Neresinden başlayacağımı bir türlü bulamadım. Nihayetinde, en vaktinde başlamaya karar verdim. Rüzgârın yaprağı savurduğu gibi bir uçurum aşkıdır yaşam. Böyle nasıl demeli TİN bir sesi vardır insana karsı. Yani insana sonsuz bir acı hiç bitmeyeninden ve ölüme terk edilmiş umut ağızın gerçeği olmuştu yaşam. Tam bu noktandan sonra yeşermeye başladı yaşam. Belki vaktinden çok geç belki de ayetin şiddeti gibi anında terleten silkelenmeydi benim dağ hikâyem. İlk ayetin dağlara inmesi ve ilk ayetin dağlardan insanlığa ulaşması arasında hiçbir fark yoktur. Hakikat kendini hep tamamlar. Yaşamda ki enerjiyi yeşertir can verir renk katar ve kendinden ötesini lanetler ve yeni anlamlar katarak ulaşır sistemin zavallı insanına. Beyninde milyonlarca parçalar milyon tane boşluklar yaratılan O insanlardandım.
Ben yaşamımı iki ye ayırdım
Kitaptan önce ve kitaptan sonra
İlk ayetin sesini dağlardan duyduğumda lisenin son yılıydı: gözlerime bir kitaplığın rafının ikinci sırasında bir roman yansıdı. romana şiire yazıya hiç ilkimde yoktu yani. O şiddetli yaşam ergenliğinin ve dayatılan baskıcı aile gerçekliğinden başka hiç bir şey anlaşılmıyordu. Sadece gençliğin verdiği özgürlük isteminin deliliği vardı. Yaşamın özgürlük anlayışından uzak bir anlayışlar dünyası vardı: kendime göre bir özgürlük aileye göre özgürlük ve bunların anası olan modernite’nin yarattığı virüslü bir özgürlük vardı. Bunların o kocaman görünen baskı ve istekleri karşısında okumanın değerine ulamsak hakikatin tüm gerçeklerinin onunda secde etmesiydi. Yani yaşamımı ikiye ayırmamı sağlayan bir kitaptı. Bir kavalın ezgisiydi ismi. Sadece ismi hoşuma gitmişti: Beni böyle bir kavalın içindeki gizlenmiş hakikatlere ulaştıracağına nerden bilebilirdim. Gözümün o rafa gitmesi o heyecanın nasıl yaratıldığında ki muammayı halen bulamadım. Zaman Sonbaharın insanı ağırlaştıran doğada manalar aramaya sürükleyen yaşama yönelik vicdanına yönelik bir hesap verme mevtsiydi. O zaman kapımı çalıp içeri girmişti…
Aile ve geçmişin korkuları
Kitabı okumaya başladım ilk günden içindekileri bana öğretilenin tersiydi, ailemin bu kadar ters ve korkunç yaklaşımlarının nedeni sistemin yaratığı tahribatlardan kaynaklı olduğunu belirtebilirim. ilk yasamı orda ilk direnmeyi orda ve ilk yalnızlığı orda öğrendim.. Yalnızlaşıyordum çünkü: Aile geleneği toplum geleneği sistemin çarkına hep su taşıyordu. Elâzığ sistemin en korkunç çuvallar geçirilmiş bir Kürdistan şehriydi bir oyuncak hamuru gibi olmuştu. İnsanları sistemin tüm kalıplarına hazır bir asker misali bir durumla karşılaştırıyor seni. Anne baba ilişkisinden ev ortamını sorgulayan ve toplumu irdeleyen gelişmeler oluyordu küçücük beynimde. Yalnızlığın yoldaşlığını ilk orda tanıdım. Kitapla ailede tartışmalar gelişiyordu ama hep bastırılmış dinden öte bir dogmalarla tıpkı manasız bırakılmak istenen kuran ayeti gibi. Düşündüğümün yaşamda ters resmedilmesi bende artık dayanılmaz anlam kaybına, o yaşamdan öteye yönümü çeviriyordu. Erkeğin liderliği Hakim’ken, kadının yaşamın her yerinde olmasına rağmen, hiç yaşamadığı gerçekliğini çözmeye başladık, bir bebeğin o ilk nefesinizdeki mukadderliğe, maaddi prangaların vurulması, bir koruyucunun günlüğü 25 dil olup insanlığı öldürme, gülümsemeleri bir çiçeğin kendi rahminden yarattığı o hakikat kokularının yitirilmesi ve nicelerinin de yitirilmiş yasam deryası yönümü dağların yaşamına çevirmişti…
Artık kıblem dağlar olmuştu..
Kapitalist modernite’nin yarattığı tüm o ezik duyguların sahibiydim. Az veya çoğu önemli değildi bunları artık biliyordum. Dayanılmaz bir yüktür fark etmek ve yaşayamamak. Bir kadının bir erkeğin bir toplumun veya doğanın artık kendi özünü yaşayamaması beni yalnızlıklara dağlara cevirdi. Ve bunun böyle sürmesi delirmekti ölmekti yaşama ihanettin ta kendisiydi. Evet, kimi zaman fikrinden ödün vermemek için adeta tüm sistemin yarattığı o maddi kalıplar o ailevi kalıplar ve toplumun kalıplarına karşı savaşlar veriyordum, kaybetmiyordum ama ani bir hırs ani bir savaşım gururunun sonradan geçici bir yalnızlık olduğunu anlıyordum artık. Beni bir şeylerde güçlü kılıyordu bu savaşımlar hakikat özgürlüğünün peşine düşmeyi değil, Onu yaşamayı dağlara dönmeyi değil Ona doğru yürümenin vakti olduğunun habercisiydi. Bir haber alır koşarsın ya hiç durmadan işte bende bu habere karşı artık yüreğimi beynimi ayaklarımı durduramıyordum... Ve yürüdüm dağlara..
Dağın farkı neydi?
Bir çocuğun ebeveynlerini görüp koşarak kucağına zıplaması ve o an sonsuz gülücüklerin yüzünde yaratılmasından hiçbir farkım yoktu artık. Yeniden bir doğuş yeniden bir yaşam yeniden var olma gülücükleriydi benimkisi. Yeni bir doğuş sancılar yaşatır insana gülücüklerin tek nedeni sancılardır aslında. Dağlar kişiye direnmeyi iradeyi yoldaşlığı ve ahlakı tane tane peygamber ’sel sabırlarda öğretiyor insana. Bir bebeğin ilk adımındaki ölümsüz gülücüklerin nedenini anlıyordum. Dağlarda bir adım atmanın yarattığı serüvenleri duyguları her an geçtikçe aşkın sevincin kişide yarattığı filizlenmeği yazmak bile insanı kendi hakikatine ulaştırıyor… Dağın insanda yarattığı yoldaşlığı neyle anlatmalı? Bir kadının kendini yeniden yaratması kendi gücünün gerçekliğine ulaşmasını neyle tüm dünyaya duyurmalı? Ve insanı sorgulamalara götürmesini neyle yazmalı? Yaşamadan bilebilir misin?
Neden mi dağlara?
İnsan anıları ile yaşayan bir canlıdır. Sistem yaşamını düşünüp yoğunlaştığım vakitler uçurumlardan bakmış gibi oluyorum. Nasıl yaşanılmış böyle diyor insan kendine. Bu kadar kendi zevklerine düşürülmüş bu kadar bencil hazincı bu kadar yıkımları yaratan bir yaşam tarzının sürdürülmesine insan nasıl boyun eğiyordu? Bu kadar yok edeci bir sistemin kuşağı olmanın ürpertisini anlıyor insan.. Neden mi Dağlara? Denince düşünmeye gerek yok yoldaş Sağına soluna bakmak yeterli. Annenin o bastırılmış sesi yüreğine ulaşmaz mı? Doğacak olan çocuğun özgür yasayamayacağınızı düşünmek yetmez mi? Basit bir ölümü kendine yakıştırabilir mi insan? Bunları düşünmeye zaman veriyor mu sistem… Artık yeter demeli insan haykırmalı durmadan yaşama doğru yürümeli ve Vakti geçmeden kendini adamalı dağlara…
Avareş NİRVANA