HPG

Kurdistan Halk Savunma Güçleri

bSiyasal gelişmelerde hızlanma, mevcut değişimin netleşmeye doğru gitmesi söz konusudur. Diğer yandan Kürdistan üzerinde ağırlaşan etkileri, devrimci hareketin yeniden örgütlenmesi ve eylem hattına bu temelde yüklenme gündemimizdedir.

Uluslararası gelişmelerde ortaya çıkan son gelişmeler ve değişimlerde kendini en çok ele veren, hatta bir aynası durumuna gelen; Basra Körfezi, iki süper askeri yoğunlaşma ve gerginliktir. Her ne kadar bir yanda Araplar arası iç sorun olarak görülüyorsa da, özellikle Arap milliyetçiliği bu temelde yaklaşmak istiyorsa da, buna güç getiremediği ortadadır. Başta ABD olmak üzere, ortaya çıkan son gelişmelerde kendini en kazanımlı gören güçlerin çıkarları söz konusu olduğunda, eşine rastlanmadık ölçülerde gücünü ortaya çıkarıp bu anlamda uluslararası en önemli bir mesele haline getirme söz konusudur. Uluslararası kuruluşlarda en önemli kararları alabilme, buna öncülük etme ve aynı hızda uygulamaya dönüştürme bir film makinası gibi kendini göstermektedir

Bu gelişmelerle birlikte, özellikle sosyalist ülkelerde reel sosyalizmdeki değişimleri de göz önünde bulundurursak, emperyalizmin nasıl güç sarf ettiğini anlamak, nasıl bir dünyaya yol açtığını ortaya çıkarmak açısından önemli gelişmeler vardır. Bu, şekillenen yenidünyayı ele vermektedir. Gelişmeler, daha düne kadar yerleşmiş bütün politik ölçülerin sistemlere dayalı, sistemlerle bağlantılı birçok küçük devletin ve hatta iç politikaların bile yetmediği, bu anlamda muazzam bir gerginlik kadar yeni politik yaklaşımlar oluşturulmak istendiği, bütün yakıcılığıyla kendini hissettirmekte ve duyurmaktadır.

A Değişen Dünya Düzeni İçinde Kapitalist Emperyalist Sistem ve Reel Sosyalizmin Son Durumu, Sosyalizm Kavramına Yeni Bakış Açısı. Sovyetler Birliği politikasındaki tıkanmanın, sosyalizme yaklaşımın bir çok yönüyle başarısızlığının net olarak ortaya çıktığı 1980'ler ortasında, yeni politika arayışları, geçtiğimiz yıl çeşitli patlamalarda en zayıf kalelerin yıkıldığı, bir yandan yeniden yapılanma derken, daha da ağırlaşan durumların ortaya çıkması, bundan başta Almanya olmak üzere, Batı Avrupa'nın ve Amerika'nın kendi çıkarlarına yönelik hızlı sonuçlar çıkarmak istemeleri, gelişmelerin derinliğinin kavranmasına fazla imkan bırakmıyor. Sovyetler Birliği'nde bizzat gelişmelere öncülük eden partinin, en azından Gorbaçov yönetiminin niteliği üzerinde çok durulmasına ve yine çok şeyler söylenmesine rağmen, halen bunun kesin bir sonuca vardırıldığını söylemek zordur. Gelişmelerin nerede duracağı kestirilememektedir.

