edecek.
Toprak Cemgil