Tarihsel-toplum gerçekliklerinin ışığında gençlik olgusunun ele alınması durumunda, anlaşılacaktır ki; devletçi hegemonyanın tanımlarının aksine, toplumların gerçek anlamda bir boy aynası olduğu rahatlıkla belirtilebilinir. Yani öz emeğin tam karşılığıdır. Ananın bitmek bilmez ilgi ve eğitiminin üretime dönüşüm mekanizmasıdır. Çaba emeğe dönüştüğü oranda üretimde de dişe dokunur, gözle görülür sonuçların elde edileceği kuşkusuzdur.
Değerlerin al-aşağı edilmesi elbette ki bu diyalektiğin çürümesini ortaya çıkarmıştır. Ne de olsa gücü, çevikliği, değiştirme-dönüştürme karakteri ve kavrayış yeteneği yüksek olan bir olgu mevzubahistir. Dolayısıyla iktidarcılığın amansız bir avı olarak hedeflemiş bir yapıdır. Bu temelde biyolojik-psikolojik, ideolojik-politik her türlü saldırı bombardımanına tabi tutulmaktan kurtulamamıştır. Bu biçimiyle bir devşirme ordusu yaratılarak, toplumun elinde ki en temel silah, topluma karşı acımasızca hatta büyük bir zevkle kullanılmaktadır. Önder APO bu çarkı şu şekilde izah etmektedir: “Topluma karşı toplum oluşturmak; doğal topluma karşı, iktidar ve devletin toplumunu oluşturmak. Bu oluşumda öz toplumdan soyutlanmış çocuklara ve gençlere bambaşka bir dil, kültür, tarih öğretilir. Özüne yabancılaştırma temel hedeftir. İktidarsız yaşamaları imkânsızlaştırılır. Hem ideolojik hem de maddi olarak kendilerine en devletçi kimlik kazandırılır.” Bunu yaparlarken toplumun öz eğitimi görmezden gelinir, hatta eğitim adı altında meşru bir kılıfa da büründürerek tamamen toplumsal değerlerden soyutlama hedef seçilir. Amaç kesinlikle topluma karşı eğitim görevini icra etmek değildir.
Bu ‘eğitim’ olayının bir diğer kazanımı devlet açısından; varlığına gelebilecek herhangi bir karşı saldırı olasılığını ta en başından itibaren savmaktır. Yoksa tarihsel olarak, gençliğin sistemlerin başına gelen en büyük bela olduğu su götürmez bir gerçekliktir. Bu özellik ana-kadının genlerinde mevcut olan bir özelliktir. Doğal olarak ana-kadının çocukları da bu özellikten nasibini almıştır.
Devlet organizasyonunun anacıl sisteme karşı kullandığı ilk büyük silah olarak gençlik; ihanet kapanında can çekişmekle beraber, kendi elleriyle zalimin teslim almasında başat rol oynadığı tüm toplumsal öz değerlerin sahiplerine tesliminde de böyle bir rol oynamak zorundadır. Bunu bilince çıkarmak için yakın tarihimize kadar dünyanın birçok mekanında ve içinde bulunduğumuz sıcak zaman diliminde ise Kürdistan'da çok ciddi bir diriliş ve öze dönüş hareketliliği paha biçilmez bir boyuta ermiştir. Bu durum halen özde bir kıvılcım, bir atom kütlesi hatta bir parçacık kadar da olsa bir ‘varlığın’ olduğunu göstermektedir demek yanlış olmaz. Hiçbir şey yoktan var olamayacağına göre, 1968 gençlik direnişi, PKK Hareketi ve bu gerçekliklerin birer varyantı olarak, Ortadoğu halk ayaklanmalarında ve en son Gezi Parkı gibi direnişlerde ki gençlik öncülüğü ‘varlığın’ en minimal düzeyden, yer yer optimal, yer yer ise en maksimal düzeye ulaşmasıyla ırkına yaraşır hamlelere tanıklık ediyor olmamız, yine bu özün varlığını ispatlamaktadır.
Bu bağlamda kapitalist modernitenin oyunlarını değerlendirmek ön açıcı olacaktır. Önder APO, “evrenin amacı özgürlüktür” diyerek, bir bütün kozmosun ve mikro kozmosların özgürlük meylini çok açık bir biçimde ifade etmektedir. Önderlik; “taşı yarıp filizlenen çiçeğin” arayışını dahi özgürlük meyli ile ifade ederken, düşünen mikro evren insanı ve daha da özüne inerek, gençliği bu arayışın en merkezinde değerlendirmemiz oldukça hayatidir! Çünkü devletçi-hegemon sultanın kentli-sınıflı-hiyerarşik düzene geçişinden, kapitalist modernitenin eliyle günümüze kadar ve şuan da dâhil türlü türlü yol ve yöntemlerle beynini uyuşturduğu, özgürlük dışında her şeyi düşündürüp-yaptırdığı kesimin başını çeken gençliktir. Kendisini her an sağda-solda patlamaya hazır serseri bir mayın misali göstermiş, düşünmenin o’nun işi olmadığı, kendisini dinleyip-uygulamasının yeterli olacağı söylenmiş, söylemekle yetinmemiş bunu hafızasının her bir hücresine de kazımıştır. Önder APO; “Hiyerarşik toplumda tecrübeli yaşlıların gençler üzerinde kurduğu baskı ve bağımlılaştırmadan da önemle bahsetmek gerekir. Jerontokrasi diye literatüre geçen bu konu bir gerçektir. Tecrübe yaşlıyı bir yandan güçlü kılarken, diğer yandan yaşlılık onu gittikçe zayıf, güçsüz kılmaktadır. Bu özellikleri yaşlıları, gençleri kendi hizmetlerine almaya zorlamaktadır. Zihinlerini doldurarak bu işlemi geliştirmektedirler. Tüm hareketlerini kendilerine bağlamaktadırlar. Ataerkillik bu olgudan da büyük güç almaktadır. Onların fiziki güçlerini kullanarak dilediklerini yaptırabilmektedirler. Gençlik üzerindeki bu bağımlaştırma günümüze kadar derinleşerek devam etmiştir. Tecrübe ve ideolojinin üstünlüğü kolayca kırılamaz. Gençliğin özgürlük istemi kaynağını bu tarihsel olgudan almaktadır. Yaşlı bilgelerden günümüz bilim adamı ve kurumlarına kadar gençliğe stratejik, hassas denilen bilgilerin en can alıcı kısmı verilmez. Verilenler daha çok onu uyuşturan ve bağımlılığını kalıcılaştıran bilgilerdir. Bilgiler verildiğinde uygulama araçları verilmez. Sürekli bir oyalama değişmez bir yönetim taktiğidir. Kadın üzerinde kurulan strateji ve taktiklerle ideolojik ve politik propaganda ve baskı sistemleri gençler için de geçerlidir. Gençliğin her zaman özgürlük istemesi fiziki yaş sınırından değil, bu özgül toplumsal baskı durumundan ileri gelmektedir. Ayyaş, toy delikanlı kavramları gençliği küçük düşürmek için uydurulan temel propaganda sözcükleridir. Yine hemen cinsel güdüye bağlamak, serkeşliğe çekmek, ezbere katı doğmalara bağlamak, gençlik enerjisinin sisteme yönelmesini engellemek ve düzeni sağlamakla bağlantılıdır.” diyerek, olayın tarihsel boyutunu ve karakterini analiz etmiştir.
Bu politikanın sahibi; şamandır, rahiptir, beydir, senyördür, patrondur, babadır, müdürdür, komutandır, bakandır, devlet başkanıdır vs. Ancak belirttiğimiz gibi bir zerre kadar dahi olsa, özünde özgürlük meyli olan gençliği tutabilmek, sıfırlamak ya da vasıfsızlaştırmak sıradan bir olay değildir. Önder APO bu konuyu şöyle izah etmekle beraber, gençliği hak ettiği tanıma da kavuşturmaktadır; “Özgürlüğe yürüyen bir gençliği tutmak zordur. Gençlik sistemlerin başına en başta bela olan kesimdir. Tarih boyunca bu çok iyi bilindiği için, eğitim adı altında gençlik kurban edilmekten tutalım, akla hayale gelmez uygulamalara tabi tutulmuştur. Hiyerarşik toplumun yükselişinde kadından sonra gençliğin bu duruma düşürülmesi belirleyici rol oynar. Gençliği kontrole alan düzenin kendini en güçlü hisseden düzen sayması boşuna değildir. Daha sonraki devletçi toplum sistemlerinin tümü gençliğe benzer bir uygulamayı dayatacaklarıdır. Zihni böyle yıkanan gençlik her işe koşturulabilir. Savaş dahil en zor işi meslek edinebilir. En önde tüm zor işlere sürülür. Özcesi yaşlıların zaaf ve gücünden kaynaklanan gençliği bağımlılaştırma ve güdümleme ilişkisi hızından ve yoğunluğundan hiç kaybetmeden hakim sistemlerin en güçlü sürdürücüleri kılınmışlardır.
Tekrar vurgulamalıyım: Gençlik fiziki bir olay değil toplumsal bir olaydır. Tıpkı kadınlığın fiziksel değil toplumsal bir olgu olması gibi. Bu iki olay üzerindeki çarpıtmaları kaynağına inerek açığa çıkartmak sosyal bilimin en temel görevidir.”
Bundandır ki gençlik dünyada ki en ‘yaman’ uygarlık birim veya birliklerine meydan okunarak, bozulmaya çalışılan yapısallığa muazzam direnişlerle karşılık verilmiştir. Amerika, İngiltere, Hollanda halk direnişlerinde, Küba, Vietnam, Güney Afrika vb. devrimlerde, Fransız ihtilalinde, Bolşevik parti pratik ve devriminde önemli katkı ve öncülükler biçiminde meydana çıkmış olmakla beraber, 1968 gençlik hareketinde ise tamamen gençlik önderlikli ve endeksli olağanüstü bir direniş hareketi enternasyonalist bir karakterle tanzim edilmiştir. Sosyalist devrimciliğin çok önemli ve eşine ender rastlanan merhalelerinden biridir.
1968 devrimci gençlik hareketi (özellikle Türkiye devrimci gençlik hareket ve önderleri), Özgürlük Hareketimize de ilham kaynağı olmuş; Önder APO, dönemin devrimci liderlerinin ilk başlarda sempatizanı ve giderek yoldaşı, mücadele bayraklarının devralıcısı, yapamadıklarının pratikçisi olmuştur. Her şeyden önce bu dönemin gençliğe ve gençlik hareketlerine kazandırmış olduğu mükemmel tanım ve ruhu her an anımsamak, hak ettiği değeri vermek ve pratikleştirmek son derece ahlaki ve politik bir görev olarak ele alınmak durumundadır.