Klasik Sovyet politikacılığındaki emperyalizme karşı ortaya çıkan her harekete destek olma şimdi söz konusu değildir. Tamamen değişik bir politika, daha çok da eski politikadan vazgeçme, yeni politikayı oluşturamama, ya da çok gönülsüz, adına "politika" diyemeyeceğimiz, hatta ABD'nin yaklaşımlarına destek olmaktan öteye gidememe, bir tutum olarak kendini ele vermektedir. Bununla kurtarılmak istenen hiç şüphesiz bazı özel durumlar var. Özellikle ekonomideki tıkanma giderilmek isteniliyor. "Yeniden yapılanma" dedikleri, siyasal demokrasi oturtulmak isteniliyor. Fakat bundaki samimiyet tatmin edici olmaktan uzak kalıyor. Bu durum emperyalist ülkelerin geleneksel politikalarında da bir yandan açgözlüce yaklaşım, diğer yandan "acaba gerçekten böyle midir" endişesiyle birlikte yürümektedir. En önemlisi de, tamamen reel sosyalizmin tıkanıklığına dayalı bir NATO sisteminin mevcut gelişmeler karşısında işleyememesi, anlamını yitirmesi de kendini hissettirmekte ve gittikçe açıklığa kavuşturmaktadır. Özellikle bu anlamda Sovyetler ‘in konumu, sadece kendi politikalarında değil, emperyalizmin temel politikalarında bir açmazı ifade etmektedir.

NATO'nun yeni roller bulma durumu ortaya çıkmaktadır.

"NATO neye karşı olmalıdır, hangi değer yeniden gündemleştirilmelidir" soruları gündemdedir. ABD ve Avrupa'nın yakıcı bir biçimde yaşadığı sorunlar bunlar oluyor. Bu durum bir yandan emperyalizme "acaba eskisi gibi tek başına yönlendirilen bir dünya konumuna ulaşabilir miyiz" sorusunu düşündürmekte ve biraz da umut vermektedir. Başta ABD ve İngiltere olmak üzere, bu yönlü bir uluslararası politikaya işlerlik kazandırma hayali, başta çeşitli devletlere tavır aldırmaya götürüyor. Örneğin Türkiye, mevcut gelişmelerden önemli bir güç olarak ortaya çıkacak. Almanya'yı tekrar kendileriyle uyumlu olmaya ikna etme, zorlama, artan bir etkinlikte sürdürülen çabalarındandır. Daha büyük bir anlam kazanan az gelişmiş ülkeler, bu süreçten kendilerini, özellikle Sovyetler Birliği tarafından yalnız bırakılmış olarak hissederken, ağırlaşan sorunlarının patlamalara ulaşabileceğini göstermekte, eskimiş siyasal dengeler bozulmakta, yeni güçlerin kendini duyuracağı, bu anlamda Doğu Batı diye tabir edilen veya ABD Sovyet yumuşamasının buradaki etkilerinin pek gelişemeyeceğini ve hatta çelişkinin bu mevcut uzlaşmaya karşı gelişebileceğini göstermektedir.

Öyle anlaşılıyor ki, dünyadaki gelişmelerin yönü bir yandan ABD Sovyet uzlaşmasıyla ve bunun yol açtığı Doğu ve Batı Avrupa'nın iç içe geçmesiyle, bir anlamda bir Kuzey zenginler topluluğunun doğmasıyla  ki, bunlara Kanada ve Japonya da dahil  bunların dışında geniş bir yoksul dünya topluluğu da oluşmaktadır. Daha da somutlaştırılırsa, Batı uygarlığıyla çıkarları geniş ölçüde zedelenen dünya halkları ikilemi yaşamaktadır. Ve bu çelişkinin kendini açığa vuracağı eskiye kıyasla daha fazla gözükmektedir. Bu yönlü gelişmeler, doğal sonuçlarına daha henüz varmamış da olsalar, eskiden yaptığımız değerlendirmeleri yaptırmamıza imkan vermeyen gelişmelerin de olduğu açıkça bilinmektedir.

