HPG

Kurdistan Halk Savunma Güçleri

12 Eylül faşist-askeri darbesinin otuzikinci yılına giriyoruz. Bu yıl dönümünde tepki ve protestolar yaygın olsa da, halâ ne darbeyi ne de darbecileri yargılayabilmiş değiliz. Herhalde otuzbir yıllık süre içinde faşist-askeri darbesini yargılayıp mahkum edememiş tek toplum ve ülke biziz.

Gerçi geçen yıldan beri AKP hükümeti sözde 12 Eylül’ü yargılıyor gibi görünüyor. Fakat gerçekten yargılıyor mu, yoksa tarih karşısında meşrulaştırmaya mı çalışıyor, pek belli değil. Daha çok kendi hükümetine karşı planlanıp da yapılamamış olan darbeleri yargılamaya çalışıyor. Bizim farkımız da işte bu: Hükümetlerimiz başarılı olan darbeleri yargılayamazlar, ancak başarılı olamayan darbeleri yargılayabilirler.

Peki 12 Eylül faşist-askeri darbesi yargılanmadan ülkemiz demokratikleşebilir mi? Hayır, bu asla gerçekleşemez. Böyle bir durumda gerçekleşene “12 Eylül demokrasisi” veya “Cunta demokrasisi’ denebilir ancak. Bunun da demokrasi değil, bir “Ucube” olacağı açıktır. Nitekim AKP’nin ülkemizde yarattığı da işte böyle bir ucubedir.

AKP ucubeliği yada AKP’nin yarattığı Türkiye portesi bununla da sınırlı değil. Örneğin bunun bir de dış ilişki veya diplomatik boyutu var. Başbakan Tayip Erdoğan 12 Eylül günü Mısır, Tunus ve Libya gezisine çıkıyor. Nedense 12 Eylül günü böyle belirgin işler yapmayı pek seviyor! Geçen yıl 12 Eylül’de anayasa değişikli referandumu yapmıştı. Bu yıl da tarihi Kuzey Afrika gezisine çıkıyor.

“Ne var bunda, Türkiye’nin başbakanıdır, istediği yere gider” denebilir. Evet doğrudur, istediği yere gidebilir. Fakat hangi yüzle? Bir yere giderken her halde biraz politik tutarlılık gerekir. Daha dün Hüsnü Mübarek, Muammer Kaddafi rejimleri AKP’nin “Kardeş rejimleri” idi. Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül bu yönetimlerden ödül almaktan pek memnun kalıyordu. Ahmet Davutoğlu yönetimi Ortadoğu’da “Sıfır problem” diplomasisi yürütüyordu. Tayyip Erdoğan neredeyse kendini “İslam lideri” olarak görüyordu.

Sonra birden durum değişti. ABD ve NATO’nun Libya’ya savaş ilân edeceği anlaşılınca AKP’nin politikalarında da değişiklik oldu. Bir anda AKP Türkiyesi “Kardeş yönetimlere” karşı savaşın karargahı haline geliverdi. Sonuçta en son Kaddafi rejimi de düştü. Beşar Esat yönetimine karşı savaşın karargahı olamaya ise devam ediliyor.

Şimdi Başbakan Tayyip Erdoğan sözkonusu Arap ülkelerine işte bu gelişmeler ardından gidiyor. Dün Mübarek ve Kaddafi yönetimleriyle kardeşti, bugün de onları yıkan yönetimlerle kardeş! Dün Mübarek ve Kaddafi ile kucaklaşıyordu, bugün de onları yıkanlarla!

Tayyip Erdoğan’ın bu ülkerlere gidişte neden bu kadar acele ettiği ise bir sır. Acaba yaşadığı tutarsızlığı maskelemek mi istiyor? Yoksa Arap ülkelerinin denetimden çıkmasını, demokratikleşmesini engellemeye mi çalışıyor? Bozulan ilişkiler sonucunda İsrail’i buralardan tehdit etmeyi mi düşünüyor? Yoksa Mısır, Tunus ve Libya’nın yeni yönetimlerinin “PKK ile ilişki kurabilecekleri”nden endişelenip de bunu önleme kaygısını mı güdüyor?

Belkide bunların hepsidir. Fakat Kuzey Afrika’ya gider ve İsrail ile atışırken Başbakan Tayyip Erdoğan’ın akılında hep “PKK ile savaş” olduğu netçe anlaşılıyor. Çünkü İsrail’i suçlarken en güçlü argüman olarak “Tamirdeki heronların geri gönderilmemiş olmasını” kullanıyor. Heronların da PKK savaşın da iş yaptığını herkes biliyor.

AKP yönetimi altında Türkiye ne garip bir ülke haline geldi! Sözde herkese karşı barış politikası izler ve akıl hocalığı yaparken, bir anda kendini herkesle savaş içinde buldu. Eski Arap yönetimlerine karşı savaşan NATO’nun harekât karargahı! İsrail ile diplomatik savaş ya da söz düellosu askeri çatışmaya dönüştü dönüşecek! Son yılların yakın dostu İran ile “Füze kalkanı projesi” ardından gelinen savaş noktası! Ve tabi en önemlisi PKK ile savaş!

