Kürdistan tarihinde Mahabad bir yaradır. Hem de tüm Kürtlerin belki de en büyük kapanmayan yaralarından bir tanesi…
Mahabad Cumhuriyeti 1946 yılının ocak ayında kurulmuş ancak 1947 olmadan yıkılmıştır. Mahabad Cumhuriyeti’nin liderliğini yapmış olan ak yüzlü Qazi Muhammed ve iki yoldaşı ise 31 Mart 1947 günü aynı Cumhuriyeti’nin ilan edildiği Mahabad’ın Çarçıra meydanında tüm Kürtlerin gözleri önünde idam sehpalarında katledilmişlerdir.
Tarihi az çok bilinler bilirler ki Mahabad Cumhuriyeti sadece Mahabad Cumhuriyeti’nin eksiklerinden dolayı yıkılmamıştır. Tam tersine dış güçlerin adeta topyekün Mahabad’ın başına çullanmalarıyla yıkılmıştır. İkinci dünya savaşında sözde galip çıkan demokrasi cephesi öyle görülüyor ki 1946 yılında Yalta’da yaptıkları konferansla Kürtlerin üzerlerini çizmişlerdir. Ve olan yeni kurulmuş olan Mahabad Cumhuriyeti’ne olmuştur.
Sovyetler Kızıl Ordularını çekmişlerdir. Kızıl Ordularıyla birlikte Kürtlere sundukları yardımları da. Ne de olsa Yalta ile Doğu Avrupa’yı elde etmişlerdir. Geride kalan diğer alanlar ise demokrasi cephesinin üyelerine peşkeş çekilmiştir. Ve bu sözde demokrasi cephesinin en temel güçlerinden bir tanesi İngiltere’dir. İngiltere, daha doğrusu İngilizler ise 1800’lerden başlayarak Kürtlere karşı düşmanlık faaliyetleri içerisinde olarak her zaman Kürtlere karşı olmuşlardır. Öyle ki nerede Kürtlere karşı bir oyun sergilense ve bu oyunların altı eşilse kesinlikle altında İngilizlerin çıktığını tarih bize göstermiştir. Tabi bu kez sadece İngilizler yoktur, bu kez yeni yetme ABD’lilerde vardır. Fransızları saymadan olmaz. Onları da ekleyelim. Türkiye devletini saymaya gerek bile yoktur.
İşte tüm bu güçler 1946 yıllarının sonlarına geldiğimizde topyekün bir merkezden İran devletinin arkasında durarak Mahabad Cumhuriyeti’nin yıkılmasında başrolde yer aldılar.
Arada bu kez yaklaşık 67 yıl geçti, bu kez yer Mahabad değil bu kez yer Rojava Kürdistan’ı. Ancak aktörler yine benzer.
Tuhaf, ama bir gerçek. gerçekten de aktörler benzer. Sovyetler bu kez Rusya olarak Esat rejiminin yanında yer alarak Kürtlerin kazanımlarını görmemezlikten geliyorlar. İran zaten dünden Kürtlerin tasfiyesi için hazır. Türkler aynı 1946 yılında olduğu gibi Kürtlerin hiçbir statü elde etmemeleri için karşıt cephede yerini almaktadırlar. ABD aynen 67 yıl öncesi gibi yine Kürtlerin kazanımlarını tasfiye etmek için iş başında. İngiltere ya da Avrupa’da aynı çizgide.
Tuhaf dedik ya bu kez aynen 1946 yılında nasıl Molla Mustafa Barzani bir mermi patlatmadan Mahabad’ı tek bırakmış ise bugünde benzer bir doku devam ediyor. Bu kez PDK hem maddi hem de manevi desteklerini Kürtlerin Rojava’da tasfiye edilmesi için sarf etmekten vazgeçmiyor. Önce Rojava’da Kürtlere saldıran sözde kimi güce silah ve para veriyor, böyle Kürtlerin kazanımlarına karşı saldırı içerisinde oluyor. Diğer yandan ise Rojava ile olan sınırlarını kuş uçmaz temelde kapatarak Rojava’ya tümden bir ambargo uyguluyor. Geçen yılki ambargo biliniyor. Ancak bu kez ki ambargo tek başına uygulanan bir ambargo değildir. Öyle görülüyor ki yukarıda isimlerini verdiklerimiz güçlerin ortak bir kararını PDK uyguluyor.
Evet, gerçekten de bugün Rojava’ya karşı birçok güç saldırı içerisindedir. Hem de ortak bir cephe oluşturarak bu saldırılar yapılıyor. El Nusra gibi El Kaideci bir güç ABD ile aynı eksende yerini alabiliyor. Yine TC devleti Beşar Esat ile aynı çizgide Kürtlerekarşı buluşabiliyor. Yukarıda dile getirdiğimiz gibi İran, Hizbullah derken birçok Arap devleti de Kürtlere karşı cephenin içerisinde Kürtlere karşı yer alıyorlar. Ve bu ortaklaşmayı da öyle gizli kapaklı yürütmüyorlar. Kimi zaman açık açık alenen yürütüyorlar.
Ne var ki tüm bu saldırıları yaparlarken bir şeyi unutuyorlar, o da Kürtlerin artık eski Kürtler olmadıkları gerçeğidir.
Kürtler artık Mahabad Cumhuriyeti’nde oldukları gibi tecrit değildirler. Yine Mahabad gibi sınırlı bir sahada da örgütlenmiş değildirler. Yine Mahabad gibi silahı olan komutanlarının meydanı terk eden bir durumları da yoktur. Tam tersine Mahabad’ın içine düştüklerine düşmemek için bu kez Kürtler hem geniş bir sahada, hem daha hacimli hem de daha büyük askeri bir güçle kendilerini örgütlemişlerdir. Yine hiç olmadığı kadar Kürtler kitlesel bir güce de kendisini eriştirmişlerdir.
Bunun için diyoruz ki Rojava Mahabad Cumhuriyeti değildir. Mahabad Cumhuriyeti elbette onurumuzdur, ancak bu kez onurumuzu hiç kimseye ama hiç kimseye teslim etme niyetimiz ve düşüncemiz yoktur. Bu kez Kürtler topyekün Rojava’nın tüm kazanımlarını sağlama almak için canlarını ateşten gömlek yaparak Rojava devrimini tasfiye etmek isteyen güçlere karşı koruyacaklardır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
“dağ Çiçeklerim”
“Her sömürgeci ulus, faşist eğilim tohumunu bünyesinde taşır” derler.
1712 doğan ve 1778 ölen Jean Jacques Rousseau Toplumsal Sözleşme isimli kitabında “Yalnızca gücü ve güçten doğan etkiyi dikkate alacak olsaydım, derdim ki bir halk eğer boyun eğmek zorundaysa ve boyun eğiyorsa iyi ediyordur. Fakat boyunduruğunu silip atabilecek duruma gelir gelmez silip atarsa daha iyi eder. Çünkü özgürlüğü elinden alınan bu hangi hakka dayandırılarak yapılmışsa aynı hakka dayanarak onu geri alma hakkı vardır. İnsanın özgürlüğünden vazgeçmek demek insan olma niteliğinden insan haklarından hatta ödevlerinden vazgeçmesi demektir. Böyle bir vazgeçiş insan doğasıyla bağdaşmaz. Çünkü özgürlük elde edilebilir, ama kaybedildi mi bir daha ele geçmez” der.
Kürtleri sömürgecilik statüsünde tutanlar Kürtleri sadece sömürgeci statüsünde tutmamışlardır. Onlar birde Kürtlere biçtikleri sömürgeci statüyü özendirmek için ne kadar da büyük uğraşlar sergilemişler…
Bir halkı adeta belleksizleştirmek için giriştikleri uğraşları üstelik kitaplaştırarak alay etmekten de geri durmamışlardır…
Durmamanın da ilerisinde adeta alay ederler, nasıl bitirdiklerini birde alandıra ballandıra tüm dünyaya anlatarak ne kadar da büyük bir medeniyet eylemi yaptıklarını anlatırlar…
İşte “Dağ Çiçeklerim” adlı kitap tam 20 yıl boyunca Kürdistan’da öğretmenlik yapan bir hanımın öyküsüdür. Üstelik bu yıllar 1930’lı yıllardır. Yani Kürdistan’da fiziki soykırımın diz boyu yaşandığı yıllardır. Daha doğrusu fiziki soykırımı gerçekleştiren TC devleti bu kez fiziki soykırımı-kızıl katliamı-kültürel soykırımla-beyaz katliamla-tamamlamak istediği yıllardır. Dersim katliamının bir numaralı uygulayıcısı ve Kürt halkının düşmanı olan Abdullah Alpdoğan’ın Kürdistan’da görev yaptığı yıllardır…
Kitapta Kürdistan’ın kızıl katliam ardından nasıl Türkçeye yani Türkçe diline açıldığını sayfa sayfa görüyoruz. Köylerde çocukların nasıl zoraki alınıp yatılı okullara getirildiğini görüyoruz. Adım adım Türkçenin nasıl benimsetildiğini ve kendi ana dillerinin nasıl adım adım unutturulduğunu da çokça görüyoruz.
Eksik olan: “Her şey kusursuz olurdu … yerliler olmasaydı,” demeleridir. Ama kolonyalist, sömürgeleştirilen olmadan sömürgenin hiçbir anlamı olmayacağını bilir.” Ve bunun için yerlinin kalması, ama kendine benzeşerek kalması, kendisini inkar etmesi, kendisinden uzaklaşarak tam kullanılacak bir hale getirilmesi gerekir ki sömürgecilik para etsin.
İşte sömürgeciliği tümden yerleştirebilmek için ise öncelikle çocukları-özelde de kız çocuklarını-alıp dillerini Türkçeleştirmek gerekir. Dillerini onlarda çalarak yabancı olan bir dilli onların ağızlarına, beyinlerine ve yapabilirlerse dünyanın tüm hileleriyle yüreklerine şırınga edebilmelidir. Başka türlü sömürge insanı sömürgecinin hizmetine koşturulamaz, koşturulamayacağı gibi günün birinde mutlaka bu yaşadığı topraklarda yabancı olanlara karşı bir duruş içerisine girer.
Evet: “Üstelik sömürge insanının ana dili, duyguları, düşünceleri ve rüyalarıyla ayakta kalan dili, yumuşaklığını ve merakını ifade ettiği o dil, yani en büyük duygusal etkiyi yapan dil, aslında en az değer verilen dildir. Ülkede ya da halkların birliğinde bir statüsü yoktur. Bir işe girmek, kendine bir yer edinmek, toplulukta ve dünyada var olmak isterse, önce efendilerinin diline boyun eğmek zorundadır. Sömürge insanı içindeki dil çatışmasında, ezilen anadil olur. Bu zayıf dili bir kenara bırakmaya, yabancıların gözünden saklamaya bizzat kendisi koyulur” hale getirmek için sömürge insanını çok uğraşmak gerekir.