Eskiden değerlendirmelerin temelinde, kapitalizm ve emperyalizm; ona karşı sosyalist sistem, ulusal kurtuluş hareketleri ve Batı ülkelerinin işçi sınıfı hareketi cephesinden bahsedilirdi. Şimdi bu cephe yaklaşımı değişmek durumundadır. Artık bu tip klasik yaklaşımın geçerli olamayacağı vurgulanmalıdır. Ona dayalı düşünce yapısı, politika tespiti ve tutum belirlemeler aşılmalıdır. Bunun temelinde yer alması gereken Sovyetler Birliği bile, artık çoktan modası geçmiş düşünce ve politikalar demekte ve hatta hemen hemen bütün dünyayı şaşırtan ilgilenmeme, bilakis güçlerini özellikle ulusal kurtuluş güçlerinden çekme, onların yıkılışına göz yumma ve hatta gerekirse ABD'yi onaylama çok açıkça görülen bir tutum oluyor. Eskiden var olan işçi sınıfı hareketi, hatta komünist hareketi destekleme tutumu da tamamen değişmiş bulunmaktadır. Artık bu hareketlerin adını bile ağızına almamakta, destek verme şurada kalsın, tasfiye olmalarına bizzat önayak olmaktadır. Böyle olunca, bu temelde bir kutuplaşmayı ileri sürmek "dünya bu temelde değişiyor, herkes bu temelde safını belirlemelidir" tezine sarılmak boşunadır, fazla gerçekçi sonuçlara da götürmez.

Peki yerine konulan yeni değerlendirmelerin temel özellikleri nedir?

Fazla açığa çıkmış yaklaşımlardan burada bahsedemeyiz. Özellikle Sovyetler ‘in deyimlendirdiği gibi, "bundan sonra Frank Sinatra doktrini geçerlidir" diyorlar, yani adı geçen bir şarkıcının söylediği gibi herkes kendi yolunda mı yürümelidir? Bu anlama gelen bir tutumdan bahsediliyorsa da, buna da dar milliyetçiliğe düşen Sovyetler'in durumuna bakılarak belki bir açıklık getirebilir. Ama karmaşık durumları yaşayan, çok çeşitli konumları bulunan ülkelere, halklara, onların siyasal yaklaşımlarına yardımcı olamaz. Bütün bunlar için "acaba taktik midir" diye bir değerlendirmede bulunulabilir mi? Yani gelişmelerin bu yönlü olması, bir taktik midir, yoksa uzun vadeli süreçleri bütünüyle etkileyecek bir stratejik gelişme midir? Bunları da hemen cevaplandırmak zor olmaktadır. Taktik yanı ağır basan gelişmeler demek mümkün olduğu kadar, buna yol açan kültürel gelişmelerin ip uçlarının bol olduğu ve stratejik yönlü olabileceğine dair ipuçlarının da o denli fazla olduğu açıktır. Dolayısıyla yapılması gereken, esasta ne kadar özlü rol oynayacak, süreklilik kazanacak gelişme olduğunu görmek ve buna artan bir ilgiyle yaklaşmak büyük önem kazanmaktadır. Diğer yandan geçicidir de, karakter değiştirebilir de. Buna göre yer vermek, tutum belirlemek, bu konuda en az diğeri kadar doğru yaklaşım ve fazla yanılgıya yer vermeyen tutuma ihtiyaç göstermektedir. Yapılması gereken hiç şüphesiz çoklarının içine düştüğü klasik sol şartlanma ve hatta ulusal kurtuluşçuluk saplantısı içinde bir moral bozukluğu, hayal kırıklığı olamaz.

