HPG

Kurdistan Halk Savunma Güçleri

Bugün 12 Eylül 1980 faşist rejiminin yıldönümünüdür. 12 Eylül faşist cuntasını her yıl ele alıp değerlendiririz. Türkiye halkları açısından ortaya çıkardığı büyük yaraları, onarılmaz tahribatları ve tabii ki bir de kurumsallaştırdığı faşizmi de hep birlikte değerlendiririz. 12 Eylül cuntasını değerlendirdikçe insanlık karşıtı nasıl faşizan bir eylem olduğunu hep birlikte söyleriz. Ve bugün Türkiye ve dünyada -az sayıda insan dışında- 12 Eylülü lanetlemeyen yoktur. Herkes halkların bağrına uluslar arası küresel güçlerin eliyle saplanan bu uğursuz, melun faşizan hareketten çok çekmiştir.

Tuhaf gelebilir ama Türkeş bile bu cuntadan çekmiştir. Öyle ki zindana atıldıktan sonra “fikirlerimiz iktidarda ancak biz içerdeyiz” manasında söylemlerle şaşkınlığını saklayamamıştır. Halbuki Alparslan Türkeş 1950’lerde Amerika’ya giderek Florida’da özel eğitim almış bir amerikancıdır. Nasıl eğitilip gönderildiğinin hikayesini bilmeyen yoktur. Ama dediğimiz gibi buna rağmen 12 Eylül cuntası yaşandığında Türkeş bile içeriye alınmıştır. Malum, sonrada geliştirilecek olan; Kenan Evren’in deyimiyle; “bir solcu almışsak, bir de sağcı aldık” cümlesi ile “herkese aynı ölçüde yaklaştık,” esasta ortaya çıkarılmak ve de bölgeye yapılmak istenen müdahalenin üstünü örtmek için yapıldığını bugün daha iyi anlaşılıyor.

Çokça askerlerin laik oldukları, İslam karşıtlıkları olduğu söylenir. Sanıldığının ve söylendiğinin tersine Türkiye’de ılımlı İslam hareketlerini en çok geliştiren hareket 12 Eylül cuntasıdır. Türkiye’de en çok kuran kurslarını açan, imam hatip okullarını açan, din görevlerini hem de kendi dokunulmaz diye belirlediği anayasa maddelerine söz verdirterek görevlendiren yine 12 Eylül faşist cuntasıdır.

12 Eylül cuntası başa geldiğinde Fettulah Gülen’in sözlerini hatırlatmak bile söylenmek istenenleri açıkça gözler önüne serer. 12 Eylül faşist cuntasını 1980 yılında başa gelmesine dönük Fettullah Gülen Sızıntı dergisinde “Karakol” başlıklı yazısında methiyeler düzmektedir.

“Millet teknesi, sağa sola yalpa yapan bir vapur gibi, batması her an. Dillerde bin bir yabancı türkü, dudaklarda bin bir öldürücü şarap…Kimi erotizmle sarhoş, kimi libido ile kimi existansiyalizmden medet umuyor, kimi hezeyan felsefesine dilbeste… Tatmin edilememiş, doyurulamamış ve hatta terkedilmiş bir neslin, çeşitli kamplara ayrılması ve birbirini kıran kırana öldürmesi gayet normal değil mi? Bu güne kadar onun iç inkırazını sezebildik mi? Onu soysuzlaştıran sebeplere inebildik mi? Halbuki, ona canavarlık öğreten tiranlar karşısında, siyanet meleği gibi onun yanında olmalı değil miydik…Yıllardan beri, bin bir saldırı ile rehnedar olmuş bir bünye, böyle hemen bir mualece ile iyi edilemeyeceği de muhakkaktı. Daha köklü ve daha gönülden bir hareket gerekliydi ki, milli bünyeyi kemiren yıllanmış seretanlar (kanser) bertaraf edilebilsin. Ve işte şimdi, bin bir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz… Sahnenin bu rengârenk aldatıcılığı, ortalığı inleten valsin korkunç uyutuculuğu ve kostümün göz bağlayıcılığı karşısında, oynanan oyunun gerçek yüz ve vahşetini ilk sezen, son karakolun kahraman bekçileri oldu. Bu sezme, ümit dünyamızda yeniden kendimize gelmemizi ve kendi kendimizi idrak etmemizi temin etti. Aslında buna bir sezme demek de uygun değildir. Bu, düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimâî bünyenin, haricî bir kısım erâciften temizlenme, arındırılma ve aslına ircâ zaferi. Bu zafer, kendinden ümit edilenleri getirdiği takdirde, Türk’ün zaferler hanesinde en muallâ yeri işgal edecektir. Böyle bir ilk tefahhüs ve sezişe, başka bir yazımızda selam durulmuş ve gaziler ocağının yiğit eri Mehmetçiğe teşekkürler sunulmuştu” diye yazacaktır. Evet, “Aslında buna bir sezme demek de uygun değildir. Bu, düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimâî bünyenin, haricî bir kısım erâciften temizlenme, arındırılma ve aslına ircâ zaferi. Bu zafer, kendinden ümit edilenleri getirdiği takdirde, Türk’ün zaferler hanesinde en muallâ yeri işgal edecektir. Böyle bir ilk tefahhüs ve sezişe, başka bir yazımızda selam durulmuş ve gaziler ocağının yiğit eri Mehmetçiğe teşekkürler sunulmuştu” diye söylüyor Fettullah Gülen 12 Eylül cuntasına ve ne kadar minnettar olduğunun altını özenle çiziyor.

Söylemek istediğimiz Akepe ya da Fettullah Gülen çevrelerinin anti militarist olmadıklarıdır, anti 12 Eylülcü olmadıklarıdır. Tersine cuntacı olduklarıdır. Ve cuntacılar tarafından özenle geliştirildikleridir. Birileri diyecektir ki 12 Eylül cuntası geldi ve bir nevi mecburen ayakta kalabilmek için Fettullah Hoca cuntacılara methiyeler düzmüştür. Ancak öyle olmadığını 12 Eylül 1980 cuntası öncesinden Fettullah Hocanın 1979 yılında Sızıntı dergisinde “Asker” başlıklı yazısında ise: “Her milletin tarihinde askeri bir tepe varlıktır... Bir de anadan doğma asker-millet vardır. O, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Âşıktır askerliğe, serhat boylarına, akına ve kavgaya... Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük... Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçilmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam...” diyerek ne kadar militarist, milliyetçi ve ırkçı olduğunu gösteriyor.

Fettullah Gülen’den Akepe’ye giden yol ise zaten biliniyor. Bunlar yetmiyor ise Akepe’lilerin bugün 12 Eylül 1980 anayasasına faşist generallerden daha ileri düzeyde savunduklarına ve sarıldıklarına bakmamız yeterlidir.

Kasım Engin