İlk defa nereden, kimden, hangi hadiseden dolayı dinlediğimi tam olarak hatırlamıyorum ama böyle bazı toleranslı konularda, hemen beynimin kıvrımlarının bir köşesinde şimşek gibi çakıveriyor bu hikaye;
Adamın biri, günün birinde bir yılanla arkadaşlık kurmuş. (günlük yaşamın içinde de bazı zamanlar çok farkında olunmadan, birçok ilişki ve bunların seyri aslında insani özelliklerden ziyade, fabl’dan ileri gelmektedir, aynen bu hikayede olduğu gibi) Gel zaman, git zaman bu dostlukları öyle bir hal almış ki, adam ne zaman yılanı ziyarete gitse yılan adamın ayaklarının dibine bir altın bırakıyormuş. Zaten çok fakir olan ama aynı zamanda bir o kadar da onurlu olan bu adam, utana/sıkıla yılanın verdiği bu altınları kabul ediyormuş.
Günün birinde bu adam hastalanır ve yorgan-döşek yatmaya başlar. Zaten fakir olduğundan dolayı, onun bu hastalığından dolayı ailesinin geçimi başlı başına sorun olmaya başlamıştır. Bu durumun farkında olan adam, oğlunu yanına çağırmış ve ona; “falan yerde bir delik var. Git orada bekle, yanına gelecek bir yılana benim oğlum olduğumu ve hasta olduğumdan dolayı onun ziyaretine gidemediğimi söylediğinde, sana bir adet altın verecektir” demiş. İlk başta söylenilenleri tam olarak algılamayan çocuk, aile ilişkilerinden ve babasına duyduğu derin saygıdan ötürü bir şey demeden, babasının dediği yere, yılanla buluşmaya gitmiş.
Sözü edilen yere geldiğinde beklemeye başlamış ve aynen babasının dediği gibi bir yılan çocuğun yanına gelmiş. İlk başta ürken çocuk babasının dediklerini söyleyince, yılan sessizce gidip bir adet altınla çocuğun yanına gelmiş ve usulca altını çocuğun yanına bırakmış. Bunun üzerine büyük bir şaşkınlığa kapılan çocuğun aklına hınzırca bir plan gelmiş. Yılanın altını kendi deliğinden getirdiğini gören çocuk, bütün altınların orada olduğunu düşünmüş. Bunun üzerine eline geçirdiği büyük bir odun parçasıyla yılanın yuvasını eşelemeye başlamış. Yuvayı kazmaya çalıştığı bir anda yılanı da yaralamış adamın uslanmaz çocuğu. Çocuğun bu yaptıklarından korkuya kapılan yılan, çocuğu bu korku ve can havliyle ısırmış. Tabi böylelikle adamın çocuğu ölmüş.
Aradan günler geçmiş, yıllar geçmiş adam birgün yine yılanın yuvasına gitmiş. Usulca oturmaya başlamış ve bir süre sonra yılan sessiz bir şekilde adamın yanına sokulmuş.
“Neden buraya geldin” diye sormuş adama.
“Seninle tekrardan arkadaş/dost olamayız mı” diye sormuş adam da yılana.
“Artık bende bu kuyruk acısı, sende de bu evlat acısı varken bizim dost olmamız imkansız” demiş yılan, adama.
Yazının başında da ifade etmeye çalıştığım gibi hayatın bazı anlarında bu hikaye benim aklımda çakıverir böyle!
Bugünlerde Miroğlu’nun yazdığı yazılarla da, benim aklıma bu hikaye hemen hemen hergün gelmekte.
Öncelikle PKK’nin Kalem Kanadı diye kendi akli dengesizliğinin içinde tanımlamaya çalıştığı safsataları ve kendisini marjinal demokrat aydın havalarına büründürmesinin temel nedeni yaşadığı kuyruk acısından ve içine düştüğü koşullanılmış çaresizlikten ileri gelmektedir. Bu durumda Miroğlu’nun yapabileceği tek şeyi bulunuyor elinde; o da efendilerine sonuna kadar hizmet etmek. Geçmişi dahi bu konularda şaibelerle doludur, yani aydınlık ya da mücadele adamlığından ziyade, bir çok karanlık noktanın eşiğinde bu kişiye rastlamak mümkündür. Böyle birinin söylediği her söz ve içine girdiği her davranış, insanları şüpheye sevk etmektedir. Bu saldırganlığı kendi ayıbını saklama yönündeki gayretlerinden ötürü gelmektedir ve bir bakıma kraldan daha kralcı bir düşün içinde, kendini haklı çıkarabilmenin gayreti içerisindedir. Ondan dolayı da kurduğu hayalleri vardır Miroğlu’nun.
Kendisinin milletvekilliği ya da Etiler’de sahneye çıkma gibi hayalleri olabilir.
Her insanın olduğu gibi Miroğlu’nun da kurduğu hayaller kendisini ilgilendirmektedir. Fakat hayalleri uğruna ya da yaşamakta olduğu kuyruk acısından dolayı, bir halkın değerlerine ve kurtuluş teminatlarına alçakça saldırı yapma hakkını kendinde görmemelidir.
Uşaklık ettiği siyasal akım kendisine bu hakkı tanıyabilir, belki bu menfaatlerin doğrultusunda kendisine sunulan imkanlardan da sonuna kadar yararlandırabilirler. Fakat devran değişir diye bir düşünce zaman zaman kendisini hissettirmelidir Miroğlu’nda da!
Daha öncesinde çalıştığı gazetenin baş yazarı bu konular hakkında birçok kesimi ve Kürt Halk Önderliğine yönelik sağduyu çağrılarında bulunmuştu. Herhalde gazetenin baş yazarı konunun hassasiyetini ve vehametini anlayabilmişti. Fakat Miroğlu denilen zat-ı muhterem konunun üzerine inatla gitmekte ve daha çok kaşımaya çalışmaktadır. Yani bir bakıma inatla caminin duvarını kirletmeye çalışmaktadır!
Günümüzde bu halkın değerleri olarak tarihe geçen bu kurumsal-örgütlü güçlere böylesine don kişotça yönelmek sadece ve sadece kendisine kaybettirir.
Elbette içine düşmüş olduğu kuyruk acısı belli noktalara kadar anlaşılır olmaktadır! Bu konuda metanetin gerektirdiği erdemi gösteremeyişi bıçağın altında dolaşmasına neden olmaktadır. Sonrasında yapılacak herhangi bir sağduyu çağrısının anlamı olmayabilir!
Sözün özü böyle giderse kırmızı kalemle çekilen bir çizgi devreye girer!
Miroğlu’da, mortoğlu olur bu toprakların tarihinde!
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Ne oraya ne şuraya ne de başka bir yere bakmak önemli değildir.
Önemli olan PKK göre nerede durduğundur.
Hani bir söz var ya.
“Ne söylediğin değil nerede durduğun önemlidir”.
Her kim nerede duruyorsa O’dur ve durduğu yer kadardır.
Bu her insan için geçerlidir.
Hele Kürtler için daha fazla geçerlidir.
Kim ki, PKK sempatizanı ise kendisine ben insanım diyebilir.
Kim ki, PKK destekçisi ve aktif çalışanı ise O daha fazla diyebilir ki ben insanım.