Baştan beri sosyalizme ve ulusal kurtuluş uçuğa, reel sosyalizmin ölçüleri dışında yaklaşamayanlar, onun bürokratik aygıtlanmasını çeşitli düzeylerde yaşamaktan ve memuru olmaktan öteye gidemeyenler, bizim çoktan açığa çıkarttığımız ve hiçbir zaman bu tutuma inanmadığımız gibi, bırakalım devrimci gelişmelere yol açmalarını, ciddi bir engel olduklarını çok genç bir Parti olmamıza rağmen biliyorduk. Denilebilinir ki, sosyalizm ve ulusal kurtuluş hareketlerinde kaynağını Sovyetler Birliği'ndieki bürokratik yapılanmada bulan, ordaki sağcı gelişmeleri daha tehlikeli bir biçimde Türkiye somutuna yansıtan ve bu anlamda da sosyalizm adına, sosyalizmi en gerici ve tutucu ideolojik tutum haline getiren, yine buna dayalı olarak ulusal kurtuluşçuluğu Türk Solu nezdinde asla Kemalizm'i aşmayan, onun sol kuyrukçusu olmaktan kurtulamayan bir tutuma geldiği; Kürdistan söz konusu olduğunda da reformist bile diyemeyeceğimiz, son derece pasif ve gerçek bir ulusal kurtuluşçuluğun önündeki en ciddi engel olma tutuma indirgendiği ve reelsosyalizmin yansımasının bu zeminlerde bu tarzda ortaya çıktığını açıkça belirttik. Biz, buna karşı mücadele ediyorduk. Bizi bugünkü duruma getiren de bu mücadeledir ve bizim için çok önemlidir.

Mevcut tüm sosyalist grupların tasfiyesi edilmesi Türkiye'de ilkesel bir yaklaşımla bağlantılıdır. Bu, 1920'lerde Türkiye'de, özellikle de dünya çapında kendini ele veren ilkedir. Sosyalizmin deformasyonunun daha sonra bir çok ülkede görüleceği, sağ tasfiyeyi yaşaması, Kürt hareketi söz konusu olduğunda da Kemalizm'den daha saldırgan olması, yine Türkiye'de demokrasi söz konusu olduğunda da buna en ufak bir katkısının olmayışı ve bu anlamda da Kemalist devletin ideolojik örtüsü olmaktan öteye işlev görmemesi büyük anlam taşır. Bu mahalli bir gelişme değildir. Daha sonraki Sovyet politikalarının gelişimini anlamak ve onun ulusal kurtuluş sürecindeki ülkelere nasıl yansıdığını görmek açısından, bu Türk örneği hayli ibret vericidir. Etkili olan da bu Türk örneğindeki gelişmedir.

Denilebilir ki 1920'lerdeki Türk örneği, günümüzde çok ilginçtir ve aslında anlaşılırdır. Evren, Özal faşizminin bile, Sovyetler ‘de yansıma bulması söz konusudur. Sovyetler ‘in Evren'le çok ilgilendiği, onun için diploman ter bir film hazırladıklarını öğreniyoruz. Burjuva basının da ilgi çekici bir lider olduğu, 1920'lerdeki Atatürk'ü hatırlattığı ve ülkesinde çok sevildiği, aynı biçimde Atatürk dönemi ile kıyaslanacak ölçülerde ve hatta mevcut son siyasal gelişmelerden en çok yarar gören ilişkilerin Türk. Sovyet ilişkileri olduğu, eşi görülmemiş bir ekonomik ilişkinin ardından iyi komşuluk ilişkilerinin ancak 1925'lerdeki durumla kıyaslanabilin ir bir dostluğa doğru yol aldığını izleyebilmekteyiz. Öyle ki, Sovyetler'in Ankara Büyükelçisi, Türkler'le çok samimi görüşmeler yapmakta, Karadeniz'de bir ortak pazar kurma girişimlerinde bulunmaktadır. Yine Sovyet Türkler'ine karşı benzer yaklaşımlar içerisinde olma ve birbirlerinden oldukça memnun olduklarını söyleyebilecek kadar sözüm ona yeniliklerden bahsetmektedirler. Bütün bunlar taktik olabilir, bunun yanında mevcut siyasal gelişmelerin yönlerini de kestirmeye bu örnekte ipucu bulunmaktadır. Nereye gidilebileceği sorusuna cevabı bu ipuçlarından çıkarmak mümkün olabilir. Mühim olan burada eskiden yaptığımız klasik değerlendirmeleri yapamayacağımızdır. "Sosyalizme dayalı ulusal kurtuluş hareketinin ittifakları" belirlemeleri de, gerçek dışı bir anlama büründüğü kadar tehlikelidir. Böylesine değerlendirmelere yönelmek, kendini kandırmak kadar aleyhine işleyebilecek ve çoktan tutum alınması gereken bir tavıra kendini mahkûm etmek, dolayısıyla tehlikeli bir gelişmeye kendisini itmek demek oluyor.