“Sıdıka Avar, Türkiye'nin çağdaşlaşması amacıyla, bir ülkü doğrultusunda, sarsılmaz bir iradeyle, zorlukların üstesinden gelebilmek için büyük bir dirençle didinmiştir. Eğitim, insanın yeniden yaratılması ise, bu işi büyük ölçüde gerçekleştirmiştir. Bu nitelikleriyle Sıdıka Avar, öğretmenlerin önünde parlayan bir yıldızdır” denilmektedir kitabın girişinde.
Tuhaf değil mi? Birilerini kültürel olarak yok edeceksin, bitireceksin, yok sayacaksın, yabancı diliyle asimile edeceksin ve bunun adı ya da yapanın adı “parlayan yıldız” olacak. Halbuki böyle bir dil katliamını yapan, kültürel katliamı yapana sadece ve sadece insanlık suçu yapmaktan dolayı uluslararası alanda yargı kurumunun önüne çıkarmak gerekir. .
Yine kitabın girişinde, kitabı tanıtırken:
“Okuyucunun bu gerçek yaşam gizlerinde, kendisini sürükleyecek, düşündürecek, aslında içinde taşıdığı insan - vatan - toprak' sevgisini bütün sıcaklığıyla bir kez daha duyuracak çok şey bulacağına inanıyorum. Okudukça vatanını, insanını, dağını, ovasını, toprağını, taşını, köyünü, komünü, varlarıyla yoklarıyla daha bir başka sevecektir, biliyorum…” denilmektedir.
Vatan dedikleri başkalarının vatanı, dağ dedikleri başka halkların katledildiği dağlar, ova dedikleri talan ettikleri ovalar, taş dedikleri orada yaşayan insanların başına yağdırılan taşlar, komün dedikleri katledilen komünler, varları yokları dedikleri ise yıllarca ellerinde her şeyleri alınarak sürgün edilen insan… ve tabii birde katledilen on binlerce insan…
Yine kitabın girişinde:
“Avar'ı görüyorum; yalçın dağlara yüz vermiş katır sürüyor, geçit vermez kayalarda 'dağ çiçekleri' arıyor... Avar'ı görüyorum; başörtüsü, şalvarını çekmiş, yoksul, toprak damda köy kadınlarına yavrularının gelecek bilincini aşılıyor... Avar'ı görüyorum, okuluna getirebildiği 'dağ çiçeklerinin dikenleşmiş saçlarından bit ayıklıyor... Avar'ı görüyorum; sınıfta, atölyede, yemekhane, yatakhanede, tuvalette 'çiçekleri'ne yaşam yolları öğretiyor... Avar'ı görüyorum; yoksul sınıfında 'çiçeklerinin kulaklarına, kalplerine Türk dilinin müziğini işliyor...” deniyor ve devam ediliyor.
Bir halkın dilinden bu kadar mı rahatsız ve tepkilisiniz?
Bu kadar mı bir halkın diline kin ve nefret besliyorsunuz?
Bir halkı yok etmek için bin dereden su getirerek o halkın evlatlarını, özelde de kızlarını kendi öz kültürlerinden, öz dillerinden yani ana dillerinden kopartmak için neler yapıldığını görünce insan kendinden utanıyor. Öyle ki Kürt çocuklarını asimile ederek, kendi kişiliklerine yabancılaştırmak için müthiş bir sömürgeci azim gösterilirken, bizler bugün bile halen kendi ana dillimiz olanı korumak ya da geliştirmek için sömürgecilerin bizlerin dillerini yok etmek ettiklerinden gösterdikleri ısrarı ve çabayı sergilemiyoruz.
“Dağ çiçeklerim” adlı kitabı okuduğumuzda sömürgecilerin oto asimilasyon dedikleri iletin gerçekleşmesi için ne kadar da çok dağ dağ, ova ova, ev ev dolaştıklarını görüyoruz.
Ve diyoruz ki sömürgeciler bizleri kültürel olarak yok etmek istediklerinden daha fazla ama daha büyük bir kampanya yani mücadeleyle bizler kendi dilimize ve kültürümüze sahip çıkmalıyız. Aksi taktirde Jacques Rousseau dediği: “İnsanın özgürlüğünden vazgeçmek demek insan olma niteliğinden insan haklarından hatta ödevlerinden vazgeçmesi demektir” durumuna düşeriz ki bu da insanlıktan çıkmakla eş anlamlı olacaktır.
Evet, diyoruz ki sömürgeciliği her yönüyle, etraflıca analiz ederek, yaptıklarının karşısına kendi öz kültürümüzle cevap vererek, ruhsal, düşünsel ve beyinsel olarak özgürlüğümüze doğru adım atalım.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
15 Ağustos 1984 herhangi bir gün değildir. Ortaya çıkış koşulları, Kürdistan, Türkiye ve bölgemizde oynadığı ve oynamakta olduğu rol bu günü, milat niteliğinde bir gün haline getirmektedir. Dolayısıyla bugünü doğru anlamak ve güncel olarak ne anlama geldiğini derinlikli olarak bilmek büyük önem taşımaktadır.
Öncelikle böyle bir tarihsel günü Kürdistan, Türkiye ve bölge halklarına armağan eden Kürdistan halk Önderi Abdullah ÖCALAN’ın, böyle bir günün öncü Partisi PKK’nin, büyük bir kahramanlıkla pratikte bugünü yaratan Kürdistan Özgürlük gerillalarını ve güne ilk anından itibaren anlam veren ve izleyen welatparez halkımızı selamlıyorum.
Bu tarihsel eylemin öncü, ölümsüz komutanı Mahsum Korkmaz yoldaş başta olmak üzere, bu eylemde yer alan ve şehitler kervanına katılan, Mustafa Yöndem, M.Emin Taştan, Mehmet Ağaslan, Bozan Oktay, Yaşar Kahraman olmak üzere, yine 15 Ağustos bilincini, ruhunu ve tarzını geliştirmek için kahramanca ve fedaice mücadele ederek şehit düşen, Adil, Nuda, Viyan, Rüstem, Alişer, Çiçek, Xebat, Rojin, Apê Hüs, Mehmet Guyi, Beritan, Ferhat, Sadık, Rubar, Eriş-Andok, Derviş ve Zilan yoldaş şahsında binlerce devrim şehidimizi saygı ve minnetle anıyorum. Onlar her zaman, Kürdistan Özgürlük mücadelesinin yolunu aydınlatan sönmeyen birer meşale olmaya devam edeceklerdir.
Onların anısına verilecek en doğru cevap, onların bağrında rahat uyuyacakları özgür bir Kürdistan’ı yaratmaktır.
15 Ağustos Atılımı, 12 Eylül’de iş başına gelen, Türkiye devrimci-demokratik muhalefetini bastırmayı, Kürdistan Özgürlük mücadelesini tümden ortadan kaldırmayı, bölgeyi emperyalizmin dikensiz gül bahçesine çevirmeyi hedefleyen askeri faşist cuntasına karşı büyük bir karşı koyuştur. Kürdistan’da estirilen sömürgeci faşist baskı ve zulüm karşısında, Kürt halkının özgürlükteki kararlılığını ortaya koyan, umudunu büyüten ve bu anlamda özgürlük iradesini açığa çıkaran bir eylem olmuştur. Başta idam sehpalarında ve idam mangaları tarafından şehit edilen Şeyh Saitler, Cibranlı Xeliller, Seyit Rızalar ve soykırım amacıyla katledilen, sürgünlere yollanan, açlığa, soğuğa terkedilerek öldürülen yüzbinlerce Kürdün intikam eylemi olmuştur. Ve Amed zindanlarında en vahşi işkenceler karşısında direnen Mazlumların, Ferhatların, Kemal ve Hayrilerin intikamı ve yüce anılarına verilmiş doğru bir karşılık olmuştur.
15 Ağustos Şanlı Atılımı, Kürt ulusunun kendi Anavatanında başta Türk sömürgecileri olmak üzere, hiçbir sömürgeci gücün varlığını kabul etmeyeceğini, her türlü meşrulaştırma, baskı ve zulmünü tanımayacağını, bölge halklarıyla eşitlik ve özgürlük içinde yaşama kararlılığını ortaya koymanın ifadesidir . Bu anlamda ulusal diriliş günü ve bayramı olmuştur.
Çünkü özüne dönen, ulusal ve toplumsal bilince ulaşan, tarihiyle, toprağıyla buluşan Kürdistan gençliği ve özgür kadın gerçekliğine ve anavatanını emeğin yoğunlaşmış ifadesi olarak gören emekçilerine kavuşmuştur artık Kürdistan.
Sömürgeciler bir ülkenin topraklarını sadece fiziki olarak işgal etmezler, ruhlarını da işgal ederler. Bilinçlerini çarpıtırlar. Kendi Anavatanlarını savunamaz, onun için örgütlenemez, savaşamaz duruma getirmeyi hedeflerler. Geliştirdikleri baskı ve zulümle korkutmaya ve sindirmeye çalışırlar. Ve hatta kendilerini, ideolojik aygıtlarıyla meşrulaştırmaya çalışırlar. Bunun için beyinleri ve ruhları hedeflerler. Çünkü Önder Apo’nu belirttiği gibi, “ kafalarda meşrulaşan sömürgeciliği hiçbir güç yıkamaz”. Türk sömürgecilerinin de peşinde koştuğu Kürtlerin ruhlarını ve beyinlerini ele geçirmektir. Ancak 15 Ağustos hem Kürtlerde yaratılmaya çalışılan korkuyu yerle bir etti, hem de Türk sömürgecilerinin Kürdistan topraklarında hiçbir biçimde meşru olarak kabul edilmeyeceği gerçeğini ortaya koydu.
Türk sömürgeciliği atılan “ilk kurşun” un anlamının bilincinde olarak, Kürdistan Kurtuluş gerillasını ezmek, onların şahsında bir daha Kürt ulusunun örgütlenerek ayağa kalkmasını engellemek için elinden geleni yaptı. Halen bir ihanet hançeri gibi Kürdistan halkının bağrına saplı duran köy koruculuğunu geliştirdi. Binlerce köy yakıldı. Milyonlarca Kürt Anavatanından Türk metropollerine sürülerek, açlıkla-yoksullukla terbiye edilerek asimlasyon ve kültürel soykırıma açık hale getirilmeye çalışıldı. Onbinlerce insanımız acımasızca katledildi. Yine onbinlercesi en ağır işkencelerden geçirilerek, en ağır cezalara çarptırıldı. Binlerce çocuk evsiz,anasız-babasız kaldı. NATO desteğinde ve bazı işbirlikçilerin yardımı temelinde geliştirilen bu topyekün savaşa rağmen, Kürdistan Özgürlük gerillası savaşıyla, Kürdistan halkı serhıldanlarıyla büyük direnerek bugünlere gelmesini başardı.