Kim ki, PKK gerillası ve şehidinin annesi, babası, kardeşi ise başını dikçe tutabilir ve diyebilir ki, ne onurdur ki ben insanım.
Kim ki, PKK gerillası ise diyebilir ki, ben insan olmanın ulaşılmaz zirvesindeyim.
Yine diyebilir ki, ben insan olmanın ulaşılmaz ufkundayım.
Bu onura her kes nail olamaz.
Bu onura nail olmak yürek ister, beyin gücü ister.
Bu onura nail olmak her şeyden önce dağ duruşlu olmayı gerektirir.
Bu onura nail olmak her şeyden önce, ahlakın piri u pakına, fedailiğin emsalsiz kişiliğine sahip olmayı gerektirir.
Bu onura nail olmak her şeyden önce, para-pul-makam-mevki-şan-şöhret gibi ne kadar insana düşman satılık nemalar varsa onlardan arınmaktır.
PKK dışında kimse varmı ki, bu en insani değerleri içinde barındırsın.
PKK kuruluşunun 32.yılını geride bırakırken ne takdire şayandır ki, PKK olanlar.
Ne takdire şayandırlar ki, PKK destekleyeni, sempatizanı, çalışanı olanlar.
Ne takdire şayandırlar ki, onlar ki ben insanım çünkü PKK’liyim diyenler.
Çünkü kendine PKK’liyim diyenlerin nasıl bir efsanevi direnişi başlattıkları tarih tanıktır.
Tarih tanıktır ki, ilk insanlık nüvelerinin kalan kırıntılarına dayananarak PKK kuruldu.
Çünkü biliyoruz ki, ilk insanlık beşiğini bu topraklarda yaratıldı.
Çünkü biliyoruz ki, ilk insanlık nüvelerinin tohumları bu topraklarda atıldı.
Çünkü biliyoruz ki, ilk defa özgürlük,eşitlik ve direniş değerleri bu topraklarda oluşturuldu.
Tüm bu değerlerin üstünü betonla örtük diyen, devşirmelerin kurduğu batının devşirmesi T.C ye karşı PKK’yi kuranlara selam olsun.
PKK’yi kurarak en kahraman kişiliklerin direnişini dünya sahnesine çıkaranlara selam olsun.
Betona tohum ekip, betonu çatlatarak filizlenmesini sağlayanlara selam olsun.
Salkım saçak çiçekler gibi Kürdistan’ı, Mezopotamya’yı boydan boya çiçeklendirenlere selam olsun.
Mezopotamya’yı da aşarak dünyayı çiçeklendirip özgürlük bahçesini dönüştürmek için diş ile, tırnak ile, yürek ile, beyin ile direnenlere selam olsun.
Selam olsun Önder APO’ya.
Selam olsun Haki Karerlere.
Selam olsun Kemal Pirlere.
Selam olsun Xeyri Durmuşlara.
Selam olsun Mazlum Doğanlara.
Selam olsun Beritanlara.
Selam olsun Zilanlara.
Selam olsun Egitlere.
Selam olsun Egitlerin ardılları tüm HPG gerillalarına.
Bu dağlar yerinde durdukça, Kürdistan gerillası varoldukça ve bu halk serhıldan halkı olarak direndikçe daha nice yıllara ve asırlara sığacak bu PKK.
Nice yıllar ve asırlarca varolacak PKK’ye selamla olsun.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Gençlik ruhunu anlatmaya gerek yoktur. Herkes bu ruhun ne olduğunu biliyor. Dinamikliği, atılganlığı, canlılığı derken yeniye olan özlemi hep dillendirilir. Ve tabii ki birde gençlik derken her şeyi hemencik kabul etmeyen, boyun eğmeyen olarakta bilinir. Bilinmesi gereken diğer bir özelliği ise herkesin onun yanında geçerken her şeyi yapamamasıdır. Gençlik onursuzlaştırmaya tahammülü en az olan kesimdir de. Başka bir deyimle doludizgindir.
Yukarıda söylenenleri hepimiz az çok biliriz, bilmemiz gerekir. Şöyle ya da böyle bizde gençlik yıllarını yaşadık. Belki de tümden yukarıda tarif edilen tarzda bir genç olamadık. Ancak her zaman böyle olmak için bir uğraş içerisinde olduk. Olmaya çalıştık.
Verilen devasa bir mücadele ardından yeniden içimizde tasarladığımız, hayal ettiğimiz gençlik ruhunu yaşama zamanı gelip geçmektedir. Binlerce Kürdistanlı genç belki de bu ruhu görülmeyecek bir şekilde kıyılarda, köşelerde yaşamaktadır. Belki de binlerce genç isimsiz kahramanlar olarak sadece bilinenlerin yüreğinde çoktandır yer edinmişlerdir. Ancak bilinen ve alenen herkesin gördüğü odur ki Kürdistan dağlarında belki de henüz bıyığı terlememiş, yüzlerce Kürdistan genci ölümüne milyonluk Türk ordusuna karşı kafa tutmuşlardır. Ve yine onlarcası bu uğurda canını gönüllü olarak feda etmişlerdir. Ve tabii ki bıyığı henüz terlememiş erkek gençlerin yanı sıra bu mücadelede kocaman emekleri olan yüzlerce genç gerilla kadın militanda yer almışlardır. Ölümüne faşizmin üstüne üstüne yürümüşlerdir ve kimisi ölümün çemberinde geçerek şahadet tacını da giymiştir.
İşte tüm direnişlerle yaratılan bir ruh oluşmuştur. Biz buna gençlik ruhu diyelim. Biz buna kendisini tanıyan ruh diyelim. Biz buna başı dik ve onurlu ruh diyelim. Biz buna boyun eğmeyen ruh diyelim. Ve tabi ki biz buna yeni şekillenen ve asla sömürgeci karakteri, boynu bükük köle kişiliği yaşamayan yeni ruhta diyelim. Siz buna özgürlük temelinde kimyası değişmiş yeni gençlik ruhu deyin. Biz ise yeniden yaratılmış bir halkın ruhu diyelim. Hem de direniş ruhu.
En son birkaç gün önce Nusaybin’de, polislerin gençlerimizin üzerine saldırmasında gördük. Beş yaşındaki bir çocuğa dahi tahammül edemeyerek tutuklamak isteyen bir faşist polis güruhuna karşı çıplak ellerle, birkaç taşla karşı koyan bu yeniden yaratılmış ruhu gördük. Faşist polisler alışmışlar halkımıza hor bakmaya. Alışmışlar küfürler savurmaya. Alışmışlar tokat çekmeye. Alışmışlar fırça atmaya. Alışmışlar höd çekmeye. Ve alışmışlar istediğini almaya ve istediğini kovalamaya.
Ama bu kez Nusaybin’de biz başka bir şey görüyoruz. Bu kez Nusaybin’de alınan çocuğu sahiplenen bir gençliği görüyoruz. Polisin küfrüne ve jop'una karşı yumruklarını sıkarak cevap veren bir yeni Kürt gençliği görüyoruz. Ve ardından da arka arkaya kaçan bir polis güruhunu görüyoruz.
