Kürt halkı birkaç günlük -sembolikte olsa -sömürgecilerin okullarında kendi çocuklarına karşı uygulanan asimilasyon politikalarını sınırlandırmak için TC’nin okullarını boykot etme kararlarını uyguluyor.
Sembolik olarak uygulanan bu eritme politikalarına karşı gösterilen haklı tepkiye; Türk devlet yetkilileri, hükümet üyeleri, kimi rejim yanlısı yazarçizer ve aynı kutbun başka versiyonları olan tiplerde oldukça seviyesiz bir şekilde halkımızın aldığı bu haklı asimilasyonu ret kararını çirkince hakaretler yağdırıyorlar. Kimisi tehdit ediyor. Ve kimisi de frensiz girerek çocukların ne kadar anti-demokratik politikalara maruz kaldığının edebiyatını yaptı ve halen de yapıyorlar.
Öncelikle şunu belirtelim: sizin o beğendiğiniz dilinizi konuşmak zorunda değiliz. Sizin diliniz sizin olsun, kaldı ki dilinize dönük tek bir hakaretimiz olmamıştır. Ancak biz kendi dilimizi kullanmak istiyoruz. Ve bırakalım antidemokratikliği- asıl siz Hitler’lerin bile uygulamadığı faşizan bir zihniyetle Kürt halkının çocuklarını kültür soykırımdan geçiriyorsunuz. Kültürel soykırım nerede anti demokratik eylemlilik nerede…
Kendi yazarlarınızda birisi:
"Sivil itaatsizlik" ilk defa Amerikalı liberal anarşist şair Henry David Thoreau'nun, 19. yüzyıla ait makalesinde formüle ediliyor.
Thoreau, "Sivil itaatsizlik görevi üzerine" başlığını taşıyan bu kısa makalede teorisini anlatıyor. "Sivil itaatsizlik" haksız kararlara veya kanunlara uymama şeklinde, şiddet içermeyen bir eylem biçimi. Otoriteye pasif bir şekilde direniş. Yani sizin o Kürt halkının kendi çocuklarını sizin kültürel olarak insanları erozyona uğratan okullarınızı boykot etmesi antidemokratik bir uygulama değil, bir demokratik eylem biçimi olan sivil itaatsizlik eylemidir. Yani “haksız kararlara veya kanunlara uymama şeklinde, şiddet içermeyen bir eylem biçimi. Otoriteye pasif bir şekilde direniş.”
Kendimizden bir şey katmadan size elimize geçen Türk devletinin ya da ona yakın duran kuruluşların yazdıklarını aşağıya aktaralım:
“Bir milletin kültürünün temel unsurlarından biri olan dil; insanların duygu, düşünce, istek ve arzularını anlatabilmeleri için kullandıkları sesler ve semboller dizgesidir. Dilin amacı, anlamların ortak paylaşımını ve anlaşmayı sağlamaktır. Dil, insanı diğer canlılardan ayıran ve insana özgü bir yetenektir. İnsan dilini toplumsallaşma süreci içerisinde öğrenirken, diğer canlılar dili kalıtımsal olarak elde ederler ve temel gereksinimleri için kullanırlar.
Dil ile düşünce arasında sıkı bir ilişki vardır. Dil olmadan düşünce olmaz. Düşünme, sessiz konuşmadır. Kişinin kendisiyle konuşmasıdır. İnsanlar ve toplumlar tarih boyunca ürettikleri kültür, medeniyet, bilim, düşünce ve felsefeyi kullandıkları dil aracılığıyla diğer insanlara ve sonraki kuşaklara aktarırlar. Bu alanlardaki ilerleme ve gelişmeler dili besler, dildeki ilerleme ve gelişmeler de bu sayılan alanları besler. Yani bilim ve düşünce bir taraftan kendi fonksiyonlarını yerine getirmek için vasıta olarak dili kullanırken, diğer taraftan da dilin zenginleşmesini sağlarlar. Bu anlamda karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Büyük medeniyetler mutlaka ya zengin bir dil üzerinden gelişmişlerdir ya da gelişme süreçleri içinde zengin bir dil yaratmışlardır. Bir insanın ya da toplumun dili ne kadar zengin ve üretkense dünyayı tanıması, algılaması, olay ve olgulara bakışı da o oranda zengin ve tutarlı olacaktır. Ludwig Wittgenstein’in “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” sözü bu gerçeği ifade ediyor olsa gerektir” diye yazıyor alıntıladığımız ansiklopedi.
Başka bir sözlükte ise:
“Dil ile düşünce arasında, (ilişki)yi çok aşan bir bağıntı vardır. Bu ikisi iç içedirler. Dil düşüncenin kalıplara dökülmüş, somutlaşmış biçimidir.
İnsan, sözcüklerle ve imajlarla düşünür. İmajlar bile isimlendirilmiş, yüklemlenmiş hayallerdir. Onlar da birer sözcük ya da cümle gibidirler. Bunların hepsi birer bildirişim aracı, birer işaret, yan-dildir.
Dilsiz düşünce, düşüncesiz dil olmaz. Doğru düşünmek için, dile hâkim olmak gerekir. Doğru konuşmak için de düşünme şarttır.
Düşünce kategorileriyle dil kategorileri arasında sıkı bir ilişki bulunduğu ve düşüncemizi düzene sokan ilişkileri dile borçlu olduğumuz bilinmektedir.
Bir ulusu ortak paydada toplayan ve ulusa ulus kimliğini veren dilidir, kültürüdür. Bir toplumun kimliğini kaybettirme politikası güden ülkeler veya uygarlıklar o ulusun önce dilini sonra dinini ve en sonunda da kaçınılmaz olan ve bunu doğuran kültürü değiştirirler” diye dil konusunu böyle işlemiştir.
Evet, dilsiz düşünce, düşüncesiz dil olmaz diyorlar. Bunu siz kendi okullarınızda madem kendi çocuklarınıza ve dünya âleme bilimsel veriler olarak savunuyorsanız, o zaman neden bizlerin, yani Kürt halkının kendi dilini konuşmasını, kendi dil okullarını açmasına bu kadar tepkilisiniz?
Neden bu kadar haklı olan bir toplum olma hakkına saldırıyorsunuz?
Neden bu kadar insani olan bir talebe bu kadar dil uzatıyorsunuz?
Size hak olanı neden başkasına çok görüyorsunuz?
Özcesi Türk okullarında Kürt çocuklarına zoraki öğrettiğiniz dilinizi boykot etmek sizlerin on yıllarca Kürt halkına karşı uyguladığınız faşizan uygulamalarınızı, o kirli insanlık suçu işleyen maskeniz düşürecektir.
Ve siz dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir ülkesinde -bu ülke sizin diktatör dostlarınızca yönetilmekte de olsa-savunamayacaksınız.
Ve siz o size çok yakın duran Yankee amcalarınıza da anlatamayacaksınız. Beyaz sömürgeciliğin uygulayıcıları olanlara da anlatamayacaksınız.
Özcesi köşeye feci sıkıştırıldınız, kaçacak delik kalmadı.
Ve bundan böyle antidemokratik uygulamalarınız yaşadıkça, bu zihniyetiniz kendisini korudukça Kürt halkı sizi hep köşeye sıkıştıracaktır. Ve dediğimiz gibi Oncle Yankee’ler stratejik ortak dostlarınızda olsalar sizleri kurtaramayacaklardır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kürtlere karşı savaşta yeni yöntem olarak benimsenen ve uygulanması noktasında çok yönlü bir konsensüsün sağlandığı halklar arasında sokak çatışmaları karşısında Apocu hareket ve yandaşlarının aynı yöntem ve yollarla karşılık vermeyeceği kesindir. Linç kampanyaları, cana ve mala kasteden saldırılar karşısında Kürtlerin benzer biçimlerde karşılık vermesi beklenmeyeceği gibi bu tarzın yeni yaşamın, insanca yaşamın yaratımında öncülük rolüne soyunan Kürtlerin öz benliklerine de uygun olmayacağı da ortadadır.
Bin yıllardır üzerinde yaşadığımız bu coğrafyada birlikte yaşadığımız halklarla aramızda kurduğumuz birlik ruhunu zedeleyecek yaklaşımlara soyunmayacağımız, fakat gelişen saldırılar karşısında da asla cevapsız ve savunmasız kalmayacağımız bilinmektedir. Kürtlerin onurlu duruşları bunu gerektirdiği gibi bu aynı zamanda tüm canlı varlıkların içinde yer aldığı uyum ve tamamlayıcılık ilkelerinin de bir gereğidir. Bu, aynı toprak üstünde yaşayan, aynı havayı soluyan, aynı kültürlerle yetişen tüm canlıların aynı haklara sahip olduğu, olması gerektiği gerçeğinin de bir sonucudur.
Böylesi bir gerçeklik olmasına rağmen Kürtlere karşı dayatılan yeni saldırı yöntemleri ve saldırı sahibi kesimler karşısında kendimizi nasıl korumalıyız? Böylesi saldırıların önünü alarak çok yakınlaşmış olduğumuz özgürlük zamanının kazanılmasını hangi yöntemlerle gerçekleştireceğiz? Bu sorular tüm yakıcılığıyla doğru cevaplanmayı ve yaratıcı bir tarzda pratikleştirilmeyi beklemekte.
Cevap kabilinde şu değerlendirmeleri yapabiliriz;
Bu yeni savaş gücü için önemli olan tek hedef vardır. O da Kürt kimliğidir. Kırmızı şalı gören boğanın odaklanması misali faşist-milliyetçi kesimlerin de bu dönemde tek hedefi Kürt’tür. Bu Kürt’ün bir şekilde PKK ile ilişkili olması ya da herhangi demokratik bir kurumda insan olmanın getirdiği herhangi bir örgütlenme içinde yer alıp almaması önemli değildir. Bu Kürt’ün devletin herhangi bir kurumuna, devletin varlığını gösteren herhangi bir olguya karşı refleks gösterip göstermemesi de önemli değildir. En sıradan, hatta elini her türlü örgütlenme faaliyetinden çekmiş, tüm ömrü boyunca Kürtlerin mücadelesine uzak kalmış birey ve kesimler bile bu dönemde böylesi kesimlerin direkt hedefi olabilir. Bu nedenle toplum karşısında duyarlı olan, kendini sorumlu gören herkesin her şeyden önce bulunduğu şehirde, kasabada, mahallede bulunan tüm Kürtleri örgütlülük içine çekme görevi vardır. Dışlamak, ötelemek değil, çekmek ve birleştirmek esas alınmalıdır.
Geçmiş mücadele süreçlerinde çok açık bir şekilde görülebildiği gibi Kürtlerin örgütlü olduğu mekânlarda devletin en saldırgan kesimleri, kolluk güçleri mesafeli ve tedbirli yaklaşmak zorunda kalmıştır. Bir yerde halkın öz iradesi örgütlü bir şekilde ortaya konulduğunda en gözü kara düşman gücü bile tereddütlü yaklaşmak zorundadır. Bu yüzden her türlü saldırı karşısında hepimizin en büyük ve güçlü savunma aracımız örgütlülüğümüzdür. Ne pahasına olursa olsun arkadaşlarımıza, yoldaşlarımıza yapılan saldırılar karşısında saldırı gerçekleştirenlerin bu saldırılarının karşılıksız kalmayacağını bilmesidir. Düşman şeklinde tabir ettiğimiz ve devletin tüm kurumları yanında onlarla işbirliği içinde Kürdistan Özgürlük Mücadelesi’ne karşı her türlü saldırıyı gerçekleştirmekte sakınca görmeyen kesimlerin tercih ettiği bu yeni savaş gücü, savaş yöntemi karşısında halkımızın örgütlülüğünü korumak en önemli görevimizdir.
Örgütlülüğü korumak gelişen saldırılara karşı var olan örgütlülüğü güçlendirmek yanında örgütlülük dışı kalmış kesimleri de bunun içine çekmek anlamına geliyor. Bu ertelenemez, küçümsenemez bir görevdir. Güncel ve en önemli görevimiz tüm Kürtleri örgütlülük içine çekerek yalnız kalmasını engellemektir. Yıllardır Kürt hareketinden kopartmak için teşvik edilen yaşam standartlarının bireyciliği körüklediği göz önüne getirildiğinde birçok Kürt’ün örgütlü gücümüzün dışında kaldığını hepimiz biliyoruz. O yüzden her Kürt’ü örgütlü bir ortama çekmek en temel görevlerimizden birisi oluyor. Bunu mevcut kurumlar, komün ve meclisler üzerinden yapabileceğimiz gibi bunun dışında da ihtiyaca göre oluşturulacak ve eksik olan yerlerde örgütlenecek inisiyatif ve meclis, komün türü örgütlerle sağlayabiliriz.
Bunun yanında ve daha da önemlisi öz savunma mekanizmasının geliştirilmesi oluyor. Kendini savunamayan ahlaksızlığı yaşayandır. Çünkü insanın insan olması serüveninde dahi en öncelikli görev kendini korumaktır. Kendini, kültürüyle, diliyle, varlığıyla, olduğu gibi koruyarak insan, insan olma özelliklerini geliştirebildi. Bunları koruyamayanlar ya tek başlarına tükendiler ya da başkalaşarak kendisi olmaktan çıktılar. Ki günümüzde devlet yaranmacısı işbirlikçi Kürt diye andığımız kesimler bunlara iyi bir örnek oluyor.
Öz savunmanın gerekliliği günümüz düşman saldırıları ve içimizden gelişen revizyonist girişimler göz önüne getirildiğinde rahatlıkla görülebilir. Her yönüyle her an durmadan saldıran bu gerçeklik karşısında elbette ki eli kolu bağlı duracak, saldırıların gelişini seyredecek değiliz. Fakat bu savunmayı sırf silahlı ya da şiddet ve kaba güç anlamında yapmayacağımızı çok iyi anlamamız gerekir. Başta da söylemeye çalıştığımız gibi yekvücut bir topluluk yaratarak ancak öz savunmamızı güçlendirebilir, halkımıza yönelecek saldırılar karşısında gerçek anlamda bir savunma yaratmış oluruz. Yoksa başka türlü kimi hayalci yaklaşımlar sergilemek, duygusal tepkiler içine girip halkın geleceğini riske atmak olur ki bu da kesinlikle savunma değil kendi eliyle katliamlara davet çıkarmak olur.
Unutmayalım ki tüm Kürt halkı Önderliğimizin ilan ettiği meşru savunma çizgisindedir. Buna göre pozisyonumuz saldırı değil, savunmadır. Eylemlerimiz de bu çerçevede örgütselliğimizi yansıttığı, saldırı niyetlerini kırdığı oranda başarılı olacaktır. Öylesine bir örgütlülük yaratalım ki üzerimize gelmeyi düşünen herkes bunun için oturup kırk kez düşünsün. Fevri, taşkın, dişe diş kavga ve dövüşten sakınarak ama gereken misillemeyi de asla ihmal etmeden bir mücadele gerçek anlamda bir öz savunma olacaktır.
Tabii ki misillemenin gerçekleştirilmesinin de incelikleri bulunmaktadır. Kitlesel bir olayın diken üstünde bulunan bir toplumda büyümesi, genelleşmesi çok kolaydır. Kitle psikolojilerinde linç kültürü tamamen bundan güç alır. En sıradan insanlar bile bir anda kitlenin gücüyle sarhoş olup en olmaz girişimleri sergileyebilir. Bu yüzden gelişebilecek saldırılar karşısında yürütülecek savunma yöntemleri kesinlikle tersten sonuç doğurmamalıdır. Misilleme saldırı halindeki güçlerden ziyade bu ortamı hazırlayanlara yönelik gelişmelidir. Halklar arası çatışmaları kışkırtan, körükleyen kesimler hedef kapsamına alınmalıdır.
Ayrıca böylesi kışkırtma merkezlerine yönelik örgütlülüğümüzün gücüyle caydırıcı kimi uygulamalara da gitmek gerektiğinde üstün yaratıcılıkla, disiplinli bir şekilde gitmek de bir görev olarak önümüzde duruyor. Bunun için tecrübe ve birikim anlamında bir sorunumuz yoktur. Bu saldırıları gerçekleştirenleri değil, bunu örgütleyenleri hedeflememiz daha sonuç alıcı olacaktır. Unutmayalım ki sokaklardaki kalabalıklar örgütlü bir güç değil, dar zaman içine sıkıştırılmış saman alevleridir. Alevi gürleştirseler de çakmağı çakanlar değiller. O yüzden linç girişimini örgütleyenler iyi tespit edilerek birinci hedef kapsamına bu kesimler alınmalıdır.
Böylesi örgütlü ve disiplinli bir güç sergileyebilirsek faşist devletin halklar arası çatışmaları körükleyen yöntemini de çok rahatlıkla boşa çıkarabiliriz. Bu saldırılar karşısında tek başına başa çıkma çabalarını, örgütlü güçten kaçan yaklaşımları terk ederek var olan örgütlülük zeminin güçlendirerek sokak çatışmalarını daha oluşmadan önlemek için çok ciddi ve yoğun bir şekilde mücadele etmeliyiz. Tüm gençlerin en öncelikli görevi budur. Bu aynı zamanda özgür ve onurlu bir geleceğin de şartıdır.
Sonuç; Kürtlerin yaşadıkları tüm coğrafyalarda beraber yaşadıkları halklarla dostça, kardeşçe yaşama kültürünü esas aldığı, hepimizin bu kültürle büyüdüğü biliniyor. O açıdan kimliği ne olursa olsun yanı başımızda ilişkili olduğumuz insanlara karşı kin besleme, öfkeyle yaklaşma gibi bir âdetimiz yoktur. Onları hedefleyen bir saldırıyı hiçbir zaman düşünmedik bile. Fakat gelinen aşamada bize dayatılan halkların çatışmasıdır. Bu anlamıyla şu an için olmasa bile saldırıların bu tarzda devam etmesi durumunda halklar arası bir çatışmanın uzak olmadığını da görmek gerekir. Özcesi kardeşçe yaşayan halklar boğaz boğaza gelecektir. Bunun olmaması için çok çaba sarf etmiş ve daha da çabalayan bir hareket olarak ön alıcı çalışmalarımız halk ve hareket olarak devam etse de böylesi bir riskin bizi beklediğini anlayabilmeliyiz. Bu konuda her türlü hafif, liberal, bir şey olmazcı mantığı bir kenara bırakarak her türlü tedbirin alınmasının her yurtsever insanın görevi olduğunu görmeliyiz.
PİR KEMAL
- Ayrıntılar
Yeni bir pehlivan çıktı meydana. Kemal Sunal’ın filmlerinde en sevdiğim sahnelerinde biri her zaman “iki yiğit çıktı meydana her biri birbirinden merdane” sözünün sarf ettiği andır.
Toplumlarımız hodri meydan diye ortaya çıkanlara her zaman imrenmiştir. Tarihi toplumsal dokuları nelerdir sorularına cevap vermek yerine bunun toplum nezdinde kabul gördüğünü varsayarak geçmek istiyoruz.
Gerçekten de toplumumuz ya da toplumlarımız hodri meydan diyenlere saygıdan hiçbir zaman kusur etmemiştir. Cesaret hem de bireysel cesaret bizlerde kutsanmıştır. Kabul görmüştür. Medeni toplumlarda bu bireysel cesaret yerine çoğu zaman medeni cesaret diye bilinen bilimsel ve ortamı gözeterek en doğru olan tutumu takınma cesaretidir. Akıl gücünü yürek gücüne katarak gösterilen cesaret daha fazla kabul görmektedir.
Evet, hodri meydan demek yürek işidir. Ancak toplumumuz ya da toplumlarımız her zaman olduğu gibi akılsızlığı da içeren, yer yer ahmaklığa kadar giden cesarete de uygun tanımlamalar getirmiştir. Batıda bu tür cesarete kimileri Donkişot cesaret diyor. Tabii ki Donkişot cesareti sadece bir akılsızlığı içermiyor kendi içinde birazda saflığı, temizliği, inancı da içerdiği için bizim anlatmak istediğimiz durumu tam ifade etmiyor.
Bizde “yenilen pehlivan güreşten doymaz” derler. Hodri meydan deyip yenilen, ancak yenildiği halde tekrar mindere çıkan, tuş olmasına rağmen tuş olmadığını iddia ederek yeniden minderlere çıkıp “hodri meydan” diyenlere de bu kez tersinden toplumumuz sıcak bakmıyor. Küçümsüyor. Alaya alıyor. Böylelerine -Abdi ismindeki arkadaşlar alınmasınlar- “Avanak Abdi” diyorlar.
Şimdi gelelim konumuzun özüne. Yıllardır Kürdistan özgürlük hareketine karşı inadına saldıran bir TSK var. İlk günlerde bizleri çapulcu, eşkıya görerek 12 saatte bitireceklerini söylediler, sonra bu 12 saat oldu 24 saat, daha sonra bu oldu 72 saat derken, 72 ay’ı da geçti. Söylemesi kolay tam 26 yıldır dünyanın en anlı şanlı ordularından olan, tarihi geçmişi kendilerince sadece ve sadece zaferlerle örülü olan, dünyanın en sayılı emperyalist kan emmici güçleri olan ABD, İsrail, İngiltere’nin de desteğini peşinen alan ve de Kürtleri boyunduruk altında ısrarla tutmaya çalışan sömürgeci güçlerin de özel saldırı ve işkence destekleri de cabası…
Arada tam 26 yıl geçmiştir ve TSK halen PKK’yi bitireceğini söylüyor. Halen kökünü kurutacaklarını dillendiriyorlar. Ve halen…
Yenilen pehlivan güreşten doymaz mı diyorlardı? Türk genelkurmay başkanı olan Başbuğ daha Kara Kuvvetler Komutanı iken Zap’ta boyunun ölçüsünü almıştı. O söylenen “yağdan kıl çekercesine geri çekildik” sözü yerine “yağdan kıl çekercesine arkamıza bakmadan kaçtık” sözü daha anlamlı olur ya da olurdu.
Evet, Başbuğ’un tüm pratiği bir fiyaskodur. Yenilgidir. Ezilmişliktir. Ve ağlamaktır. Herhalde tarihte bir genelkurmay başkanının bu denli başarısız olduğunu ilk kez yaşıyoruz. Kaldı ki bu başarısızlık sadece ve sadece askeri sahada yaşanan bir başarısızlık değildir. Kendi ordusunu yönetmekten aciz, perişan, derbeder bir komutan ancak bu kadar olabilir.
Tuhaf bu kadar başarısız, yenilgili, halden düşmüş bir komutan -ki böylelerine ne kadar komutan denilir ona tarih karar versin- kalkıp hödlemesi, parmağını sallaması ve yeniden yeniden “hodri meydan” demesi insanı düşündürüyor. Bir de öyle entel dantel geçinmesi yok mu? Hani aydın, olgun, oturaklı, akıllı, politik manasında… Bre adam derler kuyruğuna basıldığında bağırıp çağıran bir genelkurmay komutanı ya da başkanı bir kere kendisini devre dışı etmiştir. Bir kere böyle biri ofsaytta düşmüştür. Kendisini maçtan saha dışı yani taca atmıştır.
Ama yine de bu zatı haliniz bu kadar derbeder olmuşken de giderken de hödlemesi yok mudur? Tek kelimeyle ayıptır ayıptır derler.
Evet, yenilen pehlivan güreşe doymazmış derler ancak sanki bu Türk genelkurmaylığının pehlivanlığı bu atasözünü çok gerilerde bırakıyor. Onlarca kez tuşlanmış, minderin dışına itilmiş, kirli oyunlarıyla kart görüp minderden atılmış olan bu genelkurmay başkanları halen hötlüyorlar. En son bunu Işık Koşaner’de yaptı. Ve öyle görülüyor ki yapmaya devam edecektir.
Biz yenilen pehlivanların psikolojisini artık anlamış durumdayız. Gurur mudur, gurursuzluk ve arsızlık mıdır, başka çare bulamadıkları için çaresizlik midir bunları tam çözmüş değiliz. Her halükarda bir tersliğin yaşandığını görüyoruz. Ve bu duruma yeni bir isim takma zamanı geliyor. Onu yakında buluruz. Bulduğumuzda herkesle paylaşırız.
Ancak daha tuhaf olan ise bu kadar perişan olmuş böylesine komutanları birilerinin kalkıp dalkavukça övmesi yok mu! Bre adamın delinmedik, dikilmedik yeri kalmamış. Sen böyle birisini ya da böylelerini nasıl temize çıkarmaya kalkışırsın. Meğer bu yenilmiş pehlivanların yenilmediklerini, tersine minderdeyken ayaklarının kaydığını, hakemlerin hile yaptığını, aslında yenecekken karşıdaki oyuncunun kurnazlık yaptığını, asıl yiğit ve kazanacak ve kazanması gerekenin o ve onlar olduğunu söyleyenler varmış. Örneğin Fikret Bila bunlara çok kötü bir örnek. Meğer bu yenilmiş pehlivanlar da buna inanırlarmış.
Evet, bu kadar dalkavukluk olmaz ki! Kürtçede biz buna şoloz diyoruz. Bu kadar şoloz bu şekilde moloz olarak kaldıkça bu yenilmiş pehlivanları biraz da olsa akli selime davet etmek zor olacaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Toplum belleğinde bazı görüntüler klişenin ötesinde bir anlama sahip olur.
Hele hele 26 yıl boyunca sene de bir defa bunlar yayınlansa, yayınlandığı günde tek gündem olsa.
Artık onu izleyebilmek ve dinleyebilmek için, onları sindirebilmek için midenizin çok güçlü kaslarının olması gerekir.
Bugün de bu sözünü etmeye çalıştığımız görüntüler yine bütün kanallarda haber niteliği taşıdığına inanıldığı için haber servisleri tarafından birinci seçilmişçesine, izleyiciye yoğun bir bombardıman altında belletilmeye çalışıyordu.
İşte protokol nasıl oldu, neler söylendi, Ergenekon-balyoz sanıkları, tanıkları mağdurları, mağdureleri hepsi tek kadraja devlete ait bir aile fotosu haline geliyordu.
Olayın magazinsel yönü bir yana da, Başbuğ’un yaptığı açıklamaları yakından dinlemek ve tahlil etmek, yakın gelecekte yaşanacakları daha iyi anlamak için önemli bir husus olmaktadır. Hem sadece bu gün söyledikleri değil, bir-iki gün öncesinde de bir-iki kere tekrarladığı söylemleri de bu ufak siyasi hesaplamanın içine katarak, bir sağlama yapmak gerekmektedir.
***
Geçtiğimiz günlerde kendisini hala “bir teğmen” olarak hissettiğini söylüyordu. Ki bu söylemin sahibi yaklaşık kırk beş yıl boyunca üniforma giymiş, sabahın köründe kalkarak, günlük hır-gür içerisinde, vatan-millet sevgisi bir yana çocukları daha iyi okusun, bu kulvarda sunulan her türlü imkanı sonuna kadar tırtıklayabilsin diye hiç durmadan didinip/tepinmiştir.
Ta ki bu majör oyunun son dakikalarına geldiğinde; sanki daha yeni oyuna başlayacakmış gibi “teğmen” hissiyatında olduğunu söylemiş ve nerede kalmıştık dercesine bir vaziyete bürünme ihtiyacını hissetmiş durumdadır. Elbette bunda en büyük etken olaylı 4 Ağustos toplantıları olabilir. Fakat bunun yanında böylesine ciddi sorumluluklar almış, bir devletin savunma güçlerinde geçirdiği kırk beş yılın içerisinde sayısız insana amirlik yapmış böylesi bir insanın bugün, somut zemine dayalı gerçeklikten bu kadar kopuk değerlendirmeler yapıyor olması çok anlaşılır olamamaktadır.
***
İnsan türü denilen canlı organizma daha çok gelişme evrelerinde kendini tezahür etmede hayal gücüne çok sıkı bir şekilde bağlı kalır. Hatta bu hayal gücü o dönemler itibarıyla sanki yaşamın demir eşyasıymış gibi fırsat bulduğu her anda saldırıya geçer ve insanı bulunduğu durumdan, geçirdiği zamandan soyutlayarak kendisini o frapan seyre daldırıverir. Ama bu durum daha çok 15 yaşındaki gençler ya da 8 yaşındaki çocuklar için geçerli olmaktadır. Yani bu durumu yaşayan emekli bir genelkurmay başkanı ise sorun ciddidir ve bu hayal âleminde sörf yapmaya çalışan zatın böylesi bir görevi nasıl yerine getirdiği bütün tartışmalara açık olmalıdır.
Bu noktada devreye F. Bila girmektedir. Yani Ankara temsilcisi olduğu halde ve o kadar kitap yazmasına rağmen düşüncesinin sığlığında kulaç atan ve bunun yanında şakşakçılıktan bir türlü vazgeçemeyen bu muzdarip yağız formattaki gazetecinin İlker başbuğ’un karinesine takdir vermeye çalışması herhalde onun da kendisini basit bir muhabir olarak gördüğünü veya hissettiğinin dışa vurumu olmaktadır.
***
Şöyle bir düşündüğünüzde göreve ilk geldiği yılın sonbaharında, gerillanın Bezele eylemini gerçekleştirmesi üzerine köpürerek konuşan, demeç vermekten çok diş göstermeye çalışan başbuğ’un bu minvalde zaman zaman yaptığı her açıklamanın özü bu olmuştur. O dönemde bazı kanaat önderleri saldırının kimyasını bozduğunu yazmaları aslında yaşanılan açıkça ifadeye kavuşmuş hali oluyordu. Ama Bila’ya göre bu başarı halkalarının ilkiydi herhalde…
***
Sonrasında yaptığı birçok açıklama da M. Weber vb. düşünürlere atıfta bulunmaya çalışan bazı zamanlarda iyi İngilizce bildiğini göstermek istercesine low ile love kelimeleri arasında seyr-ü sefer yapmaya çalışıyordu. Ee! Ne de olsa başarılı bir ordunun komutanıydı ve İngilizcesi de sular, seller gibi olmalıydı.
Fakat gerçek zeminin soğuk siyaset koridorlarında bunun böyle olmadığını çok iyi anlayan başbuğ, daha sonrasında ortaya çıkan belgeler, ses kayıtları karşısında küstü, oyundan geçici bir süreliğine çıktı. Kendi sırça köşesinde büzülüp kaldı, açıkça dile getirilmedi ama yenilgiyi kabul etmekten başka çıkar olduğunu kabullendi. Yanında, yöresinde bila gibi uç kuruşa on takla atmaya çalışan çakma aydınlar doldu. İsmi zikretmeye gerek yok herhalde, hani yağız muzdarip formatlarda bulunanlardan söz etmiştik.
***
“Allah Allah deyü” saldırıveren askerlerinin mahremiyetini korumaya çalıştı ve her defasında simetrik saldırıların yürütüldüğünü, bunun karşısında ise TSK’nin ilke ve inkılâp sahibi olduğunu ve gnostik felsefede bir milim dahi sapmadığını söyledi, kemiği kapan çizer-yazar takımı bu şekilde ses çıkarmaya başladı.
Velhasılı bu bapta konuyu uzatmak, bunlara benzer örneklerle çeşnilendirmek mümkündür.
Fikret Bila gibi varlık gerekçesi bu sahte gerçekliklere havlamak olanların bu konumda olmalarının temel nedeni zaten düşünsel kısırlığın dibe vuran bu örneklerinden ileri gelmektedir. Fakat yine ufak bir hatırlatma gereği vardır; hem Bila’ya hem de Bila klâsında yer alan diğer şakşakçılara;
Eceli gelen türdeşleri gibi caminin avlusunu kirletmeye çalışmasınlar!...
Sonra Ankara’dan ve TC’den geçen “emekli bir teğmenin” onlara yapacağı herhangi bir şey yoktur.
Bunların karinesi ise üç metre beyaz bez ile yarım tona yakın toprak olur.
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Bir şu T.C devletine bakın, birde O’nuan kimyasalcı ve ağlayan generali Boşbuğ’a bakın.
Bir zamanlar nasıl esip gürlüyordu.
Bir zamanlar nasıl kimyasal silah kulanıyordu.
Gerilla karşısında yenilince.
Bir zamanlar nasıl entel u mentel kesiliyordu.
O yazardan, bu yazardan paragraflar okuyordu.
Bazı yağdancı kalemşörlerde, balon şişirir gibi şişiriyordular kükreyen Boşbuğ’u.
Boşbuğ da kükredikçe, balonu sönüyordu pııııssssss pıııııssss diye.
Boşbuğ’u seyrederken, Büyükanıt denilen Azamput anımsıyorduk.
Diyorduk ki, ama niye hep aynı filmi seyrediyoruz?
Ya bu T.C generalleri sanki kolonlanmış diyorduk?
Bunlar niye aynı maniyi söylüyorlar?
Bunlar hep “bitereceğiz, kökünü kazıyacağız” diyorlar.
Bunlar hep “HPG gerillalarını bitirmede kararlıyız” diyorlar.
Hiç bir şey onların dedikleri gibi çıkmıyor.
Bu ne haldir, bu yenilgidir.
Uruğ’dan itibaren yenilen yenilene.
Torumtay yenildi. Güreş yenildi.
Kıvrıkoğlu yenildi. Azamput yenildi.
Boşbuğ yenildi. Ne PKK bitti. Ne de HPG gerillası bitti.
Bitenler, gelirken kükreyenler, giderken ağlayarak giden Boşbuğ gibiler oldu.
Şimdi de kükreyip gelen biri daha var.
Adı Sabahattin Işık Koşener.
O da Boşbuğ gibi Egeli.
O da Boşbuğ gibi Manastır göçmeni.
O da bir Sebatayist. Yani devşirme biri. Yani Türk değil.
O da Kürdistan kimyasal silah kullanmış.
Sivilleri katletmiş bir soykırımcı.
JİTEMCİ bir kontgerilla. Özel Harp Daire’sinde yetişme.
Kükreyerek geldi. Ağlayarak gidecek.
Derler ya “Isıran Köpek Dişine Göstermez”.
Yaşayarak göreceğiz. HPG gerillaları Koşaner’i de yenilen bir general olarak emekliliğe sevedecek.
O’na da Egede bir villada denizi seyrederek yenilgisinin anılarını hatırlamak düşecek.
O Ege’nin mavi sularını seyrettikçe düşünecek.
Ve diyecek ki, ya HPG gerillalarına nasıl yenildim.
Ve bu kahırdan ölecek.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Her zaman olduğu gibi, Türkiye gündemi yine doludizgin. Öyle görülüyor ki, bu böyle de devam edecektir. Hani derler ya “çalışmayan başın derdini ayaklar çeker” diye. Türkiye’de iktidarda bulunanlar, bunlarla birlikte cümle cemaat derin devleti teşkil eden kafalar değişmedikçe, bu anormal yani olağanüstü durum devam eder. Bu anormal yani normalin üstünde ya da normalin dışında olan durum sürdükçe de, Türkiye gündemi doludizgin olmaya devam edecektir. Sanılmasın ki doludizginlik her zaman iyidir. Ya da sanılmasın ki olağanüstü süreçler her zaman sağlıklı yapılar oluştururlar. Tersine eğer olağanüstülük, belli arılıklar dışında yaşanırsa-siz bu aralıklara geçiş süreçleri deyin-o zaman yaşananlar insanların ruhsal dünyasını korkunç etkiler. İnsanlar anormalleşir. Öylesine anormal toplumlarda insanların anormalleşmesi, esasta psikologların aşırı derece de devreye gireceği toplumlar olacaktır. Başka bir deyimle toplum ya da toplumlar hastalıklı olacaklardır.
Hâlbuki dünyada en çok salık verilen ruh dinginliğidir. İnsanlar kendi içlerinde yakalayacakları ruhsal bütünlüktür. Yani başka bir deyimle ruh dengesini yakalamaktır. Çin’de buna YİNG ve YANG’ın dengesini sağladığı an diyorlar. Daha modern bir kavramla alt bilinçle üst bilincin birbirine yakınlaştığı, korkuların, önyargıların yaşanmadığı durumu ifade eder.
Evet, Türkiye gündemi doludizgin dedik. Nedeni ise yaşanan anormal durumdan kaynağını aldığını düşünüyoruz. Bu anormalliği sağlayan ise Türkiye Cumhuriyetinin Kürtlere uyguladığı inkârcı, imhacı ve eritici politikalarıdır. Siz buna “soykırımcı siyaset” deyin. Bu onursuzlaştırıcı, bitirici, yok edici ve faşizan politikaya karşı Kürtler, kendilerini PKK adındaki Özgürlük Hareketinde örgütleyerek direnişe kalktılar ve bu direniş hızından hiç bir şey kaybetmeden yükselişini sürdürüyor. Toplumu etkiliyor, topluma direnç ve ruh katıyor. Bu ise yeni ve güzel bir yaşamın mümkün olabileceği hayalini Kürt halkına aşılıyor. Doğaldır ki, bu moral, inanç ve kararlık Kürtleri daha ileri bir noktaya taşıyor.
Gelinen noktada Kürtler tarihlerinin en uzun vadeli direniş ve diriliş mücadeleleriyle yenilmeyeceklerini herkese gösterdiler. Ayrıca Kürtler, eskilerde olduğu gibi sadece silahlı mücadeleyle de kendi sorunları olan Kürt Sorununu çözemeyeceklerinin de bilincindedirler. Yine Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti devletini alt etmenin yolu derin bir demokratik kültürle, halkların kardeşliği ve hoşgörülü kültürün gelişmesiyle bunun mümkün olabileceğine inanıyorlar. Bu ise bilinen eski manada TC devletini yenilgiye uğratmak değil gerçek ve derin anlamda Türkiye’nin demokrasiye duyarlı kılınmasını ifade ediyor. Demokratikleşecek Türkiye, aynı zamanda kazanacak Kürdistan ve kazanacak olan Türkiye olacağını bildikleri için Türkiye içerisinde bir çözüm arayışı içerisindedirler. Lakin Türkiye Cumhuriyeti devleti halen Kürtleri yok sayıyor, inkâr ediyor, imha ediyor, alttan alta bu halkı ayağa kaldıran, bu halka can ve ruh veren PKK hareketini tasfiye etmek için elinde geleni yapıyor. Halen bu halkla bir olmuş, halkın gönlüne taht kurmuş bu hareketi, teröristlikle itham ediyor. Günlük olarak ağza alınmayacak hakaretlerde bulunuyor. Kaldı ki bu halkın öncü gücü olan PKK birçok kez ateşi kesmek, silahların susması, sürekli bir barışın tesisi için her gün çağrılarda bulunuyor. Dünya da hiçbir devrimci, silahlı gücün yapmadığı kadar ateşkes, eylemsizlik süreçlerini tek başına ilan edip uyguluyor. Öyle ki silahların sürekli susması için tüm güçlerini Türkiye sınırları dışına çekerken, 400 üzerinde militan gerillasını kaybetmesine rağmen, bu tek taraflı ısrarını sürdürdü ve sürdürüyor.
Tam da bu noktada Yasemin Çongar’a bir şeyler söylemek gerekiyor. Son zamanlarda ve tabii ki daha önceleri de yazdığınız yazılarına anlam vermek, değer biçmek gerektiğini söylüyoruz. Özelde başka halklarda yaşanan barış süreçlerini incelemeniz gerçekten anlamlıdır. Başka halklar ya da başka Özgürlük Hareketleri sorunlarını nasıl çözdüklerini, hangi yol ve yöntemleri izlediklerini incelemek ve Türkiye’de 30 yıla aşkındır süren bir mücadeleyi, savaşı sonlandırmak için değerli bu inceleme ve araştırmalarının bir katkı olduğuna inanıyoruz.
Sahiden yaptığınız bu araştırma yazılarınız, bir gerilla olarak benimsememek mümkün değildir. Başka halkların deney ve tecrübelerinden yararlanmak, aklı başında olan her insanın yaklaşımı olmalıdır. Belki coğrafik, kültürel, siyasal, sosyal, ruhsal, ekonomik; ne bilelim daha değişik konularda farklılıklar olabilir, ancak hepsinin sorunu bitmeyen bir savaş ve hepsinin derdi barışla sonlandırılmak istenen bir mücadele. Bu son iki husus her yerde var olan ortak sorun ve ortak istemlerdir.
Yasemin Çongar’ın yazılarını dediğimiz gibi bir gerilla olarak okuyoruz. Araştırmalarına, tespitlerine ve hatta yorumlarına da katılmamak elden değil, ancak bir gerilla olarak bu yazıları okuduğumuzda Yasemin Çongar’ın söylediklerine uymayan kim? Ya da istemeyen kim? Ya da kimlerdir? diye de bir soru kafamıza takılıyor. Barış süreçlerini sabote eden kim? Ya da müzakerelere gelmeyenler kimlerdir? Bir an önce karşılıklı silahların susmasını istemeyenler kimlerdir?
Yukarıda ki sorulara olumsuz cevap verenlerin bizler olmadıkları kesindir. Silahların karşılıklı olarak susmasını, müzakerelerin başlamasını, karşılıklı birbirini affetmelerin başlamasını, hakikatleri araştırma komisyonu kurulmasını, barışın tesis edilmesi önünde engel olacakların da bizler olmadığı kesindir. Tersini söylüyoruz ve iddia ediyoruz; yukarıda söylenenlerin hepsine geçmişten beri var olduğumuzu ve gelecekte de bunlarla var olacağımızı rahatlıkla ifade edebiliriz. Geriye Türkiye Cumhuriyeti devleti, hükümeti, muhalefeti, ordusu, halkı, velhasıl Türkiye cephesi kalıyor.
Sonlandırırken; bu kadar içerikli yazılar yazan, araştırma yapan bir aydının, gazetecinin bundan sonra yapması gerekenin barış sürecine gelmeyen tarafı, ısrarla barış masasına oturması için baskı yapmasıdır. Gerekirse teşhir etmesidir. Gerekirse bu barış sürecine gelmediği için karşı durmasıdır.
Yasemin Çongar gibi düşünen aydınların yazarların barış çalışmaları için –oraya buraya çekmeden-iş başına çağırıyoruz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kurulduğu günden beri CHP’nin doğru dürüst beyaz bir sayfası bulunmamaktadır. Takip ettiği inkar ve imha zihniyetine dayalı ırkçı, şoven politikalar, Türk devletinin bel kemiğini oluşturmuştur. Sonuç olarakta bugünkü realiteyi doğurtmuştur. İktidar olduğunda hiçbir toplumsal sorunu çözememiş, muhalefette olduğu zamanda statükocu politikalarla çözümün önünde set olmuş, Ergenekoncuların avukatlığına kadar işi götürmüştür. Bu yüzden Kürdistan’da Kürt ve Alevi tabanından desteğini yitirmiş, tabela partisine dönüşmüştür. Bu durumdan doğan siyasal boşluğu da, modern Muaviye hareketi olan ABD işbirlikçisi, taşeron AKP doldurmuştur. Bütün bu hengâmede CHP’nin bu durumunun telafisi için hem Kürt hem de Alevi ve Dersim’li olan Kemal Kılıçdaroğlu getirilmiştir. Bu değişiklikle CHP’nin kötü imajı düzeltilmek Kürt, Alevi ve emekçilerin desteğinin tekrar kazanılması amaçlanmıştır. Nitekim Kılıçdarın oğlu da kendince bazı çabalar içerisindedir.
En son Kürdistan mitinglerinde kaçak doğuşçular gibi ağzına almaya tenezzül etmediği Kürt sorununa dair görüşleri ve Dersim’de “ben Tunceliliyim” diye haykırması ve “bundan da onur duyduğu”nu belirtmesi, başta Seyit Rızalar olmak üzere gerçek Dersimlilerin ruhunu incitmiş, Seyit Rızaların kemiklerini sızlatmıştır. Bugün Seyit Rıza şu an belli olmayan mezarından kalkabilseydi “ben Tunceliliyim ve bundan onur duyuyorum” diyen bu Kılıçdaroğlu’nun yüzüne tüküreceğinden eminim, çünkü böylesi ona yakışırdı. Belki o zaman kendi geçmişine karşı birazda olsa bakıp utanırdı.
Kılıçdaroğlu’na Dersim’de şakşakçılık yapanlar başta olmak üzere bütün Dersimlilerin, Kürtlerin, Alevilerin, Kürt ve Türk emekçilerin bu Kılıçdaroğlu gerçeğini çok iyi anlamalarında ve boşa umutlanmamalarında yarar vardır, çünkü aslını inkar eden bir haramzadeden bir hayır gelmeyeceği bilinmelidir. Yani adı üzerinde Kılıçdarın oğludur. Her kılıç mantığıyla zaptı rapt altına alarak yönetmiş Kürtlere, Alevilere ve diğer bütün farklılıklara inkar ve imha temelinde kılıç çekilmiştir. Şimdi bu kılıç zihniyetinin ve faşizan uygulamalarının çocuğu olan bu Kemal, yani bu zumlun oğlu nasıl bir yaralı coğrafyanın kanayan sorunlarına çözüm yaratabilir? Yasaklanmış dil, kültür ve inanç kimliklerine nasıl umut, ezilen halklarımızın acısına derman olabilir?
Yani kendimizi kandırmaya hiç gerek yok. Kendi ulusal kültürel ve inançsal kimliğini inkar edip, onu telaffuz etmekten bile kaçınan, Kürt ve Alevi sorununun içinde kendini ve kendi sorununu görmeyen ve Dersim halkının karşısına çıkıp, dünyaya “ben Tunceliliyim” diyen bu Kemal, halklarımıza umut değil, olsa olsa Kılıçdar oğlu olabilir. Bu Kemal, Tunceli olmaktan onur duyabilir, ama o asla Dersimli değil ve biz ondan utanç duyuyoruz.
Dersimli olanın yüreği Munzur suyu gibi berrak ve coşkuludur. Dobra ve cesaret doludur. Dersimli sözünü esirgemez. Kendi öz kimliklerini sahiplenmekten asla korkmaz, çekinmez. Şimdi kendini “ben Tunceliliyim” diye zulmün Dersim’e kılıçla dayattığı kimlikle tanımlayan bu Kemal nasıl Dersim’li olabilir? Bir kere kendisinde Dersimli olmanın hiçbir özelliği, bir erdemi yok ki! Dolayısıyla bu inkar ve asimilasyoncu mantık, kafa yapısıyla bu Kemal ancak Kılıçdarın oğlu olabilir.
Nitekim modern Muaviye hareketi olan AKP’nin ve onun başı Erdoğan’ın onun soyunu bu kadar gündem konusu yapmaları ve ona bu noktada saldırmalarının nedeni onun kendi soyuna, öz kimliklerine karşı yaşadığı handikabından, inkarcı yaklaşımındandır. Yani cesaretle, onurla kendi öz kimliklerini sahiplenmek yerine Kılıçdaroğlu olmakta ısrar etmesi nedeniyledir. Yani zulmün oğlu, inkar ve imha siyasetinin kılıcı olmakla ısrar etmesindendir. Bu zihniyet gerçekliği ile Türkiye ve Kürdistan halklarının hiçbir sorununun çözülmeyeceğini tarih defalarca çok iyi göstermiştir. Kılıçdaroğlu, bu zihniyetini, bu CHP geleneğinin temeline, özüne dokunmadan restorasyon gibi yamalama yenilikleriyle değişim imajı verip, iktidara gelmesi için halklarımızı aldatmaya çalışıyor. Bu nedenle samimi değildir. Kendi öz kimliklerine karşı kendi içinde bir samimiyet taşımayan bu Kemal’in, Kürt sorununu çözeceğine dair iddialarında nasıl samimi olabilir ki? Zira CHP gibi köklü devletçi geleneği olan bir partiyi Kılıçdarın oğlu bile değiştirmeye gücü yetmez, çünkü unutmamalı ki, kendisi Kılıçdarın oğludur. Kılıç değil, dolayısıyla parti üzerinde belirleyici olamaz.
Sonuç olarak Dersimliler, Kürtler, Aleviler, Türk ve Kürt emekçileri, gençliği, kadını hiçbir düzen partisinde aramamaları gerektiği gibi modern Muaviye hareketi AKP’den de Kılıçdarın oğlu ve partisinden de umut aramamalıdır. Umut kendilerinin siyasal bilinçlenmelerinde, demokratik, eşit ve özgür bir geleceği ortakça kurmak için verecekleri örgütlü ve ittifaklı mücadeledir. Bu mücadeleyi başarıya ulaştırmalarındadır.
Azad Welat (Dersim)
- Ayrıntılar
Bazı yanlış kullanılan kavramları düzeltelim. Kim ne isterse, kim nereye isterse silahının yada topunun ağzını tutarak salvo atışları yapamaz. Boşuna Hz. Ali dememiş; “söz senin içindeyse senin kölendir, söz ağzından dışarıya çıkmışsa sen onun kölesisin.” Öyle her söz söylenmez, bireyin ağzından çıkan söz bireyi fazladan bağlar.
Son zamanlarda sahte İslamcı siyasiler ve onların yandaş basıncıları yeni bir şey icat ettiler; Türk ordusunu biz eleştiriyoruz da neden siz-yani Kürt sivil toplum örgütleri, Kürt siyasetçileri-PKK’yi eleştirmiyorsunuz? Kendilerince faşist Türk ordusunu, Kürt özgürlük savaşçılarıyla aynı kefeye koyuyorlar. Güya PKK ve onun gerillası, Kürdistan’da sivil toplum örgütlenmenin, Kürdistan’da demokratikleşmenin ve de Kürdistan’da gelişmenin önünü “alıyormuş.”
Bu; yeni kurnazlıklarla, hilelerle, yalanlarla, duygu sömürüleriyle ve de kimine özel fırsatlar ve şanslar açmalarla, özenle geliştirilmeye çalışılıyor. Önceleri Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin gelişimiyle Kürdistan’da silinen ve ortadan kaybolan ve bu bağlamda PKK’ye tepkilenen onlarca bireye vaatler verme temelinde yanlarına alarak, Özgürlük Hareketi’ne saldırtmaya başladılar. Sonraları Kürdistan’da geçmişten bugüne işbirliği yapan sayılı Kürt ailelerini yanlarına çekerek-özel imkânlar sunulmasından söz bile açmıyoruz-Özgürlük Hareketi’ne karşı çıkardılar. Daha sonraları az çok Kürt siyasi sahnesinde yer alan-etkilileri ne kadar vardır ya da yoktur tartışmasına girmeden- Özgürlük Hareketi’ne karşı konuşturtmaya başladılar. Yoksa Kemal Burkay gibilerini, Şemdin Sakık gibilerini nasıl ele alacağız, nereye oturtacağız?
Bunlar yetti mi? Elbette hayır! Bu kez sıra, geçmişten beri onurlu duruşları olan Kürt şahsiyetlerine el attılar. Bir Ahmet Kaya’ya, bir Yılmaz Güney’e, hatta Ahmede Xani’ye kadar uzandılar. Şivan Perwer’e özel selamlar göndererek bu kirli oyunlarına çekmeye çalıştılar. Düşünün bir Ahmet Kaya ki, “sosyalizm” diyordu, bir Yılmaz Güney ki, “Kürdistan’daki sorunun sadece ve sadece gerillayla çözülebileceği”ni yıllar önce söylemişti. Buna rağmen el attılar.
Bunlar yetti mi? Yine hayır! Bu kez sıra Kürt Özgürlük Hareketine yakın duran, toplum nezdinde belli yerleri olan, onurlu, saygın kişilere yöneldiler. Önce yanlarına almak istediler olmayınca saldırdılar. Ahmet Türk’e atılan yumruğu ya da Osman Baydemir’e karşı yapılan o kadar yıpratma kampanyasını nasıl başka yorumlayacağız?
Bu kirli oyunlar elbette durmadı ve öyle görülüyor ki, bu kez sıra sivil toplum örgütlerine geldi ve bu sefer bunlara el atmaya başladılar. Yine öyle görülüyor ki, kimisini etkilemek için özel çaba sarf ediyorlar. Ve kimisini ara yerde durmalara kadar götürebiliyorlarsa demek ki etkiliyorlar da. İşte argümanları; “PKK ve gerillası sivil toplum örgütlerinin gelişimi önünde ‘engel’ oluşturuyor.”
Şimdi biraz tarihe inelim. Kürdistan’daki o meşhur ağaların, sahte şeyhlerin, aşiret reislerin, tek ama tek söz sahibi olduğu ortamlarda, PKK tüm tehlikeleri göze alarak öne bir adım atarak çıkmadı mı? Tekçi zihniyete karşı direnen yoldaşlarımızı patoslara atıp parçalayan vahşi işbirlikçilere karşı savaşan PKK değimliydi? Yukarıda Allah, yerde bilinen o üçlü varken, PKK, bunları gerileterek halkı, toplumu öne çıkarmadı mı? Kürt toplumunda söz sahibi olmayan kadını bugün erkekten daha etkili pozisyona getiren, düşünce ve yaşam pratiğiyle Kürt kadının ayaklandırmadı mı? Kürt gencini, yaşlısını, anasını hatta çocuğunu kendine güvenir kılmadı mı? Kürdistan’da yaprak kıpırdamazken bugün her yerde hem de her konuya dönük ısrarla sivil toplum örgütlenmesini inşa etmek için uğraşan, bunun önünü açan, düşünce sistemi ve örgütleme modelini geliştiren kimlerdir? Ve tabii ki sivil toplum örgütlerini özenle koruyan güç kimin gücüdür?
Soruları böyle sıralamak mümkündür. Özcesi Kürdistan’da sivil toplumunu ısrarla, özenle geliştiren bir Özgürlük Hareketi’ne ‘sivil toplum hareketinin önünü alıyor’ safsatasıyla yönelmek, ona yakın duranların kafasını karıştırarak kendi yanına çekme gayreti içerisinde olmak, tek kelimeyle ayıptır, sahtekarlıktır.
Sahtekarları anlıyoruz. Ne de olsa ar perdeleri yoktur. Peki, bir dönem sözde Özgürlük Hareketi’ne yakın durmuş-nedenleri ne olursa şimdilerde uzak durmakta olanların-asılsız iftiralarda bulunmalarını garipsiyoruz, ayıplıyoruz. Bu sahte İslamcıların uğursuz oyunlarına gelmiş olsalar da, hızla bu sahte oyunlara alet olmaktan kendilerini alıkoymaları gerektiğine inanıyoruz ve bu uğursuz rolü terk etmelerini bekliyoruz. Doğru yurtsever olmanın, aydın olmanın yolunun Kürdistan’da demokratikleşmeyi tüm gücüyle yaratmak isteyen Özgürlük Cephesi’ne katılmaktan geçtiğini bilelim.
Yiğidi öldürelim, ama hakkını yemeyelim!
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kürdistan Özgürlük Hareketinin başlattığı 4.stratejik hamlesi, bugüne değin hiç olmadık bir biçimde Kürt sorununun çözümünü en yakıcı biçimde herkese dayatmış bulunmaktadır. Sorunun çözümü yaklaştıkça çözümsüzlükte horlanan statükocu Türk partileri gibi bazı Kürt siyasi çevreleri, daha doğrusu siyasetçi, aydın ve gazeteci-yazar maskesi takmış sahte kişiliklerin çırpınışları da daha fazla göze çarpmaktadır. Var oluş gerekçelerini ihanet zeminine dayandıran ve oradan beslenerek varlık gösteren bu marjinal tiplerin, karanlık ve çirkin yüzü tarihsel açıdan da incelenmeye değerdir.
Bugün bu tip çevreler somutunda bir sonuç olarak karşımıza çıkan ihanet ve ihanet zeminin tarihçesini anlamak pek çok açıdan da büyük önem taşır. Bugün açısından da bakıldığında ihanetin bizzat planlayanları ve uygulayıcısı olan devlet ve iktidar odakları olduğu dikkate alındığında, tarihsel temellerinin de çok farklı gelişmediği görülecektir.
Bundan 6 bin yıl kadar önce insanlığın beşiği Mezopotamya’da varlık gösteren kadın eksenli demokratik ve komünal toplumdu, ancak kadının bu toplumu inşa edip öncülük etmesindeki yaratıcılığını çekemeyen yaşlı erkeğin kıskançlık duygusu ve avcılıktan edindiği analitik zekası, onu kabilenin savunma biriminin başında bulunan askeri şef ile korku ve analitik zekasıyla güç gösterisi arayışında bulunan şamanla ittifaka yöneltmiştir. Kadının binlerce yıl ki toplumsallaşmadaki emeğine karşı ahlakın dışına çıkarılarak, ihanetle bu biçimde hiyerarşik zihniyetin geliştirilmesi zamanla zigguratları doğurmuş, oradan da ihanet ve komploculuk derinleştirilerek başta kadının ve toplumun köleleştirilmesi, ihanete bulaştırılması üzerinden demokratik ve komünal yaşam sistemi dağıtılırken, devletin doğuşu gerçekleştirilmiş ve mitolojik yalanlarla kadın ve toplum aldatılarak buna meşruluk kazandırılmıştır, ancak bu ihanet ve komploculuk temelinde geliştirilen gelişmeleri kabul etmeyen yukarı Mezopotamya halkı, kadının etkili ve öncü olduğu demokratik ve komünal yaşam sisteminde ısrar etmiş devletçi uygarlıkla hep çatışma halinde olmuştur. İhanet zemini üzerinde kurumsallaşarak ihanet ve köleliği toplumda kurumsallaştıran Sümer rahip devleti, mitolojilerde “Gılgameş Destanı”nda da anlatıldığı gibi Kürtlerin yurtlarını sömürgeleştirmek için önce ihanetçi öncülere ihtiyaç duymuş, hüküm altına aldığı toplumda fahişeleştirdiği bir kadını kullanarak Enkido’yu kendi sistemi içine çeken Gılgameş önce onu tasfiye etmek istemiş, edemeyince de (bugünkü sözde kardeşlikler gibi) kardeşlik edebiyatıyla onu aldatmış, kendine işbirlikçi ve üstün olduğu toplumunda ihanetçisi durumuna getirerek Kürt coğrafyasına işgal hareketleri düzenlemiştir. Efsanede Kürt yurdunun ormanlarının bekçisi Hunbaba’nın bizzat Enkido tarafından öldürülmesi, ihanetin gözü karalığını, aynı zamanda Enkido’nun Hunbaba’dan aldığı kılıç darbesiyle sonradan ölmesi de Kürdistan coğrafyasında ihanetin öyle istediği gibi yaşayamayacağını ve karşılıksız kalmayacağını gösterir. Daha sonraki çağlarda Kürdistan’ı yeraltı ve yerüstü zenginlikleri için işgal edip sömürgeleştiren tüm köleci ve feodal devlet biçimleri aşağı yukarı aynı gündemleri izleyerek, kendi egemenliklerinin devamı için Şeyh Seyit ağa gibi sıfatlarla ihanet ve işbirlikçiliği Kürdistan’da kurumlaştırmaya çalışarak bugünkü AKP nin ihanetçi ve işbirlikçi Kürt burjuvazisi yaratmak çabasına benzer hep elit egemen bir sınıf yaratmak ve bu sınıflar eliyle Kürt toplumunu denetlemeye, demokratik ve komünal yaşam kültürünü, toplumsal ahlakını yozlaştırarak, ihanet ve işbirlikçi yaşam kültürü içinde eritmek istemişlerdir. Buna Arap ve Osmanlı yönetimleri de dahildir, ancak oluşturulan bu işgalci kurumlaşmaların içinde aile, aşiret ve sınıf itibarıyla yer alanlar, ekonomik siyasi ve manevi olarak toplumun değerleri üzerinde palazlandıkça daha da çok istemiş ve ihanet ve işbirlikçilik derinleştirilerek Kürdistan coğrafyasında yaşama hakkı bulan tek yaşam çizgisi olarak dayatılmıştır. Yine bu kurumlaşmalar içinde bazı kimseler işbirlikçisi olduğu sistemi taklit ederek(bugünkü ulus-devletçikler gibi) onu Kürdistan coğrafyasında inşa etmek istemiş ve sistemde çelişkiler çatışmalar yaşamış olsa da özünde kültürel ve zihinsel olarak devletçi uygarlıktan bir kopuş değil, onun taklitçiliği, Kürt uyarlaması söz konusu olduğundan, yani bu anlamdaki farklılıkta biçimsel olup aldatmacadan ibarettir, ancak yine bu kesimler içerisinden çıkan bazı adil ve vicdanlı kimseler bu kurumlaşmaların üstte bahsettiğimiz sıfatların tanıdığı imkanları yurtseverlik temelinde Kürt toplumunun yararı için kullanarak sisteme karşı kültürel anlamda bir muhalefet yürütmüşlerdir.
Cumhuriyetin kuruluş aşamasında da İngiliz siyasetinin yeminli işbirlikçi ve uygulayıcısı İttihat ve Terakki kadroları, Kürt ve diğer bütün farklılıkları inkar ederek bu imha ve ihanet süreçlerinin içine çekmişlerdir. Kürt direnişlerinin çok vahşice bastırılması bunun en açık kanıtı olmuştur. Dahası Şeyh Sait olayında; en yakınının ihanete çekilerek onun üzerinden provakasyona yönelinmesi bir örnektir. Yine geliştirilen ihanet ve komploculukta Elazığ ovasında verimli toprak ve bir teneke altın karşılığında (ki karşılığı bunlar değil sonradan pis bir ölüm olan) Rayber adında Seyit Rıza’nın yeğeni olan birinin ihaneti sağlanılarak ve onun eliyle direnişin askeri komutanı Alişer ve eşi Zarife’nin katledilmesi sonucu direnişin bastırılması durumu da buna en açık bir örnektir. Yani bütün işgal ve sömürge siyasetleri, ihanet ve işbirlikçilik eliyle onun öncülüğüyle gerçekleştirilmiştir. 1940’larla Türk devleti tarafından her açıdan (siyasi, ekonomik, ideolojik, sosyolojik ve askeri) kültürel olarak geliştirilen ihanet ve kışla kültürü, başta Kürdistan toplumu olmak üzere tüm toplumlara dayatılarak kendi toplumunun tarihsel ve kültürel gerçeğine yeminli düşman olarak, en tehlikeli köksüz devşirme kadrolar; aydın, yazar, siyasetçi, akademisyen, hukukçu ve 12 Eylül askeri faşist cuntanın teorik beyni ve aslen Dersim’li olan Haydar Saltık gibi Kürt halkının yeminli düşmanı darbeci generaller yaratılmıştır. Bir de bunlardan aşağı yerde kalmayan bu gerçeğin öteki yüzü biçiminde aynı ihanetçi zemin üzerinden beslenerek gelen ve ne kadar Kürt halkı adına yola çıktıklarını iddia etseler de Kürt halkının ve demokratik komünal kültürünün yeminli düşmanları gibi damarları ve kendi geleceğini devletçi uygarlıktan, devletten kemik kapma yarışına girmekte bulan Kemal Burkay, Ümit Fırat ve Mehmet Metiner gibi siyasetçi ve aydın olmanın yüzkarası olan çirkin tipler yaratmıştır. Kürt sorununun çözümünü dayattığı bugünlerde bu çirkin ahlaksızlıkta sınır tanımayan bu tipler, çözümün olması halinde çöp sepetine atılacaklarının endişesiyle devlete akıl vermeye ve K.Ö.H’ni karalayarak geleceklerini sağlama almaya çalışıyorlar. Gerek Kürt Türk toplumu içinde kafaları karıştırmak, çözümü zorlaştırmak, Kürt ulusunun birliğini bozmak için çırpınıp duruyorlar. Kendi başarısızlıklarını K.Ö.H ile izah etmeye çalışıyorlar. Kendi ulusal kültürünü toplumsal dinamikleri üzerinde gelişme ve varlık göstermeyen ve bu nedenle devletin dayattığı ihanet zemini üzerinde kimlik edinen bu tipler, bu yüzden ihanette de sınır tanımıyor. Devletlerden kemik kapma yarışına giriyor. Ve buna da “özgürlük ve bağımsızlıkçı çizgi” diye yutturmaya çalışıyorlar, oysa bu tiplere sormak lazım. Yani bu beyler üzerinde doğup büyüdükleri Türk devletinin yarattığı ihanet zeminlerini doğru çözümleyerek kendini bilme erdemine ulaştırmamışlarsa Kürdistan toplumunun tarihini, kültürel yapısını sosyo-psikolojik durumunu doğru tahlil ederek bağımsızlıkçı bir ideolojik, siyasi ve eylem çizgisi gerçekçi bir çözüm stratejisi belirleyememişlerse, 12 Eylül darbesiyle siyasi zihni ve kültürel olarak göbekten bağımlı oldukları devletin yasaklama sürgün gözaltı ve işkencesine maruz kalmışlarsa ki, bu savunmasız bırakıp kendi yaşamlarının derdine düşmelerinden dolayı bugün halk nazarında itibarsız ve değer anlam ifade etmiyorlarsa, bütün bunları K.Ö.H.ile izah edemezler. Sosyo-psikolojik hasta halleriyle başından beri uçan sinekten bile nem kapmak misali K.Ö.H’nin attığı her adımı tersten okuyarak kendi ihanetçi işbirlikçi yüzlerini gizlemeye çalışan bu baylar, yıllarca K.Ö.H’nin tasfiyesini ve sonrası yaratılan değerlere çöreklenmeyi beklediler, beklentilerinin gerçekleşmeyişi onları bugün oldukça azdırmıştır.
Kürt sorunun çözüm aşamasında köklü bir özeleştiri sürecinden kendilerini geçirerek “Demokratik Toplum Kongresi” bünyesinde Kürt halkının ulusal bütünlüğüne yurtseverliğin bile gereği olsa katılmak, geleceği bugünden sonra birlikte inşa etme yerine onlar Kürt halkının Önderliğine özgürlük hareketine yeminli düşmanlıklarına devam etmekte, Türk devleti ve onun emperyalist efendileri olan ABD ve AB’ye hizmet etmeyi kendileri için bir borç bilmeye devam ediyorlar. K.Ö.H. daha ilk çıkışında bir grup iken, onu bir kaşık suda boğmaya ona karşı güç birliği yapmaya çalışanlar, onlarca militanını katledenler neden bu istedikleri cinayetlerinden bahsetmiyorlar. Onlar da bugün Türk devleti gibi bütün çabalarına rağmen yanılmayan K.Ö.H’nin varlığından, kendini savunma hakkından yakınıyorlar. Dahası milyonlarca halkın benimsediği, siyasal önderi olarak gördüğü binlerce insanın peşinden yürüyerek şahadete vardığı ve yaşamı adeta kendine zindan ederek bütün ömrünü Kürt halkı ve halkların özgürlük mücadelelerine adamış bir Önderliğe ve bir harekete yeminli ve ahlaksızca düşmanlık yaparak hangi halkın değerlerini savunduğunun, hangi halkın yazarı siyasetçisi olduğunu iddia ediyorlar? Buna çocuklar bile inanmaz. Bu halkın ölümüne inanarak peşinden yürüdüğü Önderliğe ahlaksızca, çirkince kendinde onur, saygı bıraktırmayacak kadar saldırarak bu halkın özgürlük değerlerinin savunulamayacağını anlaması gerek, yoksa bu halk anlatmasını bilecektir. Kimse Kürt halkının demokratik ve komünal olan toplumsal yaşamının adaletinden, onun ahlakından kendini sıyıramayacaktır. Yıllardır bilinçli ve bilinçsiz koruculuk sistemi içine çekilerek Kürt halkının özgürlük mücadelelerine karşı savaştırılan korucular, nasıl ki bu halkın adaletine sığınmaktan başka çıkar yolları yoksa bu siyasi caşların da koruculardan daha fazla günahkar ve suçlu olan konumlarını affettirmelerinin tek yolu bu halkın adaletine sığınmaları ve tövbe etmeleridir. Belki bu onlarında hayrınadır. Böylelikle ihanet ve işbirlikçilik önlenmiş, Kürt sorunu da daha sağlıklı çözülmüş olur. Aksi halde Kürt halkı, Kürt gençliği onları unutmayacak kendi toplumsal maddi ve manevi değerlerinin bileşkesi olan Önderliğini savunmasını bilecektir.
Azat Welat Dersim
- Ayrıntılar
Kürt toplumu 30 yılı aşkın bir süredir yürüttüğü mücadelede tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar örgütlü, organizeli, birlik içinde hareket ediyor. Kendine ait kurumları, siyasi partileri, yayın organları, ekonomik-kültürel sahaları ve herşeyden önemlisi de yıllardır yenilmezliği ispatlanmış bir savunma gücüne sahip. Bunlar şüphesiz paha biçilmez emek ve çabalarla, binlerin, on binlerin kanıyla yaratılan değerlerdir. Kürt halkı yaratılan bu tablodan elbetteki gurur duyuyor. Amansız zorluklar karşısında, inkar ve imha sistemine rağmen yaratılan bu değerler için verdiği bedeller göz önüne getirildiğinde bunda ne kadar haklı olduğu da görülebilir.
Dolu dolu geçen bu mücadele sürecinde Kürtler dış güçlerin, düşmanlarının yanında, belki de daha fazla kendi içinden çıkan ihanet odaklarına karşı mücadele etti. Çeşitli dönemlerde, farklı isimler altında birileri çıkıp PKK ile Kürt halkının, Önderimiz ile Kürt halkının arasını açmak için türlü ve umulmaz hile ve yöntemlerle mücadele etti. Pek tabii ki bunların da hiçbirisi başarılı olamadı. Mücadeleyi daha da yükselterek ve sahiplenerek yürüyen Kürt halkı bu tür kesimlere karşı da kimliğini koruyan, onurlu, insanca bir yaşamın yaratılmasında öncülük yapan poziyonunu koruyarak gücüne güç kattı.
Günümüzde gelinen aşama itibarıyla da artık bu değerlerin kalıcılaştırılması ve Kürt halkının özgürlüğünün elde edilmesine ramak kalmıştır. Bu anlamıyla yılların mücadele tecrübesinden çıkarılacak dersler doğrultusunda son ve en büyük mücadele için Kürt halkı yediden yetmişe ayakta ve 15 Ağustos ruhuyla davasına sahip çıkıyor. Bu görkemli tablo karşısında inkar ve imha zihniyetini sürdürmek isteyen kesimlerle birlikte halkımızın içinden yetişen ve Beko’luk suyundan içmiş kesimler işbirliği halinde yeni saldırı dalgaları planlayıp uygulamaya çalışıyorlar. Planlarını dayandırdıkları olgu da PKK’nin silahlı mücadelesinin zamanının geçtiği argümanıdır. Bir yanıyla Apocu kültürün Kürt halkı içinde yarattığı etkiyi zayıflatıp yaratılan değerleri, ilkeleri revize etmekle uğraşırken diğer yandan Kürt halkının paha biçilmez bedellerle yarattığı demokratik siyaset zemininden nemalanarak bireysel ve ailesel çıkarlar peşinde koşuyorlar.
PKK öncesi dönemlerde gönüllü asimilasyonla birlikte çok basit, yüzeysel haklar temelinde sözde mücadele eden bu kesimler günümüzde de “Bizim dediklerimiz çıktı, PKK de hattımıza geldi” gibi Kürt halk gerçeğinden, düşman gerçeğinden uzak değerlendirmeler yapma yüzsüzlüğünü gösteriyorlar. Bu da yetmezmiş gibi PKK’ye karşılıksız ve şartsız silah bırakma çağrısı yapıyorlar.
PKK’nin silah bırakması gibi bir durum asla sözkonusu değildir. Kürt halkı insanlık ailesi içinde yerini onurlu ve direngen kimliğiyle kalıcı bir şekilde elde etmeyene kadar da bu böyle devam edecektir.
13 Ağustos ile birlikte müzakere ve diyalog yönteminin öne çıkması için son bir şans veren hareketimizin bu tavrının zayıflığından ya da kimi kesimlerin baskılarından kaynaklandığını zanedenler büyük bir yanılgı yaşıyorlar. Bu eylemsizlik kararının silahsızlanmaya giden bir yaklaşım olduğunu düşünmek bile düşman ve süreç gerçeğinden kopukluğun bir göstergesidir. Bu hareket birkaç kişi ile tüm toplumsal gerilik ve amansız bir düşman gerçeğine karşı kendi öz iradesi ile, öz düşünce ve gücüyle mücadeleye atıldı. Birçokları yapılanın bozgunculuk, intihar, delilik olduğunu kabul ettirmeye çalıştıysa da geçen otuz yılı aşkın süre çok iyi gösterdi ki bu yol ve kararlılık kesinlikle doğru olanıdır.
Uzun yıllar yürütülen mücadele hep bu ilkeye bağlı kaldı. Net bir amaç ve uygulama konusunda kararlılık. Bizleri bu yoldan döndürmek için sadece TC devleti değil, bölgesel statükocu devletler ve uluslar arası güçler amansız saldırılarda bulundular. Kürt toplumu içinde yuvalanan işbirlikçi kesimler ise düşmandan önce savaştığımız kesimlerdi. Biliyorduk ki kendi içindeki ihanet ve işbirliği bitirmeden düşmanına karşı mücadele yürütmen imkansızdır. İşte bu gerçekten yola çıkarak PKK hareketi de amansız ve paha biçilmez fedakarlıklarla bu kararlı mücadelesini yürüttü.
Gelinen aşamada PKK Kürt halkını özgürleştirme amacına çok daha yakın. Bu yakınlık tabii ki salt PKK’nin kadrolarıyla yürütülen mücadelenin eseri değil. Kürt halkı Kürdistan ve Türkiye metropollerinde yıllardır devlete karşı, kendi içimizdeki gericiliğe karşı mücadele yürütüyor. Ve karşılıklı yürütülen bu mücadelenin yarattığı enerji bugün Kürt halkının özgürlüğü amacını daha da yakınlaştıran yegane birliktir.
Tabii ki bu aşamanın büyük kazandırma imkanı olduğu gibi çok büyük riskleri taşıdığı da gizli değil. Düşmanımız her türlü kirli ittifak çerçevesinde hergünü yeni bir işkence ve imhaya dönüştürmeye çalışıyor. Çocuklarımız, gençlerimiz, kadınlarımız, yaşlılarımız her gün ölüm riskiyle, baskı ve işkenceyle, dejenere kültür ve asimilasyonla yüz yüze bırakılıyor. Her türlü yöntem kullanılarak Kürt halkının yarattığı değerler yok edilmek isteniyor. Kürt halkının kazanımları tekrar elden alınmaya çalışılıyor. Bu kimi zaman direkt düşman yönelimi şeklinde gelişebiliyorken kimi zaman da bazı Kürt halkı adına konuştuğunu iddia eden revizyonistler tarafından gerçekleştirilmeye çalışılıyor.
Kürt halkı büyük bedellerle elde ettiği kazanımlarını korumak için bizleri bir güvence olarak gördüğü müddetçe kesinlikle bu görevi layıkıyla yerine getireceğimiz asla unutulmamalıdır. Her yeni günü yeni bir saldırı dalgası altında karşılayan Kürt halkının savunmasız bırakılamayacağı, bunun teklifinin bile yapılamayacağı dönemin değişmez gerçeği olarak görülmek zorundadır. Şüphesiz PKK sonsuza dek varolmayacak ve silahlı bir şekilde savaşmayacaktır. Fakat günümüz gerçeği bu silahlı varlığın korunmasını olmazsa olmaz bir gerçek olarak ortaya koyuyor. Bu anlamıyla PKK ve HPG militanları Kürt halkı kendi öz savunmasını oluşturana, kendi güvenliğini sağlayana, düşman ve işbirlikçiler karşısında kazanımlarını koruma düzeyine ulaşana kadar biz Kürdistan gerillaları Kürdistan dağlarında bu görevi yerine getirmeye devam edeceğiz.
Böylesi gerçek dışı, süreci saptırıcı, mücadeleyi sekteye uğratıcı sözleri söyleyenlerin de Kürt halkının savunulmasının temel bir görev olarak ele alınması gerektiğini bilerek bu konuda yaşadıkları yanılgıları aşmak zorundadır. Eğer şu anda Kürt kimliğiyle yaşıyor ve kendinizi kabul ettiriyorsanız bunun PKK’nin yürüttüğü bu silahlı savaşım sonucu oluşan bir durum olduğunu kafalarınıza koymalısınız. Eğer PKK’nin silahlı gücü olmazsa değil Kürt adına çıkıp konuşmak siyaset yapmak, en büyük katliamlarla yüzyüze kalacağınızı görmelisiniz. Bugün yıllarca savaştığımız güneyli Kürt örgütleri bile bu gerçeği görmüş ve PKK’nin Kürdistan dağlarındaki varlığını kendileri için bir güvence sayarken bu beyaz Kürtlerin bu tür söylemlerinin ancak iktidara yaranmacı bir yaklaşım olduğu rahatlıkla görülüyor. Fakat yine de hem kendilerinin, hem de demokratik yurtsever kamuoyumuzun bu konularda hassas yaklaşması adına bu yaklaşımın deşifre edilmesi gereği vardır.
PKK özüne uygun bir şekilde amacına bağlılığını koruyarak dün olduğu gibi bugün ve yarın da Kürt halkının özgürlüğü mücadelesinde gereken özveri ve fedakarlıkla yürümeye devam edecektir. PKK’nin özü budur. Ve öz her zaman için vazgeçilmezimizdir.
Pir Kemal
- Ayrıntılar