Şimdi 15 Ağustos Atılımı, Rojava Kürdistan’ında her türlü çeteci, sömürgeci ve işbirlikçi saldırılara karşı inşa edilen ve savunulan demokratik özerkliktir. Bir zaman Kuzey Kürdistan devrimini bastırmak için bir karargah haline getirilmeye çalışılan Hewler’de ulusal birlik Kongresidir. Ve uluslararası komploya ve TC sömürgeciliğinin tüm yoketme, teslim alma, anlamsız kılma çabalarına rağmen İmralı’da yapılan Müzakerelerdir. Ve Kuzey Kürdistan da serhıldandır. Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşamı İnşadır. Rojhılat’ta ise örgütlü direnişi büyütme günüdür.
Bu 15 Ağustos Rojava devrimini sahiplenmek kadar, AKP devletinin müzakere sürecini boşa çıkarma, oyalama ve geçiştirme politikalarına karşı “Kürtler Ulusal Haklarıyla Anayasa’da Yer Almalıdır” şiarı temelinde, olmazsa-olmaz kabilinden ulusal taleplerin ve onunla beraber Önder Apo’nun özgürlüğünün haykırıldığı bir gün haline gelmelidir.
Anayasal tartışmaların gündemde olduğu bir süreçte, Kürt halkı, demokratik ulus haklarının mutlaka ve mutlaka anayasada yer alması gerektiğini ortaya koymalıdır. Ortadoğunun en kadim ve köklü halkı ve ülkesi öyle muğlak, belirsiz tanımlamalarla geçiştirilecek bir halk ve ülke değildir. Kürtlerin açıkça ve haklarıyla tanımlanmadığı bir anayasa inkar anayasası, dolayısıyla bir “ajan anayasa” olarak görülmelidir. Ve hiç bir biçimde kabul edilmemelidir. Güney’de ulusal kazanımların yanısıra Rojava’da Önder Apo’nun paradigması temelinde, meclisiyle, özörgütlülüğüyle, bayrağıyla, savunma güçleriyle özgür yaşamını inşa ettiği bir süreçte ve 21. Yüzyılın tüm kapılarını sonuna kadar bizlere açtığı bir ortamda biz neden daha azına razı olalım...Hayır, eğer Türk halkıyla ve diğer kültür ve inanç gruplarıyla eşit özgür bir birliktenlik olacaksa, o zaman yapılacak anayasada Kürtler halk olarak haklarıyla yer almalıdırlar. Daha aşağısını ne tartışmalı, ne da kabul etmelidirler.
Roj u cejna vejine car din piroz be...
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Dünyanın neresine gidersek gidelim, devrim süreçleri olağanüstü süreçlerdir. Olağanüstülük ise normal olmamayı ifade eder. Yani sıradanlığın tersine sıra dışılığı gerektirir.
Bugün Rojava’da tamamen olağan dışı ya da olağanüstü bir süreç yaşanıyor. Kürtler ilk kez bu parçada kendi kaderlerini ellerine alıyorlar. Kendi yollarını belirliyorlar. Ya da nasıl bir yol izleyeceklerinin haritasını çiziyorlar. Bir anlamda pusulalarını çiziyorlar. Kendi yolunu çizmeye devrim diyorlar. Devrim ise dediğimiz gibi olağanüstü, hızlı, karmaşıklık demektir. Devrim anlarında her şey çok farklı bir şekilde gerçekleşir. Vuku bulur. Olmayacaklar olur, olacaklar olmaz. Normal olanlar normal dışı olur, normal dışı durumlar ise yaşamın normal hali olur.
Evet, bugün Rojava’da bir devrim yaşanıyor. Hem de dünyada eşine ender rastlanılan bir devrim. Dünyanın en kaotik bir mekanında, çok az bir sayı ile adeta dünyanın tümüne yüreğini ortaya koyarak gerçekleştirilen ve yaşanan bir devrim.
2012 yılının 19 Temmuz’unda Rojavalılar kendi yollarını daha doğrusu devrimlerini alenen ilan etmişlerdi. Bu yıl ise bu devrimlerini güçlü bir şekilde kutlamak isterlerken belki de bu yıl sadece bir devrimi değil, belki de kendi öz yönetimlerini ya da özerk yapılarını ilan edeceklerdi. En azından basından izlediğimiz kadarıyla böyle bir hazırlığın olduğuydu. Ne var ki Rojava devriminin karşıtları adeta bir cephede bir araya gelerek birden Rojava devrimine ve Rojava halkımıza karşı saldırılar başlattılar. Ve bu saldırıların çoğunda kesinlikle zırnık bir ahlaki ölçü görülmemiştir.
Bunlar yetmezmiş gibi sözde kendilerini Kürt ve Kürtlerin temsilcisi bilen yine sözde yurtsever sayan KDP gibi bir parti Kürdistan sınırını kapatarak, bu saldıranlarla aynı cephede yer aldıklarını göstermiş oldu. Özcesi öyle görülüyor ki Rojava’yı teslim almayı hedefleyen bir konsept var. Ve bu konseptin içerisinde çeteler, çeteleri destekleyen batılı devletler, çeşitli Arap devletleri, Türk devleti ve tabii gizli bir şekilde BAAS rejimi ve arkasında duranlarda var, bu komplonun içerisinde. Dediğimiz gibi bu komplonun iç ayakları olarak ise KDP ve Rojava’da olan uzantıları var. Hem de çok etkin ve aktif bir şekilde bu Kürtler yerlerini Rojava devrimine karşı yerlerini alıyorlar.
Şimdi böyle bir durumda yani olağanüstü bir süreçte, ya da var olma yok olma anlarında Kürt gençliği ne yapmalıdır?
Gençliği görevi ya da görevleri böyle tarihi bir an’da nelerdir?
Gençlik tüm dünya Rojava devrimine saldırmışken hangi tutumu takınacaktır?
Gençlik hem de Kürdistan gençliği Rojava böyle kuşatılmaya alınmak istenirken ne yapacaktır?
Bu ve benzer sorulara tam da cevap verme zamanı. Devrimlerin olağandışı yani olağanüstü süreçler olduğunu belirttik. Böyle süreçlerde herkesin yapacaklardan daha fazla şeyler katması gerektiği açıktır. Böyle anlarda bir miting yetmez. Bir protesto hiç yetmez. Bir imza, bir haykırış ya da bir taş alıp fırlatmakta yetmez. Böyle anlar tarihi anlardır. Böyle anlarda tarih bireylere, onurlu bireylere; “yürü ya kulum” der.
Evet, Kürdistan gençliği ve Kürdistan’a komşu yaşayan halkların gençlerine tarihin; “yürü ya kulum” dediği en güçlü anlardan birisini yaşıyoruz. Bunun için gençlik bir adım daha öne gelmelidir. Bir adım daha öne atmalıdır. Yani “bende varım” diyerek yönünü Rojava Kürdistan’ına vermelidir. Rojava Kürdistan her Kürdistanlı ve enternasyonalist gencin yardımlarını bekliyor.
Bilenler NURİ DERSİMİ’NİN:
“Ben sana, senin namus ve şerefini lekelememek için vatanın yalçın kayaları, müthişuçurumları üzerinden kendilerini halaskar ölümün kucağına atan binlerce gelin ve kızlarımızın feryadını inliyorum...!
Ben sana, senin hala bu gün bile, namert düşmenin kapısında esaret altında yaşayan, her gün, her an damla damla ölen, milliyeti, dili ve mukaddesatı tahkir edilen köle Kürtlerin derin feryadını ağlıyorum...
Onların sana, bir tek kelimede tekâsüf eden, amansız amir ve kahhar bir vasiyeti var:
İNTİKAM!
İntikam!...
Kürt namusuna sürülen lekeyi temizlemek için.
İntikam!...
Süngülenen yüzbinlerce Kürt yavrularının feryadını dindirmek için.
İntikam!...
Girdaplara atılan, ateşlerde yakılan gelin ve kızlarımızın Kürdistan afakında uğuldayan eninlerini teskin için.
İntikam!...
Darağaçlarının altında ölümü kahramanca selamlayan, "yaşasın hür ve müstakil Kürdistan!" diye haykırarak şehadet tacını giyen binlerce vatan kurbanlarının gayelerini tahakkuk ettirmek için.
İntikam!...
Kürdistan denilen harabezar anayurdun istihlasi için.
İntikam!...”
NURİ DERSİMİ yıllar önce böyle anlarda bir Kürt gencinin yine bu topraklarda yaşayan bir Kürdistanlı gencin ne yapması gerektiğini yazmıştır. Haykırmıştır.
Dikkat edilirse daha dün Halep’in yakında hiç bir şekilde silahlı olmayan sivil insanlarımıza nasıl insafsızca saldırarak katledildiklerini görmüştür. Üstelik birde fetvalar vererek, Kürtlerin katledilmesinin ve de kadınlarına el konulmasının helal olduğunu da ekleyerek bu vahşeti, insanlık dışı uygulamalara başvurmuşlardır.
İşte bu durumda yıllar önce NURİ DERSİMİ’nin dediklerine kulak vererek bir an önce yönümüzü Rojava’ya vermeliyiz. Ya da dağlara… Dağlardan isteyen Rojava’ya akar, ancak şimdiden binlerce Kürdistanlı genç Rojava’ya akarak düşen her Kürdistanlı gencin yerine onun silahını alarak özgürlük bayrağını yükseltebilir.
Evet, tarihi an şimdidir. Kürt halk önderliğinin dediği gibi, “tarih, şimdidir. Şimdi ise tarihtir.” Tarihi rolümüzü oynamak istiyorsak, tarihe yaraşır bir ad yazmanın temsilcisi olmak istiyorsak bir an evvel özgürlük yoluna adım atarak Rojava devriminin bir neferi olmalıyız.
“Tarih bugünümüzde gizli, biz ise tarihin başlangıcından gizliyiz” misali geçmişte Kürtlerin başına getirilenler yeniden yaşanmak istenmiyorsa, istemiyorsak o zaman bir an evvel ya da hemen şimdi Rojava’ya akalım.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Hatırlamayanlar ya da bilmeyenler için belirtmekte fayda var; 1979 yılının karakışında İran’da islam devrimi yapıldığında; Tahran’da CIA bürosunu basmıştı göstericiler… Burada ortaya çıkan istihbarat raporlarında PKK hakkında yazılanlar; “…çok tehlikeli bir örgüttür. Sürekli takip edilmeli, mümkünse denetim altında tutulmalıdır” şeklindeydi. Hani geçtiğimiz sene “Argo” adıyla, Oscar ödüllerini alan sinema filminde de anlatılmaya çalışılan CIA’nin Tahran bürosunda bu belgelere ulaşılmıştı.
1980 yılının sonbaharında ise ABD destekli bir “eylül” darbesi Türkiye’de gerçekleştirildi. Hedef ise yine PKK’ydi… Hatta dönemin cunta lideri Evren; “…koşulların oluşmasını bekledik. Artık milli menfaatlerin çıkarları doğrultusunda bu müdahaleyi gerçekleştirmek temel görevimiz olmuştur” açıklaması ve bütün Kürt coğrafyasında gerçekleştirilen katliamlar-estirilen devlet terörü PKK’ye her yönüyle saldırıya geçmişti. Yine aynı Evren’in Amed cezaevinde direnen PKK’li önderler ve militanlar için söylediği “burada öyleleri var ki, kellesini kopartsanız düşüncesinden vazgeçmiyor” cümlesi, cuntacıların çaresizliğini de ortaya koyacaktı.