İşte yeni gençlik ruhu dediğimiz olgu budur. Sömürgeciliğin yarattığı korkuyu kırarak hem de TC’nin silahlı, coplu polisine sadece yumrukla cevap veren bir gençlik. Geri adım atmayan bir gençlik. Kendisinden koparılmaya çalışılan bir parçayı, almaya çalışan bir gençlik.
Evet, işte bu yeni gençlik ruhudur. İşte bu özgüveni oluşmuş yeni gençlik ruhudur. Yeni bir kimyadır bu. Özgürlük kimyası daha doğrusu özgürlüğe kilitlenmiş özgürlük ruhu kimyası.
Artık Kürt gençleri nerede olurlarsa olsunlar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar polislerin onlardan koparacakları bir parçayı geri almalıdırlar. Polise boyun eğmemelidir. Geri adım atmamalılar. Gerektiğinde üstüne aynen Nusaybin’deki o genç gibi yumruk sallamasını bilmelidirler. Taşlar, Molotoflar bilinen ‘silahlardır’. Artık yumruklarda birer ‘silah’ olmuştur. Artık topluca polislerin üzerine yürüyerek bizden aldıkları gençleri, çocukları, ihtiyarları ve anaları alma zamanıdır. Artı zaman gençlik zamanı ve gençlik ruhunu doludizgin yaşama zamanıdır.
Artık zaman bizim zamanımızdır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Anlaşılan o ki gerillayı silahsızlandırmak için çeşitli çevreler çok yönlü propagandalarını derinleştiriyor. Bunun başarılabileceği düşüncesine iten de gerillanın tabanı denilerek, birçok zaman birleştirilerek yargılanan ve bu ağır baskı altında artık nerede durduğunu tam olarak kestiremeyen kesimlerden geliyor.
Silahların zamanının geçtiği tezi neoliberalizmin fikir babalarının “ideolojiler çağı kapanmıştır” düşüncesiyle gündeme hakim olan bir fikirdi. Herhangi bir grup, kesim, halkın haklarını talep etme ve bunları savunmak; kendi kültürel ve ahlaki öğelerini koruma mücadelesi yürütme yerine sisteme teslimiyetini ve parçalanmış bir toplum yaratmayı hedefleyen bu düşünce günümüzde üstü örtülü bir şekilde devam ediyor. Bunun yanında bin yıllardır silah kullanma yetkisini elinde tutan devletçi, savaşçı iktidarın tüm tehditlerini bertaraf etme, hak arama taleplerini sınırlandırma girişimi olarak da değerlendirilebilir.
İnsanın kominal toplumda savunma amaçlı kullandığı ve topluluğa ait silahların bir üst aşaması olarak fetih, talan ve saldırı pozisyonunda işlerlik kazanan silahlardan bu yana değişmeyen bir mantıkla karşı karşıyayız aslında. Madenlerin silah yapımındaki önemi ve bu madenlerin çıkartılması ve işletilmesindeki zorlukların giderilmesinde dahiyane kurnazlık sergileyen “kutsal ittifaklar” zamanından kalma bir alışkanlık.
Tabii artık silahların bir sektör haline gelmesi ve kolay ulaşılıyor olması bu işlevini yitirdiği gibi bir sonuç yaratmaz. Herhalde neredeyse onlarca anlaşma ve ittifakla birbirlerine bağlanmış ülkelerin birbirlerine karşı tırmandırdıkları silahlanma yarışları salt o devletlere gözdağı anlamı taşımıyor. Devlet geleneğinin güvenilmezliğinin yarattığı etkiler olsa da her iktidar erkinin bir başkasının elindekilere göz dikmesi gerçeği söz konusu olsa da artık egemenlik kurmak ve o değerleri ele geçirmek için o kadar zor yollara başvurulmuyor. Kısacası esasta iktidarların rahat ve huzur ortamını daim tutabilmek ve çıkarlarının kalıcılığını sağlamak için sömürünün kaynaklarını bastırmaya yarıyor silahlar.
Çıplak zor aracı olan silahların yanı sıra özel ve psikolojik silah kullanımı kapitalist modernitenin en yoğun ve güçlü aracı konumunda. Sınırsız ve sayısız medya ve iletişim aracının kullanımının özendirilerek tüm insanlığa yayılımıyla her eve hatta her cebe kadar sızabilen iktidar sahipleri artık silah kullanımına gerek duymadan insanları düşüncelerinden, savunduğu doğrulardan caydırabildiğinden bu yöntemi daha kolay, ucuz ve etkili bir silah olarak kullanıyor.
Bu etkiden kurtulabilen ve örgütlülük sahibi olan kesimler karşısındaki yöntem ise tabii ki çıplak zor. Şiddet, katliam, terör, işkence yöntem ve çeşit zenginliği yaşasa da vazgeçilmez temel bir yaklaşım olarak eldeki sopa olarak tutulmaktan vazgeçilmiyor.
Özcesi silah tüm insanlık tarihinde olduğu gibi günümüzde de egemen iktidarcı güçlerin temel bir ‘çözüm’ aracı olarak kullanılmaya devam ediliyor.
Silah kullanan ve tehditler savuran bir cenah karşısında yapılabilecekler sınırlıdır. Seçenekler azdır. Hatta iki yolla sınırlandırılabilir. Ya dayatmayı kabul eder, binyılların özgürlük arayışçılarının hayal ve seslerini yüreğinden ve beyninden silerek uydu bir kişilik olarak basit bir sistem taraftarı bireyci olarak yaşamaya çalışırsın ya da “Anlamını, hakikatini bilmeyen insanlık ya olamaz, ya en alçakçası, en barbarcası olur.” diyerek kendini ve toplumunu onurlu ve özgür bir gelecek yaratımına katmaya çalışırsın.
İşte PKK gerillalarının da seçimini bu iki yol üzerinden değerlendirmek gerekmektedir. PKK, Kürt halkının, tüm Ortadoğu ve insanlığın özgürlüğüne kilitlenmiş, çözmeye aday olduğu sorunları sistemsel olarak tanımlayan bir hareket. PKK’yi şiddete bulaşmış ve ne yaptığını bilmeyen insanlar topluluğu olarak değerlendirmek ve kendince kimi dayatma ve taleplerle halkını ve insanlığı savunma özelliğinden saptırabileceğini düşünmek herhalde en büyük aymazlık olsa gerek.
Amed zindanlarında Mehmet Hayri Durmuş ve Kemal Pir arkadaşların yaptıkları savunmalarda da karşı çıktıkları bir nokta buydu. “Bizi basit bir şiddet örgütü olarak tanımlayıp yargılayamazsınız. Biz, ideolojik bir hareketiz” diyerek sistem sahiplerinin kitlelerin gözünde karartmaya çalıştıkları hareketi savunarak gerçek uğraşılarını mahkeme salonlarında bir bir dillendirmişlerdi.
PKK, kapitalist sistemin dünya insanlığına uyguladığı politikaları eleştirip yargılayarak, yeni ve daha yaşanılır bir dünyanın eskinin çözüm yöntemlerini aşan bir keskinlik, kararlılık ve yöntem zenginliğiyle uygulama iddiasına sahip bir örgüt. Bin yıllardır insanların kafalarında sabitleştirilmiş tüm düşünce kalıplarını, insan iradesini yok sayan her türlü dayatmanın karşısında “özgür insan” yaratımını hedefleyen bir örgüt. Hedef ve amaç belirlediklerini kendi içinde ve Kürt toplumunda 30 yıllık bir mücadelede açığa çıkardığı sonuçlarıyla ortaya koymuş bir hareket. Ve daha fazlası.
