HPG

Kurdistan Halk Savunma Güçleri

Yazının başlığından da anlaşılacağı gibi, İran devlet ordusunun PJAK’ın varlığını bahane göstererek Kandil’e yaptığı operasyon çok farklı gelişmelerin bir toplamı ve de yeni bir sürecin başlangıcını ifade etmektedir. Bunun için Türkiye'nin ve İran’ın içinde bulunduğu durumu irdelemek gerekmektedir. Böylelikle hem İran’ın neden Kandil’e yöneldiğini ve Türkiye'nin de neden bu operasyona destek verdiğini daha iyi görebiliriz.

14 Temmuz’da yaşanan iki olay, adeta Türkiye'nin siyasi-sosyal yapısını sarstı. Türk devletinin kimyasını değiştirecek gelişmelere vesile olacak bu iki olaydan birincisi, Demokratik Toplum Kongresi’nin ilan ettiği Demokratik Özerklik; ikincisi, Silvan kırsalında operasyona çıkan Türk askerlerinin HPG gerillalarınca kuşatmaya alınıp, asker ve kontralardan oluşan 20 kişinin öldürülmesi.

Bundan sonra ne mi oldu? Demokratik Özerklik ilanına karşı neredeyse tüm Türkiye'de resmi siyaset, sözde aydınlar ve medyanın ünlüleri, sözde analistler ve bağımsız köşe yazarları(!) ortak bir söylemle saldırıda bulundu. Kimisi küfür etti, kimisi alaya aldı, kimisi saçmalayarak “böyle bir ilan anayasaya aykırıdır” dedi, kimileri de bu ilan erkendi, parlamentoda çözüm bulunmalıydı, yasalar esas almalıydı diye beyanda bulundu.

Silvan olayına tepkiler ise akıllara durgunluk veren, bu kadar da olmaz dedirten cinsten oldu. Sanki PKK ile Türk devleti arasında otuz yıla yakındır süren bir savaş yokmuş gibi, sanki neredeyse her bahar, yaz ve sonbahar aylarında PKK ile Türk ordusu arasında çatışmalar yaşanmıyor ve kayıplar verilmiyormuş gibi, sanki Türk ordusu kırsalda, Türk polisi ise şehirde hemen hemen her gün askeri ve siyasi operasyon yürütmüyorlarmış gibi, birden bire tek bir merkezden çıkmış gibi “nasıl olur, PKK gerillaları nasıl Türk askerini vurur, bu caniliktir” gibi söylemler tüm medya kanallarında ve resmi siyasi kesimde dillendirildi.

Milletin gözünün içine baka baka ve onları ahmak yerine koyarcasına “Asker operasyona çıkmıştı, PKK’li teröristleri öldürecekti, ama nasıl olurda teröristler kendini savunur ve bizim askerlerimizi öldürür” gibi sözler kullanılmaya başlandı. Bununla birlikte ve bu bahane edilerek Türk toplumuna yönelik faşist zihniyetli söylemler aracılığıyla bir propaganda bombardımanı yapıldı, Kürtlere yönelik siyasi ve fiziki linç girişimleri tekrardan başlatıldı.

Fakat olay sadece bununla izah edilecek kadar basit değil. Olayın hem Türkiye, hem de Türkiye dışındaki gelişmelere bağlı olarak bu kadar gündem yapıldığı, bilinçli bir şekilde abartılarak, çarpıtarak sunulduğu görülmelidir. Çünkü 14 Temmuz ardından gelişen bazı olaylar gerçekliğe daha geniş bir pencereden bakmamız gerektiğini gösterdi.