1992 yılında ise Kuzey’deki bütün Kürt illerinde ulu orta estirilen bir devlet terörü vardı. Yine aynı yılın sonbaharında Güney Kürdistan’a yönelik geliştirilen askeri operasyon da, hem yerel kürt grupları/hem de uluslararası güçler (İsrail/ABD başta olmak üzere) ortak hareket ederek “PKK’nin kökünü kurutmaya” çalışmışlardı…
Bu saldırılardan umduğunu bulamayanlar, bir sene sonrasında bu sefer İngiltere’nin destek verdiği yeni bir kök kurutma politikasına başvurmuşlardı. Dönemin genelkurmay başkanı D. Güreş; “bize yeşil ışık yakıldı” diyerek, başlatılan ortak operasyonu da dile getiriyordu. Ayrıca PKK’nin ’84 yılında gerçekleştirdiği ilk eylemde dönemin başbakanı olan Özal; “…birkaç eşkıyanın işidir, 24 saat içerisinde sorunu çözeriz” demişti. PKK’nin sorununu 24 saatte çözemeyen başbakan, 93 yılında Cumhurbaşkanıyken PKK sorunu yüzünden devlet tarafından katledilmişti. Kendi cumhurbaşkanını zehirleyen devlet aklında, binlerce köyün yakılıp yıkılmasına, on binlerce insanın katledilmesine ve JİTEM gibi paramiliter oluşumlarla yaşanan toplumsal travmaların açığa çıkarılmasına rağmen; PKK’nin kökünü kurutma politikaları yine sonuçsuz kaldı.
Durumu hastalık haline getiren bu kesimler, yenilgiye doymuyorlardı! Bu sefer 1996 yılında; Şam’da bomba yüklü bir taksiyle PKK’nin ve Kürt Halkının Önderine bir suikast girişiminde bulundular. Fakat bu girişimde, bu evdeki hesap da diğerleri gibi sonuçsuz kalmış ve PKK’nin kökü kurutulamamıştı.
Gerçekleşen bu başarısız suikast girişiminin ardından geçen bir yıl boyunca yeni bir planlama ve taktik üzerinde çalışan bu kesimler; 1997 yılının Mayıs ayında yine çok devletli ve yerel Kürt gruplarının da katıldığı bir saldırıyı devreye koymuşlardı. Konu yine aynıydı! Zap olarak bilinen alanda düşürülen bir Skorsky tipi helikopter ile bütün planlar ve ham hayaller yine başka bir bahara kalmıştı. Düşen helikopterin içindeki subay cenazelerinin içinde İsrail’li subayların olduğunu ilgili çevreler çok iyi bilmektedir…
1998 yılında ise PKK kuruluşunun yirminci yılını yaşamaktaydı. Hem kuruluşundan, hem de gerçekleştirdiği ilk eylemin üzerinden uzun yıllar geçmişti. 98 yılında Akdeniz kıyısına yerleşen ABD donanması, sınıra yığılan TC’nin 2. Ordusu bile PKK’nin kökünü kurutmaya yetmemişti…
1999 yılında hemen hemen bütün dünyanın ortak hareket ederek gerçekleştirdiği 15 Şubat komplosuyla, PKK’nin ve Kürt halkının önderi esaret altına alınmış ve PKK’nin bu sefer kökünün kuruyacağını sanmıştı bu çevreler… Aradan geçen 15 yıl tüm dünyaya ve bu çevrelere gösterdi ki; PKK’nin kökü kurumadı… Öyle kolay kolay kuruyacak gibi de değil!
PKK önümüzdeki günlerde sıktığı ilk kurşunun üzerinden geçen 29 yılı geride bırakacak! Bugün stratejik hamlesinden dolayı belki kurşun sıkmıyor ama bu sıkmayacak anlamına da gelmez… Dile kolay PKK parti olarak 36 yılını da geride bırakmıştır… Sayısız saldırıyı, türlü dalavereleri ve envai çeşitteki kulamparayı sonuçsuz bırakmış, heveslilerin kursaklarında bir yumruk gibi oturmuş bir harekettir.
Şimdi “dünün çocukları”, “ne oldukları belli olmayanlar” çıkmış, enselerine üfleyen batılı güçler tarafından öyle bir şişirilmişler ki; PKK’nin kökünü kurutacağız diyorlar. Ne diyelim…
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Özgür ve demokratik bir yaşam inşa etmeye çalışan Rojava halkına yönelik son üç aydır alçakça saldırılar yöneltiliyor. Adına Cephetül Nusra denilen, El Kaideci olduğu söylenen, gerçekte ise ne idüğü bilinmeyen bazı çete grupları, insanlık dışı vahşi yöntemler kullanarak katliamlar yapıyor. Kürt soykırımı Rojava Kürdistan’da bu biçimde gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Bir Kürt-Arap çatışması yaratabilmek için bazı güçler alçakça çaba harcıyor.
Bu çerçevede Kamışlo’da gerçekleştirilen bir saldırıda Kürt Yüksek Konseyi Diplomasi Komitesi Üyesi İsa Hıso vahşice katledildi. Halep’te iki köyde gerçekleştirilen katliamlarda ellinin üzerinde sivil Kürt, kadın ve çocuk vahşice öldürüldü. İkiyüzelliden fazla sivil insan rehin alınarak kaçırılmış durumda. Kürt özgürlük güçlerine yönelik saldırılarda onlarca YPG gerillası şehit düşmüş bulunuyor.
Başta büyük Kürt yurtseveri İsa Hıso olmak üzere çete saldırılarında yaşamını yitiren tüm Rojava şehitlerini saygı ve minnetle anıyoruz. Rojava halkının intikam direnişini selamlıyoruz. Çeteler ve tüm devrim düşmanları şu gerçeği çok iyi bilmeliler ki, Rojava halkı asla yalnız değildir. Tüm Kürt halkı ve demokratik insanlık arkasındadır, Rojava halkıyla birliktedir. Dolayısıyla Rojava halk direnişi asla kırılamaz, Rojava özgürlük devrimi asla boğulamaz.
Aslında 19 Temmuz özgürlük devrimi tam bir halk devrimiydi. Rojava halkı kansız bir biçimde yönetime el koymuş ve kendi kaderini belirlemeye yönelmişti. Rojava’da Kürt demokratik özerkliğini inşa etmeye koyulmuştu. Kürt demokratik toplumunu örgütlüyordu. Böylece Kürt sorununun genel çözümüne ve demokratik Suriye’nin inşasına katkı sunmak istiyordu. Kürt-Arap kardeşliğini özgürlük temelinde yaratmayı ve geliştirmeyi arzu ediyordu. Ortadoğu’nun kangrenleşmiş sorunlarının çözümünde pay sahibi olmaya çalışıyordu.
Öyle anlaşılıyor ki, tüm bunlar bazı çıkar çevrelerinin planlarını bozdu. Deyim yerindeyse arı kovanına çomak sokmak gibi bir şey! Bilcümle gericiliğin oyunları ve hesapları bozuldu. Şimdi hepsi elbirliği etmiş ve kendilerine bir de tetikçi çete bulmuş Rojava devrimine ve halkına saldırıyor. Hem de hiçbir kurala riayet etmeden, hiçbir ahlâki ölçü tanımadan, sivil-asker ayrımı yapmadan.
Peki ne yapmak, hangi sonuca ulaşmak istiyor bular? Besbelliki iki yıldır oluşan Kürt demokratik özerkliğini yıkmak istiyor. Kürt özgürlük devrimini tasfiye ederek Rojava Kürdistan’ı kölelik altına almak istiyor. Böylece Rojava’da oluşan demokratik Suriye alternatifini ortadan kaldırmak istiyor. Kürt-Arap kardeşliğini dinamitleyerek bir Arap-Kürt savaşına, boğazlaşmasına yol açmak istiyor.
O halde bu saldırgan katil sürüsü ve ardındaki güçler Kürt halkına düşman, Kürdün özgür iradesine ve demokratik örgütlenmesine karşı. Demokratik özerklik temelinde Kürt sorununun çözümünü istemiyor. Dolayısıyla demokratik ve barışçıl Suriye’ye karşı. Suriye halklarının kardeşçe bir arada yaşamasını istemiyor. Kürt-Arap çatışmasından ve Suriye’de iç savaşın tırmandırılmasından yana. Suriye ve Ortadoğu’daki sorunların çözülmesine karşı.
Besbelliki bu çevreler Rojava’da istikrarın ve çözümün gerçekleşmesinden rahatsız. Kürt halkının özgür, örgütlü ve iradeli olmasını istemiyor. Yeni ve demokratik bir Suriye’nin gerçekleşmesinden korkuyor. Kürt-Arap dostluğunun ve kardeşliğinin gerçekleşip tüm Ortadoğu’da etkili olmasından rahatsızlık duyuyor. Bu temelde yeni ve demokratik bir Ortadoğu’nun şekillenmesinden korkuyor.
Peki kim bunlar? İşte burası biraz karışık ve müphemli. En genel olarak ‘Kim değil ki?’ demek mümkün. Gerçekten çok sayıda gücün elinin bu saldırıların içinde olduğu anlaşılıyor. Bölgede ve dünyada birbirine en karşıt olanlar, Rojava devrimine karşı yan yana gelmiş bulunuyor. Bazı hain Kürtlerin bu işin içinde olması da cabası!
Rojava devrimine karşı baştan beri en çok saldırıda bulunan AKP hükümeti olduğu biliniyor. Çeteleri Türkiye’de eğittiler ve Ceylanpınar başta olmak üzere tüm sınırdan Rojava’ya saldırttılar. Bir yıldır tüm sınır kapılarını kapatarak Rojava halkına yönelik tam bir ambargo uyguladılar. Fakat son haftalarda AKP hükümeti sanki politika değiştiriyormuş gibi bir görüntü veriyor. PYD Eşbaşkanı Salih Müslim ile görüştü. Güney Kürdistan Başbakanı Neçirvan Barzani’yi ağırladı.
Acaba bu görüşmelerle AKP hükümeti ne yapmak, nereye varmak istiyor? Eski stratejik duruşu ve izlenen politikaları değiştirerek bir çözüm gücü haline gelmeyi mi hedefliyor? Yoksa yeni oyunlar mı oynuyor? Sol gösterip sağ mı vuruyor? Tabi netleşmeyen bu hususların yeterince bilinmesi gerekiyor. Eğer AKP hükümeti görünüşte görüşme yapıp alttan ise bu saldırıları örgütlüyorsa, o zaman bu AKP’nin sonu olur. Böyle bir durumun netleşmesi halinde AKP’ye Kürt desteği tamamen biter.