PKK’nin uyguladığı mücadele yöntemlerinin bu hedefler doğrultusunda yaşayacağı zenginlik tabii ki kendi amaç araç ilişkisinin üzerinden yürüyecektir. Yoksa telkin ve dayatmalara boyun eğerek sözde demokratik sivil iradenin belirleyeceği hatta uydu bir örgüt olması beklenemez. Eğer PKK çevrenin söz ve dayatmalarına kulak kabartarak yönünü bulmaya çalışsaydı PKK diye bir şey hiçbir zaman olmazdı. Bir çift söz ve umut kırıntısı bile denilemeyecek kimi duygularla başlayan PKK hareketinin ve uyguladığı yöntemlerin bu doğrultuda değerlendirilmesi ilgililerinin doğru sonuçlara ulaşması açısından yerinde olacağı kesindir.
Biz, gerillalar olarak da bu silahın döneminin geçtiği tartışmaları içinde söyleyebileceğimiz şudur; Kürt halkı ve öncüsü Önder Apo özgürleşmedikçe, hakları garantilenmedikçe ve bunlar karşısında devlet şiddeti var oldukça silahların zamanı kapanmayacaktır. Herkesin böyle bilmesi ve okuması onurlu bir barışın yolunun açılmasında da etkili olacaktır. meşru savunma yapmak her canlının hakkı olduğu kadar bizlerin de en temel hakkıdır ve bu hakkı korumak adına dün olduğu gibi bugün de her türlü koşulda görevimizin başında olduğumuzu halkımızla paylaşmak istiyoruz.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Sıkılı yumrukları havada, tok ve bir ağızdan çıkan slogan sesleriyle sokakları çınlatırken veya bir duvara, uğruna koskoca ütopyalar kurulan kutsal harfler çizilirken görülür ya çoğu zaman; devrimci, o değil.
Koyu, askeri yeşili parkesi, uzamış sakalı ya da atkuyruğu yapılmış saçı ve makyajsız yüzüyle tam da parmaklarının avuç içine doğru birleştiği o yuvarlağın derinine sıkıştırdığı sigarasından derin ve keskin bir nefes çekerken görülür ya; devrimci, o da değil.
Cepte kalmış olan üç beş liranın hesabı yapılarak gelinmiş bir kahvehane ya da cafe köşesinde ısmarlanmış çayları yudumlayıp hararetle tartışırken görülür ya bir grup; devrimci, o, hiç değil.
Hayalleri ve geleceği tutsak alabileceğini düşünenlerin hapsettiği soğuk beton ve demir parmaklıklar arkasında inancı ve iradesiyle ölüme yatmış, bir deri bir kemik kalmış fotoğraflarında gözleri ışıl ışıl parlayan da değil devrimci.
Kapısına tekmesini vurarak içine girdiği ve o pastel renkli duvarlarında çarpan kararlı ve tok sesiyle tarihi yargılayan, yurtseverliği, fedakarlığı haykıran da değil devrimci.
Kim bilir nereden ele geçirdiği ve yavuklusu gibi bağlandığı o soğuk namluyu koltuk altında, kemer arasında, bir ahşap döşemenin içinde saklarken bir gün yaşatılmış ve yaşatılacak her türlü zorbalığa, haksızlığa, sömürüye, katliama karşı hesap soracak olmanın o dayanılmaz hazzını duyumsayarak, planlar yapan da.
Bunların hepsi olsa da çok daha ötesindedir devrimci. Aşamaları olsa da devrimcilik yolunun, aslı değildir davanın. Heyecanı, macerası biraz da biçimidir devrimciliğin. Ya da birçoklarına göre aslı, esası devrimciliğin.
***
Bir devrimciyi devrimci yapan olgunun onun süreklileşen ve istikrar arz eden yaşamıdır. Ya da Sosyalizm ideolojisine bağlılığı ve ideolojinin ortaya koyduğu yaşam tarzına göre bir ömür yaşamasını bilmesidir.
Her an ve her pratik ardından kendisini ve devrimciliğini, sosyalistliğini sorgulamalı insan. Yoksa kirlenir uğruna milyonların düştüğü kutsallar.
***
Sonbahar yapraklarının her esen yelde savrulduğu bir sonbahar gününde güneşi ufuk çizgisinde uğurlarken bir kez daha soruyorum, sorguluyorum devrimciliğimi.
Dik yokuşlarında soluklanmadan, bir nefeste, çevik adımlarla ilerlerken, soruyorum kendime; “Yeni değer teorisi nasıl şekillenmeli?”
Rüzgarın jilet gibi kestiği zirvelerde inadına ve tersine koşar adımlarla ilerlerken soruyorum “Kapitalizmin aşılma sorunlarında her bireye düşen görev ne?”
En yorulduğum ve bitkinleştiğim an’da bile inançlı ve kararlı adımlarla ilerlerken yine soruyorum “Devrim değerlerine nasıl sahip çıkmalı?”
Suyun başına iniyor, yaprakların kapladığı gölde açtığım küçük bir aralıktan su içiyorum ve yine soruyorum “Dilini, kültürünü, kimliğini eşit ve özgürce yaşamasında Kürt halkının tek çıkar yolu ve çözüm modeli nedir?”
Dağlarımızın, özgürlük mekanlarının her sonbaharının ressamların tuvallerine düşürdüğü o renkli tablonun asla canlandıramadığı güzellikleri seyre dalarken sorularımı çoğaltıyorum.
Cevaplarını bilsem ve tam da ortasında olsam da cevapların yine de soruyorum.
Bir gerilla olarak herkes en derin uykusundayken daha, rakımı bilinmez dağların doruklarında güneşi ilk karşılayan olmanın haklı gururuyla Kleşimi omzuma atarak nöbetine duruyorum özgürlüğün…
Bir daha farkına varıyorum ki sosyalizm ve devrim, sürekli arayışın, inancın ve eylemin eseri.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Her şeyin kendini yenilediği zamanların biri de sonbahardır. Doğa kendini sadece ilkbaharda yenilemez, bunun ön hazırlığını yani değişimin başlangıcını sonbaharda yapmaya başlar. Fakat olayın güzelini ve sonucunu görenler, doğanın kendini sadece ilkbaharda yenilediğini sanırlar ki, bu başlı başına bir yanılgı olmaktadır. Bu gözardı edilen gerçeği özellikle özgürlüğün serin bir türkü gibi gezdiği bu dağlarda, çok çıplak ve net bir şekilde görmek mümkündür.
Bütün dillerin kendisinde olduğu gibi doğanın kendisi de ve yine kendi diliyle değişimi başlattı. Yeni bir zamana, devrana açıyor kucağını. Sarı ile kırmızı ve yeşil renklerin tonunda seyir halindeki yapraklar, gücünü tüketipde yerlere düştüklerinde belki de bir böceğin ya da bir tırtılın yuvasını oluşturuyorlar. Bazı ağaçların üzerlerinde kavak yeli esiyor durmaksızın.