Onlar ki bu temelde şehadeti, işkenceyi, zindanı göze aldılar ve bu uğurda ağır bedeller ödediler. 1972’de Deniz GEZMİŞ, Hüseyin İNAN ve Yusuf ASLAN’ın tutuklanmasına karşı, Mahir ÇAYAN ve dokuz yoldaşının Kızıldere direnişi ve ardından şehadeti; Mahir’lerin şehadeti üzerine Önderliğin 5 bin kişiyle üniversitede direnişe geçmesi, sonrasında tutuklanması, bu tanım ve ruhun ete-kemiğe bürünmesi ve can bulmasıdır. Düşmanın faşizm ordugâhları haline getirilen üniversitelerde bu tesirle girişilen devrim mücadelesi, toplumla bütünleşerek, bugün 7’den 70’e herkes tarafından hakkı teslim edilmektedir.
1968 gençlik hareketi yılları gelip geçici bir rüzgar, bir anlık heves, bir akıntı değil; aksine, halen tüm gücüyle esen bir fırtına, bir dalga, bir haykırış, bir çığlık, bir yaşam felsefesi ve bir devrimci gençlik akımıdır. Ve son derece bilinçli, ideolojik, fedailik temelinde gelişim kaydetmiştir. Günümüzde bu mirası layıkıyla en fazla Önder APO ve PKK Hareketi temsil etmektedir.
Önder APO ve Özgürlük Hareketimiz, tüm insanlığın özgürlük sorununun çözüm sorumluluğunu göğüsleyerek; dünyanın en aşağılık faşist devletlerinden tutalım da, en basitinden özünden ıraklaştırılmış aileye, aşirete, ulusa karşı akıl almaz bir mücadele cephesi oluşturmuştur. An’a, yani tarihe an’a doğru temelde cevap olabilecek en uygun yöntemlerle bu direnişi nihai sonuca götürmenin amansız takipçiliği yapılmaktadır.
Bunun için ağırlıklı olarak silahlı mücadele tarihimizde birçok kez hareketimiz düşmanlarına sorunların yumuşak zeminde halli için fırsatlar tanıyarak, arayışlarını zenginleştirmiştir. İçerisinde bulunduğumuz zaman zarfı da böylesi bir süreci kapsamaktadır. İnanılmaz emekler verilerek zemin hazırlanmakta, fedakârlıkta sınır tanınmayarak alan açılmaya ve konuşma ortamı, ölümsüzlük ortamı oluşturulmaya çalışılmaktadır. Tüm tek taraflılığa, tüm karşılıksızlığa ve Türk devletinin tahrikvari yaklaşımlarına rağmen, inadına yürütülen bir süreç olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Bu önder APO’nun barış ve zaferde ki ısrar ve inadıdır.
Gençlik bu ısrar ve inadın hem tartışmasız takipçisi hem de garantörü olmak durumundadır. Bunun için her fırsatı kendi lehine çevirebilmek için çok ince düşünerek, yaratıcılığını kullanmak ve 24 saati çalışmayı sürekli hale getirerek adeta 24 saati bile yetmez görerek pratikleştirici güç olmak gibi önemli bir role sahiptir.
Devlet gerillanın Güney Kürdistan’a çekilmesini fırsat bilerek şimdiye kadar korkusundan yapamadığı karakolları yapmaya hız vermiş, Kuzey Kürdistan'da ve Türkiye’de halka barbarca saldırmakta, en ufak bir hak arayışını polis terörüyle bastırmaktadır.
Gezi parkı olayları halen devam etmektedir. Gezi’de ki bir gençlik direnişidir. Önderliğimizin ve Hareketimizin başlattığı sürece dâhil edilebilecek bir direniştir. Bu direniş Anadolu ve Mezopotamya’nın birlik geliştirmesi durumunda devrimin ne kadar yakın olabileceğini, elle tutulabileceğini göstermiştir. Ancak hatalar ve yetmezlikler çok olmuştur. Her şeyden önce direniş koordinatörlüğü işletilemediğinden, farklı grup ve çıkar çevrelerinin-başta CHP gibi son derece devletçi, Kemalist yapılar gibi- denetimine alma girişimlerine açık hale gelmiş ve iç çekişmecilik yaşanmıştır. Bu ideolojik- politik yetmezlik olarak değerlendirilebilir. Yedekleme gerekli ölçüde yapılamadığından yer yer polisin üstünlüğü olabilmiştir. Bu nedenle şehadet ve yaralanmalar oldu. Her ne kadar yapılan eylem dünya kamuoyuna karşı mesajını verebildiyse de, inanılmaz başarılar elde etmek işten bile değildi. Bunun için daha örgütlü olma gerekliliği ve özellikle Önder APO’nun tüm Anadolu ve Kürdistan gençliği tarafından çok etraflıca irdelenmesi, Önder APO’nun mücadele tarz, yöntem ve sistematiği anlaşılmak zorundadır. Şayet Gezi Direnişi bu temelde ele alınsaydı, sadece Gezi Parkıyla sınırlı kalan bir çıkıştan ziyade; Türkiye halklarının yüzyıllardır beklediği ve hakkı olan bir kazanımı elde etmesi muhtemeldi. Tıpkı 1968 yılında gençlik hareketinin sergilediği bir çıkış gibi ama sonuç alan, kazanan bir pratik olarak tarihe adını yazabilirdi. Gençliğin gücünü görmesi açısından bu önemli bir deneyimleme olmuştur. Bu ise, geleceğe dair umut vermektedir. Bu nedenle, tam da atmosfer yakalanmışken direnişe hiç ara vermemek gerekir. Beklenen sonuçların elde edilmesi durumunda 1968 kuşağına benzerlikleri bir gerçek olur.
Aynı şekilde en son birkaç gün önce Lice’de yapılan provokasyon karakollarına karşı yürüyüşte Medeni YILDIRIM adlı genç yoldaş şehadete ulaştı. Böylesi eylemlerde muazzam örgütlü olunmadığı müddetçe kayıplara ve yoktan yaralanma ve tutuklanmalara varabilecek sonuçlar kaçınılmaz olur. Burada ideolojik-politik zayıflık başat roldedir. Cizre’de zamansız asayiş gösterisi yapılırken, Lice’de neden öz savunma bilinciyle karakola yürünmez ki? Savunmasız canlı-cansız varlık yoktur. Yerinde duran ağır bir taşın bile savunmasız olmadığı bilinirken, APOCU gençlik nasıl olur da savunmasız ya da zayıf bir savunmayla düşman kalekollarına karşı yürür? Neden olarak, söylemde “Önderlikle birlikte olduğumuzdur” denilecektir. Hâlbuki Önder APO’yla olmak demek; Önder APO’nun düşüncesini, tarzını, gerillacılığını ve bilincini kendinde gerçekleştirmektir. Yani Önder APO gibi görerek, Önder APO gibi bir vuruş tarzına sahip olmaktır. Şimdi eylemleri yükseltmenin ve her yerde direnişe geçmenin, gençlik olarak halkımızın savunmasını yapmamızın tam zamanıdır. Dolayısıyla iyi bir mücadele politiğine sahip olmanın da gerekliliği ortaya çıkıyor. Kendine görelik değil, APOİZM’le bütünleşerek aşılabilecek bir durumdur. Kürt Halkını imha etmek için yapılan karakollara, sokağa çıkan halkımızı, gençleri katletmelerine karşı aktif mücadele bu süreçte zincirin önemli bir halkası pozisyonundadır.
Önder APO gençliğini tanıyor ve tanımlıyor. Her zaman koruyor ve en sorunlu zamanlarda görev başına çağırıyor. “bana bağlı bir tek Kürt genci dahi kalsa, ben bu devrimi gerçekleştiririm” diyor. Bu kadar güven duyuyor yani. Dolayısıyla kendini devrimci bir halkın devrimci öncüleri olarak tanımlayan (bu doğru olandır) gençliğin ve APOCU Gençlik Hareketinin, içinde bulunduğumuz bu süreci farklı ele almasının ve kendine göre yorumlayarak, ‘sonsuz inisiyatif’ gibi bir perspektifle alanlara yetki vermesinin zararlarını hesap ederek; bunun yerine daha derinlikli, herkesi aktif eylemselliğe çeken ama sürece ivme kazandıran bir tarzı esas alma zorunluluğu(sorumluluğu) son durumlarla beraber daha da somut bir biçimde ortaya çıkmıştır.
Özcesi:
Eski coşkulu günlerde ki gibi: “Ey gençlik, Sen öyle bir ülkede ve öyle bir halk için savaşıyorsun ki, her şey acımasız bir terörle elinden alınmıştır. İnsan olma hakkını bile elinden almışlardır. Bu bağlamda senin vatan ve özgürlüğe ekmek-su kadar ihtiyacın vardır. Senin şeref ve onura ihtiyacın vardır. Tüm bunlar senin için düşman tarafından yok edilmiştir. Sen bunları kazanmak için gençliğe adım attın. Ve sen bu nedenle o kadar öfkelisin ki, bunları ele geçirmek için silaha sarılıyorsun. Eğer bu konuda bir yanılgın yoksa ve kararın kesinse vuruş tarzın belirlenmiştir. Değil kararsızlık, ikirciklik, eylemi planlamamak, silahını kullanmamak; bunlar kesinlikle söz konusu olamaz. Böylesi bir dava insanı müthiş vurucudur.”
Serhad TENDUREK
- Ayrıntılar
Barış kelimesi herkesin dilinde. Ancak barış kelimesinin hak ettiği gibi bir değer biçilmediği de o kadar bir gerçektir.
Kürt halk önderliği barışı tanımlarken şöyle söylüyor:
“Barış kelimesi kapitalist modernite koşullarında tuzak yüklü bir kelimedir. Doğru tanımlanmadan kullanımı çok sakıncalıdır. Bir kez daha tanımlarsak, barış ne tümüyle savaş halinin ortadan kaldırılmasıdır, ne de bir tarafın üstünlüğü altındaki istikrar durumu ve savaşın olmaması halidir. Barışta taraflar vardır; bir tarafın kesin üstünlüğü söz konusu değildir ve olmaması gerekir. Üçüncüsü, silahlar toplumun öz ahlâki ve politik kurumsal işleyişine rıza gösterme temelinde susturulmaktadır. Bu üç koşul ilkesel barışın temelidir. Gerçek bir barış bu ilkeli koşullara dayanmadıkça anlam ifade etmez.”