Biz bunun biraz daha anlaşılır kılınması için, 1920'lerde nasıl bir hastalık olduğunu gösterdik. Kemalizm, 1920'lerin başında çok sınırlı olarak bir taktik ittifak konusu olabilirdi. Daha Cumhuriyet'in kuruluşuna varmadan, bununla sınırlı bir taktik uzlaşma olabilirdi. Lenin'in yaklaşımının bu olduğunu, bu konuda hem bilinçli olduğu, hem de ilişkiye bu temelde geçtiğini söyledik. 1925'lerdeki ittifakın bazı haklı yönleri olsa bile, daha sonra uzatılması ve hatta benzer ittifakın neredeyse dünyanın her tarafında sınır tanımaksızın, "faşizm midir, ilerici midir" demeksizin geliştirilmesi ki, buna Hitler'le yapılan ittifak da dahildir ve tümüyle dış politakayı buna dayandırmasının, bir anlamda devrimci politika yerine, "Sovyetler'e ne kadar yarıyor, ne kadar ayakta tutabilir" tutumuna hızla yönelmesinin, günümüze doğru reelsosyalizmin bu duruma düşmesinin en önemli bir nedeni olarak gösterdik. Baştaki tespitimiz günümüzde oldukça doğurlanmışa benzemektedir. Stalin'in bugünkü mahkûmiyeti bile daha çok da bu noktadan yola çıkılarak sağlanabilmektedir. Ortaya çıkardığı DoğuAvrupa ve Sovyetler Birliği, kendini burada açığa vurabilmektedir. Gerçek bir sosyalist enternasyonalin uygulanmadığını, bunun devletçi ve milliyetçi bir politika olduğunu, bunun da ürününün, mevcut sosyalizmin olumlu yanlarının bile tasfiyesinden kaçınamayacakları bir noktaya gelindiğini göstererek anlamaktayız. Lenin'de göstermesi gerekenin bir taktik olduğu, ama daha sonraki gelişmelerin, bu taktiği bir stratejik ilkeye dönüştürdüğü, bunun en son gelişmesini Gorbaçov örneğinde tümüyle bir teslimiyet politikasına dönüştürerek sergilendiğini görerek anlam verebilmekteyiz.

Uygulanan, bu anlamda sosyalizm veya enternasyonalizm değil, devlet çıkarıdır. Bu da tekelci devlet çıkarıdır. Uygulanan tekelci devlet kapitalizmi, onun dış politikası da Sovyet milliyetçiliği olmaktadır. Bu günümüzde Yeltsinler ‘de uç noktaya varmıştır. Fakat kaynağını kesinlikle bu tarihsel gelişmelerde bulduğu da çok açıktır. Bu tutum bugün Lenin'e saldıracak kadar ilerliyorsa, nedeninin milliyetçilik olduğunu, bunu sosyalizm sananlara ne kadar inanmak istemeseler de kulakları tırmalaya tırmalaya, o eski düşmüş beyinlerine vura vura anlatmak istemektedir. Çin örneği bile, bu dönemlerde bu politikayla uyuşmuyordu. Mao, 1925'lerden sonra hemen tutum aldı ve bu tutum doğruydu. Mao, aynı tutumu 1960'larda da aldı, bu tutum da doğruydu. Mao'da yaşanan saplantılar, Sovyet saplantılarının bir örneğiydi. Bu ortaya çıktı.

Bütün bunlara rağmen, sosyalist kazanımların tümü yıkıldı mı?