Her şeyden önce, Türkiye devleti ve hükümeti bu iki olayı, yeniden özel savaş sistemine geçmek için bir vesile yaptı. 15 Temmuz’da Türkiye'nin bazı kentlerinde yeniden “Kürtlere yönelik linç” girişimleri başlatıldı. Faşist-ırkçı ve dinci kesimler tarafından polis destekli bir biçimde Kürtlere yönelik saldırılar oldu. Toplumda faşist-ırkçı duygular temelinde bir saldırı dalgası başlatıldı. Bu saldırıda Ergenekoncular, milliyetçi faşistler ve dinci faşistler kolkola girerek Kürtlere karşı saldırıya geçtiler. Böylece Kürtler Türkiye metropollerinde sindirilmek istendi. Halen de bu durum devam etmektedir.

İkinci olarak, Kuzey Kürdistan'ın hemen hemen her yerinde askeri operasyonlar başlatıldı ve bu operasyonlar giderek de yayılmaktadır. Adeta Kürdistan'ın tüm alanları işgal edilmek istenmektedir. Aynı biçimde Kürdistan'ın bütün şehir ve kasabalarında Kürtlere karşı faşist polis saldırıları çok azgın bir biçimde ve çeşitli bahanelerle sürdürülmektedir. Bu saldırılarda çocuklar, gençler, yaşlı insanlar yaralanmakta, hatta gaz bombalarının direk insanlar hedef alınarak atılması sonucu ölümler yaşanmaktadır.

Üçüncüsü, öyle anlaşılıyor ki, AKP hükümeti ve onun ABD destekli ortağı Gülen Cemaati, PKK'yi imha ve tasfiye etme konseptini başarıya götürmek için büyük bir gayret içine girmiş ve PKK'yi tasfiye edeceklerine o kadar inanmışlar ki, bunu açıkça dillendirmekten de hiç çekinmiyorlar. Yeniden özel hareket polislerini, yani katliam yapan, kaçakçılıkta nam salan, her türlü hukuk dışı faaliyette bulunan, cinayetler işleyen ve daha nice kirli işleri yapan bu güçleri, Çiller döneminin kirli özel savaş gücünü “PKK'ye karşı mücadelede” kullanacaklarını açıkladılar. Ve beklenildiği gibi Türkiye toplumundan, aydınlarından, çeşitli “insancıl” örgütlerden bu duruma karşı-birkaç kişi dışında- en ufak bir itiraz bile gelmedi. Hatta bunun gerekli olduğunu ve özel hareket polisinin bu süreçte temel güç olduğunu ifade eden, bunu yüzü kızarmadan teorileştiren yazarların sayısında da bir artış dahi gözlenebildi.

Buraya kadar Türkiye'nin iç sorunu olarak algılayabileceğimiz gelişmelerden bahsettik. Dolayısıyla bu durumun pek de anormal görünmediğini dahi söyleyebiliriz. Ancak başka gelişmeler daha var ki, insan onlara bakınca bir filmi yeniden seyrediyormuş gibi bir hisse kapılıyor ve olayların Türkiye'yi aşan bir boyutta olduğunu görüyor.

Bilindiği gibi, 15 Temmuz günü-Türkiye'deki linç girişimlerinin başladığı günde- İran ordusu Medya Savunma Alanlarına yönelik bir askeri operasyon başlattı ve bu operasyon halen devam etmekte. PJAK’ın varlığı bahane edilerek Kandil, Xınêrê ve Xakurkê alanlarını kapsayacak şekilde geliştirilen bu operasyon, giderek PKK’nin bulunduğu alanların kuşatılması ve buraların ele geçirilmesi hedefinde olduğunu göstermektedir. İran-Irak savaşından sonra, ilk defa İran devleti direk olarak kendisi bir coğrafyaya müdahalede bulunuyor. Bu ise olayın çok daha farklı olduğunu, farklı hesap ve kaygıların iç içe geçtiğini gösteriyor.