Kürdistanlı halklar barışa Kürt halk önderliğinin çizdiği bir bakışla bakıyorlar. Bunun için her zaman barış barış diye haykırıyorlar. Kürdistanlı halkların anladığı barış onurlu olanıdır. Kimliklerinin kabul edilişiyle ortaya çıkacak olan bir barıştır. Dillerinin, kültürlerinin, örf adetlerinin, tarihlerinin ve de benliklerinin, eşit ve adaletli bir ortamda kabul edildiği ve bunları yaşamaları için oluşmuş ya da hayal ettikleri bir barış ortamıdır.
Dikkat edilirse Kürtler başta olmak üzere bu toprakların ezilmiş ve horlanmış tüm insanları en çok barış sözcüğünü kullanmaktadırlar.
Bugün Kürdistan'da bir araştırma yapılsa ve bir soru olarak “en çok kullanılan kelime hangisidir(?)” deseler, kesinlikle en büyük oy oranıyla “Barış” sözcüğü olacaktır.
Öyle ki evladını gerilla olarak kaybeden anneden, eşini failleri belli olupta bir türlü yargı önüne çıkarılmamış olan katillerce kaybeden anaya, işkencelerden geçmiş çocuk yaştan gençlerden, camilerden hak yolunda namaz kılan nur yüzlü meleye, düşmanın çeşitli okulları ve kurumlarında cinsel taciz ve istismara uğramış genç kızdan, eğitim ortamlarında horlanan gençlere, devletçe onlarca kez hakarete uğramış aydınından sivil toplumcu olarak polisin gazını yiyen aktivistine kadar Kürdistanlıların hemen hepsi barış diyor.
Dikkat edilirse en çokta şehit gerillaların cenazeleri kaldırılırken analar, barış anaları haykırıyor barış sözcüğünü. Öyle ki “em barışê dıxwazın, barışê” diyerek haykırıyorlar. Binlerce, yer yer on binlerce insan seli gerilla cenazelerinin arkasında yürürken, yürüyüş kortejinde yer alanlara mikrofonları uzatsanız verecekleri cevap: “em barışê dıxwazın, barışê” olacaktır.
Gerçekler böyledir. Ve gerçekler çıplak olmayı sever derler. Gerçeklerin üstü örtülemez. Kürdistan'da 30 yıldır aralıksız bir savunma mücadelesi ya da savaşı veriliyor. Kürtlük ve bu topraklarda yaşayan halklar yeniden adeta küllerinden ayağa kalktılar. Yeniden kendileri olmaya başladılar. Yanı başında duran binlerce gerillaya güvenerek öz benlikleri, öz güvenleri günlük olarak arttı. Buna rağmen her ortamda, her yerde, her mitingde, her gösteride, her yürüyüşte, her konuşmada, her serzenişte, her haykırışta, her protestoda, her toplantıda, her konferansta, her kongrede, her etkinlikte, her kültürel şenlikte, her skeçte, her tiyatroda, her pantomimde, her hikayede Kürtler: “em barışê dıxwazın, barışê” diyorlar.
Kürtler günlük olarak “em barışê dıxwazın, barışê” derken Türkiye’de Türkler ya da beyaz Türkler ne diyor? Bırakalım beyaz Türkleri ve Türkleri, Türkiye’de sosyal demokrat kimliği maske olarak kullanan bir CHP bile savaş istiyor. Biz ulusalcı, ırkçılardan söz bile açmıyoruz. Gidin, bakın Türkiye’de kaç kişinin ağzından barış kelimesi çıkıyor. Bu barış kelimesini sarf edenlerin oranlarına bakın, genele vurulduğunda neredeyse cüzi bir orandır. “Türkiye halkları çözüm istiyor” derken gidin yakından bakın sarf ettikleri: “tek bayrak, tek devlet, tek vatan, tek dil, tek marş, tek din” ve tek tek teklerdir. Barış kelimesi burada pek görülmüyor.
Evet, yeniden belirtelim, barış kelimesi Kürtçedir. Bırakın siz Türkiye’de bu kelimenin ara sıra konuşulmuş olmasına. Hele hele iktidar cephesinde makyaj olarak kullanılmasına hiç aldanmayın.
Barış kelimesini Kürtlerin günlük olarak adeta bir amentü haline getirdiğini inanmayanlar gelip bir gün değil birkaç saat Kürtlerle yaşasın. Barış kelimesinin Kürtçe bir kavram olduğunu hemen anlayacaklardır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
“Barış kelimesi kapitalist modernite koşullarında tuzak yüklü bir kelimedir. Doğru tanımlanmadan kullanımı çok sakıncalıdır. Bir kez daha tanımlarsak, barış ne tümüyle savaş halinin ortadan kaldırılmasıdır, ne de bir tarafın üstünlüğü altındaki istikrar durumu ve savaşın olmaması halidir. Barışta taraflar vardır; bir tarafın kesin üstünlüğü söz konusu değildir ve olmaması gerekir. Üçüncüsü, silahlar toplumun öz ahlâki ve politik kurumsal işleyişine rıza gösterme temelinde susturulmaktadır. Bu üç koşul ilkesel barışın temelidir. Gerçek bir barış bu ilkeli koşullara dayanmadıkça anlam ifade etmez.”
“Savaş ve barış sorununun olmadığı bir düzlem, ancak iki tarafı ortaya çıkaran koşulların ortadan kalkmasıyla oluşur. Ya hiç bu koşulları yaşamamış ilkel komünal, doğal toplum düzeninde ya da savaş-barış düzenini aşmış olgun komünal toplumda kalıcı barış söz konusu olabilir. Aslında bu tür toplumda barış ve savaş kavramlarına da yer yoktur. Barış ve savaş olgularının olmadığı düzende, kavram ve düşüncelerine de yer yoktur.”
“Barışın gerçekleştirilmesi ancak toplumların öz savunması işler halde olursa, dolayısıyla ahlâki ve politik toplum karakteri korunur ve sağlama alınırsa gerçek anlamına kavuşabilir. Barış ancak bu biçimde kabul edilebilir bir toplumsal ifade kazanabilir. Bunun dışında anlamlar yüklenen bir barışın tüm topluluklar, halklar adına bir tuzak olmaktan, savaş halinin örtük biçimler halinde sürdürülüp gitmesinden öteye bir değer ifade etmez.”
“Toplum sistemindeki, ‘barış, istikrar’ durumu olarak adlandırılan düzen her iki gücün çeşitli düzeylerde aralarında kurdukları bir denge durumu mevcuttur. Sürekli savaş, çatışma ve gerginlik durumu, toplumun sürdürülebilirliğini tehlikeye atar. Taraflar sürekli tehlike, savaş hali durumunu karşılıklı olarak çıkarlarına uygun bulmayabilirler. Aralarında çeşitli konsensüslerle -uzlaşmalar- bir ‘barış ve istikrar’ paktında uzlaşmaya giderler. Her iki tarafın da tam istediği düzlem olmasa da, koşullar gereği uzlaşma, ittifak kaçınılmaz olur. Yeni bir savaşa kadar durum böylece yönetilir. Barış ve istikrar denen düzen, aslında dibinde savaşçı-iktidar gücüyle halkın tam yenilmemiş gücü, direnişi yatan yarı-savaş halini ifade eder.”
Şimdi Kürdistan'da var olan durum tam da budur. Kürdistan özgürlük hareketi var olan bu yarı savaş halini aşmak için inanılmaz fedakarlıklardan bulunmaktadır. Bunun için tek taraflı birçok adımı peş peşe atmıştır. Özellikle Önder Apo’nun 21 Mart günü Amed Newroz’unda başlattığı süreç ardından adımlar günlük olarak hızlandırılarak atılmıştır. Nedeni açıktır, yıllardır süren bu savaş halini dediğimiz gibi bir an önce onurlu bir barışa evirmek için, ortaya çıkabilecek tüm tehlikeleri de hesaplayarak hiçbir provokasyona başarma şansı vermemek için bu hızlı ve ivmeli yürüyüşü sergilemektedir.
Durum böyle olmasına rağmen adeta ne oldum delisi misali bir TC devleti ve hükümet gerçeğiyle daha üzerinde birkaç ay geçmeden karşı karşıyayız. Öyle sanıldığı gibi gerilla güçleri iş olsun diye geri çekilmiyor. Bir amaç doğrultusunda geri çekiliyor. Geri çekilme bir barışa yol açacaksa ya da buna imkan sunacaksa yapılıyor. Yoksa öyle kimi kendini bilmezin söylediği, dile getirdiği gibi hattını bilmezliklerden dolayı yapılıyor. Özgürlük mücadelesi en güçlü bir durumdayken Önder Apo gerillaya ve Kürdistan halklarına çağrı yaptı.
Bir kere şu iyi bilinecek: “Birincisi, tarafların tümüyle silahsızlandırılması öngörülmemektedir. İddiaları ne olursa olsun, bir-birlerine sadece saldırmamayı ahdetmektedirler. Askeri üstünlük peşinde koşulmamaktadır. Kendilerini güvenlik altında tutma haklarına ve olanaklarına saygılı olmayı kabul etmektedirler. İkincisi, bir tarafın nihai üstünlüğü söz konusu değildir. Belki silahların üstünlüğü altında sağlanan bir istikrar, sükûnet olabilir, ama bu durum barış olarak adlandırılamaz. Barış, haklı ya da haksız hangi taraf olursa olsun, bir taraf silahla üstünlük sağlamadan, iki tarafın savaşı durdurmayı karşılıklı olarak kabul etmeleri durumunda gündeme gelebilir. Üçüncüsü, yine konumları ne olursa olsun taraflar sorunların çözümünde toplumların ahlâki (vicdan) ve politik kurumsal işleyişine saygılı olmayı kabul etmektedirler. Adına ‘politik çözüm’ denen koşul bu çerçevede tanımlanmaktadır. Politik ve ahlâki çözüm ihtiva etmeyen bir ateşkes barış olarak yorumlanamaz.”
Gerçeklik buyken her şey bitmiş bir edasına girmek kesinlikle kendini kandırmak olduğu gibi, birilerini çok saf bilip fırsat bu fırsat deyip Kürdistan’ın tüm dağlarına karakollar inşa etmek densizliktir. Yine barajlarla bu toprakların tarihi mirasını su altında bırakmakta bir başka densizliktir. Hele hele her yere yol götürerek kendince tedbir aldıktan sonra bu topraklarda yaşayan insanların haklarını hem de temel haklarını görmezden gelmekte kendi başına bir ahmaklıktan öteye gitmez.