Burada tam netleşmeyen bir duruş da ABD ve AB’nin duruşu. Oysa Rusya oldukça açık bir tutum geliştirdi. ABD ise, ‘Bir Suriye Kürdistan’ı istemediklerini’ ifade etmişti. ABD neden bunu istemez? Kürtler olmazsa Suriye ve Ortadoğu’nun sorunlarını nasıl çözecek belli değil! Bu politika doğrultusunda olsa gerekki Rojava halkına yönelik gerçekleştirilen katliamlara ses çıkarmıyor. Katiller El Kaideci olsalar bile!
El Nusra Cephesi denen çete oluşumunun ardında İran ve Suriye devletlerinin olduğuna yönelik yaygın söylentiler var. Irak’ta ABD’ye karşı savaşta bunları İran ve Suriye devletlerinin desteklediği söyleniyor. Şimdi de Rojava’daki Kürt özerkliğine saldırtılarak hem oluşan yeni demokratik Kürt statüsü tasfiye edilmek isteniyor, hem de Kuzey’deki ateşkes ve demokratik çözüm süreci boşa çıkartılmak! Acaba böyle olabilir mi? Olmaması için bir neden yok. İran politikalarının buna açık olduğu biliniyor. Suriye ise açıktan uçakla vuracağına böyle yapmayı daha ‘Hayırlı’ görebilir. El Nusracıların topraktan mantar biter gibi bir anda Suriye muhalefetinin en büyük grubu haline gelmiş olması da bu kuşkuyu artırıyor.
El Nusracıların “İslam Devleti Kuracağız” açıklamasının bir hikâye olduğu anlaşılıyor. Onların El Kaideci oldukları bile şaibelidir. Başkasınca beslenen basit bir tetikçi grup olduğu ortada. Sivil halka yönelik vahşi katliamlarla Kürtleri sindirmeyi ve korkutup kaçırtmayı hedefliyor. Belliki Kürt toplumunu ABD askeri sanıyor. Vahşette ve alçaklıkta sınır tanımıyor.
Burada anlaşılması gereken bir durum da KDP’nin tutumu. Bu süreç boyunca Başur-Rojava sınırını kapalı tutuyor. Hiç ilişkisi olmasa bile, objektif olarak El Nusra planının bir parçası haline geliyor. Hem de Ulusal Kongre çalışmalarının en yoğun olduğu bir ortamda. KDP’nin de bu yaptıklarının altından kalkması çok zor. Eğer PYD’ye boyun eğdirmek için bu tür planların parçası oluyorsa ve bu durum açığa çıkarsa, o zaman KDP için de bir bitiş olacağı açık.
Rojava halkına ve özgürlük güçlerine gelince, onlar zaten kahramanca direniyorlar. 19 Temmuz devrimiyle insanlığa yeni bir özgürlük umudu oldular; gerici saldırılara karşı direnerek de umut olma konumlarını sürdürüyorlar. Belliki gelinen noktada kahramanca direnişle devrimi ve ülkeyi savunmaktan başka çare kalmadı. Ama bunu yaratıcı yöntemlerle yapmak ve akıllı siyasetle birlikte yürütmek de gerekiyor.
Rojava halkı zaten bu gerçeği biliyor ve pratiğini buna göre yapıyor. Tüm Kürt halkının ve insanlığın desteği her gün artan oranda Rojava’ya akıyor. YPG’nin seferberlik ilanı Rojava’da olduğu gibi, tüm Kürdistan’da ve dünyada karşılık buluyor. El Kaideci çetecilerin ve ardındaki güçlerin bu sefer sert kayaya çarptıkları ve artık sonlarının geleceği anlaşılıyor!...
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Rojava’da yüzlerine islam maskesi, dillerine islam kelamı yerleştirmiş, ama özünde vahşi, barbar olan El Kaideye bağlı El-Nusra adlı çeteler Kutsal Ramazan ayı bile demeden elli (70) Kürt insanını, elli Müslüman katlettiler. Öncelikle şehitlerimizi saygı ve minnetle anıyor, anılarına Kürdistan’ın her karışını özgürleştirme sözünü yineleyerek yazmaya başlıyorum.
Kürtler seçilerek, kadın-çocuk ayrımı yapılmadan bu öldürme olayı gerçekleştirildiği için de, bu bir soykırım ve insanlık suçudur. Kürtlerin soyunu ortadan kaldırmayı hedefleyen bu jenosidi kınamak, protesto etmek ve lanetlemek yetmez. Kürtleri tarihten silmeyi hedefleyen bu soykırımcıları, bir daha böyle birşeyi aklından dahi geçiremeyecek bir duruma getirmek gerekir. Başta Kürt ulusu olmak üzere, kendisini müslümanım, demokratım, sosyalistim ve hatta insanım diyen kim varsa Kürtlere karşı El Nusra adlı çeteci grupları ve ardındaki sömürgeci AKP hükümeti ve bazı işbirlikçilere karşı ayağa kalkmalıdır.
ANHA’nin çektiği görüntüleri izleyipte ayağa kalkmayan, vicdanı ayaklanmayan, bilinci isyan etmeyen insan, insan değildir, Kürt Kürt değildir. Herkes tereddütsüz, bir insan, bir demokrat ve bir Kürt olarak ayağa kalkmalıdır.
Rojava Kürtleri altmışlı yıllarda Amude’de sömürgeci Suriye rejimi Kürtlere karşı büyük bir soykırıma girişmiş, 350 insanımız katledilmişti. 2004 baharında da, benzer saldırıları rejim gerçekleştirmişti. Kürtler soykırım kıskacı altında bulunan bir halk konumunu sürdürmektedirler. Dün Koçgiri, Palu-Genç-Hani, Zilan, Dersim, Halepçe, bugün ise Halep’te soykırım gerçekleştiriliyor. Dün bunu rejimler, devletler yapıyordu. Bugün ise, sözümona muhalefet yapıyor. Dün henüz devletleşmeyen direniş konumunda olan Türk ırkçıları Koçgiride soykırım yapmıştı. Bugün de El-Nusra vb. çete grupları henüz muhalefet konumunda iken soykırım gerçekleştirmektedirler.
Amaç açıktır, Kürtlerin özgürlüklerine kavuşmasını engellemek, Rojav devrimini tasfiye etmek ve Kürtleri bir daha ayağa kalkamaz, direnemez konuma getirmektir. Bu kapitalist modernite güçlerinin öteden beri bir planıydı. Lozan konferansı somut olarak bu suçun planlandığı bir konferanstır. Bugün de yetmiş masum Kürt insanının, ki bunların çoğu kadın ve çocuktur. Yine yüzlercesinin kaçırılarak rehine alınması sözkonusudur. Şimdi bu soykırım değil de nedir. Peki neden “müslüman AKP” bu soykırıma karşı sessiz? Peki neden “ hak ve özgürlükler merkezi Avrupa” sessiz? Petrole bulanmış karabatak kuşunu müdahale gerekçesi sayan ABD sözkonusu katledilen Kürtler olunca neden sessiz? Rojava Kürtlerinin haklı olarak kendilerini yönetme hakkını dile getirmeleri karşısında demeç üzerine demeç veren bu çevreler bu katliam ve soykırımın arkasındaki güçlerdir. Peki Kürtler kendi kendisini savunmasınlar da, soykırıma, katliama mı uğrasınlar?
Sözümona Suriye muhalefetiyle başta ABD olmak üzere bazı temel güçler görüştü, görüşmektedir. Türk sömürgeci devleti de her türlü desteği sunmaktadır. Dolayısıyla bu katliamın arkasında görüşen güçler vardır.
Kürtlere karşı birleşen tüm El-Kaideye bağlı grupları neden böyle bir dönemde Kürtlere saldırmaktadırlar? El-Kaideci gruplar çok kısa sürede Esad rejimini devirerek iktidar olacaklarını düşünüyorlardı. Fakat bilinen gelişmeler nedeniyle rejim ömrünü uzatıp, hatta rejim karşı saldırıya geçecek kadar kendisine güven duyunca, kısa sürede iktidar olma planları bozulan çeteler, Türk devletinin yakın korumasını elde etmek için, Rojava devrimini tasfiye ederek, Kürdistan’ı kendisine kalıcı bir üs haline getirmeyi hedeflemişlerdir. Aksi taktirde kendileri tasfiye olacaklardır. Suriye rejiminin etkin olduğu sahalarda ilerleyemeyen bu çeteler, bu nedenle de en vahşi yöntemlerle Kürtlere ve onların devrimine saldırmaktadır. Kürtlere saldırarak aynı zamanda Türk devletinin desteğini sürekli kılmayı amaçlamaktadırlar. Daha açıkçası, Rojavayı kendi geri cepheleri yapmak istemektedirler. Burada soluklanıp, eğitim yaparak ve türk devletinden her türlü desteği alarak bölgede kalıcı olmak istemektedirler. Strateji ve zihniyet budur. O açıdan saldırıları sıradan ve geçici olarak görmemek gerekir. Bu durumda da çok daha fazla saldırgan ve vahşi olacaklarını öngörerek, ona göre bir yaklaşım içinde bulunmak gerekmektedir. Rejim tarafından geriletilmiş, iktidar olma konumunu yitirmiş, Kürdistan’da da tutunamayan bir çete grubu kendisini nasıl yaşatacak? Dolayısıyla Kürtlere saldırmayı ve kendilerine yer açmayı kendileri için ölüm-kalım savaşı olarak görmektedirler. Bu açıdan da saldırıları öyle kısmi, geçici olarak görmemek gerekir.
Aynı şekilde Sömürgeci Suriye rejimi de bu durumdan yararlanmak istemektedir. Fırsat buldukça o da Halep’te Kürtlere saldırmaktadır. Dolayısıyla farklı, hatta birbiriyle savaşan güçler olsa da Kürtler ve hakları sözkonusu olduğunda bir yerde birleşmektedirler.
Tasfiye edilen, darbelenen Rojava devrimi, tasfiye edilen Kuzey Kürdistan devrimi başta olmak üzere tüm Kürdistan’dır. Ve devrimle elde edilen tüm kazanımlardır. Tüm ulusal-toplumsal kazanımlar tehlikeye girer. Buna Güney Kürdistan da dahildir. Hiç kimse kendisini kandırmamalıdır. Dolayısıyla Kürtler ve Kürdistan tehlike altındadır. Sadece Kürtler de değil, Aleviler, Asuriler, Keldaniler, Ermeniler vb. halklar ve inançlar da tehlike altındadır.
Kuzey Kürdistan devriminin başarısı, Türkiye’nin demokratikleştirilmesi, Önder Apo’nun özgürlüğü ve bölgenin gerçek anlamda demokratikleşmesinin yolu Rojava devrimini savunmaktan geçer.