AKP hükümeti “Teröre karşı mücadele” adı altında yürüttüğü “Kürt savaşını” sadece Türkiye sınırları içinde de yürütmüyor; Suriye, Irak ve İran içinde bütünlüklü yürütüyor. “PKK’yi etkisizleştireceğim” adı altında Suriye, Irak ve İran’daki Kürt politikalarını da yönetmeye çalışıyor. Ortadoğu yeniden yapılanırken “Acaba Kürtleri nasıl statüsüz bırakırım” kaygısı ve arayışı içinde hareket ediyor.

Ülke ve toplum olarak esas portemiz, AKP’nin yürüttüğü bu “Kürt savaşı”nda açığa çıkıyor. Şimdi işler çıkmaza girince bazı köşe yazarlarımız utangaç bir üslupla da olsa AKP’yi eleştirmeye çalışıyorlar. Böylelerine ‘”Şimdiye kadar neredeydiniz?” diye sormak gerekiyor. AKP toplumumuzu adım adım bu iç çatışmaya götürürken, neredeyse medyanın tamama yakını PKK’yi eleştirmek ve AKP’yi övmekle meşguldü! Başbakan Tayip Erdağan’ın “Medyadan destek bekliyoruz” talimatı ardından tüm medya psikolojik savaş organı haline geldi. Sözde en çok AKP karşıtı olan ve AKP’yi eleştirmek isteyen bile, söze başlarken “PKK’nin terörü zaten tasvip edilemez” diyerek giriş yapıyordu. Halbuki medya tutarlı davransa, biraz demokratik tutum gösterse, psikolojik savaşa bu denli angaje olmasaydı, o zaman AKP ülkemizi böyle dört yandan karma karışık bir savaşın içine sürükleyemezdi.

Demekki gelinen bu noktadan herkes sorumlu. Kimisi ülkemizi bu noktaya getirendir. Kimisi kraldan daha kralcı bir tavırla yardakçılık yapandır. Kimisi gerçeği gördüğü halde görmezden gelen ve ses çıkarmayandır. “En iyiyim” diyen de AKP faşizmine karşı yeterli mücadele etmeyen veya edemeyendir.

Dikkat edilirse, toplum olarak neredeyse tanınmaz haldeyiz. Hiç kimse kendini tutarlı demokrasi çizgisinde izah edebilecek, portesini çizebilecek durumda değil. Peki bu neden böyle? İşin içinde Kürt sorunu olduğu için, Kürtlere karşı sömürgeciliği de aşan bir kültürel soykırım politikası izlendiği için böyledir. Eğer Kürt sorunu işin içinde olmasa, o zaman toplumumuz böyle tanınmaz halde olmaz, AKP de böyle faşist bir politika izleyemez.

Öyle yapılmaya kalkılsa herkesin gerçek yüzü hemen açığa çıkar. O durumda ne “demokratlık” adına AKP faşizm uygulayabilir, ne de “solculuk” adına AKP yardakçılığı yapılabilir. Bunları “görünmez”, her kesimi “tanınmaz” kılan Kürtler üzerindeki kültürel soykırım ve bunun yarattığı şoven milliyetçiliktir.

Bu noktada kendini tanıyamayanlara, eğer isterlerse kendilerini tanımada yardımcı olacağı düşüncesiyle Albert Memmi’nin “Sömürgecinin Portesi Sömürgeleştirilenin Portesi” kitabını okumalarını öneriyoruz. Gerçi kitap yirminci yüzyılın ortalarında yazılmış, fakat yinede sömürgeci tutumda ısrar edenler için öğreticidir. Yine Tunus ve diğer Arap ülkelerindeki sömürgecilikle Kürtlere uygulanan kültürel soykırım çok farklıdır. Fakat böyle olsa da kitaptan edinilecek ders çoktur.

Söz konusu kitabı en başta AKP yöneticilerinin okumasında çok yarar vardır. Okumalıdırlar ki, “Neron kompleksi”nin ne demek olduğunu öğrensinler ve her birinin Kürtler karşısında giderek nasıl Nneronlaştıklarını iyi görsünler! Tabi en çok da Başbakan Tayyip Erdoğan gerçeğini iyi tanıyabilsinler!

Kitabı kendine solcu, liberal, demokrat diyenlerinde okumalarında, eğer okumuşlarsa bu süreçte bir kez daha okumalarında yarar vardır. Eğer okurlarsa, o zaman “PKK’nin ve Kürtlerin niçin böyle yaptığını” biraz daha iyi anlayacaklardır. Aynı zamanda “Kürtlere akıl verme” tutumunun nerden kaynaklandığını iyi görecekler ve “Solcu sömürgeci” duruşunu biraz aşabileceklerdir.

Tabi söz konusu kitabı Kürtlerin ve özellikle gençlerin okumasında da yarar vardır. Hem de kendisini en özgürlükçü ve mücadele görevini başarıyla yapıyor sananlar en başta okumalıdırlar. Okumalılar ki, “Tüm yük üzerimize kalmış” ve “Biz iyi durumdayız” yanılgılarını aşabilsinler. Vücudu ve ruhu sakatlanmış Kürt halk gerçeğini, ilgi ve duygu yitimini yaşayan insan gerçeğini iyi anlayabilsin ve bu durumdan kendilerini radikal olarak kurtarabilsinler!

İşte o zaman her birimiz gerçek portemizi daha iyi tanır ve kişilik devrimimizi daha doğru ve tam yaparız. İnsanlar ve toplum kendini tanıyıp doğruya ulaştıkça da AKP’nin ucube yönetimi ve çağdışı faşizmi aşılıp gider.

Adil BAYRAM

Özgür Gündem