Bir kere şu iyi bilinecek: “Uygarlık karşıtı güçlerin tarihte ana eğilim olan politik yaşam biçimi konfederaldir. Tüm toplumsal birimler gevşek bağlarla birbirine bağlılığı ancak özerkliklerine saygı gösterilmesi şartıyla kabul ederler. Uygarlığın iktidar ve devletçi güçlerine bile ancak bu şartla rıza gösterirler. Rızanın olmadığı koşullar daimi savaş halinin yaşandığı koşullardır. Rıza olduğunda ise gerçekleşen barıştır.” Dediğimiz gibi aksisi tek kelimeyle savaştır. Ve görülen odur ki birileri kendilerini savaşa hazırlıyor.
Niçin Kürtler ya da bu topraklar 30 yıldan daha fazla bir süreci ciddi hem de çok ciddi bir direniş sergilediler: “Kapitalist modernite döneminde iktidar tüm toplumu içten ve dıştan kuşatıp bir nevi iç sömürgeye dönüştürür. İktidar ve temel devlet formu olarak ulus-devlet toplumla devamlı savaş halindedir.” Direniş politikası işte kaynağını bu toplumlu sürekli savaş halinde tutan iktidara karşı geliştirildi.
Halbuki: “Tarihte barış dönemleri uygarlık güçleriyle demokratik güçlerin birbirlerini tanımaları, kimlik ve çıkarlarına saygılı davranmalarıyla sağlanır. İktidar uğruna çatışma ve ateşkeslerin barışla ilgisi yoktur.”
Özcesi, iktidar odakları var olan sorunu sağlıklı bir barışla çözümlemek istiyorlarsa öncelikli olarak Kürdistan'da sürdürdükleri kirli politikaları terk edeceklerdir. Halkımızın demokratik eylemliliklerine saygı göstereceklerdir. Kesinlikle tek bir insanımıza bırakalım silah doğrultmayı son derece saygılı yaklaşacaklardır.
Kürdistan gerillası silahları susturmuş ise temel nedeni budur. Kürdistanlı halkların on yıllarca yaşadıkları sorunları çözerek bu topraklarda nihai bir barışın gelmesi için bunca büyük fedakarlıklara katlanmaktadır.
Ali Cengiz Oyunlarıyla kimse “alavere dalavere Kürt Memo nöbete” yaklaşımlara yeltenmemelidir. Bu politikalarda ısrar etmek sadece ve sadece bu kirli politikaları yürütenleri vurur.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Önder Apo Newroz’da yaptığı tarihi açıklamasında, silahlar sussun, fikir konuşsun, siyaset konuşsun, dedi. Ancak Kürt gençlerinin üzerine sömürgeci Türk ordusunun askeri birlikleri ölüm kusmaya devam ediyorlar. Sömürgeci Türk devletinin Kürdistan’daki varlığının anlamı, Roboski ve Lice de katliam, Bingöl de tecavüzdür.Yani hem işgalci, hem katliamcı hem tecavüzcü.
Kürdistan halkı ve Türkiye’nin demokrasi güçleri, Önder Apo’nun başlattığı sürecin bir gereği olarak konferanslarını yaptı, yapmaktadır. Görüşlerini, çözüm önerilerini ve iradesini ortaya koymaktadır. Siyasal mücadeleyi bu temelde geliştirmektedir. En önemlisi de, sömürgeci Türk devletinin Kürdistan’daki varlığını, meşruluğunu ciddi bir biçimde tartışmaktadır.
Türk sömürgeciliğinin Kürdistan’da işlediği katliamların, cinayetlerin, soykırımların ve özetle zulmün simgesi durumunda olan karakollarına karşı bir mücadele başlatmış bulunmaktadır. En son Lice’de yapılmakta olan sömürgeci zulmün simgesi durumundaki karakolun yapımına karşı geliştirdiği protesto eylemine karşı bir katliam gerçekleştirmiştir. Bir yiğit Kürt genci daha katledilmiş, on Kürt welatparezi de yaralanmıştır. Hedef gözetilerek ateş açılmış ve içlerinde Medeni Yıldırım isimli bir Kürt genci katledilmiştir.
Medeni Yıldırım bir serhıldan şehididir. Medeni Yıldırım, Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşamı İnşa sürecinin serhıldan şehididir. Medeni Yıldırım, dönemin demokratik siyaseti, “Siyasal Savaş, Yurtseverlik Savaşı, Tarih ve Toprağa Sahip Çıkma Savaşıdır” temelinde anlamış ve zulüm kalesinin üzerine yürümüştür. Bu aynı zamanda kendi toprağında işgalci, sömürgeci güçleri kabul etmeme eylemidir. Halkımız ve Kürt gençleri Medeni Yıldırım’ı ve onun eylemliliğini, yeni dönemin serhıldan öncülüğü olarak anlamalı ve bu temelde anısına sahip çıkmalıdır.
AKP sömürgeci devleti bu katliamı neden yaptı? Öncelikle şunu belirtelim ki, halkımızın demokratik bir hak olarak geliştirdiği demokratik eylemlerine karşı tahamülsüzdür. Önder Apo demokratik çözüm sürecinin ikinci aşamasına girdiğini ilan etti. Yani gerillanın geri çekilmesi ve çatışmasızlık durumunun süreklileşmesi karşılığında, AKP hükümetinin adım atma süreci olmaktadır. Başta Önder Apo’nun farklı heyetler tarafından ziyaret edilmesi ve Önder Apo’nun müzakere sürecini daha sağlıklı yürütmesi için gerekli koşulların yaratılması, hasta tutukluların serbest bırakılması, en azından KCK adına esaret altına alınan tutsakların serbest bırakılması, bazı temel konularda acil yasal değişikliklerin yapılması, yine hükümetin de çözüm projesini açıklaması vb. adımlar atması beklenirken, Kürt halkının üzerine kurşun yağdırması, Tayyip Erdoğan’ın çözümden ne anladığını ortaya koymaktadır.
Kürdistan halkı ve Türkiye’nin demokrasi güçleri artık sömürgeci AKP devletinden demokrasi ve çözüm beklentisi içinde olmamalıdır. Bilinmelidir ki, sömürgeci AKP devleti adım atmaya zorlanmadan çözüm gelişmez. Yani zihniyetinde inka-imha siyasetini atmamış, hala Kürtleri nasıl eritip-yokedeceği üzerine strateji inşa eden AKP’den beklenti yerine, halkımız kendi çözümünü geliştirmelidir. Çözüm ise serhıldan temelinde örgütlenmek ve serhıldanları geliştirmektir. Herkesin de buna tüm gücüyle katılmasındadır.
Akil insanlar çözüm için adım derken, halkımız çözüm için adım derken, atılan daha fazla gaz, işkence, kurşun, daha fazla karakol, daha fazla korucu ve daha fazla baraj olmaktadır. Bunun çözümle bir alakasının olmadığını anlamak için daha nelerin olması gerekir?
Altı ay gibi bir zaman geçmesine rağmen AKP çözüm için hangi adımı attı? Bu soruyu sormanın zamanı değil mi? Daha ne kadar bekleyeceğiz? Daha ne kadar Kürt halkının gençlerinin kanının dökülmesine izin vereceğiz? Evet, dağlardan sömürgeci Türk ordusunun askerlerine ait cenazeler Türk şehirlerine, köylerine gitmiyor ama, artık cenazeler Kürdistan sokaklarından, caddelerinden kalkıyor. Kürt anaları halen ağlıyor. Sömürgeci Türk devletinin işgalci ordu birlikleri Kürt gençlerinin kanını akıtmaya devam ediyor.
Kürdistan halkının birçok kent-kasabada ortaya koyduğu ilk tepki önemli olmakla birlikte bunun daha fazla da geliştirilip, ilerletilmesi gerekmektedir. Ve Hüseyin Çelik isimli hain Kürt ise, Kürtlere sağduyu çağrısı yapmasını salık verecek kadar küstahlaşabilmektedir. Halkın direnişini ise süreci sabote etme olarak tanımlayabilmektedir.
Daha önce de sömürgeci Türk polisi tarafından Şahin Öner isimli Kürt genci katledilmiş olmasına rağmen, dönemin Diyarbakır’ın katil valisi Mustafa Toprak “elinde bomba patladı” diyerek, olayı örbas etmeye çalışmıştı. Şimdi de onunla katliamcılıkta yarışan bir valinin olduğu anlaşılmaktadır. Yapılan katliamı meşru göstermek ve kafaları karıştırmak için, “ kendi içlerinden vurdular” demektedir. Belli ki Mustafa Toprak deşifre oldu, şimdi yeni bir katil Diyarbakır’a vali olarak atanmıştır. Bu valinin de Kürt halkına karşı işlediği suçlar olduğu bilinmektedir.
Kürdistan halkının birçok kent-kasabada ortaya koyduğu ilk tepki önemli olmakla birlikte bunun daha fazla da geliştirilip, ilerletilmesi gerekmektedir.
Kürdistan halkının tüm örgütlü güçleri karakol yapımı , korucu alımı ve baraj yapımı gibi sömürgeci AKP devletinin saldırıları sürdüğü müddetçe Kürdistan halkı da serhıldanlarını daha örgütlü bir biçimde yürütmeye devam etmelidir.
Ne kadar serhıldan o kadar çözüm!
Ne kadar serhıldan o kadar barış !
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Sözleri yerli yerine oturtmak önemlidir. Çünkü her sözün bir anlamı vardır. Bunun için sözleri kullanırken anlamlarından uzaklaştırmamalı ve içlerini boşaltmamalıyız. Söz anlamını yitirirse, içi boşaltılırsa yozlaşır. Bir kere sözler yozlaşmayı görsün, gelecek olan tek bir kelimeyle felakettir. Dinlerin çokça dile getirdikleri gibi kıyamettir.
Sözlükler istismarı: “İşletme, yararlanma, Birinin iyi niyetini kötüye kullanma, Sömürme” olarak ele alıyor. Tecavüz ise Arapça bir kelime. Genel manada: “Hücum etme, saldırma, saldırı, saldırış.“ yine: “Başkasının hakkına el uzatma.” Ahlaki açıdan ise: “Namusuna saldırma, sarkıntılık” olarak değerlendiriyor sözlükler.