Bu açıdan kuzey Kürdistan’daki güçlerin 4 Ağustos’ta Ceylanpınar’ da yapacakları etkinlikler önemlidir. Urfa Valisinin böyle bir mitingi engellemeye çalışması, aslında AKP devletinin bu soykırımdaki payını da ortaya koymaktadır. Dolayısıyla herkesin daha güçlü bir kararlılık, örgütlülük ve serhıldan ruhuyla harekete geçmesi daha fazla bir gereklilik halini almıştır. Ancak bu bir-iki günle sınırlı olmamalıdır. İslahiye’den Mardin’e kadar sınır hatlarında bulunan Kürt gençleri, kadınları ve tüm halkımız bu el-kaideci çetelerin rahatça dolaşmalarına, etkinlik göstermelerine izin vermemeleri gerekir. Elbette bu da örgütsüz ve rastgele olmak. Örgütlü bir çabayla bu önlemleri almak mümkündür. Bugüne kadar bunun yapılmaması da hepimiz için bir özeleştiri konusudur.
Esas görev budur. Her welatparez esas olarak bunun için çalışmalıdır. Kuzey Kürdistan’ı Rojava için bir geri üs durumuna getirmek isteyen bu çetecilere karşı herkesin daha örgütlü ve bilinçli hareket ederek üzerine düşeni yerine getirmesi gerekir.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Sömürgecilik özü itibari ile faşizmdir. Çünkü sömürgecilik başka insanları, toplumları ve kültürleri küçümsemedir, horlamadır, değersiz görmedir ve çoğu zaman yok etmedir. Sömürgecilik bu bağlamda insanlık dışı bir eylem biçimidir.
Sömürgeciliğin birde sömürü altına aldığı toplumları kendi içine alarak eritme politikaları vardır. Toplumları cendereye alarak kendisinden uzaklaştıran politikalardır bunlar. Kimi yerde buna asimilasyon deseler de özü itibariyle bir toplumu kültürel olarak bitirme eylemidir yapılan.
Sömürgeciliği derinliğine uygulayanlar birde sömürü altına aldıkları toplumları bitirmek için özel misyonerler çıkarırlar. Bunlar da halkları devşirme misyonarlarıdır.
Sömürgecilerin bir nevi avantgardları yani öncü misyonerlerine rolünü üstlenmiş olanları birde adeta kahraman ilan ederler. Halbuki bu kişilikler kendi sömürgeci kültürünü götürdükleri yerler başka halkların kültürlerini yaşadıkları yerlerdir. Onlarda başka halklar gibi kendi kültürlerini yaşamayı esas alırlar. Ancak bu misyonerler her devşirdikleri insan için sömürgeci rejim tarafından aferinler alırken, kendileri de bu görevi çok fazla gönüllüce sürdürürler.
Tuhaf gelebilir ancak bu misyonerlerin bir kısmı adeta tam birer gönüllü savaşçı olarak başka toplumların bağırlarına birer hançer gibi saplanmaktan asla tereddüt etmezler.
Bu hançerlerden bir tanesi Dağ Çiçeklerim kitabının yazarı olan Sıdıka Avar ismindeki sömürgeciliğin kültür yayılmasının öncülerinden olan kişiliktir. Dağ Çiçeklerim kitabı boydan boya “Kürt çocuklarını nasıl devşiririm, nasıl Türkleştiririm” çabası ve çalışmasıdır. Bir Kürt kızını Türkleştirmek için katlanmayacağı bir zorluk yoktur. Adeta sanki dünyaya Kürt kızlarını ve erkeklerini küçük yaştan alarak devşirmek için gelmiştir. Başkalarını erittikleri halde sanki dünyanın en kutsal işini yapmışçasına birde kitabı dökmüştür.
Evet,Kürt halkının yürüğüne saplanmış bir hançer. Özelde de çalışma yürüttüğü yer ise 1937 yılında ve 1938 katledilen yerler olan Dersim topraklarıdır. Bir nevi kızıl katliamla katlettikleri katletmiş geri kalanları ise bu kez beyinsel yok etmeyle yani Beyaz katliamla katletmektedirler.
Kitabın bir sahnesinde Kürtlerin en büyük katili olan İnönü yani namı diyar sağır İsmet devreye girer. Kürt çocuklarının devşirildiği Kız Enstitüsüne gelir. Kürtlerin nasıl Türkhaline getirildiğini ve nasıl kendi kültürlerinden uzaklaştığını görmek ister.
Kitapta bir sahne şöyle işlenir. Elmas ismindeki Dersimli kız elini uzatmaz, selam vermez sağır paşaya. Sağır paşa rahatsız bir şekilde bu durumu öğrenmek ister. Kürt kızlarını devşiren hoca hanım devreye girer ve:
“Çünkü "Büyük elini uzatmadan küçük uzatamaz. Paşa, Vali gelse, onlar elini uzatmazsa başımla selamlarım, elimi uzatamam" diye anlatmıştım. İnönü tatlı tatlı gülerek, - Ben elimi veriyorum, diye uzanınca Elmas koştu, yere diz çöküp iki elinin üstünde o büyük eli "hürmetle öptü ve alnına koyup durdu. Herkes duygulanmış, gözleri yaşarmıştı. İnönü Elması omuzlarından tutup kaldırdı. Mebusumuza hitaben, - İşte eser bu ;" KÜRT " dedi. Bu söz üzerine ayağa fırlayan milletvekili, Elmas'ın sağ bileğinden yakalayıp havada sallayarak, - Bu el. Silah tutmaz, bu el kılıç tutmaz, bu el dost eli, bu yürek dost yüreğidir! - Kalem tutar, iğne tutar... diye bir nutuk çekti.”
Dikkat edilirse Kürt, devletin elini öpendir. Kürt bir el işaretiyle eli öpendir. Ve tabii birde ortaya çıkarılmış olan Kürt artık kendi değerleri için mücadele edemeyecek olan Kürt’tür. Boyunduruk altına alınmış Kürt’tür.
Evet, gerçeklik bu olduğu halde kitabın yazarı ve öncü bir misyoner olan hanım ne kadar da büyük bir iş yaptığıyla övünür durur. Sadece kendisi övünmez başkaları da onunla övünür.
“Tokat'ta denedik sizi, burada misyonerliğini görmeliyiz. Bir Türk misyoneri. Bu konu üstünde sessiz sedasız çalışmazsak oradaki vatandaşlarımızı gücendirirsiniz” sözleri Kürdistan’daki kızları devşirilmesi için sarf edilen sözlerdir. Ve bu sözleri sarf edenler devletin resmi eğitim görevlileridir.
Yine başka bir sahnede bu hoca hanım Kürt kızlarını toplayıp yatılı okullara götürmek için köy köy dolaşırken, bir köyde ilginç bir sahneyle karşılaşıyoruz.
“Yukarı Mahalle'de bizi askerden yeni dönmüş iki genç karşıladı. Evleri beraber dolaştık. Onlar da kızların okumaya gönderilmesini istiyorlardı. Volga ana, biz askere gidende okuma - yazma örgenirik, dünya görürük. Askerden dönende canımız istemez ki bu kızlarla evlenek. Bu köyde ne göriler ki örgeneler Hepi eşek. Biz de eskere gidende örgendik her şeyi. İnsan dünya göri, gözü acili. İkisinin de kız kardeşi vardı.”
Türklerin askerliğini yapıpta gelen iki sözde Kürt genç kendi köylerinde yaşayan kızlara “hepi eşek” sözleri esasta ne hale getirildiklerini göstermesine rağmen, sömürgecinin misyonarı için müthiş bir duygu seli ve kabarmasına yol açıyor. Halbuki dünyanın neresine gidersek gidelim kendi toplumuna bu kadar uzaklaşmış olan insanlar, insanlıktan çıkmış olarak kabul edilir. Ancak söz konusu sömürgecilik oldu mu durum farklılaşır. Sömürgecilik için en iyi insan devşirilmiş ve kendi öz değerlerinden uzaklaşmış insandır. Kendisini başkalarının değerlerine yatıran insandır. Haşa ama “eşek” haline gelen insandır.
İnsan böyle kitapları okuyunca sömürgeci kültürün neden bu denli halen içimizde çok güçlü yaşadığını daha iyi anlıyor. İnsan sömürgecilerin bir Kürt kızını düşürmek için ne kadar çaba sarf ettiğini görünce bizlerin bu sömürgeci ve yayılmacı kültüre karşı ne kadar zayıf durduğumuzu da iyi görüyor. Günlük olarak yaşadığımız oto asimilasyonu gördükçe bu söylediklerimizin ne kadar doğru oldukları da net görülüyor.
Sözü uzatmadan, sömürgeciliğin yürütülmüş olan bin bir türlüsüne karşı yeniden bir nevi bir kültür hamlesi temelinde, kendi kültürümüze sahip çıkararak ama bu kez yaşamın her anında bunu yaparak bizler sömürgeciliğin üzerimizdeki kültür soykırımını kırabiliriz. Ancak sömürgecilerin misyonarlarından çok daha fazla çalışarak, çok daha büyük bir inatla kendimize yüklenerek ve de bu mücadelenin kutsal bir çalışma olduğunu bilerek yüklenirsek kıra biliriz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Sömürgeci Türk devletinin başbakanı Tayyip Erdoğan özellikle KCK Eş Başkanlığının sürece ilişkin yaptığı uyarıcı açıklamalarından sonra, tekrar tekrar “sürecin olumlu ilerlediğini, süreci bozan taraf olmayacağını, süreci bozanının vebal altında kalacağını vb.” izlediği politikaya meşruluk kazanmayı hedefleyen bir dil kullanmaktadır. Herkesin sürecin gidişatı konusunda şu soruyu sorması gerekir. Gerçekten süreç ilerliyor mu, ilerleyen nedir? Bu konuda açıklık getirmeye ihtiyaç vardır.
Kürdistan halk Önderinin başlattığı bir süreç vardır. Ve birinci aşama gerillanın Kuzey Kürdistan’da geri çekilmeye başlaması, ateşkesin ilan edilmesi, hiçbir eylemin yapılmaması ve gerillanın elindeki esirleri serbest bırakmasından sonra bir haziran itibari ile tamamlanmıştır. Kongra gel 9. Genel Kurul toplantısı ile de bir bütün olarak Önder Apo’nun başlattığı süreç onaylanmış ve siyasal tutum kurumsal bir netliğe kavuşturulmuştur.
KCK yönetimi, BDP, demokratik kitle örgütleri Kürdistan Halk Önderinin başlattığı sürecin arkasında olduklarına dair kararlılıklarını açıklamış ve irade beyanında bulunmuşlardır. Yine Ankara, Amed ve Bürüksel merkezlerinde yapılan konferanslarla da bu kararlılık ulusal Türk-Kürt ilişkilerini yeniden eşitlik ve özgürlük temelinde yapılandırma ele alınmış ve konferanslarla süreç uluslar arası alanda da bir genişliğe kavuşturulmuştur. Kürdistan halkının yürüttüğü demokratik kitle eylemliliklerinde de bu yön öne çıkmıştır.
Peki, Türk devleti ve AKP hükümeti ne yapıyor? Bir de bu cepheye bakalım. Kürt sorunu konusunda dillendirdikleri söylemlere bakalım. Nasıl bir algı oluşturmak ve yönetmek istediklerine bakalım.
Öncelikle AKP hükümeti ve yöneticileri birinci aşamanın bitişini kabul etmiyorlar. Atılacak adımların kuzeyde bir tek gerilla kaldığı müddetçe atmayacaklarını açıkça ilan ediyorlar. Önder Apo’nun başlattığı ikinci aşamada, Kürdistan özgürlük hareketinin yönetimi başta olmak üzere farklı çevrelerin Önderlikle görüşmesine izin vermedikleri gibi BDP heyetinin görüşmesine de keyfi yaklaşabilmektedirler. Yine Önderliğin hareketin yönetimine dönük yazdığı mektubu bile geciktirerek iletme gibi bir tasarrufta bulunma basitliğini gösterebilmektedirler. Anayasal çerçevede Kürtlerin halk olmaktan kaynaklı haklarına yer verme tutumunu henüz açıklamış bile değildirler. Ve en önemlisi süreci başlatan ve ilerletmek isteyen Önder Apo olmasına rağmen sağlığı konusunda kamuoyunun taleplerine rağmen henüz bağımsız bir sağlık heyeti gönderilmiş değildir. PYD Eş Başkanı Salih Müslüm’le görüşülmesine rağmen, öte yandan rojava devrimini ve Kürt kazanımlarını tasfiye etmek için elinden geleni yapmaya çalışmaktadır. Rojava devrimine saldıran tasfiye etmeyi hedefleyen El Kaide- Cephetul Nusra’nın AKP himayesinde, kontrolünde olduğu, lojistik ihtiyaçları ve cephanenin AKP hükümeti tarafından verildiği herkesin malumudur. Halbuki Rojava’da dahi Kürtlerin statü kazanmasını hazmetmeyen ve bunu tasfiye etme amacında olan bir hükümetin Kürt sorununun çözümü için somut adımlar atmasını beklemek, öyle bir beklenti içerisinde olmak nafiledir. Çünkü AKP zihniyeti ideolojik zihniyet olarak ve politik çerçeve olarak Türk islam zihniyetini derinleştirmek gayretindedir. AKP’nin yaptığı tek şey, özgürlük hareketinin eylemleri ve mücadelesi ile boşa çıkardığı klasik kemalistlerin kaba inkarcı politikalarından doğan boşluğu doldurmaktır. Böylelikle yine islamla güçlendirilmiş “islamı hizmetine almış Türklükle” Kürtleri ve Kürt özgürlük hareketini kontrol altına almaktır. Bunu da işte; tv, seçmeli ders vb. ile pekiştirmek istemektedirler.
Kürtler, Aleviler, Yezidiler, Amed konferansında statü talebinde birleştiler, bu birleşme için diyebiliriz ki Kürt iradesi açıkça statü talebini dile getirmiştir. Bu talep özerk, özgür Kürdistan biçiminde formüle edilmiştir. Fakat AKP hükümeti ve zihniyetinin bu konuda şimdiye kadar sorun çözümüne ilişkin formülasyonu milli birlik ve kardeşlik ifadesinin dışında bir şey değildir ve farklı bir şey de dile getirilmemiştir. Milli birliğin ise var olan genel algıdaki anlamı ‘inkar’dır. Bir de Kürtler artık ulusal bir zihniyet ortaklığını geliştirmek suretiyle demokratik ulus olmayı başarmışlardı. Kürtler, demokratik ulusu Kürdistan’da yaşayan tüm inanç kültürlerini kapsayacak bir çerçevede ele almaktadırlar. Dolayısıyla bu konuda önemli bir konferans gerçekleştirerek de bunu tüm Kürdistani çevrelerin ortak görüşü olarak dile getirmişlerdir. Ve en önemlisi de Kürtler artık şu hakkı bu hakkı AKP verir mi vb. tartışmayı da aşmışlardır, aşıyorlar. Artık Türk sömürgeci devletinin Kürdistandaki varlığını sorgulama başlamıştır, bu varlık şimdi sorgulanıyor da. Yani Türk devleti ve hükümetine Kürtler artık sadakat anlamında el avuç açarak ve kendisini acındırarak, ne olur şunu da ver pozisyonunda değildirler. Bu artık bir daha gelmek üzere geride kalmış bir dönem ve tutumdur. Kürtler artık bir ulustur, bir halktır “anavatanım Kürdistandır” demekte ve Türk devletinin hangi hakla bu topraklarda bulunduğunu sorgulamaktadır. Yani daha açıkça basına da yansıyan görüntülerde gençler, analar şunu sormaktadır, Gever’de bir kadın Kürtçe konuşuyor, genç ise onu tercüme ediyor. Diyor ki burası Kürdistan topraklarıdır, TC toprakları değil, burayı bırakıp gidin. Bu milyonların bilincinde, bilinçaltında ve yüreğinde olan bir istemin bir duygunun ifade ediliş tarzıdır. Medeni Yıldırım isimli Kürt genci bu talebin, istemin ve söylemin şehididir. Bu temelde Licede sömürgeci zulmün kaleleri olan bir karakolun üzerine yürümüştür.
Kürtler artık Türk devletinin Kürdistan’daki kirli icraatlarını dile getirmekle yetinmiyorlar, bu icraatlara yol açan varlıklarını da sorgulamaya başlamışlardır. Bu Kürdistan’da yeni bir dönemdir. Sömürgeci Türk devletinin varlığını tartışmak ve bunu reddetme bilinci ve ruhunun gelişmesi Kürt demokratik ulusal uyanışında ve bilincinde gelişen bir sıçramayı ifade etmektedir. Eğer Önder Apo’nun çizdiği stratejide stratejik anlamda bir Kürt Türk ittifakı olacaksa bunun bütün kurumları ve hatta bütün kavramları eşitlik özgürlük ve demokrasi kriterleri çerçevesinde tartışılması ve yapılandırılması gerekmektedir. M. Karasu arkadaşın yaygınca kullandığı şekilde “alavere derevere Kürt mehmet nöbete” devri bitmiştir. Bir taraftan hiç adım atmamak fakat bir taraftan da süreci ilerliyormuş gibi göstermek hatta sürecin bozmayan tarafı olarak kendisini tanımlamak aslında süreci sabote etmenin ta kendisidir. İnsanın aklına şu da gelmiyor değil başbakandan başlayarak hemen hemen tüm AKP yöneticilerinin ve ana akım medyanın böyle bir dil geliştirmeleri acaba bozmaya dönük bir hazırlık mıdır?
Kürtler artık ulus olmaktan kaynaklı haklarının tanınmasını ve şark ıslahat planı ile başlayan soykırım suçu konusunda suçluların yargılanmasını istemektedir. Eğer birlikte eşit ve özgür yaşayacaksak, ki talebimiz böyledir, o halde anayasada Kürtler hakları ile birlikte yer almalıdırlar. Öyle muğlak, belirsiz, herkesin kendine göre anlayacağı şekilde Kürt ulusunun ve diğer yok sayılan inanç ve kültürlerin boğuntuya getirilmemesi gerekmektedir. Dolayısıyla İspanya anayasa çerçevesi bir model olabilir, temel alınabilir. Kürtler artık Kürdistan’a statü merkezli kararlaşmalarını, ciddi bir biçimde gündemleştirmeli bir barışın da ancak bununla mümkün olacağını ortaya koymalıdır. Bunun için de öncelikle Kürtler demokratik ulus çerçevesinde tüm Kürdistani güçlerle Önder Apo’nun çizdiği demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa stratejisi temelinde kendi özgür yaşamını inşa etmelidir. Hem de tam bir seferberlik ruhu ile. Yoksa aldatma ve oyalamalar her şeyin sonunu getirebilir. Nitekim AKP hükümetinin peşinden koştuğu ise çözüm değil oyalama, tanıma değil zamana yayılmış eritme politikasıdır. Bunu önlemenin yolu olarak Kürdistan’da demokratik ulusu inşa sürecine aktif katılımı, welatparezliğin ve demokrat olmanın bir gereği olarak kabul etmek gerekmektedir. Özgürlüğün de onurun da yolu budur. Yirmi birinci yüzyıl bu temelde halkımızın olacaktır.
Herdem Serhildan
- Ayrıntılar
Sömürgeci Türk eğitim sistemi anaokulundan başlayarak üniversiteye kadar Kürd’ün inkârı ve yok edilmesi temelinde kurgulanmıştır. Yani beşikten mezara kadar süren bir yoketme sistemidir. Bu durum seçmeli ders, tv yayını vb. ile gizlenmek örtülenmek istense de, soykırım gerçeği örtülenemeyecek kadar büyüktür.
Ağustos ayına girdik. Halkımızın Önder Apo’nun sağlığı, güvenliği ve özgürlüğü için yürütülen eylemliliklerin yanısıra, karakollara, barajlara yönelikte belli bir eylemlilik sürmektedir. Fakat öte yandan, bir biçimde çocuklarını okullara hazırlamaya çalışır, onun hazırlıkları yapılır. Genel olarak, Eylül ayından itibaren ise giderek tam bir yoğunluğa dönüşür.
İyi de welatparêzler, aydınlar, demokratlar bir kez daha çocuklarının, kardeşlerinin avazı çıktığı kadar “Türküm, doğruyum, çalışkanım…Atatürk’ ün açtığı yolda ilerleyeceğim..VarlığımTürk varlığına armağan olsun... ne mutlu Türküm diyene” demelerini dinlemeye de kendilerini hazırlıyorlar mı?Rojava devriminin zafere yürüdüğü bir ortamda, Kürtlerin kongrelerini topladıkları bir süreçte, Kuzey Kürdistan’da Kürtler daha ne kadar çocuklarının ve başka kültürden çocukların “ varlığım Türk varlığına armağan olsun” diyerek Türk devletine kölece bağlılığını, sözleşmesini and- yemin biçiminde güncellemelerine seyirci, sessiz kalacak veya normal karşılayacaklar? Peki böyle olursa bu ne kadar doğru ve ahlakidir?
Yapılan kısmi araştırma ve diyaloglarda bir Kürt insanı veya diğer azınlık halklardan çocuklar ilkokul ve ortaokul sıralarında binlerce kez kendisini inkâr etmiş ve kendisini Türk varlığına adamış, bundan da mutluluk duyduğunu söylemiş olmalarına rağmen, hemen hemen bir çok Kürt insanı ne söylediğinin farkında değil. Ve ciddi bir tepki yoktur. Bunun aslında sömürgeci Türk devletine bir bağlılık olduğunun, onunla yapılan bir sözleşme olduğunun farkında değil. Neredeyse hiçbir Kürt, hatta belli bir mücadele yürüten birçok insan dahi aslında yıllarca kendisini Türk varlığına sorgulamasız kurban ettiğinin farkında değil, hatta bunu hatırlamıyor bile.