Tüm bunların gösterdiği bir gerçek oluyor ki, doğa ve insan arasındaki en büyük etkileşim ve benzerlik düşünce gücünü belirli zaman dizinleri aracılığıyla geliştirebilmeleri oluyor. İnsanın bu konuda biraz da farklı bir yönü, çok statik bir düşünce olmamakla birlikte değişkenlik arz eden ve hayaller kurabilen düşünce formlarının da bulunmasıdır. Hatta çoğu insan, yaşamının büyük bir bölümünü hayallerinin ve ideallerinin peşinde koşarak geçirirler. O menzile ulaşmak için harcarlar bütün soluklarını.
Bunu bugünün dünyasında en çok vermeye çalışanların başında gelen kesim elbette ki Kürtler olmaktadır. Kürtlerin kendi olma istemleri, kendi kimlikleri ve onun mücadele gücünü vermeleri ne küçümsenebilir, ne de yadsınabilir. Tüm dünyanın, özellikle köleci sistemin efendileri olanların bu yönlü baskıları gün aşırı artsa da, Kürtler kendi hayallerinin ve ideallerinin peşinden gitmeye karar vermişler, adanmışlar bir kere!
Mesele son derece basit, fakat anlaşılır olması açısından;
Günün birinde yarıştan yarışa koşarak atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin oğlu varmış. Babasının işi nedeniyle çocuğun okul hayatı kesintilere uğramış. Orta ikinci sınıftayken, büyüdüğü zaman ne yapmak ve ne olmak istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını ister hocası… Bunun üzerine çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı, hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazar. Hayalini en ince ayrıntısına kadar anlatır yazdıklarında. Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini bile çizer.
Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterir bu kompozisyonda. Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000 metrekarelik evinin ayrıntılı planını da ekler. Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev, tam kalbinin sesi olmaktaydı çocuğun…
İki gün sonra ödevini geri aldı çocuk. Kağıdının üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir “0” ve “dersten sonra beni gör” uyarısı vardı. Neden 0 aldım diye merakla sorar hocasına, bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal diye cevap verir hocası. Paran yok, gezginci bir aileden geliyorsun, kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir, önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu BAŞARMAN imkansız diye okkalı bir nutuk çekiyor hocası çocuğa. Sonrasında da ekliyor hocası; eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm diyor.
Çocuk eve döner ve uzun uzun düşünmeye başlar. Bu konu hakkında babasına dahi danışır.
Babası da, bu konuda kendi kararını vermelisin. Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim der. Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götürür hocasına.
Ve hocasına şöyle der; siz verdiğiniz notu değiştirmeyin, ben de hayallerimi…
İşte bugün de meselenin dayandığı yer burası bu olmakta. Bugün bazıları Kürtlere durumu gözden geçirin ve gerçekçi olun safsatalarıyla yaklaşarak, buna göre tutumda ve yaklaşımlarda bir değişime gideceklerini söylüyorlar. Hayatın birçok karesinde ve alanında bunu görebilmek mümkün olmaktadır. Fakat Kürtlerin buna tenezzül etmesi mümkün değildir. İşte bu konuda Kürtlerin söylediği;
“siz vereceğiniz notu değiştirmeyin, biz de hayallerimizi” söylemi daha da gür duyulmakta!
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Uğur’umuzu vurdular önce yaşından fazla mermiyle
Ardından Ceylan’ımızı. Gezme! Uyarısı yapmadan hem de bir seher vakti aldılar.
Tüm abi ve ablaları gibi yaşamı, sokaklarda yaşadığı risklerle öğrenen ve direnişteki Diren’i sonra.
Sevdalı yüreklerin Canan’ını aldılar sevdiklerinden bir piknikte.
Umud’umuz gitti sonra biber gazından kaçarken.
En son Nûjîyan’ımız ‘bilinmeyen’ bir cisimle oynarken ayrıldı daha anlayamadığı bu yaşamdan.
Türk ordusunun ve devletinin kirli savaşında yiten körpe canlardan birkaçı sadece bunlar. Öylesine vakalar deyip geçmek de var. İsimlerinde gizli anlamların izinde farkındalığı derinleştirmek de.
Kürt çocuklarının yaşamları bu kadar ucuz, bu kadar tesadüfler zincirinin ucunda mı? Nereden geleceği belli olmayan ölümün riskiyle kestirilemeyen bir zamanın beklentisinde mi büyümeli çocuklarımız?
Filistin’de İsrail bombalarından, Pakistan’da selden, Afrika’nın nice ülkesinde açlıktan kırılan çocuklar kadar değeri yok mu çocuklarımızın?
Yoksa kendilerinin farkında olmadığı “Kürt” kimliğine verilen cezanın, acı faturanın hesabı mı onlara kesilen?
Hepsi son yılların acı kayıpları. Ya da siyaseten değerlendirecek olursak Akp hükümetinin iktidarında yiten nice Kürt çocuğundan birkaçı sadece. Nereden bakılırsa bakılsın bir acı iz bırakıyor ya yine de cevapsız soruların ve gizli anlamların peşinden gitmeden edemiyor insan.
Akranlarına gücü yetmeyen bir cenahın işi mi bu?
Yoksa geleceğe ümit bağlamış bir halkın yarını mı çalınan?
Şüphesiz Türk devletinin direkt ya da dolaylı yürüttüğü katliam politikasının farklı uygulamaları bunlar. Kürt Özgürlük Hareketi etrafından kenetlenmiş yurtsever halkımızın geleceğini karartmak, başarı umudunu kırmak çabası.
Yatılı okullarda tecavüzlerle, asimilasyon politikalarıyla cebelleşen çocuklarımızla Kürt halkının onuru ve haysiyeti zedelenmek istenirken bu gibi katliamlarla da geleceğe dair beslenen tüm ümitler köreltilmek ve yaşamın bir kader döngüsünden ibaret olduğu düşüncesi oturtulmaya çalışılıyor.
Medya ve okullarıyla Kürt çocuklarını kültüründen, kimliğinden uzaklaştırmaya çalışan devlet, artık bir Akp politikası olduğu gün gibi açığa çıkan bu katliamlarla bunun etkisinden çıkmaya çalışan topluma açık uyarılar oluyor.
Devlet, savaşı, mücadeleyi bilen Şerzan, aydınlanmaya ve erdem kazanmaya adanmış Aydın Erdem şahsında Kürt halkının bilinçlenme hareketine darbe vurarak bu yoldan döndürme çabasını uyguluyorken yeni bir yaşamı kanıyla, teriyle oluşturmaya çalışan onurlu Kürt halkını da Nûjîyan şahsında katlediyor.
Tüm bu şantaj ve tehditler karşısında şüphesiz daha tavırlı olunması gerekiyor. Fakat çeşitli sebeplerden ve takıntılardan dolayı bir türlü esas odaklanılması gereken yerden gelişmiyor refleksler. Bir an hüzünlenip, ardı sıra dönebiliyoruz normal yaşamlarımıza.
Karşımızda her anı ve tüm mekanları sinmiş insan toplulukları ile donatmaya çalışan bir iktidar ve erk varken, geçmişi karartıp, gelecekten umar beklenmesinin önünü alan böylesi gaddar, vahşi ve kana susamış bir demagojik yönetim varken normal olan ne kalabilir ki? Nasıl normal bir yaşam ve insan olabilir ve devam edebilir ki yoluna?
Yoksa halen bireysel kurtuluşun mümkün olduğuna inanan var mı? Yoksa halen gözünü kapatarak, kendisinden uzaklığı oranında mutluluk dansına kalkan beyni sisli bir insan yaşamının en doğru tarz olduğunu düşünenler mi var?
Daha ne kadar gerçek olabilir ki? Daha nelerin olması ve daha kaç körpe canın yitmesi gerekir?
Hangi okulda, hangi ekonomik gelişmişlikte özgür olmayı bekleyebilir insan halen?
Ya da,
Ebeveynleri olarak, abisi, ablası, babası, anası, akrabası olarak yanı başımızda duran ve bizlere yaşam ışığı aşılayan çocukların geleceği için ne yaptığımızı oturup düşünmemizin zamanı çoktan gelmedi mi? Yarın bu çocuklar büyüyüp de bizden hesap sormaya başladığından ne cevap vereceğiz? Bunları soruyor muyuz kendimize?
Yiten, parçalanan bebeler rüyalara girip “Neden?” diye sorduğunda hangi vicdan, hangi duygu, hangi akıl cevap verebilir?
Dayatılan ve empoze edilen iyi ve güzel yaşam hayallerini bir kenara bırakarak bebelerimizin, çocuklarımızın geleceğini garantiye almak için mücadele etmek, eyleme kalkmak, her anı ve her mekanı özgür geleceğin garantisi çocuklarımıza cennet yapmak ertelenmez görev olarak herkesin önünde duruyor.
Önderliğimizin dediği gibi; “Önemli olan çocuğun, doğduğu günden bugüne içinden geçtiği sürecin anlamını kavrayabilmesi, kendi ana dilini ve kültürünü özümseyerek kültürel soykırıma karşı kendini koruyabilmesidir.”
Bunu yaratmak için çalışmak, çalışmak, çalışmak…
Mahir Cudi
- Ayrıntılar
Ya inanılmaz bir iyimserlik ya da korkunç bir kötümserlikle bakmak zorunda değiliz. Her olay ve olguyu bin yılların biriktirdiği duygu yoğunluğu ve neredeyse bir sigara yaprağı kadar incelmiş bir ruh haliyle değerlendirmek kimseye fayda sağlamaz. Yaşanan her olay, karşımıza çıkan her olgu -hele bir de günümüz gibi karmaşık toplum yapılarında- çok uç değerlendirmelere gebe olduğundan kesinlikle bu yaklaşımlarla anlaşılamaz.
İyimserlik ve kötümserlik arasında gelip gitmek karşıda bulunan tehdit ve tehlikenin farkına varılmamasına yol açıyor. Bu konuda belirli bir yetkinliği yakalayanların da bunu nasıl bertaraf edebileceği konusunda yeterli bir fikir üretkenliği ve mücadele zenginliği yakalayamadığı ortada. Neticede karşı tarafın günlük propaganda bombardımanı içerisinde kendi haklı taleplerini dillendirme ve “Çoğalma” eylemini gerçekleştiremiyor. Şikayetçi ve beklentili üslup neredeyse tüm demokratik, yurtsever kamuoyuna hakim oluyor.
Bir anlamda beklentili bir ruh halinin yarattığı bu sonuç şüphesiz en çok da hayatını ve tüm varlığını barış için adayan Kürt halkı açısından olumsuz bir duruma yol açıyor.
Birilerinden beklenen hiçbir talep istenen düzeyde ve ölçüde elde edilemez.
***
İşte görüyoruz, “Anlaşılmayan bir dil” sözüyle sergilenen ikiyüzlülüğü.
Buna rağmen olayı münferit bir iki hakim ya da meclis başkanının kişisel değerlendirmeleri olarak yansıtmaya çalışanların çabaları da çok açık bir yalakalık düzeyinden geri kalmıyor.
Düne kadar Akp’nin Kürtler açısından TC tarihi boyunca karşılaşılan en iyi fırsat olduğu yönlü düşünceleri en açık ve cüretkar bir şekilde Kürt Özgürlük Hareketi karşısında savunanların bundan sonra nasıl bir tutum sergileyecekleri de tabii ki merak konusu.
Koskoca anayasaya rağmen gidip Kürtçe TV kurma ‘cesareti’ gösteren bir ‘yürekli’ bir siyasi hareket Kürtlerin kendi ana dilleriyle savunma yapmaları karşısında kullanılan dili “Anlaşılmayan bir dil” olarak değerlendirenlere çıkıp “biz yaptık oluyor, siz de kabul edin” demeyecekleri herhalde artık anlaşılmıştır.
Demek ki inkar ve imha politikalarını halen Kürtler karşısında bir sopa gibi kullanan bir siyasi irade söz konusu.
Demek ki halen Kürtlerin toplum olmaktan kaynaklı haklarını talep etme ve uygulamaya koyma imkanları yokmuş.
Demek ki Akp ve yalakaları tarafından dillendirilen “Biz Kürtlerin dostuyuz, onları en iyi biz savunuruz” sözleri de koca bir balonmuş.
***
Bu gerçeği görmezden gelerek bu saatten sonra yine de Akp eksenli politikalara itibar etmenin Kürtler açısından daha ne gibi sonuçlar doğuracağı önümüzdeki günlerde daha iyi açığa çıkacaktır. Fakat bunun deşifresinde yurtsever ve demokratik kamuoyunun yapması gerekenlere sahip çıkma düzeyi bunun süresini belirleyecektir. Yani öyle kendiliğinden deşifre olmasını beklememek gerekir.
Bir iki iyi söze kanıp iyimserlik rüzgarına kapılmak da, bunlardan adam olmaz deyip kendini kapatmak ve soyutlamak da bir sonuç doğurmaz. Bu anlamıyla aktif bir mücadele içine girmek gerekiyor. Fakat bu konuda da beklentili bir duruşun hakimiyeti kesinlikle gelecek açısından kaygı uyandırır bir düzeyde seyrediyor.
Gerilladan beklenen son şans da verilmiş olmasına rağmen adeta susan silahlarla birlikte suskunlaşan bir toplum kesinlikle Kürtlerin barışçıl, demokratik mücadelesine yakışmayan bir duruş. Kendi haklarının temini için belirli bir süre daha demokratik ve barışçıl yöntemlerin önünü açmış olmak, bir şekilde kısmi diyalogla Önderliğimizle görüşülüyor olması kesinlikle Kürtlerin haklarını garantiye alacak bir düzey değildir.
Her zamankinden daha fazla haklarını elde etmek için ayakta olunması gereken bir dönemde beklemek, gözlemek ve iradesini sokakta, eylemde gösterememek Kürtler açısından kazanılmış hakların kaybedilme riskini de yaratıyor.