Dikkat edilirse istismar ile tecavüz kelimesinin anlamları arasında dağlar kadar fark vardır. Öyle ki kıyamet koparılması gerekli olan yerde kelimelerin özüyle oynanarak toplumun göstereceği refleksleri öldürülmek için egemenler her türlü oyunu oynayabilmektedirler. Tersi de geçerlidir, egemenler toplumun normal karşılayacağı bir hususu özel ele alarak, kaşıyarak, manipüle ederek, yalanlarla, dolanlarla, şişerek toplumu gerebilmektedirler.
Bizler egemenlerin bu tür yol ve yöntemleri kendi psikolojik savaş araçları olarak kullandığını biliyoruz. Ancak sözde kendilerine demokrat diyenlere, sosyalistlere, toplumcu diyenlere ya da aydın ve sanatçılara ne demeli?
En son Bingöl’de bir Kürt kızına tecavüz eden 8 asker serbest bırakıldı. Daha önce benzer bir durum Mardin’de yaşı daha da küçük olan bir kıza yüzlerce devlet görevlisi tecavüz etmişti. Siirt YİBO’larında olup bitenleri de herkes biliyor. Yine benzer kirlilikleri Pozantı’da görmüştük. Gardiyanlar, öğretmenler aklandı. Tecavüzcüler bırakılırken de, küçük yaştaki kızların “gönüllüce” bu tecavüzde yer aldıklarını dile getiren gerekçeler öne sürülmüştü.
Devlettir bunu yapıyor. Çünkü devletin kendisi bir tecavüz organıdır. Yukarıda tecavüzü: “Hücum etme, saldırma, saldırı, saldırış“ olarak ele almıştık. Hangi devlet, denetimine aldığı topluma saldırmaz, hücum etmez, germez, baskılamaz, zoraki para almaz, hizaya getirmez? Verilecek olan cevap tek kelimeyle, tüm devletle bunu yapar.
Özcesi devletlerin tümü tarihsel olarak tecavüzcüdür. Çünkü toplumun değerlerine saldırarak, değerlerine el koymuşlardır. Öyle sanıldığı gibi gönüllü olarak sözleşmelerle toplumlar devletlere dahil olmamışlardır. Tam tersine nerede bir devlet varsa orada zor vardır, şiddet vardır, talan vardır, gasp vardır, hırsızlık vardır, çapulculuk vardır, baskı vardır, sindirme vardır, bireyi ve toplumu küçültme olduğu gibi toplumu köle haline getirme vardır. Böyle olan bir devlet elbette ki kendi silahlı kollama kuvvetlerini sonuna kadar savunacaktır. “Kel başa şimşir tarak” misali “tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş.”
Bunun için devlet ve devlete yakın olan çevrelerin Bingöl’de ve Mardin’de yine Türkiye ve Kürdistan’ın herhangi bir yerinde halklara ve fertlerine karşı devlet ve unsurların el uzatmalarını, tecavüzlerini koruyacakları ve üstünü örtecekleri anlaşılırdır.
Ya peki diğer kutupta yer alanlara ne demeli? Günlerce TV’lerde izliyoruz. Tüm bir toplumun kıyamet koparacak bir olaya “uzman çavuşların istismarı” gibi oldukça laubali, ciddiyetten uzak değerlendirmeleri insanı çileden çıkarıyor.
Bir toplum nasıl savunulacak? Bir toplumun değerlerine nasıl saygılı olunacak? Bir toplumun ahlaki değerlerine karşı bu denli düşürülmüş bir saldırıya karşı toplum ne yapacak? Bizler ne yapacağız?
Evet, bizlere düşecek olan, herhalde faşizanca gerçekleştirilmiş bu ve benzer olayları yumuşatmak olamaz. Olmamalıdır. Yapılması gerekli olan böylesine iktidarın toplumun tüm hücrelerine saldırısının en kirlisini deşifre ederek, toplumun yaşam emarelerini şaha kaldırmaktır. Toplumun haklı olan reflekslerini derman olmaktır.
Öyle ki toplumun göstereceği reflekslerle devletin ve de unsurların bir daha toplumun ahlaki değerlerine saldırısının önünü almaktır.
“Önemli olan, iyi bir ahlakla toplum ve bireyin donanmasıdır. Uygarlık ve modernite canavarlıkları (Leviathan) ne kadar saldırıp yok etmeye çalışsalar da, ahlaki toplumu o denli savunmaktan başka çaremiz yoktur. Toplumunu savunamayanın onurlu yaşam hakkı olamaz. Ama ahlak olmadan da toplumun savunması yapılamaz.”
Bu bilinç ve sorumlulukla devlet ve iktidar odaklarının toplumun ahlakına düşürmeye dönük yaptıkları, yapacakları her saldırıya karşı mutlaka ama mutlaka kendimizi savunarak cevap vermek insan olmanın olmazsa olmazlarının başında geldiği açıktır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Kapitalist modernitenin tüm insanlığı felakete sürüklediğini –birkaç çapulcu sermayedar ve onların bekçileri dışında-herkes görüyor. Dünyamızın hem de çok güzel dünyamızın her geçen gün daha büyük tehlikelerle yüz yüze kaldığını gerçekten görmeyen yok gibidir.
Sistem deyim yerindeyse tam bir iflası yaşıyor. İflası bizler “Borçlarını ödeyemediği mahkeme kararı ile tespit ve ilân olunan tüccarın durumu, batkı ya da yenilgiye uğramak, değerini yitirme” olarak ele alır isek gerçek manada kapitalist sistemin bir çöküntüyü yaşadığını görebiliriz.
Ekolojik dengesizlikler bile dünyanın ne hale getirildiğine bakmamız için yeterdir Daha somut olarak: “Unutmamak gerekir ki, çevre halkaları milyonlarca yıllık evrimle oluşmuştur. Genelde son beş bin yıllık, özelde son iki yüz yıllık tahribatlar, milyonlarca yılın evrim halkalarından binlercesini koparmayı daha kısa sayılabilecek bu zaman diliminde gerçekleştirmişlerdir. Kırılış reaksiyonu başlamıştır. Nasıl durdurulacağı kestirilememektedir. Atmosferde başta karbondioksit (CO2) oranı ve diğer gazların yarattığı kirlenmenin, mevcut haliyle yüzlerce, hatta binlerce yıl temizlenemeyeceği öngörülmektedir. Bitkiler ve hayvanlar dünyasında yaşanan yıkımların sonuçları belki de tam anlamıyla ortaya çıkmış değildir. Ama her iki dünyanın da en az atmosfer kadar S.O.S işareti verdiği açıktır. Denizler ve ırmakların kirlenmesi ve çölleşme daha şimdiden felaket sınırlarına dayanmıştır. Tüm belirtiler kıyametin doğal dengenin bozulması sonucunda değil, bir kısım şebekeler halinde örgütlenmiş gruplar eliyle topluma yaşatılacağını göstermektedir. Elbette bu gidişata doğanın vereceği yanıtlar da olacaktır. Çünkü o da canlı ve zekâlıdır. Onun da tahammül gücünün sınırları vardır. Direnmesini yerinde ve zamanında gösterecek, bu yer ve zaman geldiğinde insanların gözyaşlarına bakmayacaktır. Çünkü kendilerinin yeteneklerine, bahşedilen değerlere ihanet etmekten hepsi sorumlu tutulacaktır. Kıyamet de böyle öngörülmüş değil miydi?”
Kıyamet yani çöküş dediğimiz budur.
Dikkat edilirse biz adaletsizliklerden söz bile açmadık.
Sınıflar arası dengesizlikler sonucu yaşanan ona çelişkilerden söz etmedik.
Birilerinin karnı daha fazla şişsin diye açlıktan kırılan milyonlardan da söz etmedik.
Kültürel soykırımlardan dolayı her geçen gün varlıkları tehlikeye düşünlerin her geçen gün gelişen tepkilerinden de söz açmadık.
İnsanlığın nur aynası olması gereken kadın cinsinin metanın da ötesinde sadece ve sadece birilerinin zevki için ayaklar altına alınmasını da dile getirmedik.
Bin yıllarca, binlerce, on binlerce ak yüzlü insanın özenle, milim milim geliştirdikleri toplumu ve toplumları bir arada tutma çimentosu olan ahlak değerlerini ayaklar altına alınmasından da söz açmadık.
Yüz binlerce yılın ürünü olan ortakçı yaşamın sonucu olarak ortaya çıkmış olan komünal değerlerin yitimine karşı başkaldıran toplumsal refleksten de söz etmedik.
Cüce haline getirilen insanın isyanından da söz etmedik.
Evet, böyle söz etmediğimiz yüzlerce değer vardır. Bu değerlerin tümü büyük bir arayış içerisindedir. Ne var ki arayışlarını bir araya getirerek, birleştirerek bir potaya taşırarak bu değerleri ayakaltına alan tekelci iktidarcı güç odaklarına karşı ciddi bir direniş içerisine giremiyorlar. Halbuki insanlığın neredeyse yüzde doksanın çok üstünde olan bir oran, var olan bu hırsızlık düzenine karşı müthiş öfkelidir. Öyle ki bir dakika bile bu sistemle yaşamak istememektedirler.
Başkan Apo bu çevrelere ilişkin: “Sistem konusunda ve sistemin krizde olduğuna ilişkin genellikle ortak kanıya sahipler. Çıkış konusundaki görüşleri söz konusu olduğunda aralarındaki farklar büyür. Evrimci değişimden devrimci değişime, barışçıl yöntemlerden savaşçıl yöntemlere kadar çok farklı yollar önerilir. Devlet ve iktidar değiştirmeyi devrim sananlar olduğu gibi, devletsiz ve iktidarsız toplumu önerenler de vardır. Hepsinin kökleri esas itibariyle Fransız Devrimi’ne dayanır. Düşünce yapıları milliyetçilikten komünizme, dincilikten pozitivizme, feminizmden ekolojiye kadar geniş bir perspektif sunar. Bunlarla oldukça iç içe oldukları halde bu gerçeği fark etmezler.
Bir genelleme yapılırsa, sosyal konumları itibariyle orta sınıfın iktidar ve sermaye tekelleri dışında kalan ana kesimine dayandıkları söylenebilir. Kapitalizm karşısında durumları gittikçe güçleşen, belli bir modern eğitimden geçmiş aydınların öncülüğünü yaptığı bu hareketler toplumun ezici çoğunluğunu kapsamaktan uzaktır. Kapitalizmde çıkarı olanlar kabaca yüzde on ise, kapitalizme muhalif olanların oranı da aynı seviyededir. Toplumun yüzde sekseni her iki kesim açısından kapitalist olmayan toplum olarak, çözümleme ve çözümlerde özne değil nesne konumundadır. Kapitalizm toplum üzerinde kârı hesaplarken, muhalifler toplumu ancak dışarıdan sürüklenilebilecek bir yığın gözüyle değerlendirirler. Kapitalist moderniteyi aşamamalarının temelinde bu gerçeklik yatar.”