Ve yine önemli bir kesim neden Kürt olarak Türküm demek zorunda bırakıldığını sorgulamakla birlikte bir Kürt olarak varlığını Türk varlığına neden kurban edeceğini sorgulamamıştır. Yani çıkıp okul huzurunda “ben niye varlığımı Türk varlığına kurban edeceğim? Sebebi nedir? diye sormamıştır. Hatta okul bittikten sonra da bunu sormamıştır. Fakat birçok insan yanılgılı bir biçimde “bunları söyledim ama bilerek, inanarak ya da farkında olarak söylemedim” diyerek yanılgılı bir savunma pozisyonu içerisine girmektedir. Belki de bir Kürt gencinin, bireyinin düşürüldüğü utanç verici durumu kendisine yedirememesinin bir sonucudur bu. Ama bu neyi değiştirir ki...
Farkında olsun ya da olmasın ‘iddia, tekrar ve telkin’ in beyinlerde, ruhlarda, bilinç ve bilinçaltında inanılmaz derecede yer ettiği de bilimsel bir gerçekliktir. Gustave Le Bon “ iddianın gerçek bir etki meydana getirmesi için mümkün olduğu kadar aynı kelimelerle tekrar etmesi gerekir. Napolyon, ‘ biricik ciddi söz sanatı tekrardır’ demiştir. İddia olunan şey tekrar edilmek şeklinde sonunda kanıtlanmış bir gerçek kadar ruhlara yerleşir...En aydın ruhlar üzerinde bile etki ettiği görülünce, tekrarın kitleler üzerindeki etki derecesi daha iyi anlaşılır. Şurası bir gerçektir ki tekrar eden şey sonunda hareketlerimizin etkenlerinin hazırladığı bilinçaltının derin tabakalarına kadar iner, yerleşir. Birkaç zaman sonra tekrar edilen iddianın kimin tarafından ortaya atıldığını unutarak o tekrar edilen sözlere inanırız…”
Yine halk arasında yaygınca kullanılan bir söz vardır “kırk kişi bir insana deli derse o insan sonunda dellenir” derler. Ya da en azından kendisinden şüpheye düşer. Yine hayvan aleminde hayvan eğiticileri hayvanı bir noktaya getirmek konusunda iddia sahibidirler ve onlara acı çektirme pahasına da olsa tekrarlar eşliğinde ona istediği hareketi yaptırırılar. Burada ödül ve ceza sistemi esastır.
Sabahları Kürt çocukları sömürgeci Türk devletinin zulüm simgesi bayrağı altında sıraya girdiğinde and nasıl okutulur? Daha çok sınıfta ya da okulda “ çalışkan- aslında iyi özümsemiş-“ çocuklar bir ödül biçiminde tüm okulun önüne çıkarılır. Öte taraftan andın tekrarında ses zayıf veya cılız çıktığında ya da yüksek sesle okunmadığında öğretmenler cehennem zebanileri gibi öğrencilerin yanında bitiverirler. Bu sefer de ceza devreye girer. En hafifinden suratını buruşturma, kızgınlığını belli etmenin yanında verilecek ceza, tokat atma veya sopa ile vurmadır. BöylelikleKürt çocukları tarafından artık zamanla bu uğursuz, ırkçı, inkârcı, kendini aşağılayan, kendini hiçleştiren, kendisine ait hiçbir şey bırakmayan yemin daha gür bir sesle okunmaya başlar ve bu durum giderek normalleşir. Ondan sonra artık Kürt çocukları varlıklarını kendilerini önce inkâr etmişler, sonra kurban etmişler ve bundan da mutluluk duyduklarını en yüksek sesle dile getirmişlerdir. Bu bir ulusun artık kendi kendisini tüketmesi, yok etmesi anlamına gelmektedir. Dünyada bunun bir başka örneği hala var mı?
Bunun bir çocuk üzerindeki etkisi ve giderek bir ulus üzerindeki etkisi nedir? Kendisini inkâr etmiş, inkârında derinleşmiş ve kendisini düşmanına kurban edecek kadar düşürülmüş ve iradesizleşmiştir. Artık sömürgeci Türk devletinin istediği gibi çekip çevirebileceği bir kişilik ortaya çıkmıştır. Hele okul duvarlarına asılan Kürt katliamının, soykırımının paşalarının resimleri ve Kürdistan’a büyük katliamlar düzenleyen ordunun tabloları ve yine “Bir TürkDünyaya Bedeldir” sözü gibi durumlar da Türk andını daha fazla besleyen, derinleştiren niteliktedir. Ders kitapları özellikle tarih ve sosyal bilgiler, Türkçe ve edebiyat dersleri Kürt insanını artık geri dönülemez noktaya getirir. Tüm bunların sonucunda artık “ eyvallah bile demeden” Kürtlükten kopuş sağlanır.
İlginç bir biçimde birçok insan bu acılı serüvenin farkında bile değildir. Zaten farkında olsa böyle bir şeyi söylemesi mümkün değildir. Daha ilginç olanı şudur ki haydi bir döneme kadar bu böyleydi fakat artık çözümün, nasılının tartışıldığı bir durumda dahi çocuklarımızın kendilerini Türk varlığına armağan ederek kurban etmesine karşı bir farkındalığın olmaması ya da bir sessizliğin olmasını nasıl anlamak gerekir. Acaba sömürgeci devletin ideolojik aygıtları Kürtlerin beyinlerinde bütün sömürgeciliklerini meşrulaştırmışlar mıdır, bu sessizlik meşrulaştırmış olmalarının bir sonucu mudur?
Devletleşme toplumun bir kesimini baskı altına alma ile başlar ama baskı altına alırken bile egemenliğini bir biçimde meşrulaştırmaya çalışır. Çünkü meşrulaştırma sağlanmaksızın egemenlik sürdürülemez. Kendisini meşrulaştırmaksızın hiçbir güç uzun süre ne devlet oluşturabilir ne de onu süreklileştirebilir. Şimdi bu çerçevede Türk sömürgeciliğinin her gün bir inkâr, bir hakaret, bir aşağılama, bir kendi kendini iradesizleştirme, teslim etme ifadesi olarak Türk andındaki küfür niteliği taşıyan sözlerini fark etmemek ne anlama geliyor?Acaba meşrulaştırmanın, Türk sömürgeciliğinin kendisini beyinlerde yüreklerde bir biçimde meşrulaştırmasının bir sonucu olmuyor mu? Bu soruya rahatlıkla “hayır” demek mümkün değil. Eğer bir şey istenildiği gibi tartışılmıyor, reddi yönünde tavır geliştirilmiyor ise orada bir normal görme, meşru görme ve kabul etme vardır. Dolayısıyla sömürgeciliğin kendisini önemli oranda meşrulaştırmasından bahsetmek hiç de yanlış ve abartılı bir ifade değildir.
1933 yılında devreye giren Türk andı üzerine biraz daha durmakta yarar vardır. “1930’lu yıllarda Türk Tarih Tenkit Cemiyeti başkanlığına atanan Dr. Arın (Safet) Engin’in şu sözleri, Öğrenci Andı’nın asimilasyondaki önemini açıklar niteliktedir: “Şimdi onları (Kürtleri) ‘Öğrenci Andı’mız ile Türklüğe kaynaştırma baş ödevimizdir.” 1972 yılında da, Türk andında kimi değişiklikler oldu. Ama özü değişmedi. Hatta inkarcı özü daha fazla pekiştirildi.
Neden Türk andı devreye girdi ve önemsendi sorusu böylelikle açıklanmış olmaktadır. Çünkü Şêx Sait ve Ağrı isyanlarından sonra Dersim dışında direnen Kürt dinamikleri önemli oranda kırılmıştır. Katliamlar yapılmış, soykırım süreci başlatılmıştır. Bu çerçevede sürgünler başlatılmıştır. Yakılıp yıkılan binlerce köyün, şehir meydanlarında katledilen yüzbinlerinsıra sıra dizilen darağaçlarının gölgesinde okullar açılmış ve Kürt çocukları zulmün simgesi Türk bayrağının altında sıraya dizilmişlerdir. İddia şudur “ Behemehâl Herkesi TürkYapacağız.” . Türk mili şeflerinden yükselen bu ölüm fermanı artık devreye girer.Bir mezarın altına yazılan “Kürt hayali burada gömülüdür” karikatürü ile zaferini ilan ettikten sonra artık sıra Kürt çocuklarına, gençlerine, kendi dilleri ile beyinleri ile kendi kendisini inkâr ettirmeye sıra gelmiştir. İşte hergün çocuklarımızın bağıra bağıra okuduğu ve bizlerinde neredeyse farkında olmadan ve fazla aldırış etmeden okulların yanından geçerken duyduğumuz Türk andının devreye girmesi böyle başlamıştır.
Uzatmadan şunu söylemenin zamanı gelmiştir herhalde. Kürtler bir ulus olarak ve yine o ulusun çocukları neden kendilerini Türk varlığına kurban edecekler? Kürtler neden kendi atalarının, önderlerinin değil de Atatürk’ün açtığı yolda ilerleyecekler? Yolunda ilerleyecekleri bir ataları, önderleri, öncüleri yok mudur?Kürt çocukları kendilerini inkar eden, aşağılayan türk andını okumak zorundalar mı? Hem Kürtleri tanıyoruz, kardeşimizdir demek hem de Kürt çocuklarını her gün türk varlığına kurban ettirmek çelişkili değil midir?
Newroz mitolojisinde Dehak’ın her gün iki Kürt gencinin beynini yaralarına sürerek kendisini yaşattığı var kıldığı söylenir.Bununla aslında Dehak’ın zalimliği anlatılmaya çalışıldığı kadar Kürt gençlerini beyinsizleştirmeye çalıştığı da anlatılmak istenir. Şimdi ise her sabah milyonlarca Kürd’e Türk olduklarını söyleterek, kendilerini inkâr etmeleri sağlatılarak, kendileri Türk varlığına kurban ettirilerek ve ayrıca bundan da mutluluk duydukları söyletilerek milyonlarca Kürt çocuğu beyinsizleştiriliyor. Her gün artık bir-iki Kürt gencinin beyni değil, milyonlarca Kürt çocuğunun ve gencinin beyinleri ele geçirilmekte ve kendisini yaşatmaları için kullanılmaktadır.Yani Dehakların varlığı sürmektedir Kürtler üzerinde.
Bu günümüz Dehaklarının Kürt çocuklarını ve gençlerini beyinsizleştirerek, Türkleştirerek -şark ıslahat planında ortaya konulduğu gibi- tarihten silme uygulamalarına dur demenin zamanı gelmedi mi?
Ne zaman Kürt çocukları, gençleri “ biz Kürt olarak ne diye kendimizi Türk varlığına kurban edeceğiz” diye soru soracaklar? Ve ne zaman welatparezler,çocukların sahipleri, büyükleri “bizim, Türk varlığına kurban edecek çocuğumuz yoktur” diyerek tavır koyacaklar?
İnanıyorum ki, bunun zamanı gelmiş ve geçiyor bile…
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar