2000 yıllarına girmeyi beklediğimiz zamanlarda toplum içerisinde ‘’kıyamet kopacak ‘’cümlesi dillerde dolanır dururdu. Kıyametin nasıl kopacağı yönünde muhtelif fikirler vardı. Dinin toplum üzerindeki etkisinden kaynaklı, en çok da dağların yerle bir olacağı, insanların da bu şekilde yok olacağı anlatılırdı. Aslında söylenenler pekte yanlış sayılmazdı. İnsanlık bir kıyametin eşiğine getirilmiştir. Fakat kıyameti dayatanlar karşısında özgürlük güçleri de vardı ve 21. Yüz yılın özgürlüklerin asrı olacağını iddia ederken kıyameti tarif etmekle işe başladılar
Tarihin yıkıntıları altında bırakılarak yok sayılan doğal toplum ve yarattığı değerler karı yaran berfin çiçekleri gibi bir bir canlanırken, tıpkı doğanın canlanışı gibi halkların baharı yüzünü gösterirken kıyamet tellallığı yapmanın hiçbir değeri olamaz. Fakat dayatılan bir kıyametin olduğunu da görmeden özgürlük kazanılamaz.
İnsanlık ilk zalim egemenden bu yana kıyamet karşısında direniyor fakat hiçbir zaman ulus-devlet canavarı gibi bir kıyamet tehdidiyle karşılaşmadı. Bu öyle bir canavardır ki kendisiyle mücadele edenleri bile kendisine benzeştirme becerisini gösterebiliyor. ULUS-DEVLET SİHİRBAZLAR KRALIDIR! Kendisini en faşist karakterden en demokrat kesilen rollere kadar çeşitli kılıflara sokabiliyor. En önemlisi de kendisini vazgeçilmez kılma yeteneğidir. Tanrıdan vazgeçebilirsin ama ulus-devletten vazgeçemezsin! Bundan daha büyük bir kıyamet düşünülebilir mi?
KIYAMET EŞİTTİR ULUS-DEVLETTİR. Çünkü
Ulus-devlet toplumu demir kafese alan bir canavardır.
Ulus-devlet toplumu çürüten bir asittir.
Ulus-devlet kadın düşmanıdır.
Ulus-devlet tecavüzcüdür.
Ulus-devlet tüm güzelliklerin katilidir.
O halde her yerde ve her yönüyle ulus-devlete karşı durmadan kıyametten kurtuluş olamaz.
Ulus-devletin alternatifi DEMOKRATİK ULUSTUR. Ulus-devlet cehennemi bir yaşamı dayatırken demokratik ulus bir cennet vaadinde bulunmaz; toplumun cenneti olan özgür yaşam alanını açar.
DEMOKRATİK ULUS, toplumun devlet dışı alanda özgürce yaşayabileceğini anlatır. Tıpkı insanlık tarihinin %98’lik bölümünde olduğu gibi.
Peki ulus devlet mücadelesi en etkili şekilde nasıl yürütülür? Toplumun esarete alınmasında en çok prangalara vurulan kadın olduğu için toplumun özgürlüğü de kadın özgürlüğüyle sıkı sıkıya bağlıdır.
Hiç kimsenin diğerinin sesini duymadığı suskun yaşantıları topluma aşılayan egemenlik, kadının sessizliği üzerine iktidarını inşa etmektedir. Sessizlik kadının yalnız diline vurulan pranga değil, düşünceleri ve bedenine vurulan prangadır. Kadının düşüncesi ve bedeni üzerinde iktidar olan bir sistem en tehlikeli sistemdir.
Kadehler ana kadın Tiamat’ın ölümüne kalkarken Marduk ölümsüz kral oluyordu Babil’de. Bu gelenek değişmiş değildir. Kapitalizm ölümsüzlüğünü kadının ölümünde görmektedir.
Kapitalizm kadına onurlu bir ölümü de reva görmez. Kırımların her türlüsünü kadın üzerinde uygular. Toplum kırım, kültür kırım, sosyal kırım, psikolojik kırım kadın kırımından geçer.
Bu nedenle kadın kırımına karşı mücadele etmek demokratik ulus mücadelesinin en başta gelen ilkesi olmaktadır.
Kadın kırımına karşı özgür kadın mücadelesini yükseltmek HAYIR demekle başlar. Bilinç ve yüreklerde fırtınalar estirmekle büyür, örgütlülükle korunur ve eylemle zafere ulaşır.
Özgür kadının tarihsel, örgütsel ve estetik bilinci özgürlük eyleminin yol göstericisidir. Önder APO özgürlük felsefesiyle kadın özgürlük çizgisinde muazzam bir güç açığa çıkarırken dağlarda, meydanlarda, zindanlarda direnen kadın özgürlüğü bir hayal olmaktan çıkarmıştır.
Kadın kırımına hayır demek ÖNDER APO’nun özgürlüğünü sağlamak için kapitalist sömürgeci moderniteye hayır demektir.
Kadın kırımına hayır demek köleliğe savaş açmaktır.
Kadın kırımına hayır demek özgürlükten yana sınırsız bir dünyaya açılmaktır.
Kadın kırımına hayır demek özgürlük için ayaklanmaktır.
Kadın kırımı çok vahşice uygulanıyor o halde buna karşı mücadele de çok büyük olmak zorundadır.
21. yüz yıl kadın özgürlüğünün yüz yılıdır.
Kıyamet büyük olabilir ama umutla baş edemez!
Kıyamet büyük olabilir ama özgürleşen kadınla baş edemez!
Kıyamet büyük olabilir ama kadının değil kapitalizmin ve sömürgeciliğin kıyameti olacak! Ve tarih büyük yargısını şöyle verecek:
Özgürlük mutlaka kazanacak!
Nirvana Farqin
- Ayrıntılar
Newroz Kürtlerde ve Ortadoğulu halklarda kardeşliğin, direnişin ve özgürleşerek, yeniden dirilişin günü olarak anılır.
Ortadoğu tarihinde belki de en kansız geçen bir kesit vardır, bu da Newroz efsanesinin yaşandığı süreç sonrası gelişen zamandır.
Asurlu egemenler Ortadoğu’da yüz yıllarca kan kusturduklarını tarih bize söylüyor. İnsan başlarında kale duvarları yaptıklarını, kendilerinin bıraktıkları tabletlerde öğreniyoruz. Bu insan başlarıyla kale yapmaları onların gurur kaynağı olduğunu da biz yine bu tabletlerde öğreniyoruz.
Halkları topyekûn yerlerinde söküp başka diyarlara zoraki sürgün edenlerinde Asurlular olduğunu öğreniyoruz tarihten. Ve tabii şehirleri, köyleri, kırsalı tümden katliamlardan geçirdiklerini de buralarda öğreniyoruz. Özcesi yeryüzüne gelmiş geçmiş en büyük vahşeti uygulayanlar olarak insanlığın belleğine geçmelerinde, bu tarihi tabletler bize çok çıplak bir şekilde söylüyor.
Bu vahşete maruz kalanlar sadece bir kesim halklar değildir. Bir coğrafya değildir. Bir kesit insanlar değildir. Asurlar bilinir en büyük uğraşları ticarettir. Yani ranttır. Bunun için ulaştıkları her yere bu vahşeti götürerek bu ticari rantı elde etmek için her türlü yönteme başvurmuşlardır. Yine bu coğrafyada kim onlara kafa tutmuşsa başlarına gelen “kellelerinden” kale surları yapılması olmuştur. Bu Ortadoğulu halkların bir yazgısı olmuştur. En küçük direnişi gösterilenler ezilmişlerdir, katledilmişlerdir, zulüm görmüşlerdir, yerleşim yerleri yakılıp yıkılmış ve bu coğrafyaları terk etmek için zorlanmışlar hem de zoraki bu topraklarda sökülüp atılmışlardır.
Evet, Newroz efsanesi öncesi sadece durum bununla sınırlı değildir. Egemenler tarihte her zaman ezilenleri parçalamasını bilerek, güçlerini birleştirmemelerinin yolunu da bulmuşlardır. Sonraları İngilizlerin “böl, parçala ve yönet” diye bilinen siyaset stratejisi esasta her zaman egemenler, hegemonlar, tiranlar, despotlar tarafında sürekli kullanılan yöntemlerin başında gelmiştir. Ve o yıllarda da Asurlular bu stratejiyi de görkemli uygulayarak halkları hem birbirine karşıtlaştırmış hem de rahat ezmelerini sağlamıştır.
Tarihin böylesine karanlık bir döneminde Med kavminin liderliğini yapan Keyasker Ortadoğu halkları bir olmadan bu beladan kurtulamayacağının sonucuna varır. Bu düşünce esasta o yıllarda yaşayan ve halkların kardeşliğini esas alan, savunan, ölümler yerine yaşamın esas alınması gerektiğine inanan büyük filozof Zerdüşt’ün yaşadıkları yıllardır. Büyük ahlakçı, düşünür, özgürlükçü, adaletçi ve büyük eşitlikçi olan Zerdüşt Keyakser’i etkilemiştir. Bunun için Keyakser önce yaşadığı coğrafyada zarar gören tüm aşiretlerle görüşerek bir araya getirir. Bu bir araya getirmelerin genelde savaş dışı yöntemlerle yürüdüğünü tarih bize söylüyor. Yine aynı yıllarda bu coğrafyada yaşayan ve Asurlu egemenlerce sömürülen başka halklarla da ilişkiye geçecektir. Bunlardan bir tanesi de Babil diyarıdır.
Lafı uzatmadan Zerdüşt zihniyetiyle kendisini donatan Keyakser Ortadoğu halkları şer cephesine karşı birleştirir. Ve birleşme ya da ortaklaşma sağlandıktan sonra Asurlara karşı kesintisiz bir direniş başlatacaktır. Bu direniş on yılları alsa da halklar kendi çıkarlarının ne olduklarını bilerek direnişi kesintisiz hale getirirler. Despotik Asur imparatoruna karşı batıdan, doğudan, güneyden ve kuzeyden akınlar başlayacaktır. Halklar direnişe geçmişlerdir. Halklar şaha kalkmışlardır. Halklar bu topraklarda işgalci ve kendilerini sömürenleri istememektedirler. Ve bir de halklar Asur imparatorluğunun nasıl gideceğinin yolunu da bulmuşlardır. Ortak bir cepheden birleşerek Asurlara karşı durmak. Hani yaklaşık 2600 yıl sonra Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi kurma girişimleri gibi. 2500 yıl sonra halen başarılmamış olanı 2500 yıl önce Ortadoğulular başarmış oldukları cephe gibi.
Direniş adım adım gelişecektir. Halklar arası ortaklaşma sağlandıkça Asurlulara karşı direniş gelişecektir. İlk büyük direniş 625 yılında gelişecektir. Ancak bir talihsizlik sonucu başarılamayacaktır. Ardından da her yıl büyük saldırılar Asurların üzerine götürülecektir. Ta ki milattan 612 yılına gelene kadar. Ve bu tarihte halklar tüm güçlerini toplayarak Asurların kalelerine Ninova’dan dayanarak bu zulüm cephesini yerle bir edeceklerdir. Önceler arta kalanlar Haran’a kaçsalar da -ki tekrardan zulümlerini sürdürebileceklerine inanmaktadırlar,- buna halklar izin vermeyecek ve Asur barbar rejimini tarihe gömeceklerdir.
İşte tarih bize Ortadoğu’da bu süreçten sonra yaklaşık 62 yıl boyunca halklar arası savaşların yaşanmadığı, kardeşliğin, adaletin, eşitliğin, esas alındığı söyler. Halklar arası saygının geliştiği, birbirine arka çıkmaların yaşandığını söyler. Ve yine tarih bize bir refah döneminin yaşandığını da söylüyor.
Evet, Newroz sadece söz düzeyinde halkların ortak bayramı değildir. Newroz gerçekten halkların emekleriyle, alın terleriyle ve kanlarıyla elde edilen bir direniş, diriliş, birlik, özgürlük ve adalet günüdür.
Newroz halkların işgalcilere, cümle cemaat sömürenlere karşı başkaldırarak kendi kaderlerini kendi ellerine aldıkları bir gün olduğunu da yine biz tarihi okurken görüyoruz.
Evet, arada bin yıllar geçti. Halklar arasındaki Newroz ruhu işgalciler, sömürgeciler ve cümle cemaat emperyalistlerce ters yüz edildi. Halklar düşman edildiler. Tarihin başına yeniden dönülmüş gibi oldu. Asurlardan edinen “Böl, parçala ve yönet” yine devreye konularak halklar arası husumetler geliştirildi. Halklar karşıtlaştırılmaya çalışıldılar. Ve önemli oranda da başardıklarını söylemek yanlış olmayacaktır.
Ancak Newroz efsanesi öncesi benzeri bir durum yeniden Ortadoğu’da birkaç on yıldır yeniden filizlenmeye başladı. Çağdaş Zerdüştlük felsefesiyle Keyakser’in halkı Newroz küllerinden yeniden doğdu. Yeniden Ortadoğu’da halkların kardeşliği temelinde birlik, dayanışma, eşitlik ve özgürlük için ayaktadır.
Bu kez arada bin yıllar geçmiş olsa da, halkların barış baharını ebedileştirmek için son kez hep birlikte büyük bir direniş için meydanlara çıkarak çağdaş Dehak'lara karşı direnişe geçerek, halkların demokratik bloğunu oluşturarak halkların kardeşliliğin ebediyete taşıyalım.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kürtler açısından tarihi bir bahar sürecini daha yaşıyoruz. Binlerce yıldır katliamların girdabında tutulan halkımızın özgürleşmesi ve yaratılan değerlerin kalıcılaştırılması için ölüm kalım düzeyinde önemli bir süreç.
Halkların baharına doğru yürüyen halkımızın önündeki tarihi görevlerin tekrardan hatırlanmasında fayda var. Her ne kadar demokratik barışçıl bir çözüm yönünde gösterdiği irade ve bu doğrultuda yarattığı örgütlenme düzeyiyle tüm halklar açısından örnek teşkil eden bir duruşu olsa da kalıcı bir çözüm için yapılması gerekenler oldukça fazla.
Mart ayı başında kaldırılan eylemsizlik kararı ardından Önderliğimiz Newroz’a kadar devletin tavrına bakarak yeni bir değerlendirmenin geliştirilebileceğini belirtmişti. Sürecin barışçıl mı yoksa topyekûn direniş temelinde mi gelişeceği noktasında oldukça önemli olan bu dönemin şüphesiz çok iyi değerlendirilmesi gerekiyor. Herkesin bu sürece gelişin nedenlerini ve tarihsel izdüşümünü iyi irdeleyerek kendisi açısından nasıl bir rol ve misyonla süreci karşılayacağını netleştirmesi gerekiyor.
***
Bundan tam bir yıl önce 17 Mart 2010 tarihinde Önderliğimiz avukatlarıyla yaptığı görüşmede kendisinin barışçıl çözüm arayışlarına devletin gösterdiği samimiyetsizlik nedeniyle 17 yıllık çabanın sonuç alamadığını ve sürecin yeni bir aşamaya evrilmesi gerektiğini belirtmişti. Hareketimiz ise bu yeni aşamaya dördüncü stratejik dönem dedi. Ve 2010 yılında yürütülen iki buçuk aylık mücadeleyle bu dönemin startını verdi.
Dördüncü stratejik dönemin en önemli özelliklerinden bir tanesi kendi iradesine dayanan halkın kendi sistemini oluşturmasıdır. Bu siyasi açıdan var olan kurumlaşmaları işlevselleştirmek kadar toplumun her türlü sorunlarının çözümüne dönük bir iradenin, ortak akıl ve pratikleşme mekanizmasının oluşturulması anlamına geliyor.
Eskiden farklı olarak bu süreçte yapılmaması gereken şeylerin başında ise beklenti sahibi olmamak geliyor. Devletin özellikle 2009 yerel seçimleri ardından başvurduğu oyalama taktiği günümüzde herkesçe görülüyor. Bir yandan dinamik Kürt muhalefetini zaman içinde marjinalleştirmeyi hedefleyen bu yaklaşım diğer yandan Kürtler arası birliği, ulusal bütünlüğü parçalamak için kendi Kürt’ünü yaratmaya çabalıyor. Bu anlamıyla özünde ince ve sinsi bir tasfiye politikasını adım adım uygulamaya çalışıyor.
Ortadoğu’daki son gelişmelerle bağlantılı olarak oldukça çekinilen topyekun bir halk ayaklanmasının kendileri açısından oldukça olumsuz sonuçlara sebep olacağını bildiklerinden bir yandan da sözde çözüm yanlısı görünmeye çabalıyorlar.
***
Dert çözüm değil yani. Dert yüz yıllardır Kürt halkı ve Kürt toprakları üzerinde sürdürülen kirli oyunların devam ettirilme çabasıdır. Dün Halepçe katliamıyla fiziksel olarak yok edilmek istenen Kürt halkı bugün anlam olarak yok edilmek isteniyor. İradesiz, kişiliksiz, onursuz ve teslimiyeti, alçakça yaşamayı kabullenmiş birey ve bu bireyi kabullenen, koruyan ve kollayan bir toplum oluşturulmaya çalışılıyor.
Her türlü katliam riski karşısında kendini koruyamaz duruma getirilmek istenen Kürt halkının bu yaklaşımlar karşısındaki direniş geleneğini her zamankinden daha fazla gündeminde tutması gerekiyor. Şüphesiz bugün bir Halepçe daha olamaz. Halkın savunma güçleri olarak bizler kesinlikle böyle bir şeyin gelişmesine izin vermeyiz. Halkımıza yönelecek her türlü saldırıya misliyle cevap vereceğimizi daha önce de açıkladık.
Önümüzdeki katliam tehlikesi insan varlığının olmazsa olmazı “anlam” eksenindedir. Bin yıllardır coğrafyasında, dağlarında özgürlüğünü yitirmemek, özgürlük bilincini korumak uğruna inanılmaz bedelleri göze almış halkımızdaki bu ruha yönelik geliştirilen bir katliam girişimidir.
Kürtlerin özgürlüğüne düşkünlüğüne bir yönelimdir. Kürtleri sınırlandırmaya dönük bir girişimdir. Baskı ve sömürüye, asimilasyon ve inkara boyun eğmeyen halkımızın direncinedir bu saldırı. Şiddet ve savaş politikaları karşısında yürekleri ellerinde her türlü zora ve zalimliğe karşı çıkan kahramanlarımızın geleneğine.
İşte önümüzdeki soykırım ve katliam tehdidi tam da bu ruha yöneliktir. İnsan bilinci ve ruhunda yaralar açarak kendi direniş geleneğinden kopartılan insan topluluğu yaratılmak isteniyor. İşte dördüncü stratejik dönem ve onu yürütecek, öncülüğünü yapacak insanlar bu tehlikeyi ortadan kaldıracaktır.
İşin özü şudur; bu süreç her bireyin kendisini mücadeleye kattığı oranda kazanılacaktır. Her bireyin bulunduğu alanda dışarıdan gelecek bir hak teslimini beklemeden, birilerinin ona özgürlüğünü sunacağı yanılgısını yaşamadan tarihsel geleneği çerçevesinde bir duruş sahibi olması gerekiyor.
Bu başarılır ve dönemsel görevler bu bakış ile ele alınırsa bu yıl, 2011 baharı Kürt halkının ve tüm bölge halklarının çiçeklendiği bahar olur.
Halepçe katliamında şehit düşen tüm halkımızın acısını yaşadığımız ve bu katliamın nedenlerini sorguladığımız böylesi bir günde yeni katliamların önünün alınması ancak bu şekilde gerçekleşebilir.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
“Kadın ilk köle haline getirilen ulustur” diyor Kürt halk önderliği. Bu insanlık tarihinde ilk baskılanan, sömürü altına alınan, köleleştirilen ve zapt u rapt altına alınan demektir. Bunun için Kürt halk önderliği kadına sadece bir cins olarak bakmıyor, onun çok ötesinde bir anlam yükleyerek, yaşamın kaynağı olduğunu söylüyor. Eğer sağlam bir yaşam yeniden yakalanacaksa öncelikli olarak bu ilk köle olma durumunun ortada kaldırılması gerekiyor. Sağlam ve dürüst bir insan ilişkilenmesi yakalanacaksa öncelikli olarak kadınla yeniden daha sağlıklı, özgürlükçü, eşitlikçi ve tabii ki adaletli bir ilişki biçimi yakalanmak zorundadır.
Şunu peşinen söyleyelim: Kadının statüsü neyse insanlığın statüsü odur. Kadının özgürlük düzeyi neyse toplumunun özgürlük düzeyi o kadardır. Kadının bilinç seviyesi neyse, insanlığın bilinç seviyesi o kadardır.
Evet, kadın yaşamın kaynağının ta kendisidir. Doğru bir yaşama adım atılmak isteniyorsa öncelikli olarak kadınla yeniden arkadaş olunacaktır, yoldaş olunacaktır ve tabii ki yapılabilinirse dost olunacaktır.
Biliniyor eskilerden insanlık tarihi sınıflaşmayla başlatılıp gelinirdi. Birilerinin var olana el koyarak başat olmasıyla ezenle ezilen sınıflar ortaya çıktığı söylenirdi. Bunun içinde öncelikli olarak bu tersliği düzeltmek için sınıf kavgasının iyi verilmesi salık verilirdi. Sınıf sorunu çözülmüş ise orada insanlık sorunu çözülmüş sayılırdı.
Kürt halk önderliği bu teze karşılık ilk sömürülen, ilk köle haline getirilen ve ilk toplum dışına itilmek istenenin ve öyle yapılanın kadın olduğunu söyleyerek insanlık tarihini kadınla başlatıyor. Kadına karşı yapılan haksızlıklar giderilmeden, kadın yine başat hale getirilmeden, kadın yeniden kendisi olmadan insanlığın özgürleşemeyeceğini söyler. Yani kadını, kadının çok ötesinde ele alarak getiriyor Kürt halk önderliği.
Hiç şüphe yoktur ki bunun nedenleri vardır: Kadın ilk insanlığı oluşturulan kesim olarak bilinir. Tarih, bize ilk toplumları yönlendirenlerin, yürütenlerin, evirip çevirenlerin kadınların olduğunu söyler. Kadın etrafında gelişen yaşamın adaletli geliştiği, eşitlikçi olduğu, paylaşımcı sürdürüldüğü, duygu yüklü yaşanmasının yanı sıra herkese hoşgörülü yaklaşarak, herkesi bu yaşama aldıklarını gösteriyor. Böylesine bir yaşamda savaşın, fitnenin, fesadın, hilenin olmadığını görüyoruz. Bu durumu bugün bile böylesine toplumlara izlemek zor olmuyor.
Özcesi kadın etrafında yürüyen, insan hayallerini süsleyen bir yaşamın sürdürüldüğünü tarihi belgeler, anıtlar ve buluntular bize gösteriyor.
Ancak ne olmuşsa olmuş, tarih ters yüz edilmiş ve kadının kurduğu bu hayal bile edilemeyecek yaşama el atılmıştır. Bunu yapanlardan biri öncelikli olarak avcılıkla deney kazanmış, birazda hileyi öğrenmiş, vurucu erkektir. Yine kadının yanında kalan, kadının yönetme yeteneğini, bitkileri yetiştirme sanatını derken her türlük kadının hünerini öğrenen yaşlı adam. Bir de giderek kendince dıştalandığını hisseden, büyücülükle uğraşan, konumundan rahatsız, belki de biraz yetenekleri olan şaman yani rahiptir. Üçünün birleşmesine tarih üçlü kurnaz erkek ittifakı diyor. Bu ittifak önce bulundukları klanı ele geçiriyor. Belki önceleri çokta el koymayı açıkta yapmıyorlar. Ancak güçlendikçe bunu daha da açıkça yaparlar. İlk işleri kadının bu statüsünü yıkmaktır. Kadının toplum nezdinde edindiği saygınlık kırılmadan toplumun derinliklerine nüfus etmek zordur. Çünkü kadın doğal bir güçtür. Doğal bir otoriter. Öncelikli olarak bu otoritenin sarsılması gerekiyor. Ne kadar hile, kurnazlık, yalan varsa yapılarak kadın zayıflatılmaya çalışılır. Ve bunu başarırlar da.
Evet, üçlü kurnaz erkek ittifakı kendisini örgütleyecek. Giderek hiyerarşi oluşacak, bu hiyerarşi tahakkümü götürecek, tahakküm ise giderek kadını daha ileri düzeyde baskılayacak, sömürecek ve son tahlilde kadını köle altına alacaktır. Köle altına alınan kadınla giderek neolitik toplum yapıları köle yapılacak bu ise giderek adım adım insanlığın köle haline getirilmesi olacaktır. Tabii bu arada ise devlete, devlet ise daha fazla köklü tahakküm ve kölecilik olacaktır. Bu ise daha fazla savaş, daha fazla köle ve ölüm demek olacaktır.
Evet, kadın ulusu köle haline getirilmiş, ardından da insanlık köle haline getirilmiştir. Tarihin hangi sayfasını açarsanız açın, karşımıza üstü örtülmüş de olsa, perdelenmişte olsa, burka da çekilse, üstü betonlaşmışta olsa, Avrupa’daki gibi cadı diye ateşlere de atılsalar, kapitalizmin ince metası olarak pazara sürülerek tecavüzü alenen resmileştirseler de, hepsinin özü boydan boya kadına karşı bir savaş, kadının ise buna karşı boydan boya için için bir direniştir.
Evet, ilk köleleştirilen toplum kadın ulusudur. Bunun için insanlık kurtarılacaksa, acılarından arındırılacaksa, özgürce nefes alıp verecekse, eşitliği ve adaleti tadacaksa bu kadın ulusunun özgürlüğüyle olacaktır. Kadın ulusunun kendi kaderini eline almasıyla olacaktır.
Ve bugün Kürdistan’da 8 Mart günlerinde kadın ulusu görkemli bir şekilde kaderini eline alıyor. Kaderini eline alırken de tüm dünyaya kadın ulusunun nasıl haykırdığını gösteriyor.
Biz gerillalar olarak bu ayaklanışa sadece ve sadece saygılarımızı sunar ve selama dururuz. Eskilerde buna şapka çıkarmak derlerdi, şapkamızı çıkarırız.
Birde söylemeden geçmek olmuyor. Gönül isterdi ki kadın ulusunun Kürdistan’da şaha kalkışında bizlerde onların etkinliklerinde, meydanların etrafında, onların zılgıtlarına alkışlarımızla eşlik edelim…
Tüm günlerin 8 Mart olması dileğiyle…
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Tuhaf bir toprağı var bu ülkenin. Siyah ile kahverengi bir renge sahip, tuhaf bir toprak işte… İçinde denizi olmayan ve çöllerinin yerinde derin uçurumların olduğu bir toprağı var bu ülkenin. Toprak ne killi, ne de humuslu! Daha çok kinli ve daha çok hasım hayatlara…
Hayatların bütün trower’larında ya da central parklarında; geniz yakan tadı var bu toprağın… Kemiklerin çıktığı bir tadı var, her tarafında hikâyesini gizleyen, utangaç hayatlar var…
Sadece ulaşılmayı bekliyorlar, sadece bulundukları yerde daha fazla durmak istemiyor ve doğan bir güneşe tutunmak istiyorlar…
Her yerde toplu mezarların çıkartılması ve yaşanan cüzi tartışmaların ardından bir grup-sanatçının; toplu mezarların Kabesi olan o toprak parçasına (Newala Kasaba) yürümesi ve orada bu hassas konu üzerine açıklama yapması; sadece bir aydın ve sanatçı sorumluluğu değildir. Bunun çok ötesinde bir yiğitliktir…
Bu konuda yürütülen her çalışma ve atılan her adım; tarihin o sonsuz sanılan dehlizlerinde insanlık adına çok büyük bir adım olmaktadır…
Özellikle içinden geçilen son günlerde yaşanan tartışmaların ekseninde bu somut girişim; ardında buruşuk bir fotoğraf bırakmış ya da tamamlanmamış bir şiir bırakmış o insanların, sevdiklerine kavuşturulma çabası olmaktadır…
Olumludur ve yapanı da, yürüyeni, konuşanı ve yazanı da kutsayacak kadar mukaddestir…
Burada mevzubahis edilen konu ve gündemin içeriğinde tarafgirliğin olmaması ise başlı başına önemli ve isabetli olmaktadır.
Çünkü bu mezarların hepsi sahipsizdir… Zaten bunları yapanların temel amacı bu olsa gerek; öksüz mezarlar ülkesinin içinden insanların yaşamsal hücrelerine korku imparatorluğunu enjekte etmenin marifetiyle ortaya çıkmış bir tablodur; bu toprağın toplu mezarları…
Ondan tadında dahi bir burukluk vardır bu toprağın, hatta biraz da küskünlük…
Onun için herkesin ağzına pelesenk olmuş bir “barış” kelimesi vardır…
Hem dizelerin içinde vardır bu kelime, hem de eskimeyen bir Botan türküsünün içinde…
Herkesin ağzında barışın geçtiği cümleler olmasına rağmen;
Dozerin kepçesini daldırdığı her yerde kemiklerin çıkması ise başlı başına bir trajedidir.
Fakat yine de bu minvalde dahi atılan bu adımın kendisi, ortaya konulan yüreklilik bir ilk evre etabıdır, “barış” kelimesinin kuvözden çıkarılmasına yönelik…
Daha güçlü oksijenlerle barışı besleyen çalışmalardır bunlar…
Suçun ya da suçlunun sorgulanmadığı, basit bir hesaplaşmanın ve bu politik etik ölçülerinin ifşası sonucunda; çocuk hayatların nirengi noktasıdır aslında bu başlatılan…
Ondan dolayı yiğitliktir… Yiğitlik, içinde insani erdemleri barındırdığı eksende siyasetin o alacalı dilini de alt edebilen bir eylemliliktir.
Yani; sanatçı-aydınların, toplu mezarların kabesine ulaşmak istedikleri bu yolculuk, bir duygu yoğunlaşmasını oluşturmak istedikleri bu etkin nokta biraz da; hac yolunda yürüyen topal karıncanın hikâyesine benzemektedir…
Hani topal ayağıyla, hac yollarına düştüğünde kendisine “nereye gidiyorsun” diye soranlara, “hacca gidiyorum” diyen karıncanın tanrısallığı kadar günahsızdır, Newala Kasaba denilen o Kasaplar Deresinin derin vadisinde açıklama yapmak…
Bu girişimin pratik alanda ve anlamda amacına ulaşması biraz da zayıf bir ihtimaldir. Varacağı yeri şimdiden kestirebilmek zordur; belki bir arama noktasında güvenlik gerekçesiyle durdurulacaktır. Belki de yasal olmadığı gerekçesiyle, yürümeye çalışanlara-sorumluları göreve çağıranlara; “daha fazla ilerlemeyin, dağılın” denilecektir…
Konu hakkında siyasi yaklaşımları ve rant parsasının hesaplarını tahmin edebildiğimizde, olayın varacağı mutlak nokta belki de; dağılmak istemeyen gruba yönelik, polisin ve askerin yapacağı göz yaşartıcı bomba saldırısı olacaktır…
Bir yerde gözü yaşlı olanlar, yıllardır ciğerlerinde kan ağlayanlar öbür tarafta ise bu kanamanın etkisini görmeyecek ya da göremeyecek, insan öbekleri tarafından gencecik hayatların gözeneklerini yaşartan bombalar atılacak bir ihtimal…
İşte bundan dolayı; bu ülkenin tuhaf toprağı vardır. İçinde sahipsiz kemikler, üstünde patlamaya hazır mayınlar, askeri atıklar vardır… Çocuklarının bir kır gezisinde payına düşen ise basit bir şarapneldir. Toprağı kinlidir bu ülkenin… Herkesin dilinde “barış” kelimesi pelesenktir.
Tüm bunların yanında, yani her ne pahasına olsa da ve ihtimallerin sonucunda; yürüyüş bir yere kadar sürse ve sessiz bir yol üstünün herhangi bir kilometresinde o bildiri okunsa da güzeldir. Güzel olan ise; 17 yıldır haftalık toplantılarıyla ve yazmaları kadar helal olan o anaların eylemlerine bir katkı sunmasıdır, bu atılan adımın.
İşte bundan dolayı bir aydın-sanatçı yaklaşımı değil sadece, başlı başına bir yiğitliktir bu…
Yiğitlik; biraz da topal karıncanın hikayesinin devamıdır. Hani sorulan sorulara, verdiği cevaplar üzerine herkesin karıncaya; “bu halde nasıl gidersin o kadar yolu, dayanamazsın ölürsün bu yollarda” demesi üzerine, karıncanın “olsun bu yolda ölmek de güzeldir” demesidir yiğitlik…
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Evet, devrim anlarında işbirlikçiler, ihanetçilerin fiyatları artar. Bu fiyat artışı işbirlikçilerin ya da ihanetçilerin meziyetlerinden ileri gelmemektedir. Dediğimiz gibi bu paralanma, fiyatlanma ve kıymetlenme devrim anıyla bağlantılı bir durumdur.
Türkiye cumhuriyet tarihinin en ileri düzeyde kurnazlıklarıyla politika yürüten, takkiye yapan, tüccar zihniyetine sahip siyasal partisi ya da gücü hiç şüphe yoktur ki ismi ak olsa da hiçte ak olmayan partidir.
Şunu peşinen söyleyelim: bu ak olmayan parti Türkiye’nin, Ortadoğu’nun hatta dünyanın neresinde satılmaya değer mal varsa bulup piyasaya en iyi süren tüccarlardan oluşuyor. Herhalde dünyada bu kadar iyi ticaretten anlayan, yalanı kızarmadan söyleyen, çok yüzlü olan, savunmadığı düşünceleri bile sahiplenen bir insan topluluğuna, tüccar topluluğuna rast gelmek mümkün değildir. Bu kadar Zübük’ü bir arada aynı parti içerisinde bulmak dünyanın hiçbir yerinde mümkün değildir.
Örneğin dünyanın başka alanlarında da yalanla, dolanla, sahtekârlıkla siyaset yürüten güçler vardır. Ancak bu kadar sahtekârı bir araya toplamak sadece ve sadece ak olmayan bu partiye aittir.
Bu ak olmayanlar dediğimiz gibi bildikleri en iyi iş ticaret yapmaktır. Böyle olunca kendilerine lazım olan malı arayıp bulmakta zorluk çekmiyorlar.
Bilinir ticaret ahlaki değerlerin en az dikkate alındığı sahadır. Ahlaki değerlerin ayakaltına alınan sahasıdır. Ticaret varsa ahlak yoktur. Çünkü kârın olduğu yerde ahlak aranmaz. Bu bağlamda kâr ahlakın karşıtıdır.
İhanet ve işbirlikçilik toplumlarda ahlaksızlık olarak ele alınır. İhanet ve işbirlikçilik bireylerde ahlak dibe vurmuşsa ortaya çıkar. Hele bu ahlaki çöküntü birde karşılığını maddi değer olarak buluyorsa burada ihanet ve işbirlikçiliğin gelişme zemini daha da artar. İhanet ve işbirlikçilik her zaman para etmez. Toplumlar ezelden beri ihaneti ve işbirlikçiliği lanetlerler. Kabul etmezler. Ahlaksızlık olarak ele alırlar ve nefret ederler.
Ancak dediğimiz gibi böyle düşmüş tipler, toplumların ayağa kalkışlarında, hem içerden Truva atı rolünü oynama açısından hem de direk işgalcilerin yanına geçerek kendi toplumuna karşı kullanılması açısından para ederler. Böyle anlarda işbirlikçiler ve ihanetçiler kendilerinde geçerler. Ne de olsa on yıllarda edinemeyecekleri mali külfeti kısa bir tarihi süreç içerisinde edinebilirler. Yine işgalciler böylelerini bir süreliğine de olsa önlerini açar, medyasına çıkarır ve belki daha fazla kariyer imkânı da sunarlar. Bu ise işbirlikçileri daha fazla arsızlaştırır. Bazılarını ar perdesi kalmamıştır. Ve bunlar artık kendi toplumuna en ileri düzeyde hakaretler yağdırırlar. Özelde de özgürlük için yollara çıkmış bir halkın evlatlarına saldırdıkça saldırırlar. Artık yaşama kapısı sadece ve sadece düşmanların yani işgalcilerin yeridir. Kendilerini kabul ettirmeleri için ise kralcıdan daha kralcı kesilmeleri bundandır.
Evet devrim anları yani halkların özgürlüklerine yakın durdukları anlarda işbirlikçilik ve ihanet para eder. Böyle anlarda dediğimiz gibi peş para etmeyecek olanlara bile el atılır. Ezelden düşmanlık yapanlardan tutalım da bir dönem kendi halkının yanında yer alıpta sonra ayrılanlara kadar geniş bir yelpazede kişilere el atılır.
Ancak devrim dalgası çok güçlüyse bu dalgayı parçalamak için her ihanet edecek, her işbirliğine yatacak tiplere el atılır. İşte böyle anlarda mantar gibi işbirlikçiler türer. Özgürlük hareketi ya da ayağa kalkan halk bu tiplere dönük bir şeyler söyledikçe bunlar daha fazla paralanırlar. Bunlar bunu da bilirler. Bunun içinde mümkün mertebe özgürlük hareketine saldırı yaparlar. Küfürler yağdırırlar. Yapılmak istenen özgürlükçülerin bu ihanet takımına cevap vermesidir. Böylelikle belki de işgalcilerin yanında değerleri artar hesabıdır. Özgürlük hareketi böylelerini ağzına almadıkça bunlar çılgına dönerek saldırganlıklarını kudurganlığa dökerler.
İşte ak olmayan parti ihanetçilerin ve işbirlikçilerin bu ruh halini iyi bilir. Ne de olsa bu ak olmayan parti kendi köklerine ihanet ederek, emperyal güçlerin işbirlikçiliğine soyunarak yola çıkan bir partidir. Bu bağlamda kendi ruh hallerini iyi bilirler. Kendilerinin nasıl paralandıklarını bildikleri için ihanetçi ve işbirlikçileri satın almasını da iyi bilirler. Birde dediğimiz gibi zaten bunların topunun mayasında tüccarlık vardır. Parayla içli dışlıdırlar. Böyle olunca satın almasını iyi bilirler. Ak olmayan parti bir yerlere ait olmayanları, bir yerlerde yaşarken başkalarına yaşayanları, başkaları gibi düşünenleri satın almasını iyi bilirler. Bunların mesleği budur. Ne de olsa tüccardırlar.
Ancak ihanet edenler ve işbirlikçiliğe soyunanlar bilmelidirler ki bir halk tarihi anları yaşıyorsa, bir halk birliği için bu kadar emek ve kan dökmüş ise, adeta işgalcilere karşı dişlerini etine takarak tüm gücüyle ayağa kalkmışsa, var oluşu için canını ortaya koymuşsa ve böyle anlarda birileri işgalcilerin yanına geçerek ihanet ve işbirlikçiliğe soyunuyorsa, bu direnen ve ayağa kalkan halk bu işbirlikçi ve ihanetçileri kabul etmeyecektir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Mart ayının kıştan kalma bir sabah ayazında, yüzümü tırmalayan rüzgârın keskinliğine karşı yürüyorum. Karşı tepelerin ardından yüzünü yeni gösteren güneş ısısını ulaştıramıyor daha. Sağımda kalan kuzey yamaçlarında birikmiş karlardan yansıyor yeni güne güneş. Gecenin ayazının dondurduğu toprak yavaşça çözülüyor.
Patikadan ilerlerken alışkanlıktan olsa gerek izlere bakıyorum. Benden önce adımlayanları tahmin etmeye, yabancı bir izin olup olmadığını anlamaya çalışıyorum. Biraz daha ilerlediğimde güneşe doymuş toprağın üzerinde rastlıyorum.
Çok olmamış geçeli. Belli ki şimdiye kadar görmemem toprağın çözülmemiş olmasından. Onlarca iz. Eğilip baktığımda hepsinin küçük numaralı Mekap’lar olduğunu anlıyorum. Bayan arkadaşlar.
Dağın sert yüzünde, aşılmaz zirvelerinde, imkansızlığı ve zorluğu her karışına yansıyan hırçınlığında ne kadar da ayrı duruyor bu izler. Binlerce sözde erkeği dize getirmiş, sözde kahramanları alt etmiş bu dağlardaki kadın gerillaların izleri.
Hem sadece patikada mı izleri? Yaşamın her anında, beynimizin ve ruhumuzun en ücra köşelerinde iz bırakan kadınlar. Özgürlüğe tutkun o gözlerini diktikleri geleceği kurmak için toplumun her alanında direnen kadınlar, savaşan gerilla kadınlar.
***
Bugün onların günü. Daha doğrusu kadına, emekçi dünya kadınına ait olan ve direnişle yaşam bulmuş 8 Mart.
Bir güne sığdırılmış bir anma değil şüphesiz 8 Mart. Çok daha fazlası ve ötesi.
Alanları dolduran milyonlarca kadının, dağların zorlu patikalarını arşınlayan kadın gerillaların yürüttüğü özgürlük mücadelesiyle hesap sorduğu gün 8 Mart. Beş bin yıldır mahkum edilmiş kadının egemen erkek sistemini yerle bir etmekte, erkeği hizaya getirmekte bir direnç noktası.
Bu günde erkeğin görevi Kadın Kurtuluş İdeolojisi karşısında kendini sorgulamasıdır. Güç verdiği sistemin pratiklerindeki pay sahipliğini üstlenip öz eleştiri vermek.
***
Bir erkek olarak 8 Mart vesilesiyle özür diliyorum.
Her kadından tek tek.
Ceylan’dan özür diliyorum parçalara ayrılan bedenine siper olamadığım için.
Canan’dan özür diliyorum katillerinden hesap soramadığım ve ellerini sallayıp gitmelerini izlediğim için.
19 yaşındaki Hatice’den özür diliyorum sevmeye verilen en ağır cezayı onaylayan sistemi değiştirmekte geciktiğim için.
Nujiyan’dan özür diliyorum oyuncağını sokakta bulduğu bilinmeyen cisimlerden seçmek zorunda kaldığı için.
Medine’den özür diliyorum canlı canlı gömüldüğü o çukurda nefes olamadığım, toprağa gömülen insanlığımızın farkına varamadığım için.
Dünyanın dört bir yanında hoyrat ve zalim erkekliğin cenderesine sıkışmış kalan tüm kadınlardan özür diliyorum. Özgür ve yaşanabilir bir dünyanın yaratımı işini geciktirdiğim için.
İçimdeki suç ortağını, erkeği öldürmekte yeterli ve güçlü bir mücadeleyi yürütemediğim için özür diliyorum tüm yoldaşlarımdan.
Dünyanın tüm analarından özür diliyorum. Bir oğul olarak çektiği acıları dindiremediğim, akıttığı gözyaşlarını durduramadığım için.
Ve Zilan’dan
Ve Viyan’dan
Beritan’dan
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Ay karanlık.
Bir gece ansızın geldiler.
Sıbate dinokta geldiler.
Daha puk u tofan olmadan geldiler.
Sızacaklardı planladıkları yerlere.
Zap karargahına, HPG Ana Karargahına.
Yerle bir edeceklerdi.
Ay yıldızlı alkanlara boyanmış bayraklarını dikeceklerdi Şıkefta Brindara tepesine.
Ne edalarla poz vereceklerdi bayrak diktikleri zaman.
Bil cümle aleme yayacaklardı.
Ve ardından birer birer Zagros, Metina, Haftanin, Xakurke, Qandil ile Gare’yi düşüreceklerdi.
Kerkük’ü de fetih eyleyeceklerdi.
Ne güzel planlar yapmışlardı.
Ne güzel işgal hayallerini kurmuşlardı.
Bir de arkalarında NATO vardı, yanke ABD vardı.
AB vardı.
Arap diktatörleri vardı.
Farsın Şia diktatörü vardı.
Naralarla gelmişlerdi.
Davul zurna çalıyorlardı TV’lerinde, boy boy kahraman asker fotoları vardı gazetelerinde.
Fehmi Koru gibi vakanüvusçular PKK bitecek kasidelerini kaleme almışlardı.
Daha neler yazmışlardı, neler.
Bilemediler başlarına ne geleceğini.
Bilemediler, hesaplayamadılar HPG gerillalarının direnişini.
Hesaplayamadılar, gerillanın fedaileşmiş ruhunu.
Buzda, ayazda ve karda.
Bırakmadılar mevzileri Xeregol sırtlarını Kürtlerin en naif ruhlu ve altın evlatları.
Ayaklar şişti mekaplara girmez oldu.
Jiletten de keskin soğukları yendiler.
Yine direndiler, yine direndiler.
Karın keskin soğukları onları biledi.
Sıbata dinokun puku onları biledi.
Onlar bilendikçe, yenilen Türk ordusu oldu.
Yenilen, NATO oldu.
Yenilen, ABD ile AB oldu.
Yenilen, Arap diktatörleri ile Fars Şia diktatörü oldu.
Eğer bugün Türk ordusu herkesin diline paspaye olmuşsa, ZAP Destanı’nın sonucunda olmuştur.
Eğer önce bir çavuşu bile yargılamansı mümkün değilken, bugün 163 üst rütbeli ile general yargılanıyosa bu HPG gerillalarının eseridir.
Bu nedenle, tüm Türk liberalleri, AKP gibi münafıklar hergün oturup HPG gerillalarına şükretmelidirler.
Bu bir hakikattir aynı zamanda.
Ne kimse üstünü örtebilir ne de aksini iddia edebilir.
Eğer bir zafer aranacaksa Zap zaferi orta yerde duruyor.
Eğer bir kahraman aranacaksa Çiyaye Reş, Xeregol ile Çemço kahramanları duruyor.
Eğer bir idol aranacaksa bu zaferi yaratan her HPG gerillası bir idoldur.
İdolların yaşadığı ve direndiği kutsal mekanlar dururken, pislenmiş ruhların bulunduğu kentlerde yaşamanın insan onuruyla alakası olabilirmi?
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Evrensel varoluş içerisinde kadın olarak kendi oluşumuza bir anlam verebilmek, kendimize anlam verdikçe her oluşun bir anlam içerdiğini hissetmek ancak evrensel tarihi, evrensel tarihin bir parçası olarak tikel tarihi kavramakla mümkündür. Nasıl ki Ortadoğu tarihi evrensel tarihin anadamarıdır diyorsak aynı zamanda kadın tarihi de evrensel tarihin anadamarı olarak değerlendirilebilir. Özgür ve anlamlı yaşamak için kendi tarihini bilmek, tarihi canlı olarak hissetmek, kendini de yaşanan tarihin bir parçası olarak görmek gerekmektedir. Çağın bilme sınırlarını aşarak gerçekleşecek olan bilme, gerçeğin içinde erimeyle, gerçeğin kendisi olmayla, kendini bilmeyle mümkündür. Özgürlüğün en temel ilkesi olarak kendini bilme arayışı ise kişide doğru tarih bilincinin gelişmesiyle sağlanacaktır. Nereden başlamalı, nasıl yaşamalı ve ne yapmalı sorularına verilecek cevapları tarihsel akış içerisinde aramak hakikate en yakın arayıştır.
Anlamın derinliği, hislere inanç, başarma iddiası, özgürlüğe cesaret, hakikate götüren yol ve yöntem ancak tarihteki direnişlerden ve yenilgilerden öğrenilerek gerçekleşir. Bir anlam deryası olarak değerlendirebileceğimiz tarihte kadınlar her ne kadar gölgede bırakılsa, yazılmak istenmese de bugün kadın diye bir cins gerçekliğinden bahsediyorsak bu kadınların merkezi uygarlık sistemine karşı bir direniş içerisinde olmalarından kaynaklanmaktadır. 8 Mart Dünya Kadınlar günü de bu anlam deryası içerisinde akışı görkemlileştiren, akan suları çağlayana dönüştüren bir anlam içermektedir. Her şeyi revize eden, gerçek özünden uzaklaştıran merkezi uygarlık sistemi 8 Mart Dünya kadınlar gününü de bir direniş günü, kavga günü olmaktan çıkararak bir bayram, bir kutlama gününe dönüştürmeye çalışmaktadır. Özgürleşme savaşımını yürüten kadınlar olarak öncelikle yapmamız gereken kadının tüm değerlerini çalan bu ev hırsızı sistem gerçekliğine karşı yüksek bir inanç ve bilinçle mücadele etmek, kendi değerlerimize sahip çıkmaktır. İşte 8 Mart dünya kadınlar günü de böylesi soylu değerlerimizin zirveleştiği günlerden biridir. Bundan yüzellidört yıl önce 1857 yılında Amerika’ da tekstil işinde çalışan yüzlerce kadın, sekiz saatlik çalışma ile eşit işe eşit ücret gibi taleplerle bir direniş başlatmışlar bu direniş şiddetle bastırılmıştır. Ve işbaşı yapmayan protestocu kadınlar diri diri yakılmış, fabrikanın kapıları kapatılarak ondokuzuncu yüzyılda sistem kendine yakacağı yeni cadılar bulmuştur. O gün tam 129 kadın diri diri yakılarak şehit düşürülmüş, şehit düşmeyenler ise yakılan işçi kadınların çığlıklarını, yanık bedenlerinden yükselen kokuları, iş arkadaşlarının, kavga yoldaşlarının gözlerinin önünde eriyişini unutmamış, aslında o 129 arkadaşlarıyla birlikte onlarda yanmışlardır. Daha sonrasında büyük kavgalar ve sistem karşıtı direnişlerle, 1910 yılında gerçekleştirilen İkinci Enternasyonalde, 8 Mart’ın dünya emekçi kadınlar günü olarak ilanı karar altına alınmıştır.
Özgürlük mücadelesi yürüten kadınların bugünden o günlere vermesi gereken anlam sadece meydanlara çıkarak bayram coşkusuyla bugünü kutlamak, davullar eşliğinde halaylar çekmek, sloganlar atmak olamaz. Öncelikle diri diri yakılarak şehit düşürülen yüzyirmi dokuz kadının acısını yüreğimizin derinliklerinde hissederek, tarihimizi yeniden irdeleyerek, analize tabi tutarak alternatifler yaratmak bugünden o günlere vereceğimiz en anlamlı yanıt olacaktır. Sistem karşısında mücadele yürüten kadın hareketlerinin yaşadıkları yanılgıların, eksik ve yetmezliklerinin çözümlenerek tüm kadın hareketliliklerinin örgütlülüklerini güçlendirmek ve özgürlük mücadelesini derinleştirmek gerekliliği açığa çıkmıştır.
Günümüzde sömürünün kadın ruhu, bedeni, duyguları üzerinden en katmerlisinin yaşanması, her gün kadın intiharlarının, katliamlarının, cinayetlerinin devam etmesi mücadelemizin istenilen düzeyde derinleştirilmediğinin ve yürütülmediğinin göstergesidir. Erkek egemenlikli sistem belki bugün kadınları diri diri yakmamaktadır ama öyle bir hale gelmiştir ki yaşamı kadın için tam bir cehennem ateşine çevirmiştir. Özellikle Ortadoğu’nun intiharın eşiğinde olan toplumsal gerçekliği içerisinde kadınlar daha fazla bu eşikten aşağıya kaymaktadır. Çoğu kadının böylesi bir yaşam sürmektense kendini yakması, ölümün en zorunu tercih etmesi, içindeki acıyı ancak yangınların hafifleteceğine inanması bundan kaynaklanmaktadır. Kadınların geliştirdikleri özgürlükçü çabaları reddetmemekle birlikte hala bu erkek egemenlikli sisteme hergün onlarca kadını kurban veriyorsak çözümlememiz, değiştirmemiz ve aşmamız gereken eksik ve yetmez yanlarımız bulunmaktadır.
Öncelikle kadın hareketleri açısından kapitalist modernitenin ilişki, yaşam ve kişilik anlayışlarının doğru çözümlenmesine ihtiyaç vardır. İlk sömürü nesnesi olan kadın kapitalist sistemle birlikte paradan daha ince bir para haline getirilmiş, kadına kamusal alan açılarak devletin kölesi de olmuş, kölelik kadına içerilmiş ve erkek egemenliği ise yaygınlaştırılmıştır. Özellikle de burada geliştirilen liberal politikalar daha derinlikli ve köklü irdelenmelidir. Çünkü sistemsel gerçeklik öyle incelikli politikalar yürütmüştür ki kadına özgürlük yanılsaması yaşatmıştır. Sümer rahiplerini aratmayacak bir biçimde en iyi, en özgür sistem olduğuna kadının kendi kendisini ikna etmiş ve inandırmıştır. Kadının özgürlük mücadelesinde özgürlükten çok eşitliğin, köklü taleplerden çok hukuksal düzeltmelerin ön plana çıkmasına neden olmuştur. Bu yaklaşım doğru çözümlenip aşılmazsa kendisiyle birlikte feminist hareketlerin tıpkı reel sosyalizmde yaşandığı gibi kapitalist modern sistemin mezhebi olmasını getirebilir.
Kadın özgürlük sorunsalına daha felsefik, ideolojik, örgütsel, sosyal, askeri, öz savunma boyutlarıyla komple bir gerçeklik ancak doğru çözümü getirecektir. Mücadelenin daha fazla ortaklaştırılmasına, birbirini kucaklamaya, farklılıkları zenginlik gerekçesi olarak gören zihniyet yapılanmasına, kadının sınıfı ve ulusu yoktur esprisinden hareketle, yüreğinde herkese yer açabilecek enginliğe ulaşmak daha radikal ve köklü bir mücadele gerçeğini açığa çıkaracaktır. 8 Mart ilanının 101. yılını yaşadığımız bugünlerde kadın hareketliliğinin Avrupa merkezli bilme sınırlarını aşmasının, batı merkezli zihniyet yapılanmalarıyla savaşmasının örgütlülüğünü toplumsallaştırılıp yaygınlaştırılmasının her zamankinden daha fazla aciliyeti vardır. Kadının sömürü tarihi olan merkezi uygarlık tarihi içerisinde kadının mücadele yürütmesi demek sistemin ontolojik gerekçelerini yok etmek demektir. Daha önce sistem karşıtı mücadele yürüten birçok hareket ilk çelişkinin tanımlanmasında yetersiz kalmıştır. Çelişkinin doğru tanımlanamaması, gerçeğe teğet geçilmesi çözümünde hakikate yakın olmasını engellemiştir. İlk çelişkinin proletarya-burjuva çelişkisi olarak tanımlanması ve özgürlüğün proletarya diktatörlüğünde, işçi sınıfının özneleştirilmesinde görülmesi en temel yanılgıyı teşkil etmiştir. Oysaki ilk çelişki kadın ve zorba, kurnaz erkek arasındaki çelişkidir. Bu çelişki çözümlenmeden ya da bu çelişkinin çözümlenmesi mücadelenin temel ilkesi olarak ele alınmadan içine girilecek her devrimci çaba evrimci olmaktan, sistem içileşmekten kurtulamayacaktır.
Önderliğimiz mücadelemizi hiçbir zaman klasik bir mücadele, klasik bir parti, klasik bir örgütlenme olarak ele almamış en temel farkını da kadın özgürlüğüne yaklaşımında dışa vurmuştur. Ulusun özgürlüğünün kadının özgürlüğünden geçtiğine inanmış, ulusal dirilişin tamamlanmasında, özgürlüğe ve kurtuluşa evrilmesinde kadın özgürlük mücadelesinin derinleştirilmesinin, öneminin giderek arttırılmasının temel rol oynadığını görmüştür. Önderliğimizin 8 Mart 1998 yılında kadın kurtuluş ideolojisini ilan etmesi bu gerçeklikle yakından ilintilidir. Böylesi bir ilanla kadın özgürlük hareketimizin Amerika’da şehit düşürülen 129 kadının intikamını alma hareketi olduğu da daha da somut bir ifadeye kavuşmuştur.
Sistem karşıtı mücadele yürüten hareketlerin tarihlerini incelediğimizde hemen hepsinde kadın katılımları olmasına rağmen hiçbir harekette kadınların kendi öz ideolojileri oluşturulmamış, kendi kurumlaşmaları, kendi özgün örgütlülükleri ise yok denecek kadar az olmuştur. Bu yönleriyle hareketimizde kadınların özgürlüğü için geliştirilen birçok açılım kadınlar için ilkleri içermektedir. Alternatif bir ideoloji, alternatif bir yaşam, alternatif bir orduyla Kürdistanlı kadınlar Apocu gerçeklik içerisinde erkek egemenlikli uygarlığa karşı anti uygarlıkçı mücadelede başarıya ulaşabilecek tüm donanıma sahip olmuşlardır.
Özellikle de erkekten kopuş, erkeği öldürmek ve kadın kurtuluş ideolojisiyle Önderliğimiz sosyalizm ve özgürlük mücadelelerinde ilkesel açılımlar gerçekleştirmiştir. Bunun en somut ifadesi olarak da kadın örgütlülüğü öncelikle kadın ordulaşması zemininde yaşamsallaştırmış, kadın ordusuna salt bir askeri örgütlenme olarak değil sosyal bir örgütlenme olarak da bakılmıştır. Erkeğe ait olarak görülen bu alanın(spotta kullanırsan “bu” alanın yerine “askeri” alanın yazarsan iyi olur) kadına açılması birçok tabunun da yıkılmasını kendisiyle beraber getirmiştir. YJA STAR örgütlenmemiz bu yönleriyle Önderliğimizin ve şehitlerimizin büyük emekleriyle, soylu çabalarıyla acıyla ve kanla yaratılmış özgürlük örgütlenmemizdir.
Bugün gittikçe güçlenen meşru savunma gücümüz YJA STAR, halkların ve kadınların baharlaşmasının ön günlerinde kadın meşru savunma gücü olarak devrim sürecini yürütmeye hazır olduğunu gerçekleştirdiği 5. konferansında güçlü kararlaşmalar, iddia düzeyi, başarı inancı ve devrime cesaretiyle göstermiştir. Uluslar arası komplonun gerçekleştirildiği günlerde yapılan konferansımız hem lanetli uluslar arası komploya bir cevap hem de Sekiz Mart’ın öngünlerinde olmasından kaynaklı tüm dünya kadınlarına kadın gerillaların armağanı olarak ele alınmıştır.
İlk tanrıçalar Ninhursag adı verilen dağ tanrıçalarıdır ve bu tanrıçalar şehirleşmeye karşı savaşmışlar, kendilerine dağları mesken eylemişlerdir. Tarihsel örneklerinde gösterdiği gibi kadınla dağ arasındaki ruhsal birliktelik çok eskilere dayanmaktadır. Kadınlar dağlarda erkeksiz, korkusuz yaşayabileceklerini öğrenmektedir. Kendimiz bu gerçekliğin içerisinde yer aldığımızdan kaynaklı yaşadıklarımızın çoğunu kanıksamış olsak ve alışsak da dağda yaşayan kadınlar olarak yaşadıklarımız oldukça anlamlı ve tarihsel değere sahip. Kadınlar olarak sistemin belirlediği yaşam anlayışından, ilişki ağından yine bizlere belirlenen kalıplardan dağlarda sıyrıldık. Dağlar sistemin elinin uzanamayacağı özgürlük mekânlarıdır. Dağların yüreğinde yer alan YJA STAR gerillalarının da yüreklerini dağlar kadar büyütmeleri, dokunulmaz ve erişilmez kılmaları gerekmektedir.
YJA STAR gerillaları olarak 8 Mart’ın 101. yılında tüm kadınlara vereceğimiz en anlamlı armağan bundan sonraki süreçte gerçekleştirdiğimiz 5. konferans kararlarının yaşamsallaştırılması için büyük bir iddia ve devrim ruhuyla yaşamak, savaşmak ve zafere ulaşmak olacaktır.
Şerda Mazlum
- Ayrıntılar
İhanetçilerin, işbirlikçilerin en çok kıymetlendikleri yıllar devrim süreçleridir dedik. En çok paralandıkları yıllarda yine bu yıllardır.
Normal diye bilinen yıllarda ajanlarla çalışmalar yürütülürken olağanüstüleşen süreçlerde birebir işbirlikçilere ihtiyaç duyulur. Bir halk ayağa kalkmışsa, bir halk kendi yolunu kendisi çizmeye başlamışsa ve bir halk giderek boyunduruk zincirlerini boynunda atmaya başlamışsa orada işgalci olan gücün çok fazla yapacak bir şeyi kalmaz. Başka bir deyimle saflar netleşmiştir. Halk kendi tarafını belirlemiştir. İşgalci nettir, sömüren nettir, ajan nettir, devletin memuru nettir, askeri çıplak zoru nettir, polisi nettir. Ve tabii ki halkın yanında olan güçlerin de durumu da nettir. Varsa gerillası nettir, öz savunma güçleri nettir, sempatizanları, taraftarları, renkleri, zevkleri nettir.
Özcesi işgalcinin yanındakiler net, özgürlükçülerin yanındakiler nettir. Arada duranlar sınırlıdır. Böyle anlara devrim anları diyorlar. Keskin kıyasa mücadelenin sürdüğü yıllar oluyor bu yıllar. Böylesi anlar öncesi ortada duranlar elbette vardır. Ancak halkın topyekûn direnişe kalktığı anlarda bunlar yok denecek kadar azdır. Hatta varsa işgalcilere silahlı milislik yapanlar, örneğin korucular gibi. Bunlar bile renklerini daha belirgin kılarak kendi öz tarafına geçerler. Özgürlükçüler de bunu bildikleri için bunlara dokunmazlar. Çünkü hedef en büyük birliği işgalcilere karşı oluşturmaktır. Ne kadar büyük birlik yaratılırsa o kadar işgalcilere ya da ülkeyi istila etmiş güce karşı direniş yükseltilebilir inancıyla bu yaklaşım gösterilir.
Özgürlük güçleri kendi cephelerini böyle genişletirlerken hiç şüphe yoktur ki işgalciler boş durmayacaklardır. İşgalciler ise bu oluşturulan cepheyi parçalamak için elinde geleni yapacaklardır. Hatta ne kadar bu oluşan birliği -biz buna ulusal birlikte diyebiliriz –parçalarlarsa o kadar kendilerini başarılı sayacaklardır. Zayıf düşürdükleri bir ulusal birlik kendi ellerini yani işgal pozisyonlarını güçlendirecektir. Bunu işgalci güçler iyi bilmektedirler. Ne de olsa başka halkların deneylerini iyi etüt etmişlerdir. İncelemişlerdir.
İşte böyle tarihi kritik anlar ihanetçilerin, işbirlikçilerin devşirildiği anlardır. Önceleri devlete yakın duran ki bunlara biz genelde hainde diyebiliriz öne çıkarılır. Bunlar bolca kullanılırlar. İşgal edilmiş toprakların hiçte öyle sanıldığı gibi işgal edilmediği hissi verilmeye çalışılır. Ne de olsa işgalci güçlerin öne çıkardıkları da bu toprakların ‘insanlarıdırlar.’ Ancak bizde biliriz ki bunlar fazla tutmaz. Bir dönemler mücadele henüz cılızken böylelerine kulak verilebilirdi ancak artık çoktan foyaları ortaya çıktığı için kıymeti Harbiyeleri kalmamıştır.
Ancak asıl önemli olan bu süreçte başka Kürtlere el atılmasıdır. Öncelikli olarak tüm dünya devrimlerinde görülen ilk çıkış yıllarında, ideolojik mücadele yıllarında karşılıklı birbirini inciten, zarar veren bu bağlamda kendilerine göre zarar görenlere işgalciler el atarlar. Kendi doğal seyrinde yürütülen bu mücadeleyi işgalciler on yıllar sonra kullanabilmek için el atacaklardır. Bunun için özel çağrılarının yanı sıra imkânlar sunmaya başlayacaklardır.
Özgürlük mücadelesiyle arası açılmış bireylere el atacaklardır. Ona ne kadar haksızlık yapıldığı anlatılacaktır.
Varsa halkın saygı duyduğu bir aydına el atılacaktır. Öne çıkarılacaktır.
Varsa tanınan ve belki de halkın sevdiği bir sanatçıya el atılacaktır. Konuşturulacaktır. İmkânlar sunulacaktır.
Yine varsa tanınmış bir sporcu öne verilecektir. Önü daha fazla açılacaktır.
Gazeteci kimliği olan, akademisyen kimliği olan, dini kariyeri olan ve tabii her meslekten kendisini bir nevi halkını da kabul ettirmiş bireylere el atarak özgürlük hareketine karşı çıkarmak için ne kadar girişimler pahalı olursa olsunlar yapmaktan vazgeçmeyeceklerdir.
Yine geçmişte siyasetle uğraşanlar, özgürlük mücadelesine ters düşenler, hatta düşmanlık yapanlar, bunlar geçmişte devlete karşı savaşmışta olsalar bunlarla ilişkilenip ve bir yolunu bulup özgürlük hareketine karşı dikmek için her şeyi yapacaklardır.
Ve tabii ki özgürlük hareketinde yer almış ancak sonraları ondan kopmuş hatta özgürlük hareketine ters düşmüş ve karşıtlaşmış kesimlerle de ilişkilenerek kendi yanlarına çekmek için büyük çabalar harcayacaklardır.
Biz geçmişten beri Kürt halkına azılı düşman olmuş hainleri hiç açma gereği duymuyoruz. Bunların zaten tescilli ajan ve hain olduklarını söylüyoruz.
İşgalcilerin de önemle ele aldıkları bu kesimler değildir. Bunlar zaten çantada keklik takımıdır. Bunlar kazanılmış ve her zaman sahiplerinin yanında olanlardır. Ancak buna rağmen devrim yükseliyor, halkın birliği pekişiyor, özgürlük istemi ve özgürlüğü garantileyecek halkın örgütlülüğü gelişiyor, işgalcilere kimse rağbet etmiyor, işgalcinin defolması için küçücük çocuklar bile zafer işaretleri yaparak “zımane tırki mırov xırav dıke” diyerek işgalcilere kinlerini kusuyorlar.
Hiç şüphe yoktur ki böylesi anlar devrim anlardır, kurtuluş anlarıdır, özgürlük anlarıdır. Bir halkın topyekûn şaha kalktığı anlardır.
İşte işgalciler böylesi anları boşa almak için, parçalamak için en özel çaba sarf edikleri ve edecekleri anlardır da. Böylesi anlarda dediğimiz gibi halkın birliğini bozmak için ihanetçileri ve işbirlikçileri en çok öne çıkardıkları anlardır. İşbirlikçilerin en çok paralandıkları anlardır. Kıymetlendikleri anlardır.
Devam edecek.
Kasım Engin
- Ayrıntılar