Halbuki yapılması gerekli olan kapitalist moderniteyi aşmak olmalıdır. Bu ise en geniş yelpazede çok köklü ve derin bir ideolojik ve felsefik bakışı gerektirir. Bu geniş bakış edinildikten sonra da adım adım bu geniş kesimleri kapitalist sisteme karşı örgütlemeye gelir.
Bunu yapamaz isek kapitalist modernite bugüne kadar yaptığı gibi her zaman yeniden yeniden kendisini örgütleyerek yaşadığı sürekli krizden bir çıkışı hep bulabildiği gibi bundan böyle de bulabilecektir.
Boşuna: “Kapitalist modernite olarak sistemin sürdürülemez bir kriz yönetiminde yaşadığını belirtirken, yeni bir ‘devrimci durumdan’ bahsetmiyoruz. Devrimin objektif şartları olarak da değerlendirilen bu tip durumlar geçmiş tartışmalarda çok istismar edildi. Pek başarılı sonuçlar çıkarıldığı söylenemez. Krizlerden bol bol kriz yönetimleri kadar daha sert karşıdevrimler de çıkabiliyor” dememiştir Başkan Apo.
Bir kere perspektifimizi geniş tutmalıyız. Kapitalist moderniteyi gerileterek özlenen ve hayal edilen cennetimsi komünal demokratik sisteme ulaşabilmek için öncelikli olarak:
a-Geçmişin tüm sosyalist deneyimlerden yararlanmalıyız. Yine tüm sosyalist kesimlerle ilişki içerisinde olmalıyız.
b-Anarşist diye tabir edilen devlet ve her türlü iktidarı ret eden güçlerle ve bireylerle ilişkilenerek mutlaka ama mutlaka bir araya gelebilmeliyiz.
c-Başkan Apo’nun en eski sömürge ve ulus olarak değerlendirdiği kadını komünal demokratik sistemin en başat gücü görerek her yerde ilişkilenmeyi esas alarak bir nevi “En Eski Sömürgenin Başkaldırısı” deyip kadınsız bir başkaldırının mümkün olmayacağını bilmeliyiz.
d-Yok olmakla karşı karşı kalan dünyamızı kurtarmak isteyen herkesle ilişkilenmeyi esas alarak bir nevi “Çevrenin Başkaldırısı”na sahip çıkanlarla bir olmalıyız.
e-Ulus devlete karşı duran tüm çevrelerle ilişkilenmek. Çünkü Ulus devlet tekleştiricidir. Renksizliktir. Körlüktür. Karadır.
f-Bunun için öncelikli olarak her türden yerelliği ulus devlete karşı savunan, “Etnisite ve Demokratik Ulus Hareketleri”ni destekleyerek kültürel dejere olmalarını önünü almasını bilmeliyiz. Bu konuda müthiş ilkeli yaklaşarak tüm kültürel hareketlerle ilişkilenmesini bilmeliyiz.
g-Yine çokça muhafazakar ve gerici diye mimlenen, “Dinsel Kültür Hareketleri: Dinsel Geleneğin Canlanışı” olarak görerek yakın durmalıyız. Bu direnişi özünde kapitalist modernitenin ahlakı yok eden canavarlığına karşı bir başkaldırı olarak görmeli ve sahiplenilmelidir.
h-Başka bir eğilim ise, her çeşit komünalliği, yerelliği, kendisi olmak isteyen: “Kentsel, Yerel ve Bölgesel Özerklik Hareketleri”le de ilişkilenmek olmalıdır.
Özcesi kapitalist modernitenin karşısına çıkmak istiyorsak öncelikli olarak bu insanı cüceleştiren, ruhunu ve tüm maddi-manevi değerlerini kemiren sisteme karşı gücümüzü birleştirerek bir karşı koyuş içerisinde olmalıyız. Esas olan budur. Birçok kez yapıldığı gibi detaylara takılarak bir birbirimizi boğarak bir araya gelmeme olmamalıdır. Tersi olmalıdır. Birleşmek olmalıdır. Bir araya gelme olmalıdır. Ortaklaşma olmalıdır.
Bunun için diyoruz ki, kapitalist moderniteye karşı birleşmek, birleşmek ve yine birleşmek…
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Önder Apo 21 Mart 2013 Amed Newroz’uyla Kürdistan'da milyonlarca insanın önünde yaptığı tarihi konuşmasıyla yeni bir çözüm yolunu hepimize gösterdi.
21 Mart’tan bu yana epey zaman geçti. Denilecek ki 21 Mart’ın üstünde sadece 3 ay geçmiştir. Normal süreçlerde 3 ay’ın bir kıymeti harbiyesi olmayabilir, lakin tarihin kritik anlarında bırakalım 3 ay’ı, günlerin, saatlerin önemleri vardır. Öyle ki akşam bir şey vardır, sabah kalkmışsınız ki başka bir şey vardır. Hatta öyle ki her şey değişmiş.
Evet, tarihi momentlerde geçerken her an’ın dolu dolu yaşanması gerekiyor. Öyle ki yapılması gerekli olanlar bir saniye bile ertelenmeden yerine getirilmelidir. Aksi taktirde o an geçmiş ise artık o an’ı bir daha yakalamak mümkün olamayabilir.
Önder Apo biz gerilladan yapmamızı istedikleri vardı. Ateşkes ilan ederek, zaman içerisinde çatışmasız bir ortamı yaratmak için Kuzey Kürdistan'da gerilla güçlerimizi çekmemizi istedi. Elbette Önder Apo’nun söylediği birçok husus daha vardı. Ancak biz gerillalar için en önemlileri ve de en zor olanları bunlardı. Tüm zorluklara rağmen önderliğimizin bizden istediklerini yerine getirmek için 21 Mart’ın ardından henüz iki gün geçmeden ateşkes ilan ettik. Yine 25 Nisan günü gerilla güçlerimizin 8 Mayıs 2013’de çekilmeye başlayacağını açıkladık. Ve nitekim Kuzey’de gelen birçok gerilla gücümüzün çekilişlerini ve de kendi alanlarımıza varışlarını da medya üzerinde Türkiye ve dünya halklarıyla paylaştık. Yaklaşık 6 aydır da bu gösterdiğimiz duyarlılıktan dolayı da tek bir askerin burnu kanamamıştır. Türkiye ortamı bu ateşkesten dolayı büyük bir nefes alarak kendine gelmeye başlamıştır.
Evet, gerillalar olarak yapacaklarımızı yaptık. Demokratik siyasete şans tanınması, fikirlerin tartışması ve çatışması için ya da zamanında bir liderin belirttiği gibi: “yüz çiçek açsın, bin fikir tartışsın” misali silahları kullanmadık. Biz kendi cephemizde bunları yaparken güya ortamın demokratikleşmesinin sözünü tüm halkların önünde Türkiye hükümeti deklere etmişti. Artık silahların yerine demokratik halklar öne çıkacaktı. Yine Kürdistan'da sürdürülmüş olan tüm kirli oyunlar, savaş hep gerillayla izah edilerek bir nevi tonlarca biber ve gazı Kürdistan halkına sıkılmasını silahlı mücadele ortamıyla izah etmeyi de ihmal etmediler. Bunları yaparlarken de Türkiye halklarını çok ama çok büyük manipülasyonlarla Kürdistan’da sürdürülen çok haklı devrimci direnişe karşı milliyetçilik ve tek bayrak, tek devlet, tek millet, tek vatan ve onca tekçi sloganları altında toplanmasını da başarmasını bilmişlerdir.
Gerilla çekilme kararı alıp geri çekilmeye başlayınca hiçte söylendiği gibi demokratik siyasetin önü açılmadı. Hiçte farklı düşüncelerin kendilerini özgürce ifade etmelerinin önü açılmadı. Hiçte içeriye rehin olarak alınan 8000 Kürt siyasetçisi, sivil toplumcu, barış aktivisti, sendikacısı, tıpçısı, feministi, melesi, çocuğu, genci bırakılmadı. Yine 400 kanser hatası olan tutsak serbest bırakılmadı.
Bırakalım bunların yapılmasını AKP iktidarı bir kere askeri amaçlarla keşif faaliyetlerini durdurmamıştır. Bugüne kadar planlamalarında olmayan yerlerde bile fırsat bu fırsat deyip karakollar inşa etmeye başlamışlardır. Yine koruculuğun lav edilmesi gerekirken korucu sayılarını artırmaya başlamışladır. Kürdistan kültürel mirasını sular altında bırakan barajları tam gaz inşa etmeye devam etmektedirler. Orman kesmeler Erciş’te görüldüğü gibi yüz binlercesini kesmek için harekete geçmişlerdir. Rojava'ya desteklediği ve silahlandırdığı çeteleriyle saldırmaya devam ediyorlar. Halen ağızlarını açarken terörist, eşkıya demekten vazgeçmediler. Hakaretleri günlük olarak sürüyor. Roborski olayını Sümen altı yapmaktan çekinmiyorlar.
Tuhaf Kürdistan'da sözde Kürt halkıyla barışmayı ararlarken bu kez dünyanın tonlarca biber ve gazını Türkiye halklarının yüzlerine sıkmaya başladılar.
Sözü çok uzatmadan AKP iktidarı gerillanın rahatlattığı Türkiye ortamını çok ama çok kötü bir şekilde kullandığı gözlemi her geçen gün gelişiyor.
Hani demokratik siyaset deniliyordu? Demokratik siyaset Gezi Parkında olup bitenler mi? Halen tutsak bulunan binlerce silahsız siyasetçi mi?
Hani düşünceler ve fikir savaşı yürütülsündü?
Ve hani silahlar susunca Kürdistan'da askeri hareketlik duracaktı?
Özcesi AKP iktidarının söyledikleri, topluma vaat ettiklerinin tek bir tanesi gerçekleşmemiştir. Tekçi zihniyet hatta megolomanlaşmış bir iktidar hırsı çok daha fazla bir şekilde toplumu tutsak almaya gelişerek devam etmektedir.
Durum buyken her halde gerillanın yapacakları olur. Kimse gerillanın iyi niyetini suiistimal etmemelidir. Ve hiç kimse fırsat bu fırsat deyip hem halkımızı tek görmemeli hem de Türkiye halklarını sahipsiz bilmemelidir.
Ve çok doğaldır ki Kürdistan gençliği ve duyarlı olan Türkiye gençliği bu şartlar altında bir an evvel bu gidişata dur demek için dağlara akmasını bilmeli.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Birçok yazarın ve aydının değerlendirdiği gibi 31 Mayıs ya da 1 Haziran Türkiye demokratik hareketi açısından önemli bir tarih olacağa şimdiden benziyor. Çünkü Gezi Parkı Direnişi olarak adlandırılan direnişin kendine has özelikleri vardı.
Şöyle ki:
-Her ne kadar iktidar saldırarak Taksim’de dışarıya atsa da onca gün aralıksız direniş halinde olunmak çok fazla önemlidir.
-Bu kadar farklı rengin aynı bir amaç etrafında bir araya gelmesi de bir ilktir.
-Gezi ile başlasa da tüm Türkiye’ye yayılmış olması da bir ilktir.
-Belki de hepsinde de önemli olan yatay bir şekilde direnişin sürdürülmesidir.
-Bugüne kadar sosyal medyanın negatif rol aldığını dikkate alırsak sosyal medyayla iletişim çağı dediğimiz bu çağda çok ciddi işlerin ortaya çıkarılacağıdır.
Yukarıda dile getirdiğimiz birkaç hususu önemsiyoruz. Elbette Türkiye tarihinde çok daha kapsamlı kalkışlar olmuştur. 1968 Gençlik Hareketinin Türkiye’ye sıçraması ardından dalga dalga gelişen direnişler önemliydi. Yine 1970’lerin ortalarında gösterilen refleksler de çok önemliydi. Kürdistan'da sürdürülen devrimci demokratik direniş dışında tutar isek Türkiye’de uzun yıllardır çok ciddi Gezi Parkı Direnişi gibi duruşların sergilenmediğini rahatlıkla dile getirebiliriz. Belki yer yer belli alanlarda daha geniş katılımlı kalkışlar olmuştur. Ancak Gezi Parkı Direnişi gibi bir kapsama asla ulaşmamışlardır.
Özcesi Gezi Parkı Direnişi önemli bir tecrübe olmuştur. Sıradan bir direnişle başlansa bile nerelere kadar götürülebileceğini, ya da birkaç ağaç ile başlayan bir tepkinin nasıl milyonları içine alarak yayılabileceğini hepimize göstermiştir. Bu bağlamda bu direnişi her yönüyle selamlamak gerekiyor.
Gezi Parkı Direnişi sadece bu eylemlikle kalırsa, bununla yetinilirse o zaman gösterilmiş olan büyük direnişin bir anlamı olmayacaktır. Çünkü rejim oldukça sinsidir. Kurnazdır. Hile ve yalanlarıyla herkesi kandırabilecek düzeydedir. Rejimin daha birkaç yıl önce Alevileri, Romenleri, Ermenileri derken birçok aydın, yazar sanat çevrelerini kandırdığını hepimiz gördük. Hatta sosyal demokrat kimlikli insanları da içine alarak göz boyamayla nasıl da bir demokratik bakışa sahip olduğunu da gördük. Avrupa’yı da belli bir süre idare ettiler. Yine birçok dev diye bileceğimiz gücü böyle alavere dalavere yöntemlerle aldatarak bugünlere geldiler. Özcesi rejim gerçekten çok ileri düzeyde maharetlere sahiptir. Öyle söylendiği gibi sadece ufak tefek ayak oyunları yapmamaktadırlar. Gelmiş geçmiş tüm rejimlerin hilelerini, kandırma yöntemlerini, göz boyamalarını ve de ne kadar maddi imkan varsa bunları da seferber ederek bireyleri etkilemesini çok iyi başaran bir rejimle ve iktidarla karşı karşıyayız.
Durum buyken bizlerin sadece bir direnişle bu kadar hileyi hele hele bu kadar iktidarlaşan bir gücü dizginleyeceğimiz düşünülmesin. Tek ses olan bir iktidar gücünün terbiye edilmesi, dizginlenmesi, demokratik çıkışlara yol açılması için Gezi Direnişi tarzı direnişleri çok daha ileriye düzeylere taşırarak yapmamız gerekmektedir. Lakin öyle görülüyor ki Gezi Direnişinde de görüldüğü gibi kimi milliyetçi, ırkçı hatta faşist diyeceğimiz çevrelerde, geçmişte kaybettikleri devlet rantına yenide konmak için yerlerini aldılar.
Demokratik direnişin ırkçılıkla alakası olamaz. Irkçı olanların asla ama asla demokratik olma dertleri olamaz. Yine iktidarcı güçlerin ortaya konulan direnişlerle bir ilgileri olamaz. Gezi Parkında Direnenler görüldüğü gibi birçok yönüyle ortaklığı savunurlarken, doğa katliamlarına karşı dururlarken, ırkçı, tek tipçi, iktidarcı odakların böyle bir dertlerinin olmadığı da iyi görülmelidir.
Türkiye’nin her yerine demokratik direnişin devam ettirilmesi gerektiğini dile getirirken bu direnişin daha anlamlı ve sonuç alıcı olabilmesi için kesinlikle Kürdistan'da sürdürülen devrimci demokratik direnişin iyi görülerek ortak hareket etme zeminleri aranmalıdır.
Öyle ki bizler ya da Türkiye’nin demokratikleşmesini isteyen güçlerin tümü kesinlikle demokratik değerler etrafında bir araya gelerek, gösterdiğimiz direnişin Mısır’daki gibi başkalarının eline geçmemesi için bunu yapabilmeyi başarmalıyız. Aksi taktirde gösterilecek tüm direnişlerin heba olacağı gibi başka iktidar odaklarının çıkarlarına çanak tutmaktan kurtulamayız.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Malum ülkenin topyekun direniş halinde olduğu biliniyor. Hatta belirli kesimlerle ve gruplarla sınırlı kalan, gezi parkı ve AKP’nin son zamanlarda dikta rejimlerine nazire edercesine gerçekleştirdiği siyaset merkezli itirazlarla perçinleşen direnişlerin daha da gelişeceği ve yüksek bir doza ulaşacağı kestiriliyor.
Konunun üzerinden ve yaşananlara dair Erdoğan’ın yaptığı her söylem, çıkışlar ona misliyle dönecek.
Meydanları dolduranların taleplerini anlamayan, kürt sorununda yeni dönemin ruhunu kendine göre yontmaya çalışan, IMF’e borç ödemesi bitti diye vaveylayı koparan, faiz lobisine çatan-muhalefetin her türlüsüne hiddetle racon kesen Erdoğan; son çıkışını güvenlikçi söylemlerin üzerine oturtmaya çalıştı.
Neydi bu; “polisi de yedirtmeyeceğiz” diyen Erdoğan, kitlesel desteğinin arkasına veya önüne kamusal/kolluk desteğini de almak istiyor. polise yönelik öfkenin ve protestoların gelişmesinin yanı sıra, yaşanan bu tuhaf akıl tutulmasında polislerin veya diğer kamusal tepkilerin de önüne geçmeye çalışıyor Erdoğan!
Tüm bu siyasi hesaplarıyla birlikte; polisine kalkan olmaya çalışıyor haliyle.
Erdoğan’ın söylemi olan; “polisi de yedirtmeyeceğiz” demesi bir yana, son 14 gün içerisinde 4 polisin intihar etmiş olması işin renginin ve asıl meselenin çok farklı olduğunu gösteriyor.
Ortaya konulan bu veriye göre; Erdoğan’ın siyasi hamlesinin daha farklı olduğunu anlamak mümkün. En azından bu konuda yürütmeye çalıştığı siyasi hamlenin okumasını daha farklı mercilerde yapmamız gerekiyor.
Emniyetin de doğruladığı bu verilere göre; eğer bu intiharlar gerçekten de son süreçte yaşanan çatışmalarla bağlantılıysa, ilgili kesimlerin şapkayı önüne koyup düşünmesi gerekiyor.
Yok olay böyle değil ve emniyetin dediği gibiyse; o zaman durumun ciddiyeti ve vahameti daha yakıcı olmakta!
Eylemlerde en ağır eleştirileri alan ve müthiş bir toplumsal basıncın altında kalan polisin, bugünlerde yaşanan durumlardan dolayı intihar etmişlerse; aslında bu durumun içinde çok zayıf da olsa gururun olduğunu gösteriyor.
Direniş alanlarındaki gençlerin pankartlarında; “polis onurlu ol, simit sat” diye yazması belki de onura bir davetti. Buna icabet mi etti polisler bu intiharlarla? Orası pek bilinmez, fakat devletin resmi söylemi olarak dile gelen; intiharların bu direnişler ve toplumsal akıl tutulmasıyla alakası yoksa, geriye kalan yorum olarak bu intiharların gelişmesi rutinmiş gibi öne çıkıyor.
Eğer bu ülkenin polisleri içinde her 3,5 günde bir intihar yaşanıyorsa gerçekten de durum çok ciddi ve kritiktir.
Tüm bunların üzerine bir de ülke başbakanı ve tüm olayların başaktörü konumundaki Erdoğan’ın polisine bu kadar açıktan sahip çıkması, ister istemez bütün yoğunlaşmaları ve okumaları birinci seçenek üzerinde topluyor.
Buna dayalı bir değerlendirmeye yapmaya çalıştığımızda Erdoğan; bu çatışmaların içindeki polisini sonuna kadar meydanlarda ve sokaklarda daha fazla tutmaya çalışıyor. Bundan dolayı da moral değeri olan bu açıklamayla aslında bu intiharlarla birlikte daha da açık bir gösteriye dönüşen polisteki karışıklığa ilk elden müdahale etmeye çalışıyor.
Esas bu politikalar ve şiddet eğilimli yaklaşımlarla; kendisinin polisleri yediği, yedirttiği gayet açıktır.
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
AKP’nin “Çözüm süreci” dediği bu yeni sürece 2014 seçimlerini kazanma amacı ve planı doğrultusunda yaklaştığı bilinmeyen ve yeni açığa çıkan bir durum değildir. AKP baştan beri süreci böyle ele alıyor ve yürütmeye çalışıyor. Hatırlanırsa İmralı’da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile 2011-2012 savaşı ardından ilk görüşme AKP Büyük Kongresi öncesinde yapılmıştı ve Tayyip Erdoğan yönetimi tarafından bu görüşme kongrenin başarısı için etkin kullanılmıştı. Neredeyse Tayyip Erdoğan kongre başarısını İmralı görüşmelerine bağlamıştı.