Bir dönemler Önderliğimiz “Kürtlüğü de elinizden alacaklar” şeklinde bir değerlendirmesi olmuştu. Günümüzde sergilenen politika ve söylemler buna tekabül ediyor. Dilimizi kullanma hakkını dahi elimizden almaya çalışan bir siyasi irade ile yüz yüzeyken hakların kendiliğinden geleceğini beklemenin hiçbir sonuç yaratmayacağının bilinciyle bir dakikanın bile boşa harcanmadan örgütlenmenin ve eyleme geçmenin zamanıdır şimdi. Böylesi ikiyüzlü bir iradenin Kürtlerin dillerini elinden alma çabalarını durdurmak dili daha güçlü sahiplenmek ve bunu ekmek su kadar önemsemekten geçiyor.
Gençlerimizin öncülüğüne asıl bu dönemde ihtiyaç var. Kürt gençlerinin sokak eylemlerindeki cesaret ve öncülüğünü kendi ana dilini öğrenme, öğretme ve savunma konusunda da yürütebilmesi hem asimilasyon politikalarına hem de böylesi ikiyüzlü yaklaşımlara son ve keskin cevabı verecektir.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Eskiden okurken ya da dinlerken bir şeyleri görünen anlamının ötesini araştırma gibi bir merakımız vardı. Derine gizlenmiş manaları çözmek çocukça bir merak olduğu kadar kaşifçe bir haz da veriyordu. Öyle bilinemez olduğundan değil. Daha çok kendi düşünce emeğine dayalı araştırmanın, bilinmezi ortaya çıkartmanın, sonucuna ulaşmanın verdiği bir coşkunluk hali. Kış gecelerimizin vazgeçilmezi bilmece ve bulmacaların verdiği zevk de bundan olsa gerek. Bilmenin verdiği tatmin ve bilginin insana verdiği güvenin yaratımı olan bu coşku bir yanıyla da merak ve emek olgularının düşüncelerdeki yeriyle ilgili.
***
İktidarların söz ve bilgi üzerindeki egemenliğin gücü herkesçe bilinir. Ve bu bilgilerin insanları nasıl alıklaştırdığı. Yersiz ve ağır bir eleştiri olarak algılanabilecek olan alıklaştığımız tezi yeni değil. Yıllardır, on, yüz yıllardır önde gelen birçok fikir insanı bunu defalarca tekrarladı. Çoğunun başına gelen talihsizlikler gözler önünde.
Daha eskilerden de örnekler bol. Bir kelimenin, bir cümlenin militanlığını yaparak ölümsüzleşen nice isim var dimağımızda. Bilgi ve hakikat tutkusu öyle bir şey ki sırf geleceğe aktaracağım diye nice “aşavan”* yandı hakikatin aşkıyla.
Gel gör ki günümüz insanlarında anlam verilemez bir bilgisizliğe susamışlık var. Bilinçli bir cahillik akımı. Verilen, öylesine sorgulamadan ve öylesine kabullenmişlikle alınıyor ki verenin de öyle ustalık aramasına, bin bir dereden su getirmesine ihtiyaç duyulmuyor.
Haliyle ortam “daravan”lara** kalıyor.
***
Teröristlik suçlaması Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin sıkça karşılaştığı bir yönelim olarak resmi ideolojilerin, iktidarların temel argümanlarından birisi. Öyle ki sırf Türkiye’de yaşayanların belki de yüzde 80’inin haberdar olmadığı bir ülkeye PKK’yi terörist denilmesi için sunulmayan fırsat, peşkeş çekilmeyen değeri kalmadı halkların. Gerçek terörün ne olduğu konusu öylesine girift ki doğrusunu anlatmak da öyle kolay değil. Buna rağmen Kürt halkı, hareket ve Önderi etrafında oluşturduğu örgütlülükle zorlama terör tanımlarının beyhudeliğini tüm dünyaya duyurdu.
Artık günümüzde söyleyenlerin bile inanmadığı bir tez PKK’nin ‘teröristliği’.
Çok usta bir şekilde kafalara kazılan bir olgu olan teröristlik otuz yılı aşkındır halkının kimliği ve kültürü için mücadele yürüten bir harekete yapıştırılmaya çalışılıyorsa bu savunduğu gerçeklerin devlet ve iktidarlar nezdinde taşıdığı tehlikeyle bağlantılıdır. Binyıllardır kim ki iktidar odakları karşıtı hareket içine girmiş ise kafir, zındık, hain, cadı, şeytan olarak adlandırıldılar. Günümüzde de kapitalist modernite keşfi olan teröristlik bu olguların yerini aldı. Devlet ve etrafında örgütlenmiş olan medya ve bürokrasi ise birinci görevi olarak bu düşünceyi kesinleştirmek, doğal ve sıradan bir gerçekmiş gibi halkların düşüncelerinde hakim kılmak için elinden gelen çabayı sergiliyor.
Hal böyleyken ‘terörist’ olarak lanse edilmeye çalışılan Kürt Özgürlük Hareketi’nin yürüttüğü siyaset ve uygulamalarla devleti köşeye sıkıştırdığı bir dönemde bu hareketin yarattığı ortamda örgütlenen kimi dost ve demokrasi yanlılarının bu yaftadan kendilerini sıyırmaya çalışmaları dayatılan gerçekliğin kabulü anlamına gelmiyor mu?
Kürtler ve demokratik halk inisiyatifleri bu tezin anlamsızlığını ispatlamış olsa da yoğun bilgi kirliliği ve manipüle artık cümlelere sıkışmış kimi gerçekleri göz ardı ettiriyor. “Terör örgütünden talimat alıyor musunuz?” sorusuna genelde verilen cevapların çoğuna hakim bir üslup olarak “Biz asla teröristlerle ilişki kurmayız” tarzında verilen cevaplar tam da yapılmak istenen oyunlara gelmek anlamına geliyor.
Bir olguyu, bir soruyu olduğu gibi, verildiği gibi algılama ve düz yaklaşmanın bir sonucu olarak geliştirilen refleks kabilinde cevaplar kimi zaman savunulan doğrunun karşısında yer almayı da getirebiliyor. Belki de Kürtler olarak Türkçeye hakim olmakta yaşadığımız gensel bir zayıflığın sonucudur. Fakat daha fazla politikada yüzeyselliğin bir sonucudur yaşanan durum. Oysaki Kürt Özgürlük Hareketi ve Önder Apo yıllardır Kürt halkında politik hassasiyet oluşturmaya çalışıyor. Fakat görünen o ki daha alınması gereken çok yol var.
Her sözün, her hareketin, hemar sorunun geldiği yer ve kimlikle birlikte taşıdığı maksatlılık görülmez, iyi niyet ve duygusal tepkimelerin sonucu yaklaşım sergilenirse günümüz tartışmalarında olduğu gibi tersten bir kabulü yaşamış oluruz.
Kürt Özgürlük Hareketi ‘terörist’ değil ve bu nedenle herhangi bir kişi ‘terörist’ örgütten talimat alamaz. Onun perspektifleri doğrultusunda hareket edemez. Demokratik modernitenin yaratıcı gücü olan Kürt siyasi hareketi ve çalışanları da bu gerçekliğin bilincinde olarak cesurca yaklaşabilmeli. Bir demokratik ulus yaratım mücadelesi yürüten, halkının savunmasını yapan bir hareket savunulacak, fikirleri, dağlardaki özgürlük savaşçıları desteklenecekse bu gerçeğin etrafında oluşturulacak netlikle sağlanabilir. Yoksa duygusal, manevi bağlılığın yaratacağı bir düzeyle ancak kendi birliğini korumak mümkün olabilir.