Ortadoğu'da İran devletinin çok büyük bir etkinliği var. Hemen her yerde İran’ın etkisi altında olan hükümetler, devletler, siyasi oluşumlar var. İran her zaman kendi devlet çıkarlarını bu oluşumlar eliyle korumakta, kendi düşmanlarına karşı da bunları kullanmaktadır. Örneğin, İsrail’le çelişkileri olmasına rağmen hiçbir zaman askeri olarak karşı karşıya gelmediler. Fakat İran destekli Hizbullah örgütü İsrail’le bir savaş içindedir. Yine 2000 yılında YNK-PKK savaşında görünürde YNK PKK’yle savaşıyordu, ama esasta YNK’nin arkasında olan güç İran’dı ve YNK İran’ın taşeronluğunu yapmaktaydı.

Ancak şimdiki durum çok farklıdır. İnsan istemeden şu soruları kendine soruyor: Ne oldu da Ortadoğu siyasetinde bu kadar etkili olan bir devlet, PJAK gibi bir örgüte direk saldırdı? Kendisi bir savaş içine girdi? Onu bu kadar zor durumda bırakan ne oldu? Ya da ne gibi bir çıkar gördü ki, adeta Türkiye'nin taşeronluğunu yaparcasına PJAK ve esas olarak da Kürt Özgürlük Hareketine bu kadar azgınca saldırı içine girdi?

Buna vereceğimiz cevap: Ortadoğu coğrafyasında yaşanan gelişmeler, Arap alemindeki halk hareketinin geldiği düzey Kürtlerin bir halk olarak etkin bir güç olma ve belli kazanımlar elde etme imkanını ortaya çıkardı. Dolayısıyla Kürtlerin Ortadoğu'da bir güç olmasını engellemek, Kürtlerin kazanımlarını yok etmek için uluslararası güçler Kürtler hakkında imha ve tasfiye temelinde bir ittifak yaptılar. Bu ittifakın temel yürütücü güçleri ise Türk ve İran devletleri olmaktadır.

Fakat İran’ın durumu ve şu andaki girişimi çok daha değişik nedenlere dayanmaktadır. Bu nedenler iki boyutludur. Birincisi, İran her şeyden önce Kürtleri inkar eden, imha etmek isteyen bir devlettir. Yani Kürt düşmanıdır. Kürtleri ezmek, bastırmak, kendi çıkarları temelinde kullanmak, asimile etmek için çok açıktan bir siyaset yürütmektedir. Bu siyasetini de “Kürt vardır” söylemiyle yapmaktadır. Yani kaba bir biçimde inkar etme yoktur, onu kabul ediyor gibi gözüküp, ama esasta değişik yollarla asimile edip, kendi devlet çıkarları temelinde Kürtleri kullanmak temel siyaseti olmaktadır. Bugün Türk devletinin ve AKP hükümetinin yürüttüğü siyasetin aynısını İran çok eskiden beri yürütmektedir. Dolayısıyla “Kürt vardır, ama asimile edilmelidir” siyaseti İran kaynaklı bir siyasettir ve şu anda yürütülen de budur.

İkincisi, İran şu anda PKK'nin zayıf olduğunu düşünmekte ve bu zayıflıktan yararlanarak onu ezmek ve tasfiye etmek istemektedir. PKK'yi tasfiye ederse kendisini güvenceye alacak, yine PKK’nin bulunduğu alanlarda kendi hakimiyetini sağlamlaştıracak ve böylece daha güçlü bir konuma ulaşacak. Eğer PKK'yi tasfiye edebilirse, bunu yapan bir devlet olarak Türkiye, Suriye, Irak üzerinde de bir etki gücü haline gelecek. İran’ın bir hesabı da budur.

Üçüncüsü, İran bir yandan PKK ile mücadele ederken, diğer yandan ise küresel sistemin kendisine yönelik saldırılarına karşı kendini sağlama almaya çalışmaktadır. Ortadoğu'daki halk hareketlerinin Suriye’de geldiği düzey onu korkutmaktadır. Suriye rejiminin durumu net değil. Bu netsizlik İran’ı çok ürkütmektedir. Eğer Suriye rejimi yıkılırsa sıranın İran’a geleceği kesindir. Dolayısıyla İran bu durumdan çok ürkmektedir. Bu nedenle de kendi devlet sınırlarını güvenceye almak istemektedir.

İşte PKK'nin bulunduğu Kandil, Xinêre, Xakurkê alanlarına yaptığı saldırıların bir nedeni de budur. Hem PKK'nin buradaki varlığını ortadan kaldırmak, hem bu alanlarda kendisi hakim olmak, hem de bu sınır hatlarında karakollarını oluşturup, askeri mevzilenmesini sağlamlaştırarak kendi hakimiyetini kurmak istemektedir. Bir anlamda kendi sınırlarını sağlamlaştırarak etrafında farklı bir güç bırakmak istememektedir. Bunu gerçekleştirdiği zaman da Irak, Türkiye ve ABD’den gelebilecek saldırılar karşısında kendisini askeri olarak sağlama almış olacaktır.

Dördüncü husus ise, İran’ın 15 Temmuz’da Kandile yönelik geliştirdiği askeri operasyon aslında bir İran-Türkiye ortak operasyonu olmaktadır. Belki burada savaşan İran askerleridir, ama askeri operasyonun hedefi, planlaması bu iki devlet tarafından yapılmış ve uygulamaya konulmuştur.

Peki, mademki bu planlama Türkiye ve İran tarafından yapılmış, neden Türk askeri de bu operasyona katılmadı, diye sorulabilir. İşte işin esası da burda ortaya çıkıyor. Çünkü Türkiye PKK'ye yönelik sınır ötesi bir operasyon yapmak için yeterli güce sahip değildir. Askeri olarak şu an bunu yapacak gücü yok. Ordu ile AKP arasında –her ne kadar açık edilmese de- çok büyük bir anlaşmazlık ve çatışma var. Dolayısıyla AKP Türk ordusunu PKK'ye karşı savaştıramıyor. Ordu AKP’nin çıkarına olacak böylesi bir harekâta katılmayı reddediyor.

Bundan dolayıdır ki, AKP, Türk ordusu yerine İran ordusunu PKK üzerine saldırtıyor. Kendi ordusuna söz geçiremeyince, tarihi olarak Kürt düşmanlığı yapmış olan İran devletinin ordusuna bu operasyon ihalesini verdi ve İran da bu ihaleyi alıp pratikte yerine getirmektedir. Dolayısıyla bu işin taşeronluğunu İran devlet ordusu yapmaktadır. Bu nedenledir ki, Kandil saldırısı sadece İran’ın değil, aynı zamanda Türk devletinin de içinde olduğu bir planın pratikleşmesi olmaktadır. Dolayısıyla şu anda PJAK ile İran ordusu arasındaki çatışmalar esasta sömürgeci soykırım rejimlerinin Kürd’ü inkar ve imha etme çabasının bir sonucu olarak gelişmekte ve PJAK’ın duruşu ve direnişi de Kürtlerin bu sömürgeci soykırımcı rejimlere karşı varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma mücadelesi olmaktadır.

Fakat Ortadoğu öyle bir coğrafyadır ki, tarih burda çok canlıdır ve her an kendisini tekerrür etmektedir. İran’ın şu andaki saldırısı elbette büyük bir Kürt direnişiyle karşılanmıştır. Direnmenin süreceği de görülüyor. Ama işin tuhaf olan ve acaba olabilir mi dedirten bir yanı vardır ki, onu da buraya not düşelim. Saddam Hüseyin rejimi de 1990’da ABD onayıyla Kuveyt’i işgal etmişti. Ertesi yıl ise ABD Irak’ı işgal etmiş ve Irak’ı fiili olarak üç parçaya bölmüştü. Bu olayı hatırlayınca “İran’ın durumu da acaba böyle mi olacak” diye insanın aklına bir düşünce geliyor.

Bakalım neler olacak! İran daha başka neler yapacak! Kimlerin başına ne tür çoraplar örecek!

Edîp Koçgîrî