Ardından da AKP’nin yaptığı plan şuydu: İmralı’da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile görüşmeleri sürdürerek yeni bir ateşkes konumuna ulaşmak ve bu temelde 2014 yerel seçimi ile cumhurbaşkanı seçimini kazanmak! Buna göre de hareket etti. Bu doğrultuda taviz anlamında kısmi adımlar attı. İmralı’daki hücreye bir TV yerleştirerek güya Kürt Halk Önderi’nin koşullarını iyileştirdi! En önemlisi bir BDP heyetinin İmralı’ya giderek görüşme yapmasına izin verdi. Bu temelde Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın hazırladığı yeni çözüm projesine “Uygulanabilir” diye onay vererek sürecin önünü açtı.
Fakat Önder Abdullah Öcalan’ın Newroz çağrısı, İmralı görüşmelerinin ve AKP planının çok ötesindeydi. AKP, ateşkes çağrısı beklerken geri çekilme çağrısıyla karşılaşınca başlangıçta herkes gibi sarsıntı geçirdi. Geri çekilme AKP planında yoktu. Dahası bu geri çekilme AKP’ye ciddi siyasal yükümlülükler getirebilirdi. Bu nedenle başlangıçta tepki gösterdi. PKK’liler için “Nereden ve nasıl gelmişlerse oraya ve öyle gitsinler” dedi. Bu temelde kendine siyasal yükümlülük getirmeyecek bir geri çekilme formülü bulmaya çalıştı.
AKP geri çekilmenin yaratacağı siyasal yükümlülükten kurtulmak için çeşitli yönteme başvurdu. Zaman zaman daha geri çekilme başlamadan “Zaten çekilip gitmişler” diyerek gerillanın geri çekilme eyleminin siyasal önemini zayıflatmaya çalıştı. Zaman zaman CHP ve MHP ile dalaşarak gündemi saptırmak ve güya süreç önünde ciddi engeller olduğunu göstermek istedi. ABD gezisi ve Suriye savaşını gerekçe yaptı. En son Taksim Gezi Parkı direnişini gündem saptırma ve süreci unutturma olayı olarak kullanmaya çalıştı.
Sonuçta İmralı’da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan tavır koyunca ve dışarıda da PKK ve BDP yönetimleri ciddi biçimde uyarınca, şimdi AKP bunları geçiştirmek için yeni formüller arıyor. PKK’nin “İkinci aşamaya geçilmesi, yani Kürt sorununun çözümünün önünü açacak temelde Türkiye’nin demokratikleşmesini sağlayacak anayasal ve yasal düzenlemeler yapılması” yönündeki taleplerini nasıl reddetmeden uygulamayacağının yöntemlerini arıyor.
Bunun için muhtemelen bazı yasal değişiklik tartışmaları geliştirecek. Fakat “Meclis tatile girdi”, “Diğer partiler engel” ve saire diyerek bu tartışmaların pratikleşmesini hep geciktirmeye ve oyalamaya çalışacak. Yine İmralı görüşmelerini biraz artırarak ve bazı değişiklikler yaparak Kürt Halk Önderi’nin koşullarının düzeltildiğini göstermeye çalışacak. Farklı gündemler yaratarak süreci unutturucu ve erteleyici çabalar içinde olacak.
Kısaca AKP süreç için daha baştan oluşturduğu planını değiştirmiş değildir. Onun tek amacı 2014 seçimlerini kazanabilmektir. Her şeyi bu amaca bağlamış durumdadır. Birincisi bu. İkincisi ise, AKP zihniyet ve politika olarak Türkiye’nin daha fazla demokratikleşmesinden yana değildir. AKP demokrasisi şimdi olduğu kadardır. Yoksa CHP ve MHP’nin ciddi bir engel oluşturma gücü yoktur. Engel AKP’nin kendisidir, onun zihniyet ve politikalarıdır.
Bunlar nedeniyle AKP süreci kapanmayacak, kesmeyecek, fakat ikinci aşamanın öngördüğü demokratikleşme adımlarını atmamak için de direnecek, oyalayacak ve çeşit çeşit hileye başvuracaktır. İsteklere “Yok” demeyecek, ama hiç birini de yerine getirmeyecektir. Bu biçimde ateşkesi korumaya, 2014’e ulaşmaya, yerel seçimi, cumhurbaşkanı seçimini ve dahası genel seçimi kazanmaya çalışacaktır. AKP’nin stratejik planı budur ve herkes bunu bilmelidir.
Peki, AKP’nin bu planı şimdi mi ortaya çıkıyor? Hayır, baştan itibaren vardı ve de biliniyordu. O halde AKP’nin bu planı biline biline Kürtler ve demokratik güçler yeni çözüm sürecine “Evet” dediler. Bile bile evet dediklerine göre, o halde onların da sürece ilişkin bir stratejileri ve bu temelde oluşturdukları planları vardı. Eğer yok idiyse, o zaman yanlış yapmışlardır ve başarısız kalırlar. Yok eğer var idiyse, o zaman da planlarının gereğini yapmaları ve AKP oyunlarını aşmayı başarmalılar.
Burada şu soru ortaya çıkıyor: Kürtler ve demokratik güçler açısından yeni çözüm sürecinin stratejik karakteri nedir? Onların sürece ilişkin stratejik yaklaşımları nasıldır? Bu noktada AKP’nin verdiği sözlere inanıp atacağı adımlara mı güvendiler, yoksa kendi güçlerine ve çabalarına mı? Benzer sorular çoğaltılabilir ve tartışma bu temelde derinleştirilebilir.
Bu sorular çerçevesinde bakıldığında, kuşkusuz Kürtlerin ve demokratik güçlerin yeni süreç stratejilerinde AKP üzerinde siyasi baskı oluşturma ve onu bazı demokratik adımlar atmaya zorlama vardı. Çünkü reel politika açısından da şimdilik mümkün olan buydu. AKP meclis çoğunluğu ve hükümetti. AKP katılmadan hukukî düzenlemeler yapmak mümkün değildi. Bu nedenle Kürtlerin ve demokratik güçlerin bu yaklaşımı anlaşılırdır.
Diğer yandan, iktidar olsa da süreç açısından AKP’nin yaşadığı ciddi zayıflık ve zorlanmalar vardı. Örneğin, 2014 seçimlerini kazanmak onun için hayati bir meseleydi. Kaybederse başına nelerin geleceği belli değildi. Fakat onbir yıllık iktidarın ortaya çıkardığı bir yıpranmışlığı yaşıyordu ve bu nedenle seçimleri kazanması öyle kolay değildi. Bunun için bazı tavizler vermesi ve yoğun bir çaba harcaması gerekiyordu. Bununla birlikte Suriye politikasında başarısız olmuş, Avrupa ve ABD yönetimleri tarafından eskisi kadar desteklenmez hale gelmişti.
Bütün bunlar AKP’nin yaşadığı ciddi zayıflıklardı ve demokratik güçlerin ve Kürtlerin bunları dikkate alarak AKP üzerinde siyasal baskı oluşturup bazı demokratikleşme adımları attırmaya çalışmaları doğaldı. Zayıf ama seçim kazanmaya mecbur bir iktidar, istemese de bazı siyasi adımlar atabilirdi. Hele hele AKP gibi pragmatist bir güç bunu fazlasıyla yapabilirdi.
Bu bakımdan Kürtlerin ve demokratik güçlerin yeni süreç stratejilerinin içine bunu koymuş olmaları anlaşılırdır. Bu çerçevede AKP’ye adım attırabilmek için her türlü çabayı da harcayabilirler ve harcamaları gerekir. Fakat bizce Kürtlerin ve demokratik güçlerin yeni süreç stratejilerinin birinci ayağı bu değildir. Bu, olsa olsa ancak ikinci ayak olabilir. Birinci stratejik ayak demokratik siyaset hamlesidir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’da bu süreci “Demokratik siyasi mücadele hamlesi” olarak tanımlamıştır.
Kuşkusuz bu iki ayak birbirini etkileyici ve güçlendirici karakterdedir. Fakat Kürtlerin ve demokratik güçlerin bu süreç açısından da en başta kendi güçlerine güvendikleri ve süreci demokratik siyasi mücadele hamlesiyle başarmayı öngördükleri kesindir. Elbette bu öngörü yanlış değil, doğrudur. Ancak doğru olması kendi başına yetmez, bu doğruların pratikte de başarıyla hayata geçirilmesi gerekir. Başarılı pratik oldukça hem demokratik siyaset güçlenir ve yönetimdeki etkisi artar, hem de AKP hükümeti üzerindeki siyasi baskı artar.
Dolayısıyla bu süreçte hem AKP üzerindeki siyasi baskıyı artırmak, hem de demokratik siyaseti hamle düzeyinde geliştirmek gerekir. AKP’nin seçim kazanmaya endekslenmiş oyalama planları ancak böyle bozulabilir. Nitekim son olaylar AKP üzerinde baskıyı artırmanın mümkün olduğunu ortaya koymuştur. Yine hem konferanslar ve hem de Gezi Parkı direnişi demokratik siyaset hamlesini örgütsel ve eylemsel alanda geliştirmenin mümkün olduğunu göstermiştir.
25-26 Mayısta Ankara’da yapılan Barış ve Demokrasi Konferansı tüm Türkiye toplumunun irade ve isteklerini ortaya koydu. 15-16 Haziranda Amed’te yapılan Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı da TC sınırları içinde yaşayan Kürtlerin irade ve isteklerini ortaya koydu. Şimdi yurtdışındaki, sürgündeki Kürtlerin Avrupa Konferansı gündemde. 29-30 Haziranda Brüksel’de yapılacak Avrupa Konferansının da yurtdışındaki Kürtlerin irade ve isteklerini ortaya koyacağı kesindir. Böylece toplum irade ve isteğini ortaya koymuş olacaktır ki, artık geriye bunların uygulanması kalacaktır.
Demokratik siyaset hamlesinin eylem çizgisi açısından da Kürt serhildanı ile Gezi Parkı direnişi esastır. Dikkat edilirse yeni sürecin hamlesel gelişimini sağlayacak eylem çizgisi mevcuttur. Geriye konferansların sonuçlarını pratikleştirme ve demokratik kitle eylemini geliştirme kalmaktadır. Demokratik siyaset bunları yaptığı ve sonuçlarını örgütlediği oranda hamlesel gelişme yaşayacak ve bu sürecin başaranı olacaktır!..
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar