Gençler, demokratik toplumunun üzerine beton gibi yığılan ulus devlet ve onun araçlarının “demir kafesini” kırıp, toplumu demokratik ve özgür özüyle buluşturmak için mücadele etmiyor diyenlere kızmamak elden değil.
Bu görüşü taşıyanlar, gençlerin mücadelesini nasıl görmezden gelebiliyorlar hayret doğrusu. Eğer gençler mücadelenin içinde yerlerini almıyorlarsa, nasıl oluyor da her gün onlarca genç tutuklanıp ağır hapis cezalarına çarpıtılıyor? Gençlerin iç dünyalarına inersek bu soru sadece küçük bir örnek olur. Sisteme karşı savaşan her gence sorduğumuzda eminim birçok şeyi sıralayacaktır: Tüm riskleri göze alıyorum, hayatımı tehlikeye atıyorum, yeri geliyor ailemi karşıma alıyorum, iş ve okul hayatımdan vazgeçiyorum vs. mücadele için yaptıklarını sıraladıkça sıralar. Haksız mıdırlar? Elbette hayır, bunların hepsi doğru. Peki öyleyse gençlerin bu emeği neden görünür değil ya da küçümseniyor?
Bu sorunun can alıcı cevabı, gençlerin yanlış yerde duruşlarıdır. Yani gençler, yanlış yerde mücadele ettikleri için hak ettikleri büyük sonuçları elde edemiyorlar. Adorno’nun meşhur bir sözü vardır “yanlış hayat doğru yaşanmaz.” Gençlerin durumunu bu söz çerçevesinde inceleyecek olursak, eminim daha aydınlatıcı oluruz. Gençler, yanlış yerde durdukları için doğru sonuçlar elde edemiyorlar. Gençler köy, mahalle, kent gibi küçük yerlerde kaldıkları için büyük başarılar kazanamıyorlar.
Bilindiği gibi insanın durduğu yer, onun yeme içmesinden tutalım duygu ve düşünce dünyası, hayalleri, rüyalarına değin yaşamıyla ilgili hemen hemen her alan üzerine büyük etki yapar. Bu da pratiğin sonucunu büyük oranda belirler. Dolayısıyla köy, mahalle, kent gibi küçük yerlerde yaşayanların, hayalleri de pratikleri de sıradan ve küçük olur. Kendi küçük dünyaları içinde yaptıklarını çok büyük görürler ve bu da onları yanılgılı yaşamaya götürür. İşte bunun için savaştıkları düşmanı yeterince tanıyamazlar, mücadelelerinin gerekliliklerini yeterlice yerine getirmezler. Dolayısıyla başarısızlık kaçınılmaz olur. Gençlerin yaşadığı bundan başka bir şey değil. Gençler, büyük devrimciler gibi giyinmekle, siyasi kitaplar okumakla, kafeler de, kahvehanelerde ya da okul bahçelerinde hararetli devrim diliyle her gün onlarca devrimi sohbetlerde gerçekleştirmekle, birbirlerine ateşli devrim mesajları çekmekle, belirli gün ve haftalarda gösterilere katılmak gibi son derece küçük şeyler yaparak, büyük işler yaptıklarını sanırlar. Oysa durdukları yer küçük oldukları için, samimi niyetlerine rağmen yaptıkları büyük olamaz.
Eğer gençler kendilerine en çok yaraşan dağlarda olsalardı, elbette yaptıkları da durdukları dağlar gibi büyük, yüce ve anlamlı olurdu. Yüksek ve özgür dağlarda duyguları, düşünceleri, hayalleri ve yaşamları da özgür, yüksek ve anlamlı olurdu. Eğer gençler dağlarda olsalardı, en kof bir polisten köşe bucak saklanmazlardı, ama kale gibi korunaklı sistemin korkulu rüyası olurlardı. Eğer gençler doğru yerde yani özgür dağlarda olsalardı, her şeyden önce yaşamın her şeyiyle nasıl sarsılmaz bir inanç ve iradeyle bilenip doğru yaşandığını anlayacaklardı ve göreceklerdi ki, bir zamanlar büyük sandıkları çabalarının ne kadar yetersizmiş. Bu yetersizliği bir an önce neden aşamadıklarına hayıflanacaklardı.
Eğer gençler, küçük yerlerde devrime basit, sıradan ve şekilsellikle yaklaşmayıp, devrimin kalbinin attığı yüksek ve özgür dağlarda yerlerini alsalardı devrimi sözde değil özde yaşayacaklardı. Böylece doğru yerde doğru yaşayıp, doğrusunu yapacaklardı.
Gençler yanlış yapıyor olabilir. Ama hiçbir şey için geç değil. Zararın neresinden dönersen kardır derler ya, gençlerde vakit kaybetmeden yanlışlarından vazgeçip hak etikleri ve kendilerine yaraşanı yapıp özgür dağlara çıkmalıdır. Çünkü gençler en çok dağlara yaraşır, dağlar da en çok gençlere yaraşır…
Mem Amed
- Ayrıntılar
Demokratik Özerklik Statüsü Kürtler için artık vazgeçilmez bir talep olarak ortada durmaktadır. Kim ne derse desin tarihin çarkı bir dönmeyi görsün, bu çarkın önünde kimse kendisini tutamaz. Hani var ya şairin dizeleri:
Bu
Ne benim sana,
Tepeden inme bir emrim
Ve ne de
Ayaklarına kapanıp ağladığım
Bir yalvarışımdır
Bu
Eğilmez başların
Bükülmez bileklerin
Yani tarihin
Durdurulmaz emridir” diye. Aynen öyle.
Demokratik Özerklik Projesi, Kürtlerin devletsiz olan çözüm projesidir. Kürtler devletin neme nem bir aygıt olduğunu yaşadıklarıyla gördüler. Bir de Kürtler ulusalar arası konjonktürü de iyi okuyorlar. Uluslar arası konjonktürün başka çözüm seçeneği sunmadığını da biliyorlar. Birde Kürtler politikleşmiş bir toplum olarak ebediyen Türkiye ile savaşmayacaklarını da biliyorlar. Aşiretvari kan davası misali çatışmaya da karşılar. Ve dünya deneylerinden biliyorlar ki her savaşın birde barışı vardır. Barışı olmayan savaşın anlamı da yoktur. Sürgit bir savaşı hiç mi hiç istemiyorlar. 30 yıllık direniş mücadeleleri ise sadece ve sadece kendilerini savunmaya dönük sürdürülen bir meşru savunma direnişiydi. Bu meşru olan direnişin yer yer aşırıya kaçtığını bizatihi özgürlük hareketinin önderliği birçok kez ifade etti. Yapılması gerekenin genelde direniş mücadelesini meşru olan direniş zemininde tutmaktı. Ve bunu Kürt halk önderliği tüm pürüzlere rağmen görkemli başardı. İşte bunun için Kürtler 30 yıllık bir mücadeleyle ortaya çıkarmak istediklerini ortaya çıkardılar. Başka bir deyimle “diriliş tamamlandı sıra kurtuluşta.”
Kürtler bu sorunu çözmek istiyorlar. Ve Kürtlerin çözüm projesi dediğimiz gibi demokratik özerkliktir.
Kürtler siyaseten kendi yönetimlerini oluşturmak istiyorlar.
Kürtler kültürel olarakta doludizgin kendi kültürlerini yaşamak istiyorlar.
Kürtler ekonomik olarakta kendilerine yeten bir ekonomik politika oluşturmak istiyorlar.
Kürtler eğitimlerini kendi dillerinden görmek istiyorlar.
Kürtler sosyal sahada kendilerini güçlü örgütleyerek yeni sosyal, komünal bir toplumu ana tanrıçalarına layık bir şekilde yeniden kurmak istiyorlar.
Kürtler komşu halklarla barış içerisinde yaşamak isterlerken, diğer parçalarda boyunduruk altında yaşayan Kürt halkıyla da sıcak ilişkiler içerisinde olmak istiyorlar.
Kürtler birde her zaman tehlike altında yaşamış, onlarca saldırı görmüş, devlet eliyle fuhuşa zorlanmış, çetelerce hedeflenmiş durumlara karşı da kendilerini savunmak istiyorlar. Özcesi Kürtler kendi kendilerini savunmak istiyorlar. Bu kendi kendilerini savunmaya Kürtler öz savunma diyorlar.
Kimileri polis gücünün var olduğunu, askerin var olduğunu, bunların dışında savunma gücünün olamayacağını, olmaması gerektiğini belirtiyorlar. Kulaklara bu sözler hoş gelse de Kürtler en çok bu sözü geçen polislerden ve askerlerden çekti. Neden bu askere ve polise bir daha güvensin ki?
Bu polis ve bu asker daha 10-15yıl önce Kürdistan’ın birçok ilçe ve il’inde Hizbullahçıları koruyarak Kürtlerin üzerine sürdü. Binlerce Kürt yurtseverini bunların elleriyle katlettiren bizatihi bu polis ve askerlerdir. Hatta bu devlettir.
Kürtler neden bu devlete ve polisini ve askerini güvensin ki?
Evet, neden güvenelim ki? İşte bu güvensizlik durumunun çözümünü Kürtler kendi savunmalarını kendilerinin yapması olarak ele alıyorlar. İşte bu kendi kendine savunmaya herkes öz savunma diyor. Dünyanın neresine giderseniz gidin eğer devlet denen aygıtın güvenlik güçleri sizleri koruma yerine vurulmanız için her şeyi yapıyorsa orada her türlü direniş meşrudur. Orada kendi savunma gücünü oluşturman meşrudur. Kürtlerin de yaptığı ya da yapmak istedikleri budur.
“Toplumun doğal duruşu politik ve ahlakidir. Dolayısıyla politik ve ahlaki toplumun da kendini savunma durumu gelişebilecek tüm saldırılar karşısında gündeme gelecektir. Bu politik ve ahlaki toplumun kendini savunmasına da öz savunma savaşı diyoruz. Demek ki öz savunma savaşı ve Meşru Savunma savaşı, savaşın karşıtı olarak gündeme geliyor. Gasp ve talan amaçlı geliştirilen şiddete, saldırıya karşı doğal toplumun, politik ve ahlaki toplumun kendini savunma durumu da bir direnmeyi, savaşı ifade ediyor. Saldırı ve imha savaşına karşı kendini, değerlerini sahiplenme ve koruma amaçlı bir savaş durumu gündeme geliyor. Buna da öz savunma savaşı deniliyor.“
Evet, Kürtler her türden saldırıya karşı kendi savunma haklarını kullanacaklardır. Bu savunmanın önceliği çok güçlü bir örgütlülüktür. Adeta örgütsüz tek bir Kürt ferdi kalmayacaktır. Öz savunma sadece silahlı gücü ifade etmiyor. Kürtlerin silahlı gücü zaten vardır. Buna HPG diyorlar. Gerilladır. Ancak halkın içerisindeki öz savunma güçleri silahlı olmayan güçlerdir. Kim bunlara ne derse desin, kendisini son derece güçlü örgütlemiş, refleksleri gelişkin, halkı için kendisini gerekirse feda edecek, öz verili, cesaretli, dinamik bir yapıdır. Önemli ölçü burada halka karşı duyarlı ve sorumlu olmasıdır. Kendisini öyle örgütlemiş ki örneğin bir yerde bir şey mi olmuş oraya birkaç dakika içerisinde binlerce gençle yığılabilecek bir örgütlülüğe kendisini kavuşturmuştur. Yine örneğin devlet halka ya da Kürt halkının değerlerine mi saldırmış orada hiç kimseden emir almadan, direktif almadan hızla kendisini örgütleyerek gereken misillemeyi demokratik ölçüler içerisinde vermesini bilen bir güçtür. Yine Kürt halkına ve onun değerlerine saldırılanlara karşı da son derece duyarlı bir duruşu vardır. Dediğimiz gibi bu güç kimseden emir almaz. Bu gücün emir mercii Kürt halkına karşı gösterilen yaklaşımlardır.
Yukarıda dile getirdiğimiz esasta komple bir halkın direnme duruşudur. Savunma duruşudur. Öz savunma duruşudur. Bu öz savunma duruşu ise meşru olan bir var olma hakkıdır. Kimse Kürtleri bu haktan mahrum tutamaz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Yeni bir yıla girdik. Adettendir her bir yeni yıla girerken geçmiş bir yılın muhasebesi yapılarak, yeni yılın yol haritası belirlenir.
Geçmiş yıla, özgürlük hareketi sözün tam manasıyla damgasını vurduğunu söylememiz abartı sayılmaz. Özgürlük yoluna giren Kürt halkı farklı kampanyalarla gündemi hep sıcak tutarak dikkate alınması gereken bir aktör olduğunu da herkese hissettirdi. Kürt özgürlük hareketinin gerillası kısa süreli sürdürdüğü 4 stratejik dönem hamlesi çerçevesinde, inkârcı ve imhacı rejimi sözün tam manasıyla felç etti. Kaldı ki biz gerillalar biliyoruz ki bu eylemlilik süreci sadece ve sadece gerillamızın çok düşük bir potansiyelinin kullanılmasıydı. Bu kısıtlı potansiyel kullanımına rağmen Türkiye sarsıldı. İskenderun Deniz Kuvvetleri baskını, Dörtyol ve Samsun’daki polis pusuları, gerillanın açılım sahalarına sadece bir iki küçük örnek teşkil etmiştir. Bunların yanına Pervari ilçe baskını, Gediktepe-Hantepe süpürme hareketleri gibi birkaç eylemi de koyarsanız, gerillanın ne yapabileceğini rahatlıkla görülebilir.
Unutulmamalıdır ki; bir, bunların hepsi iki buçuk aylık bir zaman dilimini içerisinde yapıldı, birde gerilla tüm gücünü dediğimiz gibi ortaya koymadı.
Önemli bir gelişme de alenen Türkiye ortamında Kürt Halk Önderliğiyle yapılan görüşmelerin ifade edilmesi olmuştur. 17 yıldır yaşanan muhatapsızlık sorunu kısmen de olsa giderilmesi, Kürt sorunun geldiği düzeyi göstermek açısından da önemli olmuştur.
Tüm bunlar yaşanırken gerillalar olarak 2010 yılını ağırlıklı olarak eylemsizlik süreciyle geçirdik. Eller tetikte ancak çatışmalara fırsat vermemek içinde hep dağların zirvelerinde bekledik. Buna rağmen inkârcı, imhacı faşist zihniyet onlarca öldürücü saldırı gerçekleştirdi. Bu saldırılarda çok sayıda yoldaşımız şehit düştü. Bu kadar Provokatif saldırılara karşı sadece ve sadece misilleme hakkımızı kullandık. Başka da eylemsizlik kararına harfiyen uyduk. Felsefik-Siyasal bir hareket olarak aldığımız kararlara uymak için elimizde gelen her şeyi yapmamız adettendir. Geleneğimizdendir. Kaldı ki Kürt halk önderliğinin aldığı her karar, biz gerillaları için bir emirdir. Bunun içinde olsa Kürt halk önderliğinin söyledikleriyle çelişmemek için büyük özenler gösterdik.
Geri baktığımızda büyük gelişmelerin yanı sıra inkârcı, imhacı ve faşist zihniyetli yapının gerillayı ve özgürlük hareketi taraftarlarına dönük imhacı anlayıştan vazgeçtiğini söylemek çok zordur. Gever’de bir genci gündüzün ortasında kurşuna dizmeleri bu faşist zihniyetin sadece ve sadece bir tasavvurudur. Yine Kürt halkının iki dilli yaşama dönük gösterdiği duyarlılığa karşı gösterilen tahammülsüzlük bu faşist zihniyettin geldiği düzeydir. Hele hele halkımızın kendisini yöneteceğine dönük düşünce beyan etmesi nasılda saldırılarla yüz yüze kaldığı ibretliktir.
Dünyanın neresine gidersek gidelim hiç kimse ama hiç kimse insanların diline ket vuramaz. Dillerin serbest gelişimi için her şey yapılır. Yine dünya giderek yerellere kayarak bu kadar hastalıklı merkeziyetçi yaklaşımlarla, Kürt halkını boğmaya kalkmak inanılmaz bir şeydir. En ufak bir beyin tartışmasını böyle saldırılarla ipotek altına almaya kalkışmak korkunç bir derin faşizanlıktır.
Kaldı ki Kürt halkı nasıl, kiminle yaşar onun kararını verecek olanda Kürt halkıdır. Onun adına başkası Kürt halkına ağızlık olamaz. Kürt halkı adına konuşmaya kalkışmak tarihe karışmış bir hastalıktır. Kürtleri yok sayarak onlar adına konuşmaya kalkışmak, çoktan Kürtler nezdinden aşılmış bir ruh halidir.
Kürtlerin de dünyadaki tüm halklar gibi kendi kaderini tayin etme hakkı vardır. Bu kendi kaderini tayin hakkı Kürtlere aittir. Başkaları Kürtleri kendi boyunduruklarına davet edemezler buna hakları da yoktur. Başka halklar için haklar neyse Kürt halkının da hakları onlardır. Ne az ne de fazla.
Ancak öyle görülüyor kendileri için demokrat olanlar Kürt halkı için faşistleşiyor. Kendisi için özgürlükçü olanlar Kürt halkı için sömürgecileşiyor. Kendisi için hümanist olanlar Kürt halk için sadistleşiyor. Kendisi için duygu yüklü olanlar Kürt halkı söz konusu olduğunda yılan gibi soğuk oluyor. Evet, kendileri için insan olanlar biz Kürtler söz konusu oldu mu insanlıktan çıkıyor.
Ancak özgürlük yoluna giren bu halk sergilenecek tavır ne olursa olsun kendi yolunu çizecektir. Kimsenin lamı cimi yapmadan, oraya buraya çekmeden bu halkın kendi kaderini tayin etme hakkına yapacakları sadece ve sadece saygı duymalarıdır. Kabul etmeseler de, hazmetmeseler de saygı duyacaklardır. Nasıl ki biz Kürtler tüm halklara bu saygıyı kusursuz sergiliyorsak başkaları da Kürt halkına bunu gösterecektir. Bunun başka da yolu yoktur.
Evet, yeni bir yıla girerken kendimize daha fazla güveniyoruz, daha fazla umut doluyuz. Tarihin yürü ya kulum dediği bir anla karşı karşıyayız. Böylesine tarihi bir anı yaşarken tüm Kürdistanlı gençleri başta olmak üzere tüm demokrat, ilerici yurtsever gençleri özgürlük dağlarına davet ediyoruz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Düşünce özgürlüğü ya da ifade özgürlüğü demokrasinin olmazsa olmazlarından kabul edilir. Düşüncenin kendisini açıkça ifade edememesi durumunda orada, çokta uzun zamana sarkmadan rahatsızlıkların yaşandığını göreceksiniz. Düşünceler hür ifade edildikçe de her türlü tehlikenin önü alınmış olur.
Düşüncelerden korkan çok sayıda rejim türleri vardır. Bunlardan en belirgini kendine güvenmeyen otokratik rejimlerdir. Yine oligarşik yapıları da bunların arasına katmak gerekir. Babadan oğula geçen iktidar yapılarında da bu korku yaşanır. Birilerine dayanarak iktidar da kalan her ne rejim varsa düşüncelerde korkar. Tabiatı gereği bu böyledir. Kendi gücüne dayanmayan, başkalarına dayanarak var olan, iktidarın sunduğu nimetlerden yararlanarak ayakta kalan, ekonomik güç, polis ve askeri gücü kendisine kalkan edenlerin tümü düşüncelerden korkarlar.
Korkarlar, çünkü bu tür yapılar birilerinin icazetiyle ayakta kalırlar. Onlara bağlanan oksijen tüpüyle nefes alıp verirler. Bunun için bu yapılar hep tedirgindirler. İkilidirler. Mütereddüttürler. Güvensizdirler. Böyle olunca da söylenecekler onları rahatsız eder. Onlar, onların istediklerine izin verirler. Verili olanı severler. Onları okşayan sözlere kulak kabartırlar.
Evet, otokratik yapılar onları rahatsız eden düşünceleri sevmezler. Bunun için ilk yapacakları ve bugüne kadar da yaptıkları onları rahatsız eden düşünceleri yasaklamaktır. Bu düşüncelerin yayılmasına ket vurmaktır. Düşüncelerin yayılmasını engelleyemezseler ilk elden bu düşünceleri yayanlara yönelirler. Tutuklarlar. Kodese tıkarlar. Teşhir ederler. Hakaret ederler. Yapabilirlerse onlar için tehlikeli olan düşüncelerin bir daha yeryüzüne çıkmaması için her şeyi yaparlar.
Evet, otokratik yapılar, rejimler ve tabii ki bireyler düşünce özgürlüğünü de sevmezler. Onlar aslında her türlü özgürlüğü sevmezler. Onların sevdiği ve sevebilecekleri sadece ve sadece onlara riayet eden düşüncelerdir, sözlerdir. Onlar hep karşılarında emir eri beklerler. El pençe duruşları severler. Onlara methiye yağdıranları seçerler. Başka da hiçbir düşünceye izin vermezler.
AKP’nin ajitatörü ve gladyatörü iktidara doğru giderken, en çok kullandığı argümanlardan bir tanesi düşünce özgürlüğüydü. Ne de olsa o da güya düşüncelerinden hatta bir şiir okuduğu için zindana düşmüştü. Onun da kızı kafasını örtündüğü için okullara alınmamıştı. Özcesi düşüncelerinden dolayı çok çekmişti. Çok acılar yaşamıştı. En azından AKP’nin gladyatörü bize kendisinin böyle olduğunu söylüyor. Öyle olmasa da öyle olduğuna bizi inandırmak istiyor. Ve milyonlarca insanı inandırdığını da hemen ekleyelim.
Yıllarca ne kadar mağdur edildiklerinin propagandasını yaparak neredeyse tastamam bir rejim kurdular. Kemalist devletin neredeyse tüm kurumlarını ele geçirdiler. Ele geçirilemeyen Kemalist kurumları ise hizaya getirdiler. Paçavraya çevirdiler. Bir kedinin bir fareyle oynaması misali öldürmeden önce doyasıya oynayarak halden düşürerek bunu yapmaya devam ediyorlar. Ve yeşil Kemalizmlerini de kurmaya da ramak kaldığını biz ekleyelim.
Evet, düşüncelere özgürlük diye gelenler bugün en küçük düşünce özgürlüğüne tahammül göstermiyorlar. Kendilerine itiraz eden öğrencileri faşistlikle, teröristlikle, illegal yapılarda yer almakla suçluyorlar. Onları eleştiren medyaya inanılmaz hakaretler yağdırıyorlar, muhalif olanlara ise alayın ötesinde yaklaşımlar sergiliyorlar. Taraf olmayan bertaraf olur ilkesiyle onlarla olmayanları bertaraf ediyorlar.
Evet, bunların tümü otokratik yapıların, duruşların, bireylerin ve yaşam tarzlarının ortaya çıkaracakları sonuçlardır. Daha da ileri götürürsek bu karakter yapısı faşizmin inşasına götüren karakterdir. Faşizm karakteri gereği hiçbir düşünceye tahammül göstermez, gösteremez.
Daha da somuta indirgeyecek olursak; Kürtlerin iki dilli yaşama ve kendilerini yönetecek pozisyona götürecek demokratik özerklik düşüncelerini dile getirmeleri karşısında AKP’nin gladyatörü, ne kadar düşünce özgürlüğüne saygılı olduğunu meclis kürsünde haykırdı. Teröristlikle, eşkıyalıkla, birilerinin ekmeğine yağ sürmekle derken ne kadar tekçi olduklarını alenen herkesin gözlerinin önünde yeniden haykırdı. Ve bunları yaparken de ilginçtir ama ne kadar laf salatası varsa hepsini yan yana dizerek yapmaktan da çekinmedi. Gladyatörün bakanlarından biri olan Zafer Çağlayan “hepsini yaratan Allah olduğu için, insanları hiçbir ayrım yapmaksızın seviyoruz. Bu önemli bir hadisedir. Bayrağımızın tekliği, ana dilimizin Türkçe olması, bunlar asla tartışılmayacak şeylerdir” diye de aynen gladyatörü gibi konuşabilmektedir. Bu zat insanları hem de hepsini hiçbir ayrım yapmadan seviyor, lakin bayraklarının tekliği, ana dillerinin Türkçe olmasını da asla tartışmasına izin vermeyeceğini de söylüyor. Dediğimiz gibi aynen gladyatörün kendisi gibi; gladyatör Türkçülüğe ve Kürtçülüğe de karşıdır ancak tek millet, tek dil, tek vatan ve tek bayrakçıdır. Tek milletçilik, tek dilcilik, tek vatancılık ve tek bayrakçılık sade bir kavramla Türkçülükte değil bunun ötesinde olan faşizmdir. Kaldı ki bu tekçiliğin bir halkın değerlerini yok sayarak savunulan bir tekçilik olduğunu da unutmayalım.
Evet, biz düşüncelerimizi daha fazla dile getireceğiz. Her fırsatta konuşacağız. Herkese meramımızı anlatmak için her ortamda düşüncelerimizi haykıracağız. Artık gladyatör ve onun sahte İslamcı yeşil Kemalist partisi mağduriyet tezinin arkasına saklanamıyor. Bunun için saldırganlaşıyor, saldırganlaşıyorlar. Bunun için bu sahte yeşil faşist yapıyı daha fazla deşifre etmek için en güçlü silah; düşünce özgürlüğüne yüklenmektedir.
Evet, otokratik yapıları aşmanın tek bir yolu vardır o da özgürce hiç çekinmeden düşünceleri ifade etmektir. Çünkü böyle baskıcı, tekçi, otokratik, hoşgörüsüz ve faşist yapıların en çok korktukları şey düşüncelerdir. Bunun için inadına düşüncelerimizi alenen her yerde daha gür ifade edelim. Düşüncelerin akmasına yol verelim.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Demokratik Özerkliliğin, ülke gündemine bomba gibi düşmesiyle birlikte herkes konuyu tartışmaya başladı. Fakat dikkatimizi çeken en önemli noktaların biri Kürt Gençlik Hareketinin başta olmak üzere gençlerin bu tartışmalara ve dolayısıyla sürece istenilen oranda katılmamasıdır.
Elbette kimsenin gençlikten TV ekranlarına çıkıp gürültü kirliliği yapma beklentisi yok. Öncelikle kültürel katliamlara maruz kalmış Kürt gençleri olmak üzere tüm devrimci gençlerin Demokratik Özerklik inşa sürecinde aktif çalışmalı, eylemleriyle katılmalı ve öncülük yapmalıdır. Çünkü toplumu kapitalist modernitenin “demir kafesinden” kurtarıp demokratik özüne kavuşturacak demokratik ve özgür toplumun yolu Demokratik Özerklikten geçmektedir. Bunun içinde toplumun motor gücü olan gençlerin omuzlarına tarihi görevler düşmektedir.
Fakat üzülerek belirtmekteyiz ki, Gençlik bu süreçte pasif kalarak, toplumu oy sevdalıları olan siyasetçilerin insafına bırakmaktadır. Elbette biliyoruz, Gençlik her gün siyasi kırımlarla karşı karşıya kalmakta ve binlerce çalışanı bu kırımların sonucunda zindanlarda esir tutulmaktadır. Ancak Gençliğin muazzam dinamizmi ve potansiyeli düşünüldüğünde söz konusu tutuklamalar ve baskılar mazeret olamaz. Öyleyse buna rağmen gençlik neden rolünü oynayamıyor? Neden pratiğiyle gündem belirlemesi gerekirken gençler, gündeme müdahil bile olamıyor?
Bu soruların ve nedenlerin listesini uzatmayı gerek görmüyoruz. Fakat gençliğin başarısızlığın temelinde Önder APO’nun gerektiği kadar okunmaması ve özümsenmemesinin yattığını düşünmekteyiz. Neredeyse her fırsatta “Gençlik APO’nun fedaisidir” diyen ve her gençlik çalışanının ya da sempatizanın başköşesinde Önder APO’nun kitaplarının bulunmalarına hatta bundan dolayı cezalandırılmalarına rağmen gençliğin Önderliği istenilen oranda okumaması ve pratikleştirememesi temel bir çelişkidir. Bu da başarısızlığı getirmektedir. Gençliğin bu esas ışıktan kendini mahrum bırakması, gençleri karanlığa sürüklemekte, bu da başta yöntem sorunları olmak üzere rolünü oynayamama, gündemin temel aktörü değil de seyirci kalmaya, takvim ve slogan devrimciliğiyle marjinalleşmeye ve en önemlisi de koruyucusu olması gereken demokratik topluma karşı borçlu olmasına yol açmaktadır. Örneğin son günlerde yoğunlaşan Demokratik Özerklik inşasına baktığımızda başta anadil, öz savunma, toplumun eğitim ve örgütlemesinde öncü olması gereken gençler maalesef sadece birkaç ilçede sınırlı eylemlerle yetinmektedir ki bu eylemlerin çoğu da gençliğin örgütlülüğün sonucu değil, yurtsever reaksiyonların sonucudur. Oysa eğer gençlik, Önder Apo’yu sözde değil özde kavramış olsaydı ve gerekenleri yerine getirmiş olsaydı bugün ne Kürtçe sömürgecilerin kayıtlarına “bilinmeyen dil” olarak geçerdi ne de ağzını açan her sömürgeci, Kürt halkını tehdit edebilirdi. Eğer 21. yüzyılda da işgalciler, Kürt halkını bu kadar aşağılama cesaretini kendilerinde buluyorlarsa, şüphesiz cesaretlerini gençlerin suskunluğundan almaktadırlar. Eğer başta Kürt gençleri olmak üzere devrimci geçinen her genç, Önder APO’nun yol göstericiliğinde sürece hakim olabilselerdi, “bilinmeyen dilin” çocuklarının neler yapabileceğini herkese gösterirlerdi ve eylemleri ve mücadeleleriyle “bilinmeyen dilin” çocuklarını varlıklarını tanımayan işgalcilere kendilerini tanıtırlardı.
Gençlik, günümüzde gündemi sürüklemesi gerekirken söz konusu yetmezlikleriyle gündem tarafından sürüklenmektedir. Fakat gençliğin, işgal prangalarını kırıp demokratik toplumu kurtarma ve korumaları için yeteri kadar enerjilerinin, kaynaklarının, tecrübelerinin olduğuna inanıyoruz. Belirtmek istediğimiz gençliğin bir an evvel Önder APO’nun fikirlerine sarılarak, insanlığın kurtuluş reçetesi olan bu ışığı pratikleştirmesi gereğidir. Aksi takdirde toplum ve onun şahsında insanlık, koltuk sevdalıların insafına terk edilmiş olur. Bu da toplum tahribatını derinleştirir ve telafisi zor yaralara yol açar. Böylesi bir toplumda ise bir avuç egemen dışında, başta gençler olmak üzere toplumun tüm kesimleri ağır zararlar görür ve insanlık katledilmeye devam edilir. Bunda da en ağır vebal rolünü oynayamayan, zamana yanıt olamayan gençliğin olur.
Mem Amed
- Ayrıntılar
2010 yılına Yeşil Türk Irkçısı AKP rahat mı rahat girdi.
AKP’nin rahat olmasının bir nedeni vardı.
HPG, eylemsizlik sürecindeydi. AKP ise saldırı sürecindeydi. Belediye başkanlarından belediye meclis üyelerine, il başkanlarından il genel meclis başkanlarından tutun, BDP’in aktif çalışanlarından kim varsa tutukluyordu. Sadece tutuklamalarla kalmıyor, tutukladıklarını zindana atıyordu.
AKP’nin direktifleriyle Kürdistan HPG gerillalarına yönelik operasyonlarda azalma değil artış yaşandı.
Şehirlerde Kürt çocuklarına karşı Fetullahçı polis teşkilatının terörü tavan yaptı.
AKP şehirde, köyde ve kırsalda yaptığı saldırı üzerine saldırılarla Kürt Özgürlük Hareketi ile Kürtleri bastırabileceğini ve böylece marjinalize edip sınırlandıracağını hesapladı.
Bunları yaparken HPG gerillasının öfkesini ve intikam kılıcını üzerine çekeceğini hesaplayamadı.
Hesaplasa bile, T.C’nin kimsayasını dağıtacak düzeyde enine ve boyuna Kürdistan ve Anadolu’nun her tarafında eylem koyacak düzeye gelebilen bir gerilla gücünü tasavvur edemedi.
HPG, ilk kılıcını 31 Mayıs’ta İskender’un eylemiyle vurdu.Türkiye bu eylemle şoka uğradı.
Gerillanın bu derecede etkili vuruşunu, ne Türk ordusu ne de AKP hükümeti kabullenmediği için oraya buraya bağlamaya çalıştı. Gerilla karşısındaki uğradığı yenilgiyi kaldıramadığı için hayali yardımcılar yaratmaya çalıştı.
Gare eyleminde de dumura uğradılar.
Bilican eyleminde ise iyice dağıttılar. Ne Türk ordusu, ne AKP, ne Türk kamuoyu, ne de dış komuoyu Kürdistan gerillasının bu kadar çok planlı, geniş coğrafya da yoğun bir düzeyde çok ani vuruşlarla eylem yapabilecek niteliğe ulaştığını düşünemedi.
Hele o Gare Karakol tepesinde çekilen bir fotoğraf varya – Erdoğan, Başbuğ ile Gürbüz Kaya- o fotoğraf işgalci Türk devletinin halet-i ruhiyesini gösteriyordu.
Karşımızda ki fotoğraf, gerilla karşısında diz çökmüş bir devletinin fotoğrafıydı.
Yüzlerdeki ifade de yenilen Türk devletinin moralsizliğinin yüz ifadesiydi.
1 Haziran atılımı T.C’yi öyle bir noktaya getirdi ki, Önder APO ile görüşmek zorunda kaldı.
1 Haziran atılımı AKP’yi öyle bir noktaya getirdi ki, AKP’nin başındaki Erdoğan’ın maskesini düşürdü.
O’nun nasıl Yeşil Bir Türk Irkıçısı olduğunu dünya alem gördü.
1 Haziran atılımı dünyayı öyle bir noktaya getirdi ki, HPG gerillasının yenilmezliği yeniden onandı.
1 Haziran atılımı Kürtleri öyle bi noktaya getirdi ki, gerillanın “Kürtlerin varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanmada” yegana güç olduğu tartışmasız bir şekilde yeniden açığa çıktı.
2010 yılında Kürdistan gerillası esas şunu ispatladı, 2011 yılında gelişebilecek bir “Devrimci Halk Savaşı’nda” rolünü gereken bir şekilde yerine getireceğinin işaretini verdi.
HPG gerillaları, çıkabilecek bir “Devrimci Halk Savaşı’na” amadedir.
Eğer tek tek tüm Kürt gençleri ihtimal dahilinde olabilecek bir “Devrimci Halk Savaşı’na” amade ise Özgür ve Özerk Kürdistan’ın kuruluşu hiç uzak olmayacak.
Bunu herkes bilsin.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Fikirlerimize güveniyorsak ruhsal davranışlarımız rahat olur. Oraya buraya höt demeyiz. Söyleyeceklerimizi sakin bir şekilde ifade edebiliriz. Fikirlerine güvenmeyeler ise hoşgörülü ve tahammülkar olamazlar.
Fikir zafiyeti yaşayanların ortak ruh halleri genelde agresif oluşlarından fark edilir. Düşünce olarak gelişkin olmayanların başvuracakları ilk yol ya da yöntem pazuları olur. Ve tabii biz biliyoruz ki pazularının dışında imkânları olanlar daha farklı araçlarda devreye koyarlar. “Sinirlidir, tabiatı böyledir” sözleri lafı güzaftır. Sinirli olmak ruhi sıkışmışlığın, duygusallığın, tepkiselliğin emareleridir ki bunların temel kaynağı ise düşünsel yetersizliklerden ileri gelir.
Özcesi düşüncesi gelişkin olanın kızmaya, daralmaya, oraya buraya laf atmaya ihtiyacı olmaz. O zaten kendisine güvenendir. Bu öz güvenden kaynaklı da sabırlıdır, tahammüllüdür. Erken rayından çıkarılamaz.
Düşünce olarak gelişkin olanlar düşüncelerin dışında araçlara başvurmazlar mı? Elbette düşünsel olarak gelişkin olanlar da, kendine güvenenlerde başka araçlara -hatta silahlara da -başvurabilirler, ancak bu ne zaman başvurulacak bir yol ya da yöntem olabilir diye sorarsak; ancak ve ancak düşüncelerimizi açıklamaya izin verilmediğinde, bizi imha etmek amaçlı saldırı geliştiğinde, var oluşumuza cebren bir kasıt hedeflendiğinde bu yola başvurulabilir. Özcesi bize ve görüşlerimize yaşam hakkı tanınmadığında kavganın en sertine de kalkışabiliriz. Buna insanlık: direnme hakkı diyor.
Özgürlük hareketi ilk günden başlayarak düşünceleriyle meydana çıktı, ancak kısa bir süre sonra bu düşünceler tehlikeli bulundu ve özgürlük hareketinin liderlerinden yani öncülerinden olan Haki Karer yoldaş, çirkin bir komployla katledildi. Ve düşüncelerimize tahammül gösterilmeyeceğini o zaman öğrendik. Ve işte o günden itibaren de düşüncelerimizi yayabilmek için silahta dahil her türlü savunma aracına başvurulmuştur. Özü öz savunma olmuştur. Meşru müdafaa olmuştur.
Biliyoruz kimisi diyecek ki devasa özgürlük savaşı sadece meşru savunma ekseninde mi gelişti? Evet devasa mücadele sadece ve sadece meşru savunma ekseninde gelişti. Maksadını aşan durumlar hiç mi yaşanmadı? Maksadını aşan durumlar yaşandığında da Kürt Halk Önderliği en sert tavrını koyarak, soruşturmalar açarak bu durumu yaşayanların bir daha bu durumları yaşamamaları için her türlü tedbiri almaya çalıştı. Islah olmayanlara karşı ise ideolojik politik mücadelesini aralıksız sürdürmüştür. Ve kimi zaman ise bu bireyleri partinin mahkemelerinde yargılayarak partinin dışına atmıştır.
Evet, PKK ilk günden başlayarak her zaman düşüncelerini yaymak için bunun ortamının yaratılması için mücadele etmiştir. Ancak buna her zaman fırsat verilmediği için direnme hakkını kullanmıştır.
Bugünlerde herkes düşünce özgürlüğünden bahsediyor. Bizde düşünce özgürlüğünden dem vuruyoruz. Bırakın düşüncelerimizi özgürce ifade edelim, bırakın düşüncelerimizi alenen herkesle paylaşalım. Bırakın da düşüncelerimizin yanlışlığına ya da doğruluğuna halk karar versin. Kamuoyu karar versin.
Madem çok özgürlükçüsünüz, madem buraya kadar düşüncelerle geldiniz, bırakın bizde görüşlerimizi herkese iletelim. Bu yasakçı zihniyeti terk edin. Ve iki de bir faşist bir ortamda oluşturulan, meşru olmayan bir anayasayı karşımıza çıkarmayın. İkide bir anayasanın ilk üç yasasının değiştirilemez olduğunu önümüze koymayın. Dikta bir süreçte oluşturulan yasaların halkların vicdanında yeri olamaz. Kaldı ki bu anayasa maddeleri Kuranı Kerimin ayetleri değildir ki değişmezsin! Hani düşünce özgürlüğü vardı, bırakın bizde görüşlerimizi ifade edelim. Senin anayasan senin olsun, madem çok sağlam temellerde ve ilerici insanlık için hizmet ediyorlar, o zaman kimse zaten onlara dokunamaz. Çünkü o zaman bu anayasa maddeleri halkların vicdanında yer bulmuştur. Yok, eğer bu anayasan ve anayasa maddelerin halkların vicdanında yer almamışsa değiştirilir. Kaldı ki hiçbir belge -bu hukuk bir belge de olsa-bir insanın toplumsal var oluş haklarını, kültürel haklarını, insan olma hakkını sınırlama ve yasaklama hakkına sahip olamaz. Varsa böyle anayasalar sadece ve sadece çiğnenmek için vardırlar. İnsan olmanın erdemi direnme hakkını köklü kullanmaktan geçer.
Tekrar ifade edelim: fikirlerinize güveniyorsanız bırakın özgürlük hareketi de fikirlerini alenen tartışsın. Fikirlerimizi daha ifade etmeden savcılarınızı harekete geçirmeyin. Yargıçlarınızı devreye koymayın, polislerinizi üzerimize salmayın, asker potinlerinizle topraklarımıza basmayın.
Evet, düşüncelerinize ve de haklılığınıza güveniyorsanız bırakın biraz tartışalım. Ama her şeyi tartışalım. Her şeyi ifade edelim ve tabii sizde ifade edin. Ne de olsa devasa bir medyanız var. O kadar hünerli bir medyadır ki yirmi yalanı bir doğruya çevirebiliyor.
Evet, yirmi yalanı bir doğru yapacak kadar maharetli olan medyanıza rağmen, dil konusunda usta hitabetçi olan başbakanınıza rağmen bırakın sadece fikirler kavga etsin. Kan akmasın. Kavgalar çıkmasın.
Evet, var mısınız fikirler kavgasına?
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Hastalığın en basit anlamı; herhangi bir canlı organizmada yaşanan aksaklık ya da çeşitli nedenlerden ötürü ortaya çıkan sağrılı durum hali olmaktadır.
Toplumun kendisinin de canlı bir organizma olduğunu düşündüğümüzde; toplumsal hastalığın sağaltılmadığı müddetçe nasıl nevroz haline dönüştüğünü son günlerde bir kere daha canlı bir şekilde görmekteyiz.
Özellikle son günlerde başlatılan cemaat-PKK ilişkilerine yönelik aslı astarı olmayan yorumlarda ve görüşlerde, toplumsal katman olarak ne kadar hastalıklı bir haleti ruhiyenin mevcut olduğunu da çok iyi bir şekilde görebilmekteyiz.
Bu hastalık hali özellikle PKK veya Kürt sorunu kelimeleri karşısında hep nüksetmektedir. Bunun kendiliğinden olduğunu elbette kabul edebilmek veya varsaymak mümkün değildir.
Bununla birlikte toplumsal hastalık dediğimiz bu durumun yelpazesi de çok geniş ve grift olmakta. Örneğin bu kesimlerin birçoğu, sorunun çözülmesinden ve barış’ın gelişmesinden her daim dem vurmaktadır. Hatta bu konuda önleri açıldığında mangalda kül bile bırakmazlar.
Bunlara bu konu hakkında çözümünüz nedir diye soru sorulduğunda ise genelde nabza göre şerbet vermeye çalışırlar. Yani öyle kökten bir yaklaşımları veya adam akıllı bir yol haritaları yoktur.
Gün olur çözüm için silahı-uçağı, tankı-topu gösterirler, gün olur çözüm için bütün aktörlerin inisiyatif alması için yarım ağızla çağrılarda bulunurlar.
Bu kesimlerin tutarsızlıklarını, bir dediği bir diğerini tutmayan civanmertliklerini! Yüzlerine vurduğunda ise kuyruklarını bacaklarının arasına kıstırarak, bir köşeye sinerler. Ondan sonra da hümaniter argümanlarla kendilerini, fikir savaşçıları ve düşünce adamları olarak göstermeye çalışırlar.
Örneğin bir tanesi ya da bir kesim çıkıp da; Hükümetin bu konu hakkında şöyle bir çözüm planı var diye herhangi bir şeyi söyleyemez.
Ama aynı zamanda konu hakkında en çok kafa yoran, gece-gündüz demeden, insanlık tarihinin görmediği işkencelerle bir ada hapishanesinde çözüm için her türlü görüşünü ve eylemini bütün kamuoyuyla paylaşmaya çalışan, Kürt halk önderliğine yönelik de her türlü çarpıtmayı ve ucuzluğu da kendilerinde mahir görmekteler.
Bugünün yönetim biçimi olarak özerklik denildiğinde; “bunlar gizliden gizliye devlet yapıyorlar” diye avaz avaz bağırıyorlar. Bunun yanında Ankara’dan yönetilen Türkiye’nin yetersizliğini de çok iyi bilmektedirler. Devletin gündelik yaşamdaki sınırlarının daraltılması yönündeki “yerel yönetimler güçlendirilsin, halk kendi meclisleriyle kendi sorunlarına çözüm bulmaya çalışsın” denildiğinde, bunlar kıyameti koparırlar; “esas maksatları devleti bölmektir” diye. Ama herhangi bir durumda da, yine bu kesim “nerede bu devlet” diye gazete köşelerinde yazılar yazar ya da ekranlarda bol bol kafa ütülerler.
Yani hem kel’ler, hem de fodul’lar.
Ne bir çözüm projeleri var, ne de siyasi erke bu konu hakkında ciddi eleştirileri var. Fakat çözüm için söylenenlere, ortaya atılan fikirlere ise daha başından set çekerek, rengi belli olmayan söylemleriyle yönelmeye çalışmanın dışında bir duruşu olmayan bu kesim, aslında bu toplumsal hastalığın nedeni olan ur olmaktadır.
Bunların durumları aslında biraz da hani o meşhur görmemişin hikayesine benzemektedir. Bunlar böyledir, barışa yönelik ya da sorunun çözümüne yönelik bir tansiyon artışı toplumda oluştuğunda, hemen efendilerinin serçe parmaklarına, kol bileklerine iki elle sarılırlar.
Halbu ki, tuttukları kendi parçalarının bir uzvu değildir, işte bunun da farkında olamamaları da başlı başına bir içler acısını oluşturmakta.
Barışın, kardeşliğin ve birlikte yaşamanın isim boyutuyla kalmasını isterler hep. Bunların cisme dönüştürülmemesine yönelik her türlü kışkırtıcılığı yaparlar. İnsana ve dünyaya dair sevgileri/görüşleri, nemalandıkları parsanın ebatlarında sıkışık kalmaktadır.
Tüm bu sebeplerden dolayı bunların bu şekilde barışa, kardeşliğe hizmet etmesi, öncülük edebilmeleri ufukta görünmemekte.
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Doğanın en genel kurallarından biri olan etki-tepki olayını açmak gereksiz olsa da toplumsal sorun ve olgularda da bunun çok geçerli bir kural olduğu herkesçe bilinir. Kürt halkının değerleri, ilkeleri ve varlığının tehlike altında olduğu, fiziksel tehditle sindirilmeye çalışıldığı bir ortamda tabii ki savunma ilkelerinin, diğer bir deyişle savunma reflekslerinin gelmesi gayet doğal, insani bir tavırdır.
Her gün yeni bir ölümün altına imza atan devlet karşısında tabii ki Kürt iradesi de kendi tavrını sergileme, savunmasını sağlama yükümlülüğüyle karşı karşıyadır. Bu savunma saldırının niteliğine ve şekline göre tabii ki karşılık alacaktır.
Kürt halkının bu bilinci geçen 32 yıllık PKK mücadelesinden çıkardığı dersler sonucunda edindiği bilinse de Kürt halkının davasının yanında olduğunu iddia edenlerin yaklaşımlarının halen üç maymunlar üzerinden gidiyor olması yürütülecek savunmayı içten bölen, zedeleyen bir konuma karşılık geliyor.
Hem savaşın, haksızlığın, sömürünün, kanın durmasını isteyeceksin, hem de sorunun çözüm kaynağına yönelerek bunu boşa çıkaracaksın. Saldırganın değil, saldırıya uğrayanın elini bağlayacaksın. Bir nevi katilin, tecavüzcünün, hırsızın tarafında duracaksın.
Son günlerde gelişen kimi olaylar karşısında üslubumuzun sertleştiği, kimi noktalarda ‘kibar’ devlet yetkilisi ve yarenlerini rahatsız edecek bir düzeye geldiği eleştirisi alıyoruz. Haklarımızı “talep” etmekten, “elde etme” sürecine geçişimiz zorluyormuş. Haklılığımızı daha uygun, ikna edici bir dille de savunabilirmişiz. Hassasiyetleri gözetmeliymişiz…
Kusura bakmayın ama sanırım biraz geç kaldınız. Bu, bir.
Hatırlanırsa 1 Haziran 2010 tarihinde kaldırılan eylemsizlik sürecinin açıklamasında hareketimiz yeni bir döneme adım attığımızı belirtmişti. Üçüncü dönem dediğimiz ve barışçıl, demokratik siyaset ve diyalog yöntemiyle çözümün artık zeminini yitirdiği gerçeğine vurgu yapılarak yaşadığımız bu değişimin gerekçelerini de ortaya koymuştuk.
Kör bir şiddetin, fazladan acının ve kanın dökülmesinin meşrulaştırılması olmayan bu stratejik değişim Kürt iradesinin kendi sistemini, yaşam koşullarını, kültürünü, haklarını bir yerlerden beklemeden ve istemeden kendisinin yaratmasını öngören bu stratejik döneme en somut haliyle Kürt halkının “varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma” dönemi dedik. Çünkü Kürt halkının katliam riskiyle karşı karşıya olduğu ve artık çektiği tüm acıların sonlandırılarak bir toplum ve halk olmaktan kaynaklanan haklarına kavuşması gerektiği gerçeğiyle yüz yüzeydik.
Bu dönemin karakteri ile birlikte yöntemleri, dili de değişti. Kaçıranlara hatırlatalım. Bu, iki.
Bu da üç… Geçmiş dönemde kullandığımız, hassasiyetleri gözeten, çoğu zaman alttan alan, niyetleri ve amacı kavratmaya çalışan üslup, hep kendinden taviz veren yaklaşım ve oldukça sınırlandırılmış taleplere alışmış olanlar tarafından bu değişime alışmak zor olacaktır. Ama olacaktır.
Herkes buna her şeyden önce dilini ve üslubunu düzelterek başlayacaktır.
Dünyayla, en faşist devlet ve sistemlerle hem de Ortadoğu gibi bir coğrafyada mücadele etme yeteneğine sahip bir hareket karşısında, onun lideri karşısında söylenecekler, kırk defa oturup düşünmeyi gerektirir. Eleştiri yapmak, öneri sunmak, görüş belirtmek ayrı, kalkıp yol göstericiliğe soyunmak ayrıdır. Unutulmasın ki PKK’nin yıllardır yürüttüğü mücadele ve yarattığı siyasi, teorik, kültürel, askeri birikim şu anda kalkıp da Kürt sorununun kaderi hakkında atıp tutanların tahayyül edemeyecekleri enginliktedir. Ve bu birikimin sentezlenmiş hali Önderliğimiz şahsında yaşam bulmaktadır.
Eğer on binlerce yeminli militanı, milyonlarca insanı tek bir söylemiyle harekete geçirebilecek bir insan, yıllarca her türlü eziyete rağmen direnerek barışın yolunu göstermeye çalışıyor, mütevazıca diyaloga ve tartışmaya, eleştiriye açık olduğunu söylüyorsa bunun ne anlama geldiğini gelin bir daha düşünün.
Önce tanıyın. Hakkında konuştuğum, yazdığım, tartıştığım bu şey, kişi, olgu ne diye bir sorun kendinize. Kalkıp Abdullah Öcalan gibi özgür bir insanın, Önderliğimizin yaşadığı koşullardan kaynaklı sağlıklı düşünemeyeceğini bile iddia edecek kadar kendini kaybetmiş, nerede ve ne olduğunu unutan kimseleri biraz daha düşünmeye davet ediyoruz.
Ve sonuç yerine;
Açıkça söylemekte bir sakınca yok. Biz, artık bir şey beklemiyoruz. Ne devletten, ne hükümetten, ne düzen partilerinden, ne onlarla işbirliğiyle yaşayan kurum ve kuruluşlardan, ne bürokrasiden hiçbir şey beklemiyoruz. Yıllarca kapı kapı gezerek barışçıl çözüm için desteğini almaya çalıştığımız, adeta yalvarır olduğumuz, gelin birlikte barışı kuralım dediğimiz kesimlerden de bir şey beklemiyoruz. En azından kendimiz adına bir şey beklemiyoruz.
Eğer yaşadıkları ülkede boşa geçirilen, saptırmalara uğrayan her geçen gün ile birlikte ihtimali artan şiddetli çatışma ve savaş halinden kendileri ve birlikte yaşadıkları toplumun etkilenmesini engelleyecek yolları bulmak istemiyor ve bundan vicdanen de rahatsızlık duymuyorlarsa onlar adına yapabileceğimiz bir şey de yok.
Yok, ben duyarlıyım, bu ülkenin sorunlarına karşı ilgiliyim, ben de barışta çaba sahibi olmak istiyorum diyorlarsa o zaman kendilerine saflarını bir kez daha gözden geçirmeleri gerektiğini hatırlatalım. Ve herkesi biraz da edepli olmaya çağıralım. Haklının yanında olmanın bir talep, istem ve dilekle gerçekleştirilebileceği yanılgısından vazgeçmelerini dileyelim. Eğer biraz da olsa Kürt halkının taleplerine saygılıysalar Che’nin sözünü hatırlatalım “İlerici insanlığın iyi dilekleri pleblerin gladyatörleri alkışlamasına benziyor. İyi dilek değil, zafere ya da ölüme kadar omuz omuza yürümek gerekir.”
Gerisi boş…
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Acıyı katlayarak başladık yılın son ayına. Kürt halkının en nadide iki genci üç gün arayla aramızdan ayrıldı.
Kürdistan gerillaları olarak yoldaşlarımızın gidişlerine yabancı değiliz. İnandığımız özgürlük mücadelesinde tanıdığımız, yaşadığımız ve paylaştığımız nice genci uğurladık uzun yıllar boyunca. Her biri büyük bir iz, her biri büyük bir yara bırakarak gitseler de acılarını yarınlara ulaşmakta katık yaparak yürümesini de bildik. Çünkü düşen ya da giden her canın istediği de budur. Hedefe, amaca ilerlemek.
Çünkü düşenler de onlardan öncekilerden devraldıkları bayrakları taşıyorlardı. Güzel günlere inanan civanmert gençlerin hayallerini, sözlerini, duygu ve düşüncelerini omuzlayarak yürümek biraz da yaşamımızın adı…
Bu yüzden her düşen yarım bıraktıklarının yarına ulaşacağını bilir. Onu önemseyen, onun için yaşayacak olanların olduğunu bilir.
Fikri ve Bedran yoldaşlarımız da beraber yaşadığımız, paylaştığımız, acıyı ve sevinci bölüştüğümüz iki değerli Kürt genci. Her bir anısı kitaplarla anlatılabilecek bu iki gencin en önemli ortak özellikleri bağlılıkları, sarsılmaz inançlarıydı. Ve de adalet duyguları. En yakınında, en samimi olduklarına karşı bile eleştiri dozunu hesaplayarak gerektiğinde her türlü bedeli göze alarak cesurca düşüncelerini dillendirmeleri bir de. Ve daha birçok özellik…
Böylesi değer verdiğimiz iki insanın çok acıtacak gidişleri karşısında elbette hüzünlü, duygulu ve öfkeliyiz.
Hüznümüzün ve duygusallığımızın nedeni halkımızın en kutlu çocuklarıyla yaşadığımız güzel günlerin hatıraları ve artık onlardan mahrum kalmış olmamız. Öfkemizin nedeni ise yiten gerillaları görmemekte direnen ve “sözde” yaşayan kişilerin densizliği, duyarsızlığı, reflekssizliği. İlan edilmesi için her kesimin neredeyse PKK’yi tehdit etmede yarıştığı eylemsizlik kararı sürecinde yiten 32 can karşısında takınılan suskunluk.
Biz gerillalar olarak birilerinin bir şeyler söyleyip söylememesini çok önemsemediğimizi sanırım geçen yıllar içinde iyi bir şekilde göstermiş bulunuyoruz. İnandığı doğrular için ölümü göze almış bireyler topluluğunun birilerinin kendisine yönelik söz söylemesine (tabii ki değerli görüş, öneri ve eleştiriler dışında) çok meraklı olmadığı da bilinir.
Fakat halkların yaşadığı sorunların barışçıl ve demokratik çözümü için önemli, tarihi ve hatta son olabilecek bir imkanı değerlendirmek konusunda yaşanan vurdumduymaz ve bencil tutumların bir geleceği kaybettireceği ihtimalini görmezden gelerek sözde vicdanlarının rahatlığıyla yaşayan insanların durumlarını irdeleme gerekliliğini de önemsiyoruz.
Artık çok iyi biliyoruz ki Türkiye’nin birçok sözde gazetecisi, sözde aydını, sözde duyarlı, sözde sorumluluk sahibi kişisi sitemizi yakından takip ediyor. Ve yayınladığımız açıklamaları, yazıları, değerlendirmeleri yakından takip ediyor. Ayrıca HPG olarak yaşanan her gelişme karşısında kamuoyuna yönelik açıklamalarla enformasyon görevimizi yerine getirdiğimizden Kürdistan’da yaşanan olayların gizli kalması, bilinmemesi gibi bir ihtimal kalmıyor.
Yazılan her kelimeyi cımbızlayarak, laboratuar ortamında incelemeye alan birçok “sözde” kesimin bize karşıtlıktaki istem ve arzusunun toplumsal sorunlar karşısında neden aynı duyarlılıkla açığa çıkmaması doğrusu düşündürüyor. Kendi çıkar dünyalarında, nemalandıkları, eline baktıkları iktidar odaklarına yaranmak için Kürt Özgürlük Hareketi gerillalarının bir açığını bulurum da yüklenirim uyanıklığını gösteren tüm bu “sözde”ler nedense en büyük refleksin sergilenmesi gereken noktalarda da sus pus olabiliyor.
“Ölene kadar Kürt” kalan “Apo’yu özleyen” Ahmet abiye yönelik olur olmaz sahiplenmelerle düzey düşüren yine bu kesimlerin yıllar öncesinde, yani duyarlılığını ve tepkisini zamanında göstermesi gereken zamanda sessiz kalmaları; linci onaylayan, ırkçılığı körükleyen, toplumsal hassasiyetleri baltalayan, halklar arası çatışma ihtimalini yükselten, toplumsal bellekte bir tümör oluşturan, yüzlerce gencin kanının dökülmesine, halklarımızın emeklerinin bombalarla, kurşunlarla kendisine dönmesine neden olmamış mıydı?
Şimdi sözde özeleştiriler, anma ve kutlamalarla yitenin geri geleceği, toplumsal vicdanın aklanacağı mı düşünülüyor?
O da bir yüz karasıydı bu tüm “sözde”ler için. Bugün yaşadıkları sessizlik de.
Fikri ve Bedran’ın toprağın göğsüne düşüşleri ancak özgürlük çiçeklerinin çoğalmasına neden olur. Öfke ve tepkimizi biler. Savaşma azmi ve mücadele ısrarımızı çoğaltır. Bunun dışında biz gerillalar için anılarıyla ve acılarıyla yaşamak ve savaşmak kalır geriye. İnadına, iradeyle, bilinçle, sevgiyle inandığımız davaya bağlı kalmak ve yürümek. Bunun onurlu ve haklı bir yol olduğu gerçeği kalbimizde var olduğu müddetçe de hiç kimse bunu değiştiremeyecektir.
Son ve açık bir söz daha.
Tüm “Sözde”lere;
HPG olarak 13 Ağustos 2010 günü ilan edilen eylemsizlik kararına yüksek bir disiplin ve üstün bir duyarlılıkla uyuyor, süreci sabote edecek herhangi bir girişime mahal vermemek için kendimizi sınırlandırıyoruz. Buna rağmen ilan edildiği günden bu yana tam 32 arkadaşımız Türk ordusunun imha saldırılarında yaşamını yitirdi.
Yürüttüğümüz iki buçuk aylık savaş sürecinin de gösterdiği gibi silahı kullandığımızda, kullanmak istediğimizde ülkeyi felç edebilecek kapasitedeyiz ve yaz kış demeden her yerde her türlü eylemi geliştirebilecek örgütlülüğe sahibiz. Buna rağmen Türk ordusunun saldırıları karşısında neredeyse misilleme eylemlerine bile başvurmamamız gösterilen iyi niyetin düzeyini gösteriyor. Bunu toplumun hassasiyetlerine gösterilmiş bir duyarlılık olarak adlandırabiliriz.
Bu gerçeğe rağmen üzerimize geliniyor ve imha hedefi ile yönelim gerçekleştiriliyor. Siz, gerekmeyen yerde çığırtkanlık yapan fakat toplumsal barışı bombalayan, sabote eden yaklaşımları sessizce izlemekle ne yapmak istiyorsunuz? Gerçekten üstlendiğiniz sıfatları hak ettiğinize inanıyorsanız, toplumsal sorumluluk ve toplumu aydınlatma, örgütleme görevinize sahip çıkmanız gerekmez mi?
Ha, bilmiyor, görmüyor ve duymuyorsanız; en büyük silahınız olan cahilliği kullanacaksanız söyleyin, biz de o zaman kiminle muhatap olduğumuzu bilelim ve ona göre davranalım.
Mahir Cudi
- Ayrıntılar