Hayır! Dolayısıyla tahlillerimizde "sosyalizm" kelimesi geçmeyecek mi? Tabii ki geçecektir. Günümüz içinde yapılan değerlendirmelerde, sosyalizm, önemli bir güç ve kuvvet dengesi olarak yer alabilmelidir. Ama nasıl bir sosyalizm? Yaşayan sosyalizm nedir, ne değildir? Hiç şüphesiz buna doğru yaklaşım büyük önem taşır. Adına reelsosyalizm dediğimiz ve hatta sosyalist sistem dediğimizin, gerçekten geliştirmek durumunda olduğumuz türden olmadığını bilerek, biraz da Batı sosyalizm türleri olduğunu belirleyerek geçmişte yaptığımız gibi değerlendireceğiz.

Ayrıca "sosyalizmin toprak parçası, yani I. Dünya Savaşı'nda altıda bir, II. Dünya Savaşı'ndan sonra da üçte bire yükseldi" şeklindeki yaklaşım çok tehlikelidir. Dünyayı böyle parçalara ayırma temelindeki bir gelişme son derece şematiktir. Bugün çok daha yanlı ortaya çıkıyor ki, sosyalizmi dünya çapında böyle görmek yerine, bireye indirgemek, bireyin ne kadar sosyalistleştiğine bakmak ve bunu da sayılarla ifade etmek değil de, daha çok ahlaki anlamda, bireyin sosyalizmi yaşayıp yaşamaması konusunda değerlendirmek gerekecektir. Sosyalizmin de daha çok bir ahlaki değer taşıması gerektiğini, bu anlamda bir moral değer, bir dünya bakış açısı, tümüyle kapitalist değer yargılarından farklı gelişmesi gerektiği ayırımını yapacaksak; kapitalizmin yarattığı tipten farklı olması gerektiği açık olur. "Kapitalizme ekonomik bakımdan ne kadar ulaştık? Dünyanın kaçta kaçını etkileyebilecek güç dengesine ulaştık?" gibi tartışmaların sosyalist tartışma olmaması gerektiği ortaya çıkıyor. Başlangıçta bize de fazla inandırıcı gelmiyordu. Biz genel tabirleri söylüyorduk. "Dünyanın bu kadarında sosyalizm var, bu kadarını etkiliyor, kapitalist ekonomi ile bu kadar yarışıyor, hatta dengeyi bozuyor ve yöntemleriyle aşmıştır" diyorduk. Artık iyi anlamalıyız ki, bu tip yaklaşımların sosyalist tartışmaya herhangi bir katkısı olamayacağı gibi, gerçeğinin anlaşılmasına da fazla hizmet etmeyecektir.

Yeni sosyalist tartışmaların özü, kapitalizmin hangi ölçülerinden farklıdır? Kapitalizmin uygarlığını aşacak sosyalist ilişkiler sistematiği, adım adım nasıl geliştirilmek isteniliyor? Bugün kapitalizmin harap ettiği bir dünya ve bunu tasfiyeye kadar indirgemesi vardır. Eğer sosyalizmden bahsedeceksek,  ki bizim sosyalizme katkımız budur  "kapitalizmin tarihi, bireyi ve dünyayı, yine toplum ve hatta devletini nasıl ele alacağız" sorularına cevap verebilirsek ve özellikle bireyden başlayıp giderek çevre sorunlarına kadar götürebilen bir yaklaşımın sahibi olursak, sosyalizm kavramına da bir yenilik getirebiliriz. Hatta salt sınıf temeline, "işçi sınıfı, proleter sınıf" deyip tahliller geliştirmek de fazla gerçekçi değil. Çünkü bu kavramlar, 19. yüzyılın kavramlarıdır. Yine sınıflar vardır, fakat özellikle Türkiye'de sınıf diye tabir edilen, ayağa düşmüş, nefes alamaz halde, en zor işlerde çalışabilen ve bir anlamda da ekonomik düzeye indirgenmişliği ele vermektedir. Türkiye insanı bu biçimde değerlendirmeye konu edilemeyecek kadar kapsamlıdır ve çok farklıdır. Dünyada da bu böyledir.

Rêber APO