Önderliğimizin “çağın bilgi sınırlarını aşmak” söylemi doğrultusunda her kavrama kutsallık derecesinde anlam verip yeniden anlamlandırarak, söylenen her sözü gözden geçirerek, dayatılan her söz ve fikri savunduğumuz düşüncenin süzgecinden geçirerek yaklaşmak hayati önemdedir. Yoksa savunulan en büyük ve haklı doğruların altı doldurulamaz ve zayıf argümanlar olarak karşıtların kullanımına açık hale gelir.
*aşa: doğruluk, hakikat. Aşavan: Doğruluk taraftarları.
**Druj: yanlış, yalan. Daravan: Yalan taraftarları
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Yönetim olmak insanları yanıltmak değildir. İnsanlara çalışma bilinci, ortamı, imkânı sunmak demektir.
Tarihi gerçeği bu olması gerekirken, Türkiye yöneticileri sadece ve sadece toplumu yanıltıyorlar, yalanlar üzerine kurdukları sistemleriyle yürütüyorlar. İnsanın duygusal bir varlık olduğunu, onun yanıltılabileceğini ve manipüle edilebileceğini de bildikleri için, bu kirli yol ve yöntemleri uygulamakta sınır tanımıyorlar. Pervasızca toplumun bilinciyle oynuyorlar.
Normalinde politikanın görevi belli bir süreçteki, belli bir toplumsal güç ve ilişki içerisindeki değişim sürecini, işleyişi çözümleme ve planlama olmalıdır. Bu anlamda politika alanı, dönemseldir, yaşanan sorunlara çözüm bulandır. Toplumun iç ve dış ilişki ve çelişkilerinin belli bir dönemde oluşan düzeyinin çözümlenerek, belli bir hedef doğrultusunda, toplumun çıkarlarının savunulması için, toplumsal çalışmanın yürütülmesidir.
Ne var ki olması ve yürütülmesi gereken politika yerine, toplumların çıkarları yerine, kendi dar-zümresel çıkarlarını esas alarak toplum sömürülüyor.
Politika sahası dışında, yalan ve sahtekârlıklardan daha ektili bir toplum güdümlenmesi için kullanılan başka bir silah ise: şiddet ve savaştır, yani askeri güçtür.
“Şiddet ve zor gasp ve köleleştirmenin esas yöntemidir.” İrade kırma, etkisizleştirme, boyun eğdirme, teslim alma ya da bunlar olmuyorsa imha etme oluyor. Şiddet bir hedefe dönük bir güç kullanımını, saldırıyı ifade ediyor ve bu da bir amaca bağlı gerçekleşiyor. Bir şeyler elde etmek oluyor. Gasp etmek oluyor. Ona dair bazı imkânlara, değerlere el koymak oluyor. “Şiddet devletleştiğinde ordulaşıyor. Örgütleşirken orduya dönüşüyor. Ve örgütlü şiddet, büyüyen şiddet savaş halini alıyor.”
Savaş ise: “şiddetin daha örgütlü ve planlı hale gelmesidir. Savaş ve şiddet arasında böyle bir ilişki, bağ vardır. Savaş gerçeği bir saldırıdır. Savaş, insanlık tarihinin ağır sapma yaşadığı bir dönemde artık değer gaspına dayalı tekelci sistemin oluşum sürecinde, bu sistemin oluşmasının temel aracı olarak var olmuştur.
O halde savaşı iktidar ve sermaye tekellerinin oluşmasına ve devletin gelişmesine yol açan temel saldırı eylemi olarak tanımlamamız lazım. İkna, yanıltma, hile, hem artı değer gasp etmede yani sömürü baskı uygulamada hem de bunu rahat yürütmede, bir sistem haline getirmede temel etken rolü oynuyor. Kapitalist sistemin büyük marifeti ve başarısı buradadır. Sömürme daha yoğun olmasına rağmen ezilenler, ürettiklerini daha rahat teslim ediyorlar. Vergi diye veriyorlar. Hem de kendi elleriyle veriyorlar. ‘Özgür işçi olduk, ücretimizi alıyoruz’ diyerek emeklerinin yüzde beşini alıyorlarsa yüzde doksan beşini kapitaliste, sermayedara elleriyle bahşediyorlar, teslim ediyorlar. Bu kadar gönüllü hale geliyorlar. İşte iknaının yetmediği yerde yine daha köklü olarak zor, şiddet ve savaş devreye giriyor. Demoklesin kılıcı gibi. Yoksa ikna ve hileyi yalnız başına sözle gerçekleşen bir eylem olarak değerlendirmemek lazım, onun etkili olmasında, insanları ikna etmesinde, yanıltmasında, şiddet ve savaşın yol açtığı tehdit, korku, ürküntü de önemli bir rol oynuyor. Savaşla korkutulan insan daha kolay aldatıcı düşüncelere, baskı ve sömürü düşüncesine ve durumuna ikna oluyor. Onu kabul ediyor. Onu benimser hale geliyor. Kölelik içselleşiyor, doğallaşıyor. Doğal kabule dönüşüyor. Bunun gerçekleşmesinde ideolojik saldırının, düşüncenin temel bir rolü olduğu gibi tabi ki savaşın da temel bir rolü var, etkisi var. Yarattığı dehşet, korku, ürküntü insanı oraya yönlendiriyor.”
İşte devletler hele hele sömürgeci devletlerin yaptıkları tamda budur. Zor aracılığıyla söylediklerini daha rahat kabul ettirebiliyorlar. Bunun için yüz binlik ordular, on binlik polis gücü, binleri aşan ajan, kontra örgütler ve paralı katiller.
Peki, halkların bu duruma karşı ne yapmaları gerekiyor? Toplumu, toplumsal doğayı, doğal toplumu tahrip etmeyi, yıkmayı, ona zarar vermeyi hedefleyen şiddet ve savaşa karşı doğal toplumun da özgür birey ve toplulukların da, komünal toplumun da bu saldırı karşısında bir refleksi, savunma durumu elbette olacaktır. Gasp ve talan amaçlı geliştirilen şiddete, saldırıya karşı doğal toplumun, politik ve ahlaki toplumun kendini savunma durumu da bir direnmeyi, savaşı ifade ediyor. Saldırı ve imha savaşına karşı kendini, değerlerini sahiplenme ve koruma amaçlı bir savaş durumu gündeme geliyor. Buna da öz savunma savaşı deniliyor. Savunma bu saldırı karşısında ortaya çıkan bir eylemdir, etkinliktir. Köleleşmek istemeyen, özgür kalmak isteyen bireyin direnişidir. Köleleştirilmiş bireyin kölelikten kurtulmak için direnişidir.
Özgürlük hareketinin ve şaha kalkmış olan Kürt halkının Kürdistan’da uyguladıkları sadece ve sadece öz savunmadır. Başka bir kavramlaştırmayla meşru müdafaadır. Onurunu çiğnetmemedir. İnsan olmakta ısrardır. Bu Jean Jacques Rousseau’nun söylediği “hür doğar” ısrarıdır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar