Savaş üzerinde yoğunlaşıyorum. Neden savaş? Nasıl savaş? Kimin için savaş? Kimler nasıl savaşmalı? Komutan, savaşçı kimdir, nasıl olmalıdır sorularını kendime yoğunca soruyorum. Ve tabii böyle beynime muazzam cevaplar sökün ediyor. Ayrıca komutan adaylarımız neden yüksek bir savaş çizgisini tutturamıyorlar diyorum. Savaşan kişi kimdir, nedir, nasıldır? Savaşa gelmeyen kişi nedir, nasıldır? Neden gelemiyor? Savaşma yeteneğini kaybetmiş bir halk, dolayısıyla onun kişisi, kişiliği yaşamı kaybetmiş oluyor. Bunun hemen farkına varıyorum. Yaşamı da ana hatlarıyla kaybettikten sonra bütün sahtelikleri yaşam adı altında yaşamaktan, kandırmaktan, dolayısıyla yalanla-dolanla kendini idare etmekten kurtaramaz. Bu sonuç, bizde bu kadar zayıf kişiliğin yaşamayı neden bilememesini; vatanına sahip çıkamamayı, özgürleşememeyi, saygı, sevgi olayı haline gelememeyi açıklığa kavuşturuyor.
Savaş, sadece bir şiddet olayı değildir. Savaş; bizim için bir kör şiddet hiç değildir. Belki düşman için öyle denilebilir, fakat onun için de öyle değildir. Kör şiddet diyoruz, ama düşman da savaşarak kendisi için yaşam alanı yaratıyor. Kendisi için, sınıf için, hakim ulus egemenleri için yaşam alanını sürekli geliştiriyor. Siz başarıyla savaşamadığınız için de yaşam alanını kaybediyorsunuz. Zaten yaşam alanını kaybettikten sonra burada kişilik, toplum; toplumun sosyal ve siyasal düzeyi gelişmez, manevi bir yaşam söz konusu olamaz. Bunun yerine kendini aldatan toplum, şikayetçi, saygısız, birbirlerinin kuyusunu kazan, toplumsallaşmayan, kısaca toplumsal bağları, kişisel bağları sağlam geliştiremeyen, pamuk ipliğine bağlı ilişkiler, güvensiz, bilinçsiz, aydınlıksız ilişkiler sürüp gider. Sonuçta dağılmış, kolay sömürüye gelen bir toplum, kolay baskıya alınan, güdümlenen, kullanılan bir köle kişilik ortaya çıkar. Ve bu sizin yaşam hikayeniz oluyor.
Ben bu tanımları daha da geliştirebilirim, sorun bu değil. Sorun; bunca çabaya rağmen, neden yüksek savaşçı özellikleri kazanamadığınızdır. Bana göre, PKK çizgisinde çok etkili savaş kişilikleri çıkmalıydı. Bunun çıkmayışını, büyük bir sorun olarak ele alıyorum. Ve sizin en temel sorununuz budur. Savaş çizgisine doğru gelişim gösteremezseniz yaşayamazsınız diyorum. Artık bazı hususları tamamen anlayabilmelisiniz. Kendini müthiş aldatan bir konumda seyrediyorsunuz. Bu aldatıcılık nedir? Aldatıcılık derken kasıt, kötü niyetten bahsetmiyorum. Yanılgılarınız köklü. Yüreğinizi, beyninizi açamıyorsunuz. Ve bu yürek, beyinle de savaş planlanamaz, büyütülemez, geliştirilemez, kazanılamaz.
Tabii bu bir sonuç. Neden buraya gelindi? Neden kolay kaybediyorsunuz? Onu anlamaya, anlatmaya çalışıyoruz. Ama sorun benim için anlatmak da değil. Zaten bu büyük eylemi biraz da çözüm için geliştirdik. Tabii bu yalnız benimle olmaz. Ben biraz savaşı geliştirdim. Kişilik çözümlememi de onun için yaptım. Benim bugün halka, tarihe en büyük katkım, ilk defa savaşı bu düzeyde geliştirme sorumluluğunu gösterebilmiş olmamdır. Bu, zaten başlı başına bir olay, zafer gibi bir şeydir.
Savaş; bir halkı kendine getiren köklü bir eylemdir. Bir halkı savaşır duruma getirdin mi bu halkı yarı yarıya kurtarır duruma getirdin demektir. Ve ben bunu nasıl sağlayabildim? Hiç olmazsa bu tecrübeyi incelemelisiniz. Savaş gücü olmaktan çıkarılmış bir topluluk, köle bir topluluktur. Savaş dışı bırakılmış, deklase edilmiş -ki, bizim durumumuz öyledir- bir toplum, bir halk üzerine her türlü baskının, sömürünün, çirkinleştirmenin, düşürülmenin geliştirilebileceği bir halktır ve siz oradan geliyorsunuz. Siz bir şeyleri anlamaya yanaşmıyorsunuz. Bu çok tehlikeli bir kültürdür. Oradan, yani bu köle kültüründen geliyorsunuz. Kendinizi çok kandırıyorsunuz. Böyle kişilikler savaş gibi soylu bir eyleme, mutlak böyle yiğitleşmeye, sağlam bir ideolojik temele dayanmayı gerekli kılan bir olaya çözüm gücü olamazlar. Dolayısıyla da ciddi bir yaşam gücü haline gelemezseniz. Çoğunuz lafazansınız. Lafazanlık, çözüm gücü olamıyor. Veya kör pratikçisiniz, kör pratik yine köle halkların başvurduğu bir pratiktir. Çözüm gücü olamaz. Şimdi tanımları daha da geliştirmem mümkündür. Bence sorun bu değildir. Daha pratik bir yaklaşım olarak Önderlik gerçeğini incelemek, herhalde sizi daha öğretici kılabilir, kendinize güveninizi geliştirebilir. Savaşın teorisinden ziyade herhalde hikayesi, sizin için daha öğreticidir. Örneğim ben buna çok tutkuluyum. Yalnız cephedeki savaştan bahsetmiyorum. Benim için yaşamın tüm yönleri bir savaş gibi ele alınmaktan ibarettir. Her şeye savaşın düzeltebileceği, mücadelenin biçimi ne olursa olsun düzeltmesi gereken bir olay, bir yaşam tarzı olarak bakarım. Başka türlü yaşam hiç aklıma gelmez.
Elime almışım kılıcımı, burayı şöyle kessek, -ki, bu eylem oluyor- burasını böyle kessek bu yaşanılır hale gelebilir diyorum. Hatta sıkça kendime, çıkayım şu topluluğun içine, elimde yalın kılıç -Ortaçağlarda biraz böyleydi- şuradan bu kadar, şuradan şu kadar keselim -ki, bunlar hainler oluyor, düşman cephesinden oluyor- geriye şöyle bir yaşam ortaya çıksın diyorum. Ruhum bana hep bunu söyler. Yani toplumun içine girdim mi, geri yanlarını şöyle kesmek, geriye kalanı şöyle ayağa kaldırmak olmalıdır. Günlük olarak hep böyleyim. Kime bakarsam bakayım böyleyim. Şunun için şurasını koparmak, şurasını sökmek, şurasını yapmak... Dikkat ederseniz hepsi savaşla ilgili yaklaşımlardır. Ama size bakıyorum, sizin hırs, öfke, hatta yıkma ve inşa gerçeğiniz çok zavallıca. Neyi yıkmak istiyorsunuz? Neyi yapmak istiyorsunuz? Farkında değilsiniz. Savaş, hırs demektir, savaş, kin demektir, bir anlamda öfke demektir. Tabii diğer anlamda da plan demektir, örgüt demektir, müthiş hazırlık demektir. Bütün bunlarla sizin ilişkiniz nedir diye sorduğumda, durumlarınızı fazla umutlu göremiyorum. Siz partiye, orduya böyle kaybettiriyorsunuz. Sanki kölelik midir, paralı asker de demeyeceğim, sanki zorla mı sürülmüşsünüz? Böyle bir namus meselesi var, bizim geleneksel toplum tipimizde sınırlı bir kavga düzeyi var, sanki ben onu genelleştirmişim gibi bize geliyorsunuz. Yüksek bir halk savaşçılığı değil de, toplumumuzun genel ölçülerine göre bir namus anlayışı, bir kavgacılık anlayışı var. Onu temsil etmeye bayılıyorsunuz. Şu anda saflarımızda da aslında savaştıran demeyeyim, savaştan alıkoyan tutum budur. Size göre savaşçılık böyle olur. İşte trajik tarz, klasik Kürt kavgacılık tarzı ve hepsi de feci sonuçlara yol açıyor. Size hikayeyi anlattım. İlk tabanca sesini ne zaman duyduğumu ve o anki ruh halimi size anlatayım. Halen hatırımda, caminin arkasında bir baktım tabanca sesi geliyor. Adeta ödüm koptu, bu ne müthiş sestir, insanlar karşı karşıya geldiklerinde bu ne çılgınlıktır dedim. Buna nasıl cesaret ettiklerine uzun süre anlam veremedim ve o beni şoke etti. Bu, köyümüzdeki bir tabanca atışıydı. Ona bakmaya gücüm yoktu. Halen hatırlıyorum o olayı. Neden olabilir? Aslında orada büyük bir akıl dışılık görüyorum. Büyük ihtimalle halk içindeki çelişkilerin öyle halledilmemesi gerektiğini düşünüyorum ve bu iyi bir yaklaşım. Büyük ihtimalle bu kavgacılıkta umut yok diye anlamlı bulmuyorum. Tehlikeli görüyorum ki, şoke oluyorum. Bu kavga tarzı, hiçbir zaman bana anlamlı gelmedi.
Daha önceki olayları da anlattım. Beni kavgaya götürebilecek çelişkileri, arkadaşlık kurarak nasıl önlemek istediğim aslında onunla bağlantılıdır. Ama kendi psikolojinize bakın, bu tip kavgalara bayılırsınız. Biri geriden sizi dolduruşa getirdi mi, aileden, kabileden biri elinize silah verdi mi rahatlıkla belinize takarsınız, onunla fors atmaya bayılırsınız. Bu ne demektir? Düşmanın yüzyıllardan beri aile, kabile kavgalarını körükleyen kültürünün şahsınızda dile getirilmesi demektir. Şu anda savaşın bir numaralı sorumlusuyum, ama hiç böyle duygularım, böyle bir kültürüm yok. Oldum olası bundan kaçındım ve bu yaklaşımı tehlikeli buldum.
Halk savaşına nasıl giriyorum? Şu anda bile saflarımızda neden planlama, düzenleme zayıftır? Neden çok ciddi bir eylem planı geliştirilemiyor? Bu, çok geleneksel kültür yüzündendir. Neden birlik ruhu güçlü değil? Neden silaha yerinde kullanma gibi bir anlam veremiyorlar? Bu kültürdendir. Dikkat ederseniz, silaha kolay alışmış, kolay yanaşıyorsunuz. Ama benim gibi birisi halen silaha kolay yanaşmıyor. Sizin kültürünüze göre silaha ucuz yaklaşılır, silah ucuz patlatılır. Her an onunla kaza da yapılır, yapılıyor da. Benim durumum öyle değil, Önderlik çok farklıdır. Ve ilk çocukluk kavgalarımızdan birisi de taşlı eylemdi. Beni vurdukları için çok zor da olsa bir eyleme kalktım. Cımo’yla, Mıho’ya karşı düzenlediğim eylem hikayesi de ilk isyan kadar önemlidir. Bu iki eylemi de şunun için yaptım: Baktım aile beni kabul edemez duruma geliyor, çok zorunludur, artık yapmasam fazla yaşayamam. Çocuk aklıma peki nasıl eylem yapmalıyım geldi. Cımo yaramaz bir çocuk, her türlü pisliğe bulaşmış, kavgada kural dinlemiyor. Ben de son derece çekingen bir çocuğum, kolay kavgaya gelemem. Ve bu çok ciddi bir engel. Baş edilmesi güç biriydi. Kendisine Fırdo (fırlama) derdik, adeta fırdo gibiydi. Bir baktım Cımo aşağı derede yürüyor. Çarnaçar, artık bilemiyorum benim her zamanki sürpriz çıkışlarım gibi. Artık biz hareketlendik.
Halen hatırlıyorum, derenin üstüne çıktık. Onun üst kısmına yerleştik, izlemeye, takip etmeye başladık. Yine o zaman üzerimde kıraslar (uzun elbise) vardı, kırasımın eteğine taş doldurmaya başladım. Biraz uzağımda da bir komşum vardı, yani en azından iyi bir dost olmasa da ortada durabilir veya bana yardımcı olabilirdi. Bir de müttefikim vardı, kavgaya kesin katılmayacak, fakat beni gözleyebilir. Yani bir kavgada doğru tarz üzerine aslında her şeyler var. Yeterince hazırlık, sağlam mevzilenme, yine takip, hareket tarzı ve bir ittifak, yani bir örgütsel durum. Ondan sonra üstten Cımo’ya taş yuvarlamaya başladım. Cımo, kolay çekilecek biri değil ve üzerime hep olumsuz gelmeye alışmış, taşları fırlata fırlata Cımo’yu en son kaçma pozisyonuna soktum. Kaçmaya başlayınca daha da bir yüklendim. Yamaçtan evine kadar -çok iyi hatırlıyorum- kaçırttım ve en son evine girdi, hatta sanıyorum bir de üzerine kapıyı kapattı. Çok ilginç. Aslında benim için büyük bir başarıydı. Herhalde anam o zaman bunu çok iyi değerlendirmiş olması gerekiyor, çünkü onlarla çelişkilerimiz vardı. O mutlaka cevap vermemiz gerektiğini söylüyordu. Bu eylem böyle gelişti ve sonuç, tam başarı. Halen hatırımdadır, abartmıyorum. Mutlak başarı. Çünkü oldukça belalı bir tip. O güne kadar beni yıldırmış, fakat düzenlediğim bir eylemle Cımo’nun işini bitirdim. Oldukça hazırlıklı, planlı, inisiyatifli gelişiyor. Mıho için de aynı şeydi. Mıho da bizi oldukça uğraştırmıştı. Başımı yarmıştı, belki daha izi bile vardır. Ona da aynı şekilde cevap verdik. Damın üstüne çıktık. Köşeden çıkış yapacak, bir de bize gözükmüyor. Köşeden çıkacak, ben de diğer damın gözükmeyen köşesindeyim. Yine eteklerime taş doldurdum ve Mıho köşeden çıkar çıkmaz taş yağmuruna tuttum; Mıho yarayı aldı. O da büyük bir hızla evinin içine kadar gitti. Onu da ta evinin karanlıklarına kadar kovaladığımı hatırlıyorum. Ve Mıho’nun da işi öyle bitti.
Bu olayada da benim tarzım yine bütün yönleriyle kendini ele veriyor. Plan, gizlilik, inisiyatif var. İlk hücum bende ve bir de sonuna kadar tahrip. Dikkat edilirse, burada bir gerillanın bütün özellikleri gizli. Yani çok erken yaşlarda buna benzer bir çok kavgadan bahsedilebilir. Ama bu bile yeter. O zaman çocuklar yüz yüze, göz göze girerlerdi. O onu yere atardı, o da onu. Galibi belli değil, mağlubu belli değil. Şimdi sizin tarzınız da öyledir. Şu anda bizim çok iyi hazırlanan çalışmalarımızı bile TC ile olan kavgada öyle karıştırıyorsunuz ki, yenilgisi, başarısı kesinlikle belli değil. Aslında bu da kişiliklerinizle ilgili. Seçkin bir komutan yok. Ha o zamanki köy kavga ortamı, ha sizin TC ile kavga ortamınız, birbirine çok benziyor. Çok kavga ediyorsunuz, fakat başarısı yok. Bütün köylülerin yaşamı kavgalı geçer. Fakat köylünün bu tarzında başarı yoktur. Bu, halk savaşına aykırı bir durum. Kürt kavgacılığı, halk savaşının inkarıdır. Ve bu yüzden de iç çelişkilerle birbirlerini tüketmişlerdir. Bunun diğer bir yüzü de pafisizmdir. Bu kavgacılığın sonucu köylü pasifizmi, kadere boyun eğmedir. Ve hikayeniz biraz böyledir. Benimki farklıdır. Kavgayı bir sanat gibi, bir hazırlık gibi ele alıyorum. Yıllardan beri öyleyim. Örneğin şu andaki kavga durumuna, savaşın vardığı düzeye bakın, size kalsa bunun ömrü aslında bir kaç haftalıktır. Ama benim bir ayarlamam var, bu savaşın ömrü en az benimledir. Ben yaşadığım müddetçe, bu savaşın hızının kesilmesi söz konusu olamaz. Bu sizinle ilgili değil, benimle ilgili bir olay. Planlamamı yapmışım, günü gününe bunun hazırlığı içindeyim, ta ki birisi PKK’yi durdurana kadar. PKK’yi durdurmak isteyen çok kişi de çıktı, fakat sonuç alamadılar.
Bu kadar zarar veriyorsunuz, bunun için her gün yana yakıla üzülüyorum. Kendilerine de çok kötü kaybettiriyorlar, ama savaşımın düzeyini hiç kimse asla geriletemeyecek. Bir irade var. Benim bir plan anlayışım var. Eskiden köy çapında veya küçük bir topluluk içinde yapıyordum; şimdi ulusal çapta yapıyorum. Tabii bunu oldukça güçlü bir biçimde yapıyorum, hatta dünyada savaşların durduğu, ulusal savaşların, sınıfsal savaşların sonuna gelindiği bir aşamada en güçlü savaşı ben yürütüyorum. Amerika bunu açıkça söylüyor. Bunun hikayesini öğrenin. Bu nasıl böyle oluyor? Komutanlar daha üst komutanlığa göre oluşamazlarsa, kesinlikle başaramazlar. Belki Ortaçağlarda olsaydınız, bir feodal beylik kurabilirdiniz, ama şu anda benden ayrı bir şekilde başkaldırsanız bir feodal alan beyliği oluşturabilir misiniz? Hayır. Çünkü kendinizi bile yirmi dört saat idare edemiyorsunuz, beyliği nasıl idare edeceksiniz? Güney’de feodal beylik düzeni, yaklaşımları var. Şu anda biz olmazsak, onların da beyliği fazla sürmez. Demek ki, halk savaşını bu kadar genelleştirmişiz. Bu duruma nasıl gelindi? Bunu halen çözemiyorsunuz. İlla kendimi size dayatayım diye bir derdim yok. Ama eğer savaş iradenizde samimiyseniz, sizin şöyle bir sorununuz var: Bu savaşı böyle geliştiren bir komuta kişiliği esasta nedir, nasıldır? Mutlaka bunun cevabını vermeniz gerekir. Başka türlü avsınız, kurbanlık koyunsunuz. Size yazık olur diyorum, bu savaşa girmeyin.
Kendi köylü tarzınızla savaşmak belki hoşunuza gidebilir. Çünkü böyle bir kültür var. Ölmeniz de, kalmanız da size o kadar önemli gelmeyebilir. Bütün köylüler basit değerler için savaşırlar, yaşarlar. Ama sonuç ortada; kaybeden bir toplum, kaybeden kişilikleriniz. Yazık oluyor. Bir de bana bakın, benim gibi hareketli bir insan az bulunur. Herhalde şimdi şunu da biraz anlıyorsunuz: Kürdistan için Kemalizm’e karşı tek başına, değil yıllarca savaşı böyle ortaya çıkarıp buraya kadar getirmek, on binlerce silahlı militanı olanın bile iki hafta dayanamadığı biliniyor. Şêx Sait, Kemalist ordunun en zayıf dönemini yaşadığı bir süreçte on binlerce güce ulaştığı halde, bütün ömrü iki ayı bile bulmadı. Yani o zaman uçak yok, tren yok, yol yok, tank, top yok, ona rağmen Kemalistler iki ayda isyanı bitirdiler. 13 Mart’ta başladı 15 Nisan’da kendisi yakalandı. Kemalizm’in -ki, Demirel’in deyişidir- en güçlü olduğu, NATO’nun bölge gericiliğinin arkasında olduğu dönemde; benim tek olduğum, Kürt halkının halk olmaktan çıktığı, sosyalizmin çözüldüğü, ulusal kurtuluş akımlarının zayıfladığı bir dönemde nasıl oldu da bu savaşı bu kadar geliştirebildik? Hangi temel tutumlar rol oynadı, hangi yaşam tarzı, hangi duygular, kin ve öfkeler, yaşam bağlılıkları, intikam duyguları, hangi sevinçler bu savaşta etkili oldu? Kadro adayları, komutan adayları; bir çırpıda söylediğim bu sorulara cevap veremezseniz, bırak komutan adayı olmayı, sıradan bir savaşçı bile olamazsınız.
Eğer yaklaşım ve katılımınızda “feodal namus anlayışı gereği bir söz vermişiz, girmişiz bu işe veya ayağımız kaymış girmişiz” anlayışı varsa bunu aşın. Eğer katılım tarzınız buysa vazgeçin, size yazık oluyor. Hiç gurur meselesi yapmadan oturun yerinize. Bu işi yapamazsanız yiğitlik serdedir deyip, yine gurura kapılmadan oturun. Çoğunuzun durumu budur. Yapamıyorlar. Benim tek ricam veya istirhamım mı desem, emrim mi desem, arzum mu desem, ne derseniz deyin; devrimci eylemi, savaşı çok büyük bir iddia, inat, azim, irade, hatta çılgınca, tutkuyla ele alma gerçeğiniz yoksa bu işe girişmeyin, yapamazsınız. Aynı zamanda sabır, plan, dakiklik, incelik, incelikli hazırlık, çok düşünme, nefes nefese işin başında olma özellikleriniz yoksa yine yaklaşmayın. Yine olanakları milim milim kullanma, başta savaşçıyı, fişeği, dağı mükemmel kullanma, çok stratejik, taktik anlamda değerlendirme yeteneğiniz yoksa, bu savaşa girişmeyin. Yapamazsınız, yanarsınız. Savaş bir oyuncak işi değildir. Çok ciddi bir iştir.
Her zaman sizin kadar cesur veya kendini böyle ateşe atar bir biçimde atamam diyorum. Savaşı sizin anladığınız biçimde ne anlarım, ne yaparım. Şu anda aramızda bir de bu çelişki var. Sizin beni sürüklemek istediğiniz tarzla benim sizi sürüklemek istediğim tarz büyük çatışma halindedir. Siz istiyorsunuz ki, köylü tarzıyla bu iş bir an önce hal olsun; “öleceksek ölelim, yaşayacaksak yaşayalım.” Benim ki ne böyle yaşanılır, ne böyle ölünürdür. Bunun savaşımını veriyorum. Örneğin siz çok kolay ölmek istiyorsunuz. Benim ki farklıdır.
Benim İçin Yiğitlik Ölçüsü Başarı Ölçüleridir
Hepiniz son isyancıyı, son Mohikanlıyı temsil ediyorsunuz. Mohikanlılık nedir? Tükenişe giden bir kültürün son çırpınışları; Tükenişe doğru giden bir kültürün son namuslu adamının ölüm tarzı... Çoğunuzun durumu son Mohikanlı gibidir. Benim için bu dehşet verici bir durumdur. Bu kadar son Mohikanlıyı ben nasıl idare edeceğim, bu kadarını nasıl yaşatayım? Zaten gözlerinizden okunuyor. Bu eğilim vahşi Batı’nın ölüme çektiği, nesli tükenmiş halkların yaşadığı bir eğilimdir. Düşünülmesi bile insanın ödünü kopartır. Madem güçlü olduğunuzu sanıyorsunuz, o zaman bunu önleyin. Ben asla son Mohikanlı olamam, bende bu yetenek yok. Nenem, “Üveyş, bu çocuğun namusuzdur” demişti, işte öyle bir “namussuzum” ben. Son Mohikanlı olamam. Onu dile getirmek istiyor. Nenem, beni o zamandan beri aşireti için, ailesi için ölmesi gereken biri olarak görmek istiyor, ben ise yaşamak istiyorum. Bağımsızca bir yaşam planı geliştirilmek isteniyor.
Benim durumum çok farklı. Düzenle zaten evvel ahir amansız savaşıyorum. Yani ilk kente gittiğimde bile bin bir çelişki söz konusudur. Halen hatırlıyorum, Birecik’e yürüdüğümde babamın eteğinden tutuyorum ve her şeye böyle bakmaya başladım, korkunç görüyorum. Bu nedir, bu nedir diye soruyorum. Yani her şeyden bir şey kapıyorum. İlk şehre girdiğimde, benim savaşımım babamın eteğinde başladı. Sanki şehir büyük bir dağdır, üzerime yıkılıyor. O caddelerinde adım atmam, sanki azgın bir düşman ortamında yürüyormuşum gibi geliyor. Beni o caddelerde babam yürütüyor, benim için büyük güç.
İlk Ankara’ya ulaştığımda tesadüfen otobüste tanıştığım bir öğretmen vardı. Bana biraz yardımcı olur musun dedim. Onun da eteğinden tutmuştum. Aynı ortam. Ankara yine dağ gibi üzerime geliyor ve korkunç bakıyorum. Atatürk’ün heykelini gördüm. Adamı dürttüm, buna bak diyordum. Yani her şey inanılmaz gibi geliyor. Büyük çelişki. Köydeki ağalık çelişkisi... Şimdi hepsi aklımda.
Bütün bunlar anlaşılmak zorunda. Siz bu süreçlerde aşiretçiliğe de, kabileciliğe de bulaştınız. Şehre girdiniz, olduğu gibi yaşadınız. Ben halen yaşamayı fazla bilmiyorum. Zaten şu anda aşmışım; köyü de aştım, kenti de aştım veya feodal toplum artıklarını da, burjuva toplumunu da aştım. Ama nasıl? Bu işin moral yönü var. Kişiliğimin yenilmemesi, ruhumun satılmaması için binlerce duygu savaşı, binlerce utanma, sıkılma savaşı, kin, öfke savaşımı verdim. Eziklerim-büzüklerim ne kadar? Sonuç: Ruhu şehre de, feodalizme de satmayan bir ilişki. Biraz ruh özgürlüğü var. Zaten bu kavga çoğunuza göre hiç anlaşılmaz bir durum. Çok zorda olan bir çocukluk, çok zorda olan bir orta yaş, bir gençlik yaşı. Bundan bahsediyorum. Neden zor? Çünkü orada kendisini satmak istemeyen bir kişilik var. Sizin gibi, Kemalizm’in etkilerine, düzenin veya kapitalizmin etkilerine bulaşsam zaten giderdim, böyle bir kişilik kalmazdı. Aile etkilerine takılsaydım daha da giderdim, böyle bir önderlik oluşmazdı. Bunlar işin görünmeyen yanları, savaşın hiç anlamayacağınız kısımlarıdır. Ama dikkat edin, işte yaşayamıyorsunuz. Sizleri yaşatmak şu anda çok zor. Büyük acılar içindeyim. Sizi nasıl yaşatacağız? Vatansızlar, özgürlüksüzler, ama yaşamak zorundalar. Ölmek değil, yaşamak gerek. İşte varsa devrimci sorumluğunuz, vicdanınız yaşatın. Vicdanınız, beyniniz varsa, yiğitseniz kendinizi yaşatın. Her gün kolay ölüyorsunuz, size yazık değil mi? Şimdi kendimi düşünüyorum; ben gitsem, haliniz ne olacak? Yazık değil mi? Hani gençtiniz, bu kadar iddialıydınız, bunu niye yaşam kavgası için kullanmıyorsunuz? Benim gibi bir yaşam pratiği için demiyorum, ama hiç olmazsa bundan sonra savaş gerçeğinize göre yaşayın. Neden bunu hiç yapamıyorsunuz? Bir çırpıda böyle kaybeden kişilik olmak ayıp değil midir? Her gün “yaşama, parti yaşamına, örgüte gelemedim, tarza, tempoya gelemedim” diye rapor yazıyorsunuz. Peki bu laubalilik değil mi? Bu ucuz lafları nasıl söylüyorsunuz? Hiç böyle komutan olur mu? Onun için siz kocakarıdan betersiniz dedim. Ben hiç birinizi ciddi bir erkek olarak değerlendiremem. Karıdan betersiniz. Benim için erkeklik ölçüsü veya yiğitlik ölçüsü, başarı ölçüleridir. Açık söyleyeyim; hiç kimse ne alınsın, ne de gerçeği inkar etsin. Başarı ölçülerine göre yaşamazsanız -tabii benim felsefeme göre- niçin yaşatılacaksınız? Kendinizi ağlamayla, sağa-sola atmakla kurtaramazsınız. Yaşama, başarıya saygı olacak. Sizce başarıya hiç inanmayalım mı? Yani benim başarma istemim gerçekten suç mudur? Eğer hayır diyorsanız o zaman buna neden gelemiyorsunuz? Bunun derinliği, bunun planı neden bir türlü temsil edilemiyor? Neden vicdanınız yok? Bir de imkanlar mı çok az? Gerçekten savaşı geliştiremez miyiz? Onun imkanları var. O zaman neden bu imkanlarla bu kadar oynanılıyor? Yani yüksek bir komutan kişiliğine ulaşmamak kader midir? Sizi dağlara, bizim dağlara ulaştırdık. Binlerce savaşçıya da, silaha da kavuşturduk. Neden bir toplantı bile düzenleyemiyorsunuz? Beyinleri açan, yüreği açan bu dağı nasıl kullanmalıyız? Neden şimdiye kadar böyle bir tartışmanız olmadı? Çok büyük engeller mi vardı? Hayır. Kendileri kilitlenmiş kişiliği ifade ediyor. Böylesine bir toplantı düzenlemek basit bir iş değil mi? Ama hiç birisi yapamadı, kimse yaptı mı? Hem biçim hem içerik itibarıyla benim düzenlediğim toplantılar gibi bir toplantı geliştirildi mi?
Hangi komutan Hz. Muhammet’in Bedir Savaşı inceledi? Tarihte Bedir Savaşını iyi öğrenmelisiniz. Bedir Savaşı Hz. Muhammet’in ilk acemi gerilla savaşıdır. Üç yüz kişi veya daha az kişiyle verilen bir savaş. İslam’ın amatör gerillaları üç yüz kişi civarındadır. Diğerleri de Kureyş gücüdür. Onların gücü de üç bin kişi, yani bire on kadardır. Savaş nasıl sonuçlandı? Hz. Muhammet’in yanlıları kazandı. Üç bin kişiyi darmadağın ettiler, üstelik teknik üstünlük Kureyş ordusundaydı. Hz. Muhammet’in ordusunun elinde ciddi bir kılıç bile olduğunu sanmıyorum. Yani çok donamsızdı, amatördü, ama kazandı. Yani o ciddi bir savaştır, küçümsemeyelim. Düz ovada verildi. Bizim şimdiki birliklerimize bakalım, üç yüz kişilik bir birlik, herhangi bir dağ parçasında bir araya getirilebilir, alabildiğine donanımlı, eğitimli kılınabilir. Düşman da zaman zaman bu güçlerin üzerine bir taburluk güçle geliyor. Yani aşağı yukarı o da o sayıdadır. Olmadı mı üç tabur; bin etsin. Peki, hangi üç yüz kişilik gücümüz bin kişilik bir düşman gücünü tarumar etti? PKK’nin yirmi yıllık savaşında, yine 15 Ağustos Atılımı’na göre de on bir yılda neden böyle tek bir eylem vermedik? Bu bir kader midir? İmkansız mıydı? Bizim üç yüz kişilik bir birliğimizin bin kişilik bir düşman gücünü imha etmesi imkansız mıydı? Elbette ki değildi. Bence yüz kişi de bin beş yüz kişiyi imha edebilir. Ama Allah rızası için, hiç böyle bir komutanımız çıkmadı. Neden çıkmadı? İşte burada en temel sorunumuz budur. Bence burada bunu irdeleyin, savaş dersimizin en temel sorusu budur. Dersim dağlarında yüz kişiyle rahatlıkla bin beş yüz kişilik düşman gücüne darbe vurulabilirdi. Ama daha çok kendimizi vurduk. Botan dağlarında, Garzan dağlarında, Bingöl dağlarında, Toros dağlarında rahatlıkla üç yüz kişiyle üç bin kişilik düşman gücü tarumar edilebilirdi. Biz kendimizi vurduk. Mutlaka bunun nedeninin cevabını vereceksiniz. Aksi halde siz bu savaşta bir oportünistsiniz, bir başarısız örneksiniz. Böyle savaşa katılmayın. Dikkat edin, PKK savaş güçleri içinde bu çok ciddi bir yetmezliktir. Halen üç yüz kişiyle düşmanı düşüremeyen bir komutan başarısızdır. Onun için PKK’de başarılı komutan göremiyorum.
Kendimi bir pratik hareket komutanı yerine koymuyorum. Benim görevim değişiktir. Halen savaşta iddialıyım. Bana dayattığınız bütün bu başarısızlıklara rağmen umutluyum. İddiam var, devam ettireceğim. Bu benim işim, görevim, fakat sizin de bir pratik alanda oldukça kahramanca bir eylemi vermeniz gerekir. Aslında üç yüz kişilik bir güçle -üç bin kişi de değil- on bin kişilik güç de tarumar edilebilir. Yırtıcı bir savaş komutanı bu işi götürebilir. Ama şu anda en değme komutanımız sigara komutanı; kendi basit güdülerini savaş gerçekleri yerine koyma komutanıdır. İşin içinden ucuz sıyrılma komutanı, savaşçılarını “nasıl ucuz harcarım” komutanı, düşünmeme komutanı, planlamama komutanı, hatta düşüncesiz, plansız, savaşı geliştirmekten sıkılan komutan; böyle bir iddiası olmayan, bunun tutkusu, azmi olmayan komutan. Gecesini gündüzünü buna göre ayarlayan değil de, sanki böyle bir sorunu yokmuş gibi yaşayan komutan. Köylü kavgacılığı; “gelirse göreceği de vardır. O gelir sıkar ben de sıkarım.” Ufuk yok, ezme yok, fetih ruhu, zafer ruhu yok. Onun için en iyisi “o atarsa ben de atarım”dır. Yani düşman kadar olmaz, anlayışı öyledir. Bütün mevziler şimdi böyle çalışıyor. Bütün komuta kişilikleri bekliyor, düşman gelsin de bir kurşun sıksın. İnisiyatifi altında ezici bir plana halen ulaşılmamıştır. Deneyenler yok mu? Var, ama belirttiğimiz gibi kişilik hazır değil. Kurduğu bütün planlar ters tepti. Ters teper, çünkü benim bahsetmek istediğim zafer kişiliği aylarca düşünür. Şimdi en iyi komutanlarımıza bakıyorum, birliklerinize ne verdiniz diyorum, ses yok.
Bir savaş konseyi toplansın dedik. Engelleyen bizim sözümona konsey üyeleridir. Fakat bu tıkanmaları geliştirmek için bir araya geliyorlar. Şu anda bunları ne yapayım diye düşünüyorum. Etrafında günün yirmi dört saati savaşı yaşayan binlerce kişi var, ama “şurada bir düşman taburunu düşürelim” diye düşünmüyorlar. Ellerinde zaman, çok fırsat vardı, fakat hiç kullanmadılar. Ve birlikler nerede imha olacak diye ödüm kopuyor. Garzan’da, o dağlarda, bilmem düşman kuşatmaya almış, dereye sıkıştırmış, böyle imha oluyor. Çok trajik bir sonuç. Bir eşkıya grubu bile olsa kesinlikle orada o kadar kayıp vermez. Hatta isyancı köylüler bile olsa, kesinlikle öyle davranmazlar. Hastalık burada. Bunlar hep devleti hiçe sayan “düşman gelemez, gelse de göreceği var” diyen adamlardır. İşte trajik ölümleri de ortadadır. Dağlar şimdi böyleleriyle dolu. Ben mi dağa böyle gitsinler dedim? Hayır, kendileri bunu bize dayatıyor. Neymiş? İşte zora, fazla düşünmeye, düzenlemelere gelemiyorlarmış. O zaman yanarsınız. Savaşın kolay kazanılacağını nerede gördünüz? Şu anda en tehlikeli durum şu: “Tamam, köylü tarzımıza hayır, ama senin de dayattığın tarza bin kere hayır!” Bu, tipik bir oportünizm ve daha tehlikeli bir durumdur. Çünkü köylü tarzı da biraz kurtarabilir. Savaşta bocalama, muğlak bir süreç yaşıyorsunuz. Yalnız tarzda, taktikte değil, iddiada da, azimde de, duyguda da durum muğlak. Bir an önce aşın diyorum. Yok, “ölsek de ölelim ne olacak” diyorsunuz. İşte bel veren, açık veren, kayba götüren kişilik. Bu, tehlikeli bir durumdur. Bin bir emekle geliştirdiğimiz bir süreç, bu sürecin olanaklarıyla oynama, bir çırpıda yirmi gerillayı gözden çıkaran bir tarz var. Bu durumda taktik önderlik çoktan kaybetmiştir. Yirmi beş fedaiyi gözden çıkar, bir kentin altını üstüne getirirsin, yine de bu kadar kayıp vermezsin. Bir metropole gir, düşmana binlerce kayıp verdirirsin, yine de bu kadar kayıp vermezsin. İşte dayatılan vahim bir durum. Böyle yirmi beş PKK gerillası bir ülkenin kurtarılış gücüdür. Onu kullanmayan bir taktik önderlik, acaba ne kadar zarar verdiğini düşünüyor mu? Tabii gerillayı tutturamayan savaşçıların da durumu bundan farksız değil. “Bu durumum gerillaya uygun mudur” demiyor. Sınırlı bir tehlike bile olsa ben burada aylarca önce düşünüyorum. Benim burada on altı yılım geçti, on altı yersiz şahadet bile vermedim. Burada tehlike yok muydu? Tehlike burada daha büyüktü. On altı şahadet vermediğimiz gibi, on altı kaçış da olmadı. Yılda bir tane şehit ve kaçış yoktur. Çünkü burada bir Önderlik var, bir yönetim var, -ki kendimi yönetime direkt katmıyorum- yürek var, irade var, koruma, savunma duygusu var, çaba var.
Başka önderler de var, bunlar neden tedbir almadılar; birim, savaşçı veya devrimci çıkarmadılar? Demek ki kişilikle, önderlikle ilgili. Ben bir Kürdistan ordu gücü çıkardım, oysa bizden on kat güçlü olanların örgütü bile kalmadı. Demek ki kişilikle ilgili. Dağda da olsak herhalde bundan daha aşağı çalışmazdık. Kaybettiklerinize bakın. Tekrar vurguluyorum, neden kaybettiğinizi kendinize çok güçlü sormalısınız. Köylü tarzı olmaz. İşte “kaderde bu da varmış, bu günü de kurtardık, bin şükür, bir onlardan bir bizden, işte hayfımı (öç) aldım, bir vurdum bir vuruldum ödeştik” diyemezsiniz. Bütün bunlar zafer anlayışları değil, köylü anlayışı, küçük burjuva anlayışlarıdır. Bir kader midir? Tekrar soruyorum: Bu kişilik size göre evvel ahir bağlanılması gereken bir kişilik midir? O zaman neden aşamıyoruz? Önünüzde durmazsam, aslında nerede duracağı belli olmayan bir kişilik olursunuz. Tabii ki yazık ve tekrar belirtiyorum; zorlamayla savaş verilmez.
Zor Olan Yaşamdır O da Devrimin ve Savaşın Sanatıdır
Halk savaşında gönüllük esastır. Büyük yurtseverlik, özgürlük duygusu, düşüncesi esastır. Böyle olduğunuza dair samimiyseniz gelişmelisiniz. Bu savaşın kaderini, çok yakın bir süreçte değiştirmeniz; savaştaki bu oportünizmi ve bu safsatayı ortadan kaldırmanız gerekir. Benim söylediğim her şey doğrudur demiyorum, ama savaşın içine giren herhalde benden daha fazla doğrularını da görür, değerlendirir. Taktik iş senindir. Düşmanın nereden geldiğini dağdaki görmeli, dağın neresinde üsleneceğimizi oradaki değerlendirmelidir. Hangi süreyle çatışabiliriz, nasıl mevzileniriz, oradaki komutan bunu yapabilmeli, o benim işim değil. Ben bile buradan oradakilerden on kat daha iyi düşünüyorum. Neden böyle yapıyorsunuz? Dağdakilere, komutanlarımıza soralım: Neden bu kadar düşünemediniz? Korktunuz mu, çekindiniz mi? Hayır, sadece iddiası olmayan, derinliği olmayan kişiliklersiniz.
Savaş tarzınız böyle. Ama olan size oluyor. Buna rağmen yine de rahatsınız. Buna şaşıyorum. Bütün yetersizlikler bana diken gibi batar. Her sabah, her gün, her akşam bin kilo metrenin ötesinden bunları sezerim. Nasıl oluyor da, yanlışlıkların değil, neredeyse imhanın eşiğindesin, ama oralı bile olmuyorsun? Bu nasıl komutan kişiliğidir, bu nasıl savaşçıdır? Duyarsızlaşmışız, dağda ilkelleşme gelişmiş. Sen özgürlük savaşçısı değil, ipditaileşmişsin.* Dağda maymun soyuna doğru gitmişsin, kendini neden kandırıyorsun. Savaş özgürleştirir, geliştirir. Eğer bazı eksiklikler varsa, örgüt silahını herkes kullanabilir. Yapamayan komutan düşürülür, iddiası olana fırsat sunulur. Her tür düzenleme yeniden yapılır. Komutansınız, savaş konseyisiniz. Günün yirmi dört saati düzenlemeyle uğraşacaksınız. Çünkü bu savaşı kazanmak istiyorsun. Oysa komutanlarımızın büyük bir kısmı safsata komutanı. Çünkü en baştakinden en alttakine doğru önemli bir başarıya gidememenin yalanlarını uydurmakla meşgul. Heval, senin neyin eksik, şimdiye kadar neden öldürücü bir eylemi geliştiremedin diyorum. Yirmi beş kişiyi gözden çıkardığında üç yüz kişilik düşman gücü tarumar olmalıydı. Zaten dikkat edilirse bu kayıplar savaşmanın kurbanları değil, savaşmamanın, savaşa fırsat bulamamanın kayıplarıdır. PKK’de kayıpların yüzde doksanı böyledir. Biz savaşarak yüzde on bile kaybetmedik. Düşman dayattı, yani biz savaşamadık, kaybettik. Savaştığımızda kayıplar yoktur, kazançlar on kattır. Gücü neden savaştırmıyorsun? “Emrim altında güç olsun, üzerinde durayım” demek hoşuna gidiyor. Bunun altında çok tehlikeli bir yaklaşım var. Bu belki de karşı sınıftan objektif bir ajandır.
Biz bu gücü burada geliştirmek için korkunç bir savaş yürütüyoruz. Sen ise aylarca bu gücü geliştirmiyorsun, savaştırmıyorsun, eğitmiyorsun, ama tekeline de almışsın. Bizim bu komutanlara değil bölükleri, taburları, takımları teslim etmek, bunlara üç keçi bile teslim edilmez. Bunlar için komutanlık hataydı, ama maalesef bizim hazırladığımız savaş güçlerinin başına kondular, fakat bizim dediklerimizi uygulamadılar. Şu anda beladırlar. Olmaz diyorsun küsüyor; yerinde hazırla diyorsun buna yanaşmıyor. Demek ki, savaş sorunlarını tartışırken, artık sorunları can alıcı yerinde görmelisiniz. Bu dayatılan savaş biçimlerine, özellikle onun komuta tarzına artık bir son vermeliyiz. Kötü olan bu tarzın esiri olmak size hiçbir zaman kazandırmaz. Başarılı olanın tarzına da inanmalısınız. Önce inanmak gerekir, sonra da onun mücadelesini vermek. Ama mutlaka mücadele verin. Yazıktır, bizim zor bela ortaya çıkardığımız bu savaş olanaklarını böyle çarçur etmek büyük bir vicdansızlıktır.
Siz savaştığınızı, kazandığınızı sanıyorsunuz. Hayır, siz ne savaştınız, ne kazandınız. Tam tersine savaşmıyorsunuz, kaybettiriyorsunuz. Bunu görmelisiniz. İçinizde bir çok feodal kişilik, köylü, iflah olmaz küçük burjuva kişilik var. Onlar biraz kurnaz, tanımıyor değilim, hepsini iyi tanırım; PKK’nin gerçek önderliğini tutturamadıklarını görüyorlar, yani gerçek çizgiye göre önderlik, komuta tarzının oturamamışlığını görüyorlar ve bütün komutanlıkları bunlar işgal etmiş. Onun için başarı tarzı gelişmiyor. Çünkü komutanlıklar en erkenden bunlar tarafından paylaşılmış ve diğerleri de uzlaşmış. Hatta tutucu bir tarz olarak bu şu anda bana da dayatılıyor. “Böyle kabul etmek zorundasın” diyorlar. Ne yazık ki bunlar, bırakalım savaşın gafilleri olmalarını, yaşamın sıradan biçiminin bile gafilleridirler. Hiçbir şey anlamıyorlar. Bela! Yani eskiden bir keçiyi, bir eşeği idare edemeyecek adam, PKK’nin diri güçlerini kontrolüne almış, bunun karşısında gözü dönüyor. Bunların erken iktidar hastası olduklarını da belirttik. Eskiden bir çorbaya takla atan adam, şimdi elinde milyonlar görüyor. Aramızda bu tipler var, belki de farkında değilsiniz veya çoğunuz bunu üstüne almıyor. Ama yüzde doksanınızın böyle olduğunu söylüyorum. Kendinizi ne sanıyorsunuz? Bir silahın nasıl elde edildiğini biliyor musunuz? Önderliğin cesaret savaşımının farkında mısınız? İlk silahı nasıl elde ettiğimin ve onu nasıl geliştirdiğimin farkında mısınız? Bunun cevabını verebilir misiniz? Bu silahlar sanki babanızdan size kalmadır. Babanızın neyi vardı? Babanızın bir tabanca taşımaya da gücü yoktu. Yani bu ailecilik, ataerkillik kültürü içinde olanlara söylüyorum, onlar çoktan ölüdürler.
Cesaretin yaratıcısı biziz. Onu bana sorun. Bu cesaret tarzını öğrenemezseniz, hiçbir değerin kıymetini bilemezsiniz. Bir silahı elde etme tarzını, bu silahın PKK’nin eline nasıl verildiğini biliyor musunuz? Her birisinin acıklı bir hikayesi var. Bir kuruş para temin etme, silahı eline almanın cesaretini oluşturma yılların savaşıyla olmuştur. Tabii size göre aileniz, babanız yiğitti. Bir PKK’ye katılımınız var, birden bire katıldınız, elde ettiniz. Yalan! Bir defa yanılgılarınız burada köklüdür. Benim cesaret anlayışım, değerleri kullanma anlayışım, bu işlerin hikayesi iyi bilinse, bu kadar silah dağda kaybettirilir mi, düşmana kaptırılır mı? Bir savaşçının elde edilmesi hikayesini iyi bilseniz, bu yoldaşları zorlar mısınız, kolay kaybeder misiniz? Bizim sırtımızda şimdi yaşayan yaşayana, ölen ölene. Tekrarlıyorum; ne sizin gibi yaşamayı, ne de ölmeyi kabul ederim. Doğrusu, üzerinde uğraştığımız tarzdır. Yıllardır neden buna gelmediniz? Ukalalığınızdan, akılsızlığınızdan, hafifliğinizden, kendinize sevdalanmışlığınızdan dolayı buna gelmediniz. Bu, sonuç veriyor mu? Vermediği ortada, ölen sizsiniz. Ben kolay ölmem. Hatta kral gibi yaşarım, yine kolay ölmem. Bu durumda ölmek ihanettir. Halkına ölümü böyle yakıştırmak, yapılabilecek en büyük kötülüktür. Zor olan yaşamdır ki, o da devrimin sanatıdır, savaş sanatıdır. Görüyorsunuz ki, karşımızda kadercilik midir, baş belası mıdır, bir tarzdır tutturmuş gidiyorsunuz. Sizi derken, en çok da bu sözümona cephe komutanlarını kastediyorum. Siyasal, askeri olsun, sözümona yönettiğini iddia edenler başta olmak üzere, kendimi de beğenmiyorum. Dikkat edin, her gün kendimle savaşıyorum. Çünkü daha doğru bir biçimi bulmam gerekiyor. Günlük gelişmeleri doğru kavramak gerek ve bunlara günlük cevap vermem gerekir, yoksa benim önderliğim ikiyüzlülük, benim önderliğim safsata olur.
Sizin için de aynen böyledir. Hiç kimse buna alınmasın. Ben sizden daha zavallıydım, yoksuldum, eziktim, büzüktüm. Ama mücadele ederek gelişmeyi esas aldım. Güzellik mücadele etmektedir. Şunu her zaman söyledik: Yeterli olmayan ben isem, beni de aşın. Sahte komutana neden bu kadar alet oluyorsunuz? Bile bile cevap vermeyen yönetimler var. Bu oportünist karargahları neden aşmıyoruz? İçinizde yiğit bir yaklaşımını sahibi yok mu? “Ben bu işte iddialıyım, sınırlı bir güç istiyorum, bu savaşı nasıl geliştireceğimi gösteririm” diyen yok mu? Sizi kim bundan alıkoyuyor? Aslında öyle ciddi bir engel yok; engel kendinizsiniz. Günde bu kadar şehit veriyoruz. Peki bunların anılarına nasıl karşılık verilecek? Sizin gibi düşünmek veya düşünmemekle mi, kadere boyun eğmekle mi, yenilgiyi kabul etmekle mi? Bu affedilir mi? Birbirimizi affedebilir miyiz? O zaman bizim insanlığımız nerede kalır? O yaşama bin defa lanet olsun demeyecek miyiz? Kendi yüce değerlerine karşı bu kadar duyarsızlaşan, kendine saygıyı bu kadar yitiren topluluk lanetlidir.
Beni bile yeterli görmemeniz gerektiğini söyledim. Beni, kazara, tesadüfen yaşıyor bilin. Yaşamı kendinizde başlatın. Buna yol açtıysam ne mutlu bana. Fazlasını istemeniz doğru değil, ama kendinizden daha da istemeniz mutlak gereklidir. Çünkü hem şiddetle ihtiyacınız var hem imkan-olanaklar ve düzey tutturulmuştur. Bu tarihi döneme cevap mı vermek istiyorsunuz, savaşı zafere doğru mu ilerletmek istiyorsunuz, değerlendirin.
Tekrar vurguluyorum; bu büyük tehlike ikinci bir 19 Mayıs senaryosunu geliştiriyor. Bu senaryonun özü nedir? Birincisi, “19 Mayıs’ta Batı’dan gelen işgalci güçleri Ege’ye, Akdeniz’e döktük.” İkinci 19 Mayıs senaryosuna göre ise, dağdan gelen sözümona yabancı uşağı gücü, -ki buranın, belki de dünyanın en eski halkıyız, tarihin tanıdığından beri en eski yerleşeniyiz- dağda boğmayı, yok etmeyi amaçlıyorlar. Korkunç! Bulmuş vahşi bir barbar gücü, arkasına da emperyalizmi almış, nefes nefese hainiyle de, itiyle de anlaşarak sonuca gitmek istiyor. Bunu nasıl göremiyorsunuz? Görüp de nasıl büyük sorumluluk duygusu edinemiyorsunuz? Buna şaşıyorum. Adamlar dağda boğup bitirecekler. Kendilerine göre de “çoğu gitti azı kaldı” diyorlar.
Gafillere soruyorum; peki karşılığınız nedir? Bu acımasız gücün birinci 19 Mayıs’ının sonuçlarını biliyorsunuz. Şêx Sait’in mezara konuluşuna “betonladık” diyor. Ağrı dağına da “hayali Kürdistan burada meftudur” diyor. Dersim’de de zaten darağacına nasıl boylattırdığını gördük. Bu birinci sonuç. Peki ikincisi nasıl olacak? Belirttiğimiz gibi, o zaman ordu gücü bu kadar güçlü değildi ve yine o zaman şex, aşiret önderliği gidecek, kendisine bağlı halk da kalacak değildi. Bu sefer de halkı toptan götürecek. 20. asrın son tekniklerini uygulayarak, Hitler’in bile geliştiremediği faşist yöntemleri uygulayarak bir halkı bitirecek. Helen halkı Anadolu’nun 3000-4000 yıllık halkıydı. İşte bu yetmiş yıllık süreç içerisinde eser kaldı mı? Ermeni halkı yine 3000-4000 yıllık bir kültürün en güçlü temsilcisiydi. Ondan bir eser kaldı mı? Biz zaten kültürel olarak gelişemedik de, bizim ömrümüzü belki de on yılda daha da bitirebilir. O zaman bu değerlendirmenin doğru olduğundan hiç kuşku duyulmaz.
Adamlar ilan etmişler. O zaman nasıl tavır geliştireceksiniz? Halk savaşının taktik önderleri, karşılığınız ne olacak? Halen “birlikleri eğitemedim, silahları yerinde paslı bıraktım” deniliyor. Silahların çoğunun kullanılması bilinmedi. Ciddi bir kural gereği düzenleme, yürütme hiç yok. Öyle mi karşı koyacaksınız? “Aslında biz çoktan ölmüş, bitmişiz” diyerek mi yaşayacaksınız? “Ne kadar yaşasak kârdır.” Yaşam bu mudur? Buna kim yaşamak diyebilir, kim tenezzül edebilir? Eğer bütün bunları anladık diyorsanız, buna göre neden kişilik hazırlığınız yok? Buna göre neden kavgacılığınız yok? O zaman sizin için sorun vardır.
Sorunların çözümü de, bizim cevabını vermek istediğimiz tarzdan başka türlü olamaz. “Buna ulaşamıyorum, gereklerini yerine getiremiyorum” demek, en gafilce kendini aldatmak demektir. Yapılacak işler çoktur. Kendi kişiliğimden size çok açık bir örnek sundum. Olmayan olanaklardan, ortam ve olanak yarattım. Her birinizin eline verilen savaş olanakları, her zaman benimkinden daha değerlidir. O zaman geriye kullanmasını bilmeniz gerekiyor. O da sizin işinizdir. Kullanmasını bilmezseniz ne olur? Sağ kalanınız savaş suçlusu, diğerleri de ucuz bir ölümün kurbanı olur. İkisi de doğru değildir. Görüyorsunuz ki, bütün değerlendirmeler, bizim amansız bir savaşçı olmamızı emrediyor. İtirazsız, son derece azimli, kararlıca sınırlı bir gelişmeyi, bir olanağı, bir fırsatı amansız değerlendirmemizi emrediyor. Ve neden gerekleri yerine getirilmedi denildiğinde, hatayı, eksikliği kolay kolay kabul etmememiz gerektiğini gösteriyor. Çünkü üzerinizde senaryo var. Bilemedin taş çatlasa, beş ay sonra tarihten siliniyorsunuz. Bunu önlememiz gerekiyor.
Ordumuzun, kurmayının en temel görevi budur. Önlemiyorsa kurşunu kendine sıksın, mezarını kendisi kazsın. Onun bir saniye bile yaşamaya hakkı yoktur. Yaşamanın tek gerekçesi vardır, o da savaşı geliştiriyorum, savaşta iddialıyım, mutlaka başarı yolunu bulacağımdır. Bunun dışında hiçbir yaşam gerekçemiz olamaz. Bu benim için de böyledir. Savaşı geliştirdiğim oranda yaşayabileceğime inanıyorum. Zaten geliştiremezsem bize bin defa ölüm fermanı biçilmiştir. Düşmanın affedici hiçbir durumu yok. Çok gerçekçi olmak zorundayız ve yaşamamız için başarmamız gerekiyor. Başarı için askeri sanatın bütün inceliklerine, onun halk savaşımı tarzına anlam vermemiz, korkunç yüklenmemiz gerekiyor. Ben bir takım diyeyim, siz bir manga deyin, bununla on kat düşmanı tasfiye etmeyi, bir numaralı askeri ilke bilmeniz gerekiyor. Ben, mangasının veya takımının yarısını söyleyeyim, siz dörtte birini kaybettiğinde o komutanının yaşama hakkının da bitmekte olduğuna, eğer bir fırsat tanıyacaksak çok kısa sürede, üçte bir kaybetmişse, onun üç katı kazanca, yani düşmana kaybettirmeye dönüştürdü mü, -kısa bir süre içinde diyorum, ben bir ay, siz bir hafta deyin- bunu sağladı mı ancak yaşayabileceğine anlam vermemiz gerekir.
Bu da temel askeri kuralımızdır. Hiç olmazsa iki temel kuralı kendinize egemen alın, yine de başarı oranınız yükselecektir. Bunun dışında yaşamaktan ne anlıyoruz? Kim bizi başka türlü yaşatma gafletine düşebilir? Hangi kişilik? Hangi komuta? PKK’nin adına kim? En başta diyeceksiniz ki “sen,” işte ben de size gerçeği söylüyorum. Benim ilkelerim tartışmanıza da açıktır. Canıgönülden kabul diyorsunuz, o zaman bana göre yaşamınızın düzenlenmesi ve askerlik böyle başlar, çok muhtaç olduğunuz askeri yetenekleriniz böyle gelişir. Bunlarla oynamayın. Yıllardır oynadınız, peki nereye geldiniz? Ne kadar geliştiniz? İşte tıkınma düzeyi, işte kaybetme düzeyi ortadadır. Yargılanırsa, savaş suçlusu olmayan bir tek kişi çıkmaz. Demek ki, dönüşmeniz gerekiyor. Demek ki, temel ilkelere göre artık bundan sonra yaşamayı, savaşmayı bilmeniz gerekiyor. Başka tür halk savaşçısı, hele hele komutanı olamazsınız.
Komutanlık size yakışmaz mı? Yakışır. Yapamaz mısınız? Yapabilirsiniz. Ama bu, bazı temel ilkelere göre kayıtsız-şartsız ve amansız yaşama ilkesini gösterirseniz olur. Örnek düzeyde bunun fedakarlığını, bunun usta yürütme gücünü kendinizde gösterirseniz hem buna layıksınız hem de bunu yaparsınız. Başka seçenek, başka bir yaşam olanağı var mı? Olmadığını sanıyorum, benden daha iyi taktir ediyorsunuz. Oldukça gençsiniz. Tam da “bu ömür böyle bir düşmana patlatılmak içindir” demelisiniz. “Zamanı, zemini kullanmak, bir savaş olanağını yaratmak, bir savaşı geliştirmek tam bana göre; yüzyılların rüyası, umudu, intikamı olarak bundan asla vazgeçmem” demelisiniz.
İşte temel halk savaşçılığı ve duygusallığı böyle ele alınır. İlkesi kadar, duygusal gerçeği de, moral gerçeği budur. Tekrar vurguluyorum: Şimdiye kadar böyle yaklaşmamayı büyük bir eksiklik, yanlışlık olarak değerlendirmelisiniz. Bundan sonra sizinle bu çerçevede yürümek isterim. Sorumluluğunuzu paylaşırım. Kabul edilmeyecek, affedilmeyecek olan, bir kez daha eski yanılgılar, kendinize yakıştırdığınız eski yetmezlikler, tarz ve üsluplardır. Bunun için gerekli olan eğitim ise, veriyoruz. Bence yeterlidir. Doğru bir görevlendirme de veriyoruz.
Bütün bunlar yapıldığında da kaybedebiliriz. Biz bu kayba acımıyoruz. Şehit de düşebiliriz. Buna da üzülmüyoruz. Bütün bunlar yapıldığında ölüm nereden gelirse gelsin -ben de dahil hangimiz şehit olursak olalım- hoş geldi, sefa geldi deriz.
Bizim büyük üzüntümüz, öfkemiz tam da istediğimiz gibi savaşmamaktan dolayıdır. Buna son verelim diyorum.
Önder APO
8 Haziran 1995
- Ayrıntılar
Kürdistan’da yüzyıllardan beri ne anlama geldiğini ve nelere yol açtığını çok iyi biliyoruz. Bundan sonra da bizim damla damla biriktirdiğimizi bir anda nasıl boşa akıtacağını görüyoruz. Bunlar hayati meselelerdir. Türkiye'de eskiden solculuk adına, halk adına her türlü sorumsuzluğa, bin bir kılıf biçilebiliyordu. Bu solculuğu eleştirdik ve eleştirdiğimiz oranda da uzaklaştık. Böylece kendi özgül yapımızı ortaya çıkardık. Şimdi bu hikayeleri bir de içimizde tekrarlamak aklın alacağı bir şey değildir. Tedbir alacağız, daha da üzerine gideceğiz. Neye mâl olursa olsun bunu yapacağız! Çünkü biz kazanmak zorunda olan bir hareketiz. Mesele doğru yaşamasını bilmektir, şu veya bu kestirme yöntemlerle sonuç almak değildir, basit bir durum düzeltmesi hiç değildir. Doğru kişiliğe tam ulaşılmayı ve hiçbir bahaneyle bunu savsaklamamayı uygulamada esas alıp hakim kılacağız. Dikkat edilirse bizi bugün en çok tehdit eden bu durumdur. Şüphesiz bugün Partimiz'in gidişatını ortadan kaldıracak bir tehdit değildir, buna gücü yoktur. Ama eğer güncel olarak tümüyle üzerinde durmazsak, gerekeni yapmazsak bunlardan kaynaklanan olumsuzluklar büyür. Bugün bir bölgede, yarın bütünüyle ülke somutunda ve bütün Parti faaliyetlerimiz içinde örneklerini çok gördüğümüz tasfiyecilik biçimleriyle bizi karşı karşıya getirebilirler ve hakkımız olmayan, hiçbir biçimde kabul etmememiz gereken yenilgileri bize tattırabilirler. Böylesi kişiler iyi niyetleriyle, kendilerini de bitirerek böylesi sonuçlara yol açabilirlerdir. Bu, elbette Kürdistan'daki o yüzyılların kör direnme ve hep kaybetme türündeki umutsuz yaşamın kalıntılarının temsilinden başka bir anlama gelmeyecektir. Bu yapıdan gelenler isyancıdır, direnir, koşar, teslimiyetle isyancılık arasında bocalayıp durur, fakat devrimci bir politikaya ve doğru bir çalışma tarzına yönelmez. Buna ne güç getirir, ne de çıkarı elverir. Bunlar Parti'de bu temelde yürür, bu biçimde kendini Parti'ye dayatır. Dayatmada ısrar etmek felakete götürür, bunun örnekleri çoktur. Bunlarla mücadelemiz biliniyor, son yıllarda mücadelemiz gittikçe arttı. PKK'nin biraz açılım sağlaması da bununla mümkün oldu. Türkiye Solu'nun yanaşmaya cesaret bile edemediği ve Kürdistan'da ilkel milliyetçiliğin derinleştirmek istediği bu olumsuzluk, bizde büyük bir karşı direnmeyle cevap buluyor. PKK'nin özgünlüğü burada ortaya çıkıyor. Sizin tüm olumsuzluk ve yetmezliklerinize rağmen, Parti sizi dayatmayla geliştiriyor. Bunlar önemlidir. Çünkü bu tip tutumların sahiplerini bıraksak kendi başlarına yaşamaları bir yana, bir günü bile kurtaramayacakları çok açıktır. Bir günü kurtaramamanın, örgütü kurtaramamanın anlamı nedir? Yıkımdır! Onurun ve her şeyin yitirilmesidir. Buna kim cesaret edebilir? Bunlar, sizlerin de baş sorunlarınız. Halen çeşitli bölgelerimizden gelen raporlarda ve çok çeşitli düzeylerde yürüttüğümüz ilişkilerde ortaya çıkan durum, bizim faaliyetlerimizi ve dikkatimizi daha çok arttırıp yoğunlaştırmamızı emrediyor. İyi niyetlerle, söz vermelerle yetinmememiz gerektiğini ortaya çıkarıyor. İnsanlarımızın kendini kandırma özellikleri çok güçlüdür. Bir çok şeyi oluruna bırakarak kaderci bir anlayışı yaşayabiliyor. Bunu Parti'de, çeşitli biçimler altında rahatlıkla sürdürebiliyorlar. Bunun aşılması gerektiğini ortaya koyacağız. Bunları aşarak yetkinleşmenin nasıl mümkün olduğunu göreceğiz. Parti eğitiminin özü budur. Bu işe mademki girilmiştir, hakkını vermek gerekir. Şu veya bu kişisel özelliği hiçbir şansa bırakamayız. Çünkü çoğunuzun geldiği özellikler, devrimci olmanızı emreden özelliklerdir. Devrimcilikten başka hiçbir işe yaramayız. Ve devrim muazzam özgürleşme imkanı veriyor. Hem de hiçbir maddi değerle kazanamayacağınız bir özgürleşme imkanı veriyor. Her zaman söyledik, kimse kölemsi özellikler kokan isteklerini sunmamalıdır. Çünkü bunlar değersizdir. Değersiz olanın peşinden koşmak ise, bırakalım apolitikliği, düpedüz ahlaksızlıktır. Bu işe değerli gençliğinizi ve yaşamınızı sunuyorsanız, o halde bu sunuş doğru biçimde bir karşılık bulmalıdır. Halkımızın yüzyıllardan beri muhtaç olduğu önderlik olayını yaşamalısınız. Bundan daha değerli ne olabilir? Ölüm diyecekseniz, her zaman var. Bilakis devrimci yaşamın kendisi, umudu ve bir halkın özgürlüğünü yaratmada, insanı ölümsüzlüğe kadar götürebiliyor. Güncel yaşamın özgürce geliştirilmesi, aile sorunlarınızın, ekonomik sorunlarınızın çözüme kavuşması devrimle mümkün olabilir. Bunlar da çok önemlidir. Çünkü ülkemizde insanlar açtır. Sosyal sorunlar arı kovanı gibi beynimizi sarsıyor. Bunlardan kurtulmak bir nimettir. Yaşayanlar biliyor. Bırakalım olumlu yönde önemli kazanımları, olumsuzluklardan kendinizi sıyırmak istiyorsanız, bu yaşama büyük bir değer biçeceksiniz. Eğer gerçekler buysa, o zaman cana minnet diyeceğiz ve bu çalışmaların hakkını vereceğiz. Dolayısıyla hiç kimse, "acaba hesap hatası mı yaptım, düzenle daha fazla alışverişim olamaz mıydı?" şeklinde düşünmemelidir. İşte düzen, işte alışverişin bilançosu diyoruz. Bizim sunduğumuz önemli oranda bir tasarıdır, gelecekte emekle kazanılacak olandır. Bunun için çaba gerekiyor. Bu bir tablodur, bilançodur, diğeri de tasarıdır. Düzenle olan ilişkiler, aslında çoğunuzun yaşadığı bir özlemdir. Bu, tıkanma denilen, gelişmeyi yaşamama denilen olaydır. Bilinçli veya kendiliğinden geçmişle yaşama durumu var. Geçmiş hayalde, ruhta, ahlakta ve davranışta bilinçaltındaki kalıntılar biçiminde yaşanır ve onunla tam bir hesaplaşma gerçekleştirmezseniz, çeşitli zincirlerle ona bağlı kalırsınız. İleriye doğru adım atmanızı önler. Gelişmeyi tam yakalayamamanızın, çalışmalara ve gelişmelere hakim olamamanızın, beyninizi süratli çalıştıramamanızın, ruhunuzun tam yücelmemesinin nedeni budur. Sistemsiz, dağınık, yoğunlaşmamış, kendisini her düzeyde formüle edememiş yaşamın nedeni budur. Biz bu hesapların dökümünü yaparken, kendimiz için tercih edilmesi gerekeni bu şekilde açıklıyoruz. Devrimci insan, kendi kendisini disipline eder, "hakikat budur" der ve sağduyulu davranır. Ama Kürdistan'da ve Türkiye'de insan çok düşürülmüştür. Kararda muazzam kararsızlık ve döneklik, pratik tavırda kendini tanınmaz hale getirme, tutarlı tavrın sahibi olmama, bukalemun gibi her gün, her saat bin bir renge girme egemen özelliklerdir. "Gemisini kurtaran kaptandır" denilen ve övgü yağdırılan lanetli tip budur. Bu tipin elle tutulur hiçbir yanı yoktur. Bu tipi mahkûm ediyoruz. Bu mahkûmiyet doğru kişiliğin, kendisini ve çevresini aldatmayan kişiliğin yaratılma şartını ortaya çıkartıyor. Bu şart yerine getirildiği oranda saygın kişiler ortaya çıkar. Buna da herkes muhtaçtır. Çok çeşitli hafifliklerle, yüzeyseliklerle yaşama saygısızlık edemeyiz. Vermek istediğimiz en önemli husus da budur. Kimsenin bile bile bu tip olumsuz özelliklerle bir arada yaşama, bunu ortamımızda sürdürme gücü olamaz, böyle bir istemi olamaz. Bunun hiçbir gerekçesi de yoktur.
HAZİRAN 1988
Önder APO
- Ayrıntılar
Kürdistan’da yüzyıllardan beri ne anlama geldiğini ve nelere yol açtığını çok iyi biliyoruz. Bundan sonra da bizim damla damla biriktirdiğimizi bir anda nasıl boşa akıtacağını görüyoruz. Bunlar hayati meselelerdir. Türkiye'de eskiden solculuk adına, halk adına her türlü sorumsuzluğa, bin bir kılıf biçilebiliyordu. Bu solculuğu eleştirdik ve eleştirdiğimiz oranda da uzaklaştık. Böylece kendi özgül yapımızı ortaya çıkardık. Şimdi bu hikayeleri bir de içimizde tekrarlamak aklın alacağı bir şey değildir. Tedbir alacağız, daha da üzerine gideceğiz. Neye mâl olursa olsun bunu yapacağız! Çünkü biz kazanmak zorunda olan bir hareketiz. Mesele doğru yaşamasını bilmektir, şu veya bu kestirme yöntemlerle sonuç almak değildir, basit bir durum düzeltmesi hiç değildir. Doğru kişiliğe tam ulaşılmayı ve hiçbir bahaneyle bunu savsaklamamayı uygulamada esas alıp hakim kılacağız. Dikkat edilirse bizi bugün en çok tehdit eden bu durumdur. Şüphesiz bugün Partimiz'in gidişatını ortadan kaldıracak bir tehdit değildir, buna gücü yoktur. Ama eğer güncel olarak tümüyle üzerinde durmazsak, gerekeni yapmazsak bunlardan kaynaklanan olumsuzluklar büyür. Bugün bir bölgede, yarın bütünüyle ülke somutunda ve bütün Parti faaliyetlerimiz içinde örneklerini çok gördüğümüz tasfiyecilik biçimleriyle bizi karşı karşıya getirebilirler ve hakkımız olmayan, hiçbir biçimde kabul etmememiz gereken yenilgileri bize tattırabilirler. Böylesi kişiler iyi niyetleriyle, kendilerini de bitirerek böylesi sonuçlara yol açabilirlerdir. Bu, elbette Kürdistan'daki o yüzyılların kör direnme ve hep kaybetme türündeki umutsuz yaşamın kalıntılarının temsilinden başka bir anlama gelmeyecektir. Bu yapıdan gelenler isyancıdır, direnir, koşar, teslimiyetle isyancılık arasında bocalayıp durur, fakat devrimci bir politikaya ve doğru bir çalışma tarzına yönelmez. Buna ne güç getirir, ne de çıkarı elverir. Bunlar Parti'de bu temelde yürür, bu biçimde kendini Parti'ye dayatır. Dayatmada ısrar etmek felakete götürür, bunun örnekleri çoktur. Bunlarla mücadelemiz biliniyor, son yıllarda mücadelemiz gittikçe arttı. PKK'nin biraz açılım sağlaması da bununla mümkün oldu. Türkiye Solu'nun yanaşmaya cesaret bile edemediği ve Kürdistan'da ilkel milliyetçiliğin derinleştirmek istediği bu olumsuzluk, bizde büyük bir karşı direnmeyle cevap buluyor. PKK'nin özgünlüğü burada ortaya çıkıyor. Sizin tüm olumsuzluk ve yetmezliklerinize rağmen, Parti sizi dayatmayla geliştiriyor. Bunlar önemlidir. Çünkü bu tip tutumların sahiplerini bıraksak kendi başlarına yaşamaları bir yana, bir günü bile kurtaramayacakları çok açıktır. Bir günü kurtaramamanın, örgütü kurtaramamanın anlamı nedir? Yıkımdır! Onurun ve her şeyin yitirilmesidir. Buna kim cesaret edebilir? Bunlar, sizlerin de baş sorunlarınız. Halen çeşitli bölgelerimizden gelen raporlarda ve çok çeşitli düzeylerde yürüttüğümüz ilişkilerde ortaya çıkan durum, bizim faaliyetlerimizi ve dikkatimizi daha çok arttırıp yoğunlaştırmamızı emrediyor. İyi niyetlerle, söz vermelerle yetinmememiz gerektiğini ortaya çıkarıyor. İnsanlarımızın kendini kandırma özellikleri çok güçlüdür. Bir çok şeyi oluruna bırakarak kaderci bir anlayışı yaşayabiliyor. Bunu Parti'de, çeşitli biçimler altında rahatlıkla sürdürebiliyorlar. Bunun aşılması gerektiğini ortaya koyacağız. Bunları aşarak yetkinleşmenin nasıl mümkün olduğunu göreceğiz. Parti eğitiminin özü budur. Bu işe mademki girilmiştir, hakkını vermek gerekir. Şu veya bu kişisel özelliği hiçbir şansa bırakamayız. Çünkü çoğunuzun geldiği özellikler, devrimci olmanızı emreden özelliklerdir. Devrimcilikten başka hiçbir işe yaramayız. Ve devrim muazzam özgürleşme imkanı veriyor. Hem de hiçbir maddi değerle kazanamayacağınız bir özgürleşme imkanı veriyor. Her zaman söyledik, kimse kölemsi özellikler kokan isteklerini sunmamalıdır. Çünkü bunlar değersizdir. Değersiz olanın peşinden koşmak ise, bırakalım apolitikliği, düpedüz ahlaksızlıktır. Bu işe değerli gençliğinizi ve yaşamınızı sunuyorsanız, o halde bu sunuş doğru biçimde bir karşılık bulmalıdır. Halkımızın yüzyıllardan beri muhtaç olduğu önderlik olayını yaşamalısınız. Bundan daha değerli ne olabilir? Ölüm diyecekseniz, her zaman var. Bilakis devrimci yaşamın kendisi, umudu ve bir halkın özgürlüğünü yaratmada, insanı ölümsüzlüğe kadar götürebiliyor. Güncel yaşamın özgürce geliştirilmesi, aile sorunlarınızın, ekonomik sorunlarınızın çözüme kavuşması devrimle mümkün olabilir. Bunlar da çok önemlidir. Çünkü ülkemizde insanlar açtır. Sosyal sorunlar arı kovanı gibi beynimizi sarsıyor. Bunlardan kurtulmak bir nimettir. Yaşayanlar biliyor. Bırakalım olumlu yönde önemli kazanımları, olumsuzluklardan kendinizi sıyırmak istiyorsanız, bu yaşama büyük bir değer biçeceksiniz. Eğer gerçekler buysa, o zaman cana minnet diyeceğiz ve bu çalışmaların hakkını vereceğiz. Dolayısıyla hiç kimse, "acaba hesap hatası mı yaptım, düzenle daha fazla alışverişim olamaz mıydı?" şeklinde düşünmemelidir. İşte düzen, işte alışverişin bilançosu diyoruz. Bizim sunduğumuz önemli oranda bir tasarıdır, gelecekte emekle kazanılacak olandır. Bunun için çaba gerekiyor. Bu bir tablodur, bilançodur, diğeri de tasarıdır. Düzenle olan ilişkiler, aslında çoğunuzun yaşadığı bir özlemdir. Bu, tıkanma denilen, gelişmeyi yaşamama denilen olaydır. Bilinçli veya kendiliğinden geçmişle yaşama durumu var. Geçmiş hayalde, ruhta, ahlakta ve davranışta bilinçaltındaki kalıntılar biçiminde yaşanır ve onunla tam bir hesaplaşma gerçekleştirmezseniz, çeşitli zincirlerle ona bağlı kalırsınız. İleriye doğru adım atmanızı önler. Gelişmeyi tam yakalayamamanızın, çalışmalara ve gelişmelere hakim olamamanızın, beyninizi süratli çalıştıramamanızın, ruhunuzun tam yücelmemesinin nedeni budur. Sistemsiz, dağınık, yoğunlaşmamış, kendisini her düzeyde formüle edememiş yaşamın nedeni budur. Biz bu hesapların dökümünü yaparken, kendimiz için tercih edilmesi gerekeni bu şekilde açıklıyoruz. Devrimci insan, kendi kendisini disipline eder, "hakikat budur" der ve sağduyulu davranır. Ama Kürdistan'da ve Türkiye'de insan çok düşürülmüştür. Kararda muazzam kararsızlık ve döneklik, pratik tavırda kendini tanınmaz hale getirme, tutarlı tavrın sahibi olmama, bukalemun gibi her gün, her saat bin bir renge girme egemen özelliklerdir. "Gemisini kurtaran kaptandır" denilen ve övgü yağdırılan lanetli tip budur. Bu tipin elle tutulur hiçbir yanı yoktur. Bu tipi mahkûm ediyoruz. Bu mahkûmiyet doğru kişiliğin, kendisini ve çevresini aldatmayan kişiliğin yaratılma şartını ortaya çıkartıyor. Bu şart yerine getirildiği oranda saygın kişiler ortaya çıkar. Buna da herkes muhtaçtır. Çok çeşitli hafifliklerle, yüzeyseliklerle yaşama saygısızlık edemeyiz. Vermek istediğimiz en önemli husus da budur. Kimsenin bile bile bu tip olumsuz özelliklerle bir arada yaşama, bunu ortamımızda sürdürme gücü olamaz, böyle bir istemi olamaz. Bunun hiçbir gerekçesi de yoktur.
HAZİRAN 1988
Önder APO
- Ayrıntılar
Partinin 17. yıldönümünde hepinizi selamlıyorum. Bu yıllar Kürt halkı açısından başlangıç yılları oldu. Bu iyi bir başlangıçtı. On yedi yıl önce, küçük bir grupla çalışmaya başladığımızda, Kürdistan’da Kürtlük adına hiçbir şey kalmamıştı. Düşman, Kürdistan’a sonuna kadar hâkimdi ve bu hâkimiyetini Kürt halkını ezmek için sonuna kadar kullanıyordu. Bugün gibi hatırlıyorum, biz PKK adını çalışmalara başladığımızda, çok hazırlıksız bir insanın dağlara çıkması gibiydi. Fakat; ‘acaba düşecek miyiz’ demedik. O dönem; “bu halk için dürüst bir partiyi, düşüncemizi ve yüreğimizi bir yaparak kuracağız ve buna iyi niyetle bağlanacağız” dedik, o dönem gücümüz yoktu, ne arkadaşlarımız bizi anlıyordu, ne de halk bizimleydi. ‘Bu yıllar sessiz geçmemeli, bu süreçte bu halk için bir adım atılmalıdır’ dedik. Çok hazırlıksızdık. Hatta diyebilirim ki, hiçbir plan-programımız ve maddi olanağımız yoktu. Sadece iyi niyet, Kürt gerçekliği, Kürdistan gerçekliği üzerinde söylenecek birkaç sözden başka bir şeyimiz yoktu. Son nefesimizle, ‘bir Kürt partisi, işçi partisi, devrimci parti kurmalıyız’ diyorduk. Yarın nasıl olacak, düşman üzerimize nasıl gelecek, onu düşünmüyorduk. Bizim için mühim olan, o günlerde hayırlı adımlar atmaktı. On yedi yıl önce, Diyarbakır’ın bir köyünde Mazlum, Hayri ve Kemal arkadaşların da içinde bulunduğu üç dört gün süren bir toplantımız oldu. Bu çalışmada yer alanların yarısı şehit düştü, birkaç kişi hain çıktı. Bu adımlar, on yedi yıl içinde, Kürt halkı için bir ağaç olarak serpildi ve bugün, bu ağacın gölgesine herkes girebiliyor. On yedi yıl içinde, yüzyıllarca kaybettiğimizi kazanıyoruz, kayıp olan yüreğimizi, insanımızın kayıp olan düşüncesini buluyoruz. Parçalanmış Kürt gerçekliğini birlik haline getirdik, durmuş beyni bilinçle yoğurduk, oluşmuş büyük korkuyu yıktık, yerine cesareti koyduk. Kürt halkı için her yönüyle yok oluşu sağlayanı kaldırdık, yerine bizim için gerekli olanı koyduk. O dönem insan halksız, halk da yurtsuz kalmıştı. Biri kendini halktan saymadı mı, bir halk da kendini yurt sahibi olarak görmedi mi, bu insanda, bu halk da yok olmuş demektir. Bir insan, ya da bir halk kendi gerçekliğinden uzaklaştı mı, kayboldu mu, başkası için kullanılır. Düşman da halkımıza bu gözle bakıyor. Düşmanın gözünde koyun sürüsünden beterdik. Bu kötü bir durumdu. İnsan ne kadar düşmüşse, o kadar özgürlüğü için savaşmalıdır. Büyüten, güçlendiren bu bakış açısıdır. İnsan için ne anlamlıdır, bir halk için ne gereklidir, ne gereksizdir; biz bunlara yerinde ve zamanında karar verdik, öğrenmeye çalıştık, sonunda kendimizi buraya kadar getirdik. Yemeden-içmeden önce insana gerekli olan bazı şeyler vardır, biz bunları gerçekleştirdik.
Başlangıçta söylediğim gibi, halk yanımızda yoktu, ne bir kuruş paramız vardı, ne de bir silahımız. Son nefeslerle çalışıyorduk. Hayırlı ve yerinde kullandığımız iyi niyetimiz ve düşüncelerimiz bizi bu duruma kadar getirdi. Bir Kürt; ‘ben halsizim, fakirim’ dememeli. Bizim örneğimizde, ne kadar tek başına da olsan, eğer dürüstsen, sözüne bağlıysan, her şeyi yapabilirsinin ispatı vardır. Bu işlere parasız ve silahsız da başlanılabilir. Kürt halkının en büyük silahı PKK’dir. Bütün dünya da bu halka karşı dursa, bu silah onun savaşımı için yeterlidir. Düşman ne kadar kan emici ve güçlü olursa olsun, insan onu bu silahla düşürebilir. Bugün baktığımızda, Kürdistan’ın her tarafı, Kuzeyiyle, Güneyiyle PKK’nin hâkimiyeti altındadır. Düşman ve onun işbirlikçileri bin yıllarca bu topraklara hâkimken, şimdi buralardan korkuyorlar. Kürt halkı daha önceleri aşiret aşiret, kabile, kabile parçalanmıştı. Bir köyün diğeriyle ilişkileri yoktu, iki aşiretin dost kalmasını görmek mümkün değildi. Şimdi hepsi dost olmuş, birkaç hainden başka, Doğusuyla, Kuzeyiyle, Güneyiyle bir bütün olmuştur. Son Güneye yaptığımız hamleye bakınca, önemli bir Kürt çıkışı olduğunu görebiliriz. Doğudaki Kürtler için de kapılarımız sonuna kadar açıktır, Güneydeki Kürtler için de yollar sonuna kadar açıktır.
Kuzeydeki büyük Kürdistan toprak parçasında verdiğimiz savaş bütün Kürtler için cesaret kaynağıdır. Bu savaş Kürtler için dünya halklarının yollarını açıyor, dostlukların oluşmasını sağlıyor. Biz düşmanla işbirliği yapan bazı Kürtlere karşı savaşım veriyoruz. Bu işbirlikçiler Kürt halkının gelişimi önünde en büyük engeldirler. Bunlar kendi yaşamlarından başka hiçbir şeye önem vermiyorlar. Bu halkın birliği, gelişimi ve ülke için gelişme söz konusu olduğunda hiçbir şey görmüyorlar. Hep; ‘biz’ diyorlar, paralar, silahlar her şey, onlar ve aileleri içindir. Halk aç olsa, susuz olsa bu onların umurunda değil. Bu şekliyle Kürtlük olmaz! Kürdistan’da insanlar bu haliyle yapamazlar, hesap sorarlar. Bu savaşımız hesap sorma savaşıdır. Adama; ‘sen Kürtlük adına ne yaptın’ diye sormazlar mı? Kürt’ün dostu olduğu gibi, düşmanı da var. Biz bile hesap verdiğimize göre, sizin de hesap vermeniz gerekiyor. Bu anlamda PKK her gün Kürt halkına hesap veriyor. PKK her gün gerillalarına; ‘bu gün düşmana karşı ne yaptın, iyi bir direniş sergiledin mi?’ diye hesap sorup, hesap alıyor. Bize karşı olana da hesap soracağız. Bir halkın adına ayağa kalkanlara; ‘bu halk adına bugün hayırlı-hayırsız ne yaptınız?’ diyeceğiz. Bir şey yapamayanlarla, namussuz olanlarla aynı ülkede yaşanmıyor. İnsan hiç yılanlarla bir arada yaşar mı? İnsan ya o tarafta olmalı, ya da bu tarafta olmalıdır. İkisinin ortasında, arada bir yerde durmak doğru olmaz. Dürüst Kürtler doğruluğu, kardeşliği yakalamalıdır.
Biz kardeşlik için sonuna kadar varız. Çok kötü de olsa kardeşlik önemlidir. Kardeşliğin, birlikteliğin kıymetini bilmiyorsunuz. Bu nedenle size karşı bu savaşı sonuna kadar yürüteceğiz. Eskiden hiç kimse Kürtlük adına iki söz söyleme cesaretini gösteremiyordu, savaşamıyordu. Ama bugün PKK, gerçek anlamda bir halk savaşını veriyor, halkın istemlerine cevap veriyor. O eski dönemler gitti. Bundan sonra kim kötülük yaparsa, yanına kâr olarak bırakılmaz! Kim fesatlık yaparsa, onun da üzerine gideriz! Bu süreçte bu tür tavırlar içerisine girenlere hesap sorarız. Bu dönem bir anlamda hesap sorma dönemidir. Aynı şekilde, bu süreç yiğitliğin ve doğruluğun kendisini yanlışlıklardan arındırma süreci olarak da bilinmelidir.
Yiğit ve yürekli olanlar, Kürdistan savaşçılarına güveniyorlar. Ben de, bu özellikleri taşıyan Kürdistan savaşçılarına güveniyorum. Bütün halkların sahip olduğu haklara bizim de sahip olmamız gerekiyor. Bizim halkımız bunu hak etmiş bir halktır. Biz Kürt olduğumuz için değil, her şeyden önce insan olduğumuz için savaşıyoruz. İnsanlık onurunu çiğnetmediğimiz için şerefliyiz. İnsanca ve onurluca yaşamak isteyen insanların ve halkların önüne engel konulmamalıdır. PKK’nin gerçekliği budur. PKK bu gerçekliği şehitlerin kanıyla oluşturmuştur. Aynı şekilde bu uğurda büyük direnişler sergilenmiş ve büyük zorluklara göğüs germesini bilmiştir. Her şeyden önce yaşam soluklanmadan önce gelir. Sizin için böylesine anlamlı bir yaşam gereklidir. Böyle olunmazsa, insan güç haline gelmez.
Biz elbette ki bir takım zorluklar yaşayarak bu günlere geldik. Bu, belki geç oldu ama sizin için yararlı ve oldukça anlamlı bir iş oldu. Bunun kıymetini bilin. Kaybettiklerinizi tekrar ele geçirmeye çalışın. Dürüst olduğunuz kadar gelişme imkânını bulursunuz. Artık bugünden sonra kendimizi bu halka ve bu ülkeye bağlı kılıyoruz. Şunu diyoruz; ‘özgür bir yaşamdan başka yaşama imkânımız yok. Bugünkü kararımız, sonuna kadar bağımsızlık ve özgürlük savaşını yürütme temelinde olacaktır.’ Evet, bu savaş için sonuna kadar varız ve hazırlıklıyız. Dışımızdaki yurtseverler ve dostlar da bunu kavradıkları oranda bizimle birlikte hareket edebilir ve gelişebilirler. Bağlanma olayını doğru temelde kavramalıyız. Bağlılık, bağımsızlığa ve özgürlüğe olmalıdır. Aynı şekilde büyüklük olayını da yanlış anlamamalıyız. Büyüklük, benim şahsım için değil, parti için de değil, halk için olmalıdır. Büyüklük bütün Kürt insanları içindir. Şehitlerin yarattığı değerleri korumak için hepimiz çalışıyoruz. Kişi olarak ben de çalışmışım, sizler de çalışmışsınız. Bizim için yeme içme esas değildir. Yeme içme esasta iradeye bağlıdır. Kendi toplumu için hiçbir şey yapamayanlar, yaşayamadıkları gibi, düşmana bir sığıntı gibi sığınmaktan başka çare bulamazlar. Dolayısıyla düşmanın hükmü altında ezilir giderler. Ne kadar şeref ve onur sahibi olursanız, o kadar yücelir ve bir ülke sahibi de olursunuz. Böyle olursa bu topraklarda çok şey elde edebilirsiniz. Bizim fakirliğimiz Allah’ın lütfu değil, tamamen düşmanın hâkimiyetini benimser ve kabul eder özelliğimizden kaynaklanıyor. Hep düşmana boyun eğmişiz ve düşman da bir şeylerin beklentisi içerisinde kalmışız. Fakirliğimizin bu kadar uzun sürmesi, düşmanın o kötü ve uzun süren hâkimiyetinden kaynaklanıyor. Mademki, biz kalkmak, kendimizi her yönüyle büyütmek istiyoruz, o halde düşmanın kör dayatıcı politikasını görmemiz gerekiyor. Bu çalışmalarımızı maddi ve manevi yönleriyle desteklersek başarı şansını yakalar ve ayağa kalkabiliriz. PKK’nin yaşamı ve gerçekliği budur. Bize dün de, bugün de; ‘siz ahmaksınız’ diyorlardı. Şimdi kimin ahmak ve deli olduğu net olarak ortaya çıktı. Benim görebildiğim kadarıyla, Kürt halkının önünde tek bir seçenek vardır; o da direniştir. Özgürlük yolu, başarı yolu her anlamda gelişmenin yoludur.
Tarihe baktığımızda, bütün halkların özgürlük ve bağımsızlık için aynı yolu seçtiklerini görebiliyoruz. Bizim de bu direnişçi yolu seçmekten başka çaremiz kalmamıştı. Bu noktadan hareketle, PKK’nin direnişçiliğini, yüceliğini hepinizin gözleri önüne serdik. Bunun kıymetini bilin ve onunla yürüyün. Sizin için başka herhangi bir şey yapmam mümkün değil. Eğer büyük bir rahatlığa ulaşmak istiyorsanız, bunun zorluklarına da katlanmalısınız. Çünkü o sahte yaşamda rahatlık ve özgürlük belirtisi yok, tam tersine bir düşüş vardır. Bütün bu gelişmelerin Kürt halkı için küçük olmadığını, partinin bu yıldönümlerinde görebiliyorum. İnsan bununla yücelir. Eğer çok şey istiyorsanız, çok şey yapın, büyük gelişmeler yaratın. Birlik olun ve iyi savaşın. İyi savaşırsanız kazanırsınız. Savaşı geliştirdiğiniz oranda özgürlüğü daha erkenden yakalamış olursunuz. Bu anlamda hepinize sevgi ve selamlar sunuyor, tekrar başarılar diliyorum.
Parti Önderliği
27 Kasım 1995
- Ayrıntılar
Düşman cephesinin son günlerde nasıl yüklendiklerini ve kendilerine göre sonuca ulaştıklarını iddia ettiklerini görüyorsunuz. Başbakan “terör ya bitecek, ya bitecek” diye bir yumurta yuvarladı, bu arada Genelkurmay Başkanı da, “artık terörü bitmiş sayabiliriz” diye bir yargıda bulundu. Ayrıca “ikinci dönemi açıyoruz” dediler. Yeni dönem dedikleri, ekonomik yatırımlar dönemiymiş. Bu, onların gündeminin icabıdır. Belli bir planları var, uygulamaya çalışırken bu gibi gösterileri, psikolojik savaşın tabiatı gereği uygulamak durumundadır.
Gerçeklerin oldukça çarpıcı ortaya çıkması söz konusu. Bu on yıllık savaşım sürecinin, düşman cephesindeki yansımalarını da izlediğimizde, savaşın ekonomik, sosyal, psikolojik ve en önemlisi de askeri boyutlarını çok iyi görmek zor değil. Bu arada faşist karakterini de çarpıcı bir biçimde, adeta başbakan Türkeş kişiliğinin birlikteliğinden görmek çok açık. En iyisi de Türkiye halkını biraz uyarıyor bu gelişme. Daha önce de vardı, açığa çıkardık. Dengeleri sarstığı açıktır.
Sizler biraz anlamaya başlamalısınız. “Savaşta varım” deyip de güçlü bir çözümleme kabiliyetine ulaşmamak, kişiyi çok sahte ve çok kaybeder konumda bırakır. Savaşın her cephesindeki gelişmelerde gördük. Yalan cephesinde parlamento düzeyi de açığa çıkartıldı. Savaşın onuncu yıl dersleri bu anlamda yakıcıdır. Hatta gerilladaki yetmezliklerin sonuçları da birçok yönüyle ortaya çıktı. Halen onun yoğunlaşmış ifadesini sürekli tekrarlamaya çalışıyoruz. Ama sizlerin savaş gerçekliğine baktığımızda, insan öfkelenmeden edemiyor.
Bu kadın Başbakan, Asena rolüne soyunmuş. Değerli dostumuz iyi bir değinmede bulundu. Ben şimdiye kadar bilmiyordum, Türk tarihinde boz kurtlar geleneğinde, dişi kurda Asena diyorlarmış. Herhalde bu faşist masallarında böyle bir şey varmış. Çok ilginç! Erkek boz kurtla, dişi boz kurdun Yozgat’ta el ele verişleri çok ilginç! Sanki tarihi araştırıyorlar.
Bizim de bir tarihi ortaya çıkarmamız söz konusu; halk tarihini. Halklar tarihine büyük katkımız oldu. Onların da adeta bu Hitler ve faşist demagojili birçokları gibi, şoven-milliyetçiliği var. Sanıyorum Mussolini böyle yaptı bir ara, Roma’yı tekrar canlandırdılar. Hitler, Germen ırkının bin yıllık serüvenini canlandırıyordu. Bunlar da kaç bin yıllık bir canlandırmayı yapıyorlar. Bayan bunu kendine oldukça yakıştırmış, hâlbuki Amerikalıydı, gerçi Türkeş de gücünü oradan aldı; Amerika’nın sayesinde böyle bir ikili oluşturdular.
En önemlisi de sizin çıkarmanız gereken sonuç; onların ataklığıdır. Gören “bu nasıl atak bir ba-yan” diyor. Dün sekiz yeri birden dolaşmış ve sözüm ona kimse ona yetişemiyormuş. Kimsenin ona yetişememesi denince, benim durumum akla gelir. Çünkü bu, benim en temel özelliğim. Tempomun süratliliği biliniyor, onu taklit ediyor. Kesin faşist demagoji, zaten bunsuz yapamaz. Hız, çarpıcılık ve hatta kelimeleri bile vurgulayarak etkileyici olmaya çalışıyor. Bizim gibi yapmaya çalıştığı açık. Sorun değil, mühim olan o da kendi cephesinde sözüm ona zaferin sağladığının başarısını ilan ediyor. Hızı, temposu ne kadar süratliymiş. Bir adımı, tarihi bir aşamayı bitirmiş, ikinci aşamaya başlıyormuş.
Bunu niçin söylüyorum? Bu çözümlemeler ışığında daha iyi anlayabilirsiniz. Çünkü anlamaya ihtiyacınız var, özellikle davranışları dönüştürmeye ihtiyacınız var. Düşmanınıza bakın öğrenin. Düşman bana bakıyor öğreniyor, bir de siz düşmana bakıp öğrenin. Bunu size söylemek fazla ileri bir kanıt gerektirmiyor. Cepheler savaş halindeyken, birbirine karşı ne kadar derinden görüp ve gerekeni yaparsa, o kadar kazanır. Bu konuda gafleti aşalım. Özelikle duyarsızlık, çok hantal, döneme cevap vermeyen yetmez yanlarımızı açalım. Göreceğiz ki, savaş mevzilerinde, her sahada iyi yer alınıp başarıyla vuruşlar yapılabilir.
Savaş mantığı böyledir. Başka türlü savaş kişiliği ele alınamaz. Ben de bu günlerde gördüğünüz gibi, epey gerçekleri gözlerinizin önüne serdim. Yerim son derece dar, onlar gibi helikopterlere atlayıp oradan oraya koşmam veya benim böyle bir imkanım olsa bile gitmem. Daracık bir yerde birçok şeyi yaptığıma da inanıyorum. Etkileri sonra ortaya çıkacaktır. Bizim burada açtığımız sorunlara öngördüğümüz çözüm yolları kesin etkisini gösterecektir. Anlamamanız bunu değiştirmez, geç kavramanız yine de beni fazla etkileyemez.
Ben çok açık konuştum aslında. Umarım okursunuz da sonuçlarını. Orada bir özetleniş vardır, tarihin iyi bir özetlenişi vardır. Savaş sanatının iyi bir formasyonu vardır. Akıllıysanız mutlaka önemli sonuçlar çıkarabilirsiniz.
Hemen her sahada savaşçı olmaya ihtiyacınız var. Biz genelde halkları, özgülde Kürt halkını savaşkan bir halk haline getirirken, çok yönlü hareket ediyoruz. Hatta sizleri, bırakalım halkın kendisini, hareket halindeki kitlemizi veya parti bünyesini savaşkan hale getirirken hareketliyiz. Bu çok önemli. Türkiye solculuğu niye yan yattı? Hareket kabiliyetini yitirdi. Dengesini yitiren bir gemiye benziyor. Çoktan denizin dibini boyladılar, ama bizim maharetimize bakın, dengeyi en azgın sularda bile nasıl tutturmaya çalışıyoruz.
Değerlendirme kabiliyetiniz fazla gelişkin değil. Olsaydı, bizim düzenimizi anlamanız zor değildi. Siz insana bakıp öğrenmesini de bilmiyorsunuz. Bir film gibi, gelişme süreçlerini gözlerinizin önüne serdim. Kendinizden korkuyorsunuz, korkmayın. Çünkü yıllarca bağlanmış kişilik, birden bire kendi gerçekliğini fark edince ürküyor, ama bence gerek yok. Size kolay düşmeyeceğiniz ve sağa-sola yalpalanmayacak bir tarz ve tempo verebiliriz. Bu çok önemli.
Ben savaş olayını hem çok kapsamlı, hem de çok tutkulu ele almaya çalışıyorum. İşte bunu size kavratamamam büyük bir sorun yaratıyor bizde. Neden kavrayamıyorlar? Çünkü savaşın bir sanat, hele bizim için en tutkulu bir sanat olduğunu kavramamak, kendinizi en kötü yaşama koyuvermeniz veya kaybetmeniz anlamına gelir.
Savaşma imkanlarını ve hatta yaşam gerçeğini çok kötü değerlendirdiler. Düşünün yaşama bizim verdiğimi anlam neye yol açıyor? Kendi son derece hantal yaşamınıza gösterdiğiniz düşkünlük niye kaybettiriyor? Bunu biraz öğrenin, ya da başka türlü kazanamazsınız. Çok uzağımızda olmasına rağmen değerli dostumuz Yalçın Hoca bile, süreci derinliğine ele alma ihtiyacını duyuyor. Sanırım bizim pratiğimize bakarak bu sonuçlara varıyor. “Bolşevik Devrimi sosyal temeli çok zayıf ve bir anlık bir devrimdir, dolayısıyla kökleşemedi. Yine Türk Ulusal Devrimi, bir Sakarya, bir Afyonluktu, köklü olmadı ve hemen uzlaşmaya çekildi” diyor. Bizim Doğululaşma düzeyimizin, uzun süreli, devrimi döne dolaşa geliştirmemizin etkilerinin, nasıl bununla bağlantılı büyüdüğünü görüyor ve bunları hemen çıkarabiliyor. Bu bir sonuç! Buna benzer birçok sonucu hemen her biriniz çıkarabilirsiniz, çünkü sıcak savaşımın içindesiniz.
Düşünmesini bilmeyenler, pratiğin anlamlı gelişmesini de beceremezler. Bu günler hem düşünsel, hem ruhsal, hem pratiksel patlama günleridir. Kim çok çarpıcı kendini verirse, o kurtarabilir, yoksa anında çökebilir. O zaman siz devrimci sürece çok tehlikeli ön yargılarla gelmişsiniz, özellikle çok tehlikeli, çok fanatik önyargılarınız var. Bir çırpıda canını da kaybedecek özellikleriniz var. Bunları hemen aşma gücünü göstermeliyiz. Eskiden sille-tokat girişirlerdi öğretmek için, buna gerek yok ama, buna gerek yok diye böyle kendinizi dayatmanızın da anlamı olamaz. Bazen bakıyorum gafil kişilikle-re, yıllar sonra bir hainden daha beter oluyorlar. Yıllardır en yakınımda beni bile aldatan kişilikler var. Kendini aldatmış, beni de aldatmaya çalışıyor.
Dayatma gücü, direnme gücü gibi bazı yönleriyle herkes benden daha güçlü belki. Benim söylemek istediğim, devrimin pratik süreci, anlık süreci kesin vurup koparmayı emreden bir stil ister. Bu-nu gösteremezsen bir lafazansın, gevezesin. İstediğin kadar laf söyle, hiçbir değeri yok. Süreçler var, anlar var. Sen herhangi bir şey koparmak istiyorsun veya kılıç var elinde, bazı kelleleri vurmak istiyorsun. Selahattin’in kılıcını düşünelim; ilginç bir kılıç! Özelliği şu, çok isabetli vuruyor. Tarihi ünü de buradan geliyor zaten, boşa çalmıyor. Savaş ustası, kılıç ustası!
Günümüzde örgüt ustaları söz konusu olabilir; halk savaşının taktik ustalığı! Bizim bir çok arkadaşımız farkında bile değil, savaşacağını sanıyor. Geçen gün bazı arkadaşlara, sizlerin de yanında bir eleştiri geliştirdim. Saflar, sanmıyorum bu arkadaşlarımız bilinçli bir hain olsun. Fakat öyle gafiller ki, savaş nedir tam bilmiyorlar.
Şiir okudunuz geçen gün, iri laf ettiniz. Söylediğiniz şeylerin farkında mısınız? Eğer insan laf düzeyinden öteye olmak istiyorsa kendini geliştirmeli. Lafazanlıkta iyi bir şey olabilir, iyi laflarla belki bazı yerlerde katkı sağlayabilir ama savaşçının dilinde laflama yetmez, daha farklı olmak gerekiyor. Aslında bu size lazım, size lazım olanı biraz daha vermeyi düşünüyorum. Çünkü benim için yaşam son derece akışkan. Donmuş yaşamlar, çürümüş yaşamlar, çirkin yaşamlar benim için tam bir savaş gerekçesi. Donuk yaşamlar, başarmayan yaşamlar, hissetmeyen yaşamlar, anında vuramayan yaşamlar, kısaca emre hazır olmayan yaşamlar. Bunu halk olgusunda söylersem, halkın eyleme katılış biçimi, siyasi, askeri, ideolojik bütün cephelerde eyleme kalkmış bir halkı ifade ediyor.
Kendinizi bile eyleme kaldırabilmiş misiniz? Bazı arkadaşlar “gelişme yeterlidir, çok şey öğrendik” diyor. Ne öğrendin sen, ne yeterlidir? Jenosit tehlikesi altında bir halksın, örgüt olarak da zor bela nefes aldırıyorum. Yeterliliği nerede? Kurbanlık koyun bile bu kadar kılıç altı, bıçak altı değildir. Maddi-manevi her türlü tehlike var. Koyun kesildi kesilecek. Beni düşündüren nedir, aslında siz de bunu anlamalıydınız: Düşmanın vuruş tarzı senin duygularını dehşete düşürür, o senin beynine kan sıçratır. Eğer sen panik içine girmişsen, biraz soğukkanlılığını yitirmişsen, ondan kaçışı değil, karşı bir hamle yapma sonucunu çıkarabilirsin. Dehşet veya baskı dayanılmaz; acı, yoldaş kanı, işkence, halkın yoksulluğu, acısı yüreğine vurur, yüreğin de beynine. Beynin tekrar çözüm üretir, bu da yürekle olur. Zaten ikisi de bütünüyle iç içe, bütün duyarlılığınla hissediyorsun. Bu da kesin vuran taktiktir. Eğer siz öyle olamıyorsanız, kendinizden kuşkulanmalısınız.
Yaşamda vuruş tarzımı tamamen günlük olarak bana vuranlardan çıkarıyorum. Bir yerlerden ba-na vuruş gelir, duygulardan, düşüncelerden, düşmandan izlenimle, parti içi izlenimlerden yararlanırım, yine yanımızdakilerden çok yoğun izlenim alırım. Ve bunlar bende bir patlamaya dönüşür sürekli. Duygu gücü, düşünce gücü haline getiririm. Ertesi sabah eyleme geçiririm. Size bakalım, uykudasınız. Günde kaç izlenim alıyorsunuz veya ne kadar cevap verebiliyorsunuz. Kendi düzeyinizi böyle anla-yabilirsiniz. Benim durumum tamamen farklı. Hiçbir etkiyi, yansımayı tepkisiz bırakmam. Bir de ken-dimi sizin gibi yaptım, ettim diye kandırmam. Yüz defa ölçer biçerim. Doğru mu yapıyorum, yanlış mı yapıyorum, yeterli mi yapıyorum, yetersiz mi, güzel mi yapıyorum, çirkin mi; hepsini hesaplıyorum. Kolay kolay yaptığım işi kendim bile onaylayamam.
Kendinize bakın; sizin de ölçüleriniz acaba böyle midir? Doğru-dürüst hayata yaklaşımınız yok. Kendinizi çok beğeniyorsunuz. Kendini çok beğenen gelişemez. Her gün tepki almayan veya her gün yansıma almayan, güçlü tepkiler geliştiremez ya da aldığı yansımaları tepkiye dönüştürmeyen militan olmaz, eylemci olamaz. Kendinize uygulayın bu iki cümleyi, kendinizi anlarsınız.
İlgilerinizle hayran kalıyorum, fakat anlamamanız beni düşündürüyor. Savaşkan olmayacak mıyız? Savaşta üretken olmayacak mıyız? Komutanlık çıkmasın mı sizden? Karanlıkları yırtan bir aydınlık gelişmesin mi? En güzel sözleri söyleyen, en güzel belirlemeleri yapan bir kişi neden çıkmasın? Bakın yaşamı siz kendi elinizle boğmuşsunuz, bu suçtur. Benim bu bir haftalık verdiğim dersleri samimiyetle incelerseniz, zafer kadrosu olup çıkarsınız. Neden zafer kadrosu olmaya çalışmıyorsunuz? Yaşam başka nedir? Ben bu kadar kazanıyorum, tenezzül dahi etmiyorum, bu kadar kazandım diye oyalanmıyorum bile. Neden bendeki bu vuruş zenginliği? Veya tutku ve rüya, hep daha büyük fethetme neden?
Sizin ya küçük bir kazanımınız var, ya yok. Hatta kendinizi bile ne kadar kazandığınız belli de-ğil, bırakmışsınız kendinizi; affedilmemesi gereken veya mutlaka aşılması gereken yön burası. Şimdi unutmayalım ki, kişilikleriniz aciz, zafer kişiliği değil. Dağlara da gönderdik, Avrupa’ya da gönderdik, kitleye de gönderdik. Hakkıyla karşılık veremediğinizi biliyorsunuz. Zafer kişiliği değil, vurucu kişiliği değil.
Düşmana bakın; bizi takip ederek veya hızımıza göre Diyarbakır, Batman, Siirt, Şırnak, Hakkari, Antep ziyaretleri yapıyor. Neden? Çünkü dönem tempo dönemidir. Hiçbir Başbakan böyle dolaşır mı, hem de kadın? Dişi Asena, dişi kurt! İstanbul yatalağıydı, şimdi oldu bir dişi kurt! Siz kendinizi bir de yaman erkek sayarsınız, o tempoyu yakalayabiliyor musunuz? Düşünmezlik edemezsiniz; o da siyaset yapıyor, siz de yapıyorsunuz. İnkar mı edeceğiz? Neredeyse bir erkeği bile cebinden çıkarır. Askerler onun için “bu tek başına kırk tane erkeğe bedel, bir taburdan daha güçlü” diyorlardı. Mühim olan işletiyorlar, veriyor. Aslında bir çocuk şımarıklığı biçiminde, fakat mühim olan dersleri en az onun şımarıklığı kadar biliyor musunuz? Onun komutan, askerleri öyle söylüyor, biz de size söylüyoruz. Öyle yapmacık olun da demiyorum ama kesin bizim de tempoya ihtiyacımız var.
Bunun gibi düşünceler bir çırpıda sökün edebilir bizde. Kapsamlı olarak bütün anlamını da ve-rebiliriz. Özellikle geçirdiğimiz günlerin doğru anlaşılmasına büyük değer verdim. Gördüğünüz gibi, aslında bu son yıla büyük bir tempoyla getirildi. Bu son tempoyu değerlendirmelerde okuyabilirsiniz. Son yıl temposunu da mutlaka incelemelisiniz. Boşa gitmemeli ve en önemlisi de bu son günlerin tem-posudur. Dünya bile bizi öğrenmeye çalıştı, temel merkezler bizden mesaj almaya önem verdiler. İlgiyle dinleyebiliyorlar, tartışabiliyorlar. En önemlisi de, belki basına yansımıyor ama, en temel merkezler değerlendirme yapıyor.
Savaş hamlemizin onuncu yılını yaşıyoruz ama, bir anlamda on beş yıl sayılabilir veya öncesi de var. Fakat en çarpıcı on yılını öyle geçirdik. Çıkaracağımız en önemli sonuç; iyi bir zafer kadrosu nasıl olunur? Başta ordumuz ARGK olmak üzere, diğer siyasi cephe militanı haline nasıl gelinebilir? Güvenmelisiniz kendinize, çünkü yol-yöntem belirlenmiş, hazırlıklar ve olanaklar seferber edilmiştir. Tahmin ediyorum ki, eski bir duygu durumunuz var. Çünkü eskiden size hiçbir şeyi kazanabileceğinizi söylettirmemişler. Ata kültürü, TC kültürü “sen silik bir adamsın, sana verilen sınırlı şeylerle oyalan, oldukça demagog ol, münafık gibi yaşa bu en iyisidir, geçer yoldur” denilmiştir. Düşmanla, ona karşı savaşan arasında bocalayan, iki tarafı da az-çok yaşayan tip de budur. Sonuç; bilinen her türlü baskı-ya, sömürüye boyun eğen kitle veya sözüm ona neyin adına konuştuğu belli olmayan sahte partiler, sahte solcular sahte aydınlardır. Bunlar sağlıklı değil. Saflarımızda da sahte bir sürü geri devrimci var. Nihayetinde dürüst, ama kişiliği ve pratiği tanınmaz haldedir. Ben bile kendimi sahte bir konumdan çıkarmak için günlük olarak işletiyorum.
Bir münafık olmamak, bir demagog olmamak için, sözümle pratiğimin az-çok at başı gitmesi için, kendime müthiş yükleniyorum. Kendimi kolay beğenmem veya olmamış şeye, başarmadığım şeye de başardım diyemem. Kolay kolay beğenmem, fakat başarmak için de oldukça iddialı olmayı esas alan bir konumda seyrediyorum. Anlayamadığım şey şu; bunları çok çarpıcı gösteriyorum da, sizin seviyenizin kaldıramaması mı desem, veya şekillenmişsiniz, o şekillenmenin kemikleşmesi mi desem, düşman cephesindeki kadar etkilenmiyorsunuz. Zor etkileniyorsunuz, zor dönüşüyorsunuz, zor şekilleniyorsunuz ve bu da tempoya gelmemedir. Tempoya gelemedin mi, düşman arkadan yetişir ve vurur.
Şimdi zafer sağlanma zamanıdır. Tempoya ulaşmak zorundayız. Gerçek bir savaşa girmişiz, bunun savaş olduğunu herkes söylüyor. O zaman savaş kanunlarını işletmeliyiz. Çoluk-çocuk işi değil, bir halkın savaşımı içine girdik. Savaş var, demagojiyi bırak, savaş yasalarına biraz nüfus et! Bu, en temel okulumuzu bile kendi haline bıraksak, bir hafta sonra demagojiye boğulur. Önemli oranda düşmanın şu veya bu yıllarda etkilediği kişilikler, kendini birden açığa çıkarıyor. Büyük komuta üslubu, büyük bir siyasi üslup, büyük eğitim, büyük dönüşüm gereği hiç birisinin aklına gelmiyor. Benden yüz de yüz alıyor, bir hırsız gibi çalıyor ve bunu saptırmaya çalışıyor. Seçkin bir komuta gücü böyle olabilir mi? Bu kadar demagojiye kendini batıran bir kişilik, bu kadar olayları, olguları, ilişkileri çözemeyen ve hatta saptırmaya çok müsait bir kişilik düşündürtmez olur mu?
Maalesef bu arkadaşların belki de yüzde doksanı böyle. Askerleşmemişler, dört dörtlük gerillacılık yaptığını sananlar az değil. Düşünemiyor ki, bu kadar yoğunlaşıyor, hâlâ kendini iyi bir asker yeri-ne koyamıyor. Halbuki savaşımı da bu sınıra getirmek yüzde doksan dokuz benim çabalarımın sonucudur. Tek bir kuşun çıkartmaktan tutalım en güncel taktikleri belirlemeye kadar, hepsi hemen hemen bizden kaynağını bulur. Ama halen kendimi arkadaşların sandığı gibi asker sayamıyorum. Halen yapılması gereken çok şey var diye düşünüyorum. Bu kadar alçakgönüllüyüz ama, bu kadar da iddialıyız. Siyasi konularda da, edebi konularda da öyleyiz. Bütün bunlar önemlidir.
Bir de zamanımız çok önemli. Zaman deyip geçmeyelim. Çünkü zamanı doğru değerlendiremez-sek, kaybetmek işten bile değildir. Mesela bize biçilen hüküm bir aydır diyelim. Biz ilk ayda kazanamadık mı, ikinci ayda bizi vururlar. O açıdan tempo çok önemli. Tempo nedir? Eğer ikinci ayda vurulacağını biliyorsan, birinci ayda kesin kazanmayı bilmektir. Tabii siz bu formülün farkında mısınız? Bana neden bu tempo hakim? Çünkü biliyorum ki, zaman benim dilediğim gibi bana sunulmaz. Aylar, yıllar keyfimce yaşanmaz. Birileri engel olacak ve belki de beni boğacak veya o yıl boğma planıdır. O zaman ben, yaşadığım günleri bir ayı bir güne, bir yılı bir aya sığdırarak kapasitelendireceğim ve böylece düşman planını boşa çıkaracağım.
Ben hızlı düşünüyorum. Bir dostumuz “hızlı düşünen, hızlı yapan veya dünü düşünürken ya-pan” diyordu. Kendisi bir bilim adamıdır. Doğru bir tespit bu! Düşünürken yapan, yaparken düşünen! Öyle tahmin ediyorum ki, siz düşünceyle yapma arasında belki de fersah fersah zaman ve mekan farkı yaratıyorsunuz. Yani pratik-teorik farkı olan bir konumdasınız. Benim için dakikası dakikasına olmak önemli. Telsizde konuşurum, bana ufak bir bilgi verir, anında ona nasıl karşılık verileceğini bilirim. Belki de yarım saniyede cevap veririm. Düşüncem o kadar hızlı çalışır. Belki sizin düşünceniz hiç bunu almaz bile. Düşünmeyi bilmemek veya düşünürken pratiğini aylarca sonra akla getirmek kaybettirir. Bu yüzden tempo tutturulamaz.
Hızlı düşünmek neden gerekli? Hızlı düşünmek için nasıl olacaksın? Komutan biraz öyle olmak zorunda. Benim gibi yapın demiyorum ama yine de düşmanın size ulaşamayacağı bir hızınız olmalı. Bunlar gerekli. Savaş günlerini yaşıyoruz her cephede ve siz de bu işin içine girmişsiniz. Ben de mutlaka size karşı sorumluluklarımı yerine getirmek zorundayım. Getiremezsek olmaz. Amacınız çok kapsamlı ve yürüdüğünüz yol da tehlikelerle dolu. Çok ciddi olacağız. Korkmayalım, paniklemeyelim ama, keyfimizce de yürüyemeyeceğimizi bilelim. Disiplin bundan doğar. Yolda nasıl tedbirli, sağlıklı yürüyeceksin. Disiplin, tarz, tempo, yine bağlı olduğun amaç karşısındaki düşman nedeniyledir.
Bugünleri anlamak, şehitleri anmak, bir şeyler duymak ancak bu çerçevede geçekçi ve yararlı olabilir. Ve ben de böylece sizi değerlendirmiş oluyorum. En iyi düşünceyi, en iyi yaşam biçimini bir çırpıda vermeye çalışıyorum. Yine de benden isteyebilirsiniz. Halkın da, partinin de, savaşa ilişkin hemen hemen tüm taleplerine anı anına cevap veririm. Kendimi biraz bu konuda ayakta tutuyorum. Hiç olmazsa savaşma konusunda başarma konusunda istemesini bilin, biz vermeye hazırız. Verdik de birçok şeyi.
Sanıyorum bugünler sizin için de son derece çarpıcı oldu. Olağanüstü çarpıcı ve dönüştürücü günler. Kendi açımdan fazla boşa geçirmiyorum bu günleri. Tam istediğimiz gibi olmasa da, boş geçen günler değil. Sanırım ilginç gelişmeler oluyor. Yine gerillayı geliştirmek çok önemli ve belirleyicidir, Türkiye’nin problemini derinleştirmek çok önemlidir. Sosyal-demokrat çıkmazı derinleşiyor, DYP parçalanıyor, hepsinde bir alt-üst oluş yaşanıyor. Faşizm mi başa gelir, bizim dayattığımız büyük demokratik hamle mi başarıya ulaşır, onu önümüzdeki dönemlerde göreceğiz. Bunlar çok önemli ve sürecin baştan sona inisiyatifimiz altında yönlendirildiğinin farkındayız.
Özel savaş zaten baştan beri kanun dinlemedi. Bir adam diyordu ki, “biz yüklendik, vurduk, faili meçhul cinayetleri devlete, parlamentoya gerek görmeden vurduk” diyor. Yıllardır bu klik işlerini kendi başlarına, kanun dışı yürütüyorlar. Ve şu anda meşrulaşmak isteyeceklerdir. Yapmamız gereken işler tarihi önemdedir, Türkiye içinde de tarihi önemdedir. Maalesef Türkiye’nin sözüm ona işçi temsilcileri, solu gaflet içinde, hatta delalet içinde.
Mühim olan, size ilgi duyanları ülkesine bağlayabilirsiniz. Çünkü Ermeniler de kırk yıldır, yüz yıldır koparılmışlardır, halen kendi ulusal bilinçlerini paylaşırlar. Yahudiler iki bin yıldır kopmuşlardır, nereden koptukları da hiç belli değildir ama ona rağmen bir Yahudi bilinci taşırlar. Dolayısıyla sizin gözünüzü korkutmamalı. Temel insani, ulusal, sınıfsal yönü de vardır. Değerler temelinde kesin güçlü bir topluluk oluşturabilirsiniz. Hem teorik olarak, hem birçok örnekte olduğu gibi pratikte bu mümkündür. Başarmaya çalışacaksınız.
Grubunuz çok şey gördü; tarihin gelişimini bizzat gözleriyle gördü, bunu parti içinde gördü, halkta gördü. Bol doküman da aldınız, büyük bir silahtır, kullanacaksınız. Birçok demeç verdik, çözümleme yaptık, zaten kitap da veriyoruz, bu büyük silahı kullanıp başarmamanız düşünülemez. Sizin için çalışmalarımız tamamlanmıştır ve amacına da ulaşmıştır. Son sözlerinizi de anlamlı geliştirmiş bulunuyorsunuz. Küçük, kapsamlı bir çalışmadır ama oraya dayanarak ülkeye yansıtacaksınız. Tanıdık çevrenizi telefon, mektup gibi değişik yöntemlerle kazanacaksınız. Yeni her ilişkiyi, bir siyasi yurtseverlik ilişkisi diye değerlendirmeye tabi tutacaksınız, nerede akraba var, nerede etkileyebileceğiniz insan varsa ve hatta zincirlemesine onları da gerektiğinde harekete geçireceksiniz. Bir önder gibi olacaksınız.
Bütün bunları yaptığınızda oradaki dört beş bin kitle, on binlerce kitleye de ulaşma şansınız vardır. Zorlayın kendinizi, herkese söylediğim gibi başarırsınız. Başarmak için bundan sonrasını kendinize yakıştırın, anlamlı günleri kendinize yakıştırın, attığınız her adım bize layık adımlar olmalı, umutlu olun.
Ben de yıllarca tek başınaydım, kimsem yoktu. Şimdi büyük yürütüyoruz, büyük başarıyoruz. Bu anlamda hiçbir sıkıntımız yok, ama hâlâ daha işin başlangıcında olduğumuzu söylüyoruz. Bu sizin için de bir ilham kaynağıdır. Oradaki kitle bitti mi, ülke kitlesine, hatta insanlığa bile açılmasını bilen bir hareketiz. Bu kadar içeriği zengin bir hareket boş duramaz ve her yerde mutlaka bir şeyler yapar, başarır. Sizin de ülkeye bu anlamlı gidişiniz, halka kavuşmanız, bizim için de iyi olmuştur, yapılan hizmet amacına ulaşmıştır, selamlıyoruz.
Daha sonra sizlerle de bu platformu geliştiririz. Siz arkadaşlar için başlangıçta söylediğimiz gibi, görüyorsunuz ki gelişme mümkündür, gelişmede sınır tanımamak gerekir. Sizde büyük tutuculuk görüyoruz. Bu tutuculuğu son günlerde adamakıllı darbeledik. Ben de kendimi on beş yaşındaki delikanlı gibi ele alıyorum, öyle başlatıyorum her günü. Hem heyecanlıyım, hem duyguluyum, hem başlangıçta gibiyim. Ulusal kadro olabilmek, insani özlemlerle dolup taşmak kötü bir şey değil. Kendinizi olmuş-bitmiş, köhnemiş feodal konumlarda görmeye veya kendini abartmaya hiç gerek yok.
Gördüğünüz gibi, bizde sizin gibiyiz; ama çalışıyoruz, düşünüyoruz, tartışıyoruz ve yaşıyoruz da. Hem de çok işi başararak yaşıyoruz. Bugünlerin anısına, bu on yılın bu kadar şahadetine, halkımızın böylesi duyarlılığına, dostların ilgisine verebileceğimiz en iyi karşılık; başaran PKK kadrosu ola-bilmektir. Bunun şansı çok iyi önünüze serilmiştir, imkân ve olanakları çok verilmiştir. Mutlaka değerlendireceksiniz, başka çareniz yok. Bu parti içinde başka türlü yaşanmaz. Olgun olacaksınız, kesin başarı çizgisinde yürüyeceksiniz, o zaman saygıyı bulabilirsiniz. Aksi halde, aldatarak, sahte tutum göstererek, ne genelde, ne de parti içinde yaşam imkânı vardır.
Görüyorsunuz, biz eskiden sizden daha zavallı durumdaydık. Ama insanca çalıştık, ilgili ve alçakgönüllüyüz. Öğretiyoruz, alıyoruz ve bu bir yöntem olmuştur. Etle-tırnak gibi ayrılmaz biçimde yaşamımız haline gelmiştir ve başarıyoruz. Niye bunu esas almayacaksınız? Niye iki de bir bencillik, kokuşmuş düzen kalıpları, kokuşmuş feodal kalıpları içinde olacaksınız? Hiç gerek yok! Bundan sonrası öğrenmedir ve öğretiyoruz da. Alçakgönüllü olun, biraz kulağınızı açın. Şehitlerin büyük anıları var; mutlaka hepsini yürekten yaşamaya çalışın, fethetmeyeceğiniz bir enginlik yoktur.
Parti Önderliği
18 Ağustos 1994
- Ayrıntılar
15 Ağustos Atılımı ile başlayan ve 1.yıldönümüne dek uzanan süreç içinde Partimizin doğru devrimci siyaseti, parlak bir şekilde bir kez daha doğrulanmıştır. Evet, bir çokları sayısız defa doğruluğu pratikte kanıtlanmış olan Parti çizgimizin başarısızlığı için çok şey yaptılar. Çeşitli güçler ulusal ve uluslararası alanda görülmedik ölçülerde bir teşhir ve tecrit faaliyeti yürüttüler. Ama bütün bunlar sahiplerinin suçüstü yakalanmalarından başka biri sonuç yaratamadı. Devrimimiz tüm engelleri aşarak gelişiyor ve şunu kesin biçimde doğruluyor, eğer bir siyaset doğruysa, yetersiz bir uygulaması bile büyük gelişmeler ortaya çıkarabilir. Yine eğer bir siyaset doğru ve buna uygun bir uygulamaya kavuşmuş ise, engeller ne denli çok olursa olsun, zafer yolunda yürüyebilir. 15 Ağustos ve sonrası atılımı, bunu parlak bir biçimde doğrulamıştır.
15 Ağustos Atılımı, salt içinde gerçekleştiği koşulların amansız’lığı, karşılaşılan engeller ve zorluklar ile taşınan yetmezlik ve olumsuzluklar dikkate alındığında bile, gerçekte mucizevi bir harekettir. Evet, devrimin bilimine sıkı sıkıya bağlı olanlar için, işin mucizeyle ilişkisi yoktur. Ama Kürdistan koşullarında devrimimize ve hatta varlığımıza biçilen kefeni yırtarak, böylesine bir devrimci çıkışı yapmak da, her gücün harcı değildir. Nitekim teslimiyetçi, küçük burjuvalarımız buna bir türlü inanmak ve sinelerine oturtmak istemediler ve damgayı bastılar "Ömürleri bir kaç günlüktür, bir kaç aylıktır". Bu ya içinde bir bit yeniği olan ne idüğü belirsizlerin, boşu boşuna övdüğü maceraperest ve de provakatif bir harekettir, ya da mucizedir. Hayır, devrimci gerçeklikte mucizelere yer yoktur. Aynı şekilde bu kadar korkusuzca ve kahramanca, muazzam güç dengesizliği içinde düşmana karşı yürümenin, maceracılıkla, provakasyonlukla da ilişkisi olamaz. Düşmanın itiraflarından bunu anlamak zor değildir. O halde kabul edilmelidir ki, olan şey Parti siyasetimizin en çarpıcı bir şekilde doğrulanmasıdır. Üstelik her türlü kuşatmaya, provakasyona ve düşmanın sınırsız tasfiye girişimlerine rağmen bu böyle olmuştur.
Evet, 15 Ağustos Atılımı Kürdistan'da uygulanacak doğru devrimci siyasetin ne olması gerektiğini bir kez daha ortaya koymuştur. Geçmişte ve günümüzde Kürdistan'da bir çok defalar direnmeye teşebbüs edildi, ancak bunların hemen hepsinde de yenilgi yaşamaktan ve ezilmekten kurtulunamadı. Bu şüphesiz ki, uygulanan siyasetle yakından bağlantılı bir olaydır. Geçmişte aşiretçi feodal önderliğin, sınıfsal ve ideolojik politik konumu, yenilginin en temel nedeni olarak karşımıza çıkarken, yakın geçmişte de, özellikle ulusal ve toplumsal gerçeklerimizi red, ya da ince bir tarzda, inkâr temelinde yola çıkan ve ister bilinçli, ister bilinçsiz olsun, böylesi bir konum içinde bulunanların Kürdistan'da giderek gelişen bir direnmeyi gerçekleştiremeyecekleri ortaya çıkmıştır.
Özellikle, Kürdistan'ın coğrafya ve insan yapısının, silahlı mücadele için çok elverişli olmasını göz önüne alarak, Türkiyeli birçok direniş önderi de, 1970'lerde bu alanda mücadeleyi geliştirmek istemiştir. Ancak sosyal şoven düşünce tarzı ve ulusal gerçekliğimizi hesaba katmayan ve sınıfsal tahlile dayanmayan bu anlayışlarla, salt gerilla mücadelesini doğru kurallar temelinde uygulamayı gözeten bu çıkışlar, sınırlı bazı gelişmeler sağlamış olsalar da, ulusal bir direnişi tutuşturamayacaklarını ve olsa da sürekli kılamayacaklarını ortaya koymuşlardır. Gerek Sinanlar'ın Nurhak'taki, gerekse İbrahim Kaypakkaya'nın Dersim ve diğer alanlarda gerçekleştirmek istedikleri direnişleri, onca soylu çaba ve yüceltemeye layık fedakârlığa ve cesarete rağmen, doğru bir ideolojik politik ulusal temele dayanmadığı ve buna bağlı olarak, doğru sınıfsal tespitlere ulaşılamadığı için, gerillacılık ve silahlı mücadele doğru ele alınmış olsa bile, yenilgiye uğramaktan kurtulamamıştır. Bu yalnızca teknik nedenlere objektif koşullara bağlanamaz, aksine altında siyasi bir hata yatmaktadır. Bir ulusal ve toplumsal gerçekliği, doğru bir tarzda ve yerli yerine oturtamama durumu vardır ve yenilgi esas olarak burada aranmalıdır.
Buna karşılık PKK, Kürdistan'da silahlı mücadeleyi esas alır ve geliştirirken, bunun her şeyden önce ulusal gerçekler ve doğru bir sınıfsal tahlil temelinde ele alınması, Parti siyasetinin bunu esas alması, Türkiye'nin farklı sosyoekonomik ve ulusal koşullarıyla, Kürdistan'ın koşullarının birbirinden ayırt edilmesi ve Kürdistan'ın diğer parçalarıyla Kuzey Batı parçasının aralarındaki farkın göz önüne getirilerek bir mücadele hattı oluşturulması gerektiğini ilan etmiş ve pratiğini bu doğrultuda geliştirmiştir. Böylesine sağlam bir ideolojik politik temele dayandığından yetersizliklerine, özellikle de silahlı mücadele konusunda deneyimsiz olmasına rağmen, giderek gelişmeleri hızlandırmayı bilmiştir. Bizde Partimizin güçlü bir ideolojik, politik etkinliği olduğundan çokça söz edilir. Bu etkinlik onun doğru olmasından kaynaklanmaktadır. Gerçeklerimizin doğru dile getirilmesi pratikteki gücünün de esas nedenidir.
Yine çokça söylenen bir şey, silahlı mücadelede birçok hatalar yapmamıza rağmen yine de gelişmelerin durdurulamadığıdır. Evet, bunca hataya rağmen, çizgi doğru olduğu için, yetersiz uygulamaların bile objektif olarak birçok gelişmeyi doğurması kaçınılmazdır. Yeterli bir uygulanmasının, Kürdistan'da gerçekten güçlü devrimci atılımların gelişmesini doğuracağı, hiçbir engelin, objektif koşulun bunu engelleyemeyeceği, daha şimdiden ispatlanmıştır. Artık kabul edilmesi gereken gerçeklik, Kürdistan'da silahlı direnişin zaferinin gerçekleşeceği ve ancak bunun Ulusal Kurtuluş Siyaseti temelinde gelişeceğidir.
Sosyal şovenizm kokan, işbirlikçi reformizmin, bunu geliştirme gücü yoktur. Çünkü ulusal direnişçi bir kurtuluş siyasetine sahip değildir. Kısacası, onlara az imkâna, kısa bir tecrübeye sahip oldukları için değil, doğru bir siyasete sahip olmadıkları için, bugün Kürdistan'da gelişememektedirler. Eğer üzerindeki bunca baskıya, imhaya, teşhir ve tecrite rağmen, Partimizin bugün milyonlara mal olan mücadelesinden bahsediyorsak, bu her şeyden önce siyasetinin doğruluğundan kaynaklanmaktadır. Bu siyasetin içinde yer almak, onu geliştirmek, ondan sonraki gelişmelerin de temel nedeni olarak bağlı kalınması gereken, doğru bir devrimci tutum, bir politik tavır alıştır. Bu gerçeğin bundan sonra fazla zorlanmaması, kabul edilmesi zorunludur. Eğer başta cephe olmak üzere, çeşitli ittifaklara güç kazandırmak, bunu Türkiye halkının direnişiyle bütünleştirmek istiyorsak, her şeyden önce bu gerçeklik temelinde hareket etmek, bunu çeşitli demagojik yöntemler ve ezeli bir hastalık olan, sosyal şovenizmle bulandırmamak, örtbas etmemek gerekmektedir. Aynı şekilde, onu ulusal gerçeklerimize uygun olmayan ve onun gelişimine karşılık vermeyen taktiklerle savsaklamamalıdır. Kürdistan'da ulusal direnişin en önemli biçimi olan silahlı mücadeleyi esas almayan ve onu özgül koşullara uygulamayan hiçbir taktiğin gelişme şansı yoktur. Çeşitli güçlerin, onca maddi imkânlarına ve tecrübelerine rağmen güç toparlayamamaları ve aralarındaki sayısız ittifaka rağmen, iş yapamamalarının nedeni budur.
Devrimci siyaset ve taktik, gelişmenin kaçınılmaz şarttır. Ve bu gerçek 15 Ağustos eylemliliği ile bir kez daha kanıtlanmıştır. Çizgimizi bir kez daha doğrulaması yanında 15 Ağustos Devrimci Atılımı, halkımızın yenilmezliğini ve kahramanlığını, Partimizin yüce fedakârlık ve cesaret ruhunu, Hareketimizin bu atılım boyunca, kutsal topraklarımıza verdiği yüze yakın değerli evladıyla, en yüksek düzeyde bir kez daha kanıtlamıştır.
Evet, çok kan dökülmüş, büyük acılar çekilmiş, yüksek cesaret ve fedakârlıklar gösterilmiştir. Kaldı ki bundan sonra da hem sorunlar ve hem de kayıplar olacak ve hatta daha da artacaktır. Ama gelişmelerin yönünün artık ortaya çıkarıldığı ve savaş deneyiminin tüm gerçekleri ile kitlelere tattırıldığı günümüz ortamında, bunlar devrimci mücadelenin uğrak noktalarında ödenmesi gereken zorunlu karşılıklardır. Eğer bütün bunlar yeterli ve doğru uygulama temelinde olur, taktik dışı değil, kurallar dâhilinde ortaya çıkarsa, bizim için kayıp olmaktan çıkar ve hatta giderek kazanca dönüşür. Mücadelenin bundan başka büyüme formülü yoktur ve bu bizim temel güç kaynağımızdır.
Hareketimiz önündeki en önemli mesele, şimdi 15 Ağustos Atılımının geleceğe taşırılması sorunudur. Hemen belirtmek gerekir ki, tarihimiz gerçek bir yenilenme şansına ilk defa kavuşmuştur. O nedenle de başta Parti Önderliği olmak üzere, onun sorumlu, fedakâr ve cesur militanları yakaladıkları halkaya yeni halkalar eklemek, kazandıkları mevzilere yeni mevziler katmak ve bunu da gerekirse kan dökerek, o soylu emek karşılığında elde etmekten çekinmeden gerçekleştirmek, kısacası yaşamlarını sözlerinin eri olarak yaşamak, bunun için de hayatlarını ortaya koymak zorundadırlar.
Temmuz ayı, tarihimizin en soylu direnişinin yükseltildiği aydır. Halkımızın büyük direniş değerleri, Hayriler ve Kemaller'in tarihimizi yeniden diriltmek için başlattıkları o büyük direniş, üzerinden fazla bir zaman geçmeden onlara layık olmanın ve anılarına bağlılığın bir gereği olarak, bize dayattıkları görevlerin üzerine kısmen de olsa yürünmüştür. Şüphesiz ki, yükselttiğimiz direniş o büyük direnişlere verilen mütevazı bir karşılıktır, ama biraz gecikmeli de olsa, anılara bağlı kalındığı ve gereğinin yapılmaya çalışıldığı ortaya konulmuştur. Direniş şehitlerimizin anılarının gereklerini yerine getirebilmek konusunda hiçbir şeyden sakınılmaz ve bu anılara, ancak yeteneklerin korkunç biçimde ayaklandırılması ile karşılık verilebilir.
Biz ilk ve büyük şehitlerimizden olan Haki yoldaşı kaybettiğimizde bunu bir ulusal direniş ve zafer garantisi yapacağımıza dair, halkımıza ve tüm devrimcilere söz verdik. Gelişmelerin ortaya koyduğu gibi, sözü yerine getirmek için hiçbir şeyden kaçınmadık ve gereken sonuçları da bir bir aldık ve almaya devam ediyoruz. Bugün de 15 Ağustos Atılımının 1. yılında toprağa verdiğimiz yüze yakın militanımız için, aynı şeyi söylüyoruz ve aynı ruhla hareket ediyoruz. Onları daha şimdiden yaşamın kaynakları haline getirdik. Tarih, Kürdistan'da, artık bu direniş abidelerinin omuzlarında yükselecek ve hiçbir bozguncu ve inkârcı çabanın gücü, bu gerçeği değiştirmeye yetmeyecektir.
Direnişin gönderinde şerefle dalgalanan bu kahramanlarımızın, bu mertebeye nasıl, hangi koşullarda, ne biçim ihanetlere karşı, nasıl bir savaş vererek ulaştıklarını, burada bütünüyle ortaya koymaya olanak yoktur. Her birinin hikâyesi uzun bir romana konu olacak kadar detaylıdır. Devrimci tarih ve edebiyatımız, gelecekte bunları bir, bir gerçek yerlerine koyacaktır. Ama biz, bir başka açıdan ve daha şimdiden şunu rahatlıkla söyle biliriz ki, tek tek bireylerin toprağa düştüğünü bile, tarihsel büyük direnişler başlatmanın gerekçesi yapan bir hareket, yüzlerin anısını, bu barbar düşmana karşı korkunç bir patlamaya dönüştürmesini bilecektir. Düşmanın hiçbir çabası, sonucun böyle gerçekleşmesini önleyemeyecektir ve eğer yaşayan devrimciler, şehitlerimizin anılarının yaman bir takipçisi olurlarsa, Hakiler, Haliller, Kemaller ve Hayriler için gecikmeli de olsa, yerine getirilenleri yeni dönem şehitlerimizin anıları karşısında, daha kapsamlı, daha derin ve daha erkenden yerine getirmek hiç de zor olmayacaktır.
Şehitlerimiz için artık gözyaşı dökülmesini kabul edebilir veya buna müsaade edebilir miyiz? Bu olsa olsa "Yurtseverdiler, yiğittiler, ama boş bir dava uğruna ölüme gönderildiler" diyen, sapık reformist güruhun mantığının bir ürünü olabilir. Bizim direniş geleneğimizde, şehitlerin anısına bağlılığın, mücadeleyi daha da yenilmez kılmak ve zafer için daha büyük direnişleri başlatmak anlamına geldiği, bunu içermeyen ve sadece gözyaşları ile yetinen bir durumun ise, bir sefillik, bu alçaklara has bir şey olarak değerlendirildiği bilinmektedir.
Faşist cunta ve ordusunun görülmemiş boyutlardaki saldırılarına karşı, atomlarına dek parçalanmış halk gerçekliğimiz içinde ortaya çıkan 15 Ağustos Direniş Şehitlerinin tarihimizdeki yeri, elbette ki çok seçkin ve anlamlıdır. Altında 15 Ağustos şehitlerinin imzası olan dönemi, anlamlı ve tarihsel kılan şey, şehitlerimizin kanı pahasına yükselttikleri direnişlerin, TC tarihinin en uzun ömürlü askeri yönetimi altında, öncüyü imha için uygulanan, görülmemiş baskı ortamında, tarihimizi bağımsız temellerde yeniden diriltmek, çağla köprüsünü kurmak, öncünün bilinçli, silahlı direnişi ile halkımızın örgütsüz kin ve öfkesini birleştirerek, tarihimizin bu evresini şanlı kılmak yolunda kazandırdıklarıdır. 15 Ağustos Atılımının şehitleri, işte böyle bir evreyi gerçekleştiren büyük kahramanlar olarak, tarihimiz ve belleklerimizde yer edecek, ölümsüz değerlerimiz olarak kalacaklardır.
Onlar şehitler zincirinde, Diyarbakır zindan şehitlerinden sonra, yeni bir doruk noktasını teşkil etmektedirler. Hem Diyarbakır direnişine layık olmanın, hem de yeni bir direniş yaratmanın ifadesidirler. Hiçbir güç onların bu konumunu değiştiremeyecektir. Onlar tarihtir ve halkımızın temel alacağı biricik değerlerdir.
Evet, Mazlum yoldaşın şahadeti ile bizi her şeyden vazgeçirtecek bir korku ile zafer yolundan alıkonulmak istendik. Ama o ölüme meydan okuyarak, tüm halkımıza nasıl, nerede ve niçin kan verilmesi gerektiğini gösterdi. 15 Ağustos Atılımının şehitleri, bu yolda yürümesini bilenlerin topluluğu olduğunu kanıtlamıştır.
Onlar 1980 sonrası dönem ile yeni dönem arasındaki en sağlam köprü oldular. Yeni döneme, onların halkımız ile çağdaş dünya arasında oluşturdukları bu köprüden varılacaktır. Onların direniş ve şahadetlerinin anlamının büyüklüğü, yarattıkları bu tarihsel sonuçlar nedeniyledir.
Şehitlerimiz kendi yaşamlarını sonsuzlaştırırken, önümüze koydukları dönülmez yol ve milyonlara dayattıkları direnişle, biz geride kalanlara daha büyük direnmelerin, nasıl ve hangi alanlarda yükseltilebileceğini adeta emrediyorlar. Zaman geçirilmeden gerçekleştirilmesi gereken bu görevlere nasıl koşulması gerektiği açık. Devrimci teori ile bu gerçeklik yeteri kadar aydınlatılmış, çok rahat kavranabilecek bir olguya dönüştürülmüştür. İnsanlarımız her zamankinden daha fazla bu yolda yürümeye ve anılara bağlılığın bir gereği olarak her alanda ordulaşmaya daha yatkındırlar. Nelere, nasıl bağlı olacaklarını ve nasıl yürüyeceklerini her zamankinden daha fazla öğreniyorlar ve biliyorlar. Zamanı gelmemiştir denilen olgunun, nasıl zamanın kendisi haline getirildiği, yine aceleye getiriliyor denilen şeyin, nasıl yetişmek için saniyenin bile kaybedilmemesi gereken bir olgu olduğu, artık herkesin görüp duyabileceği bir gerçek haline gelmiştir. Fakat zamanın ve fırsatların en anlamlı bir direnişle bütünleştirilmesi ve öz çıkarlar temelinde dönüştürülmesi, ancak büyük devrimcilerin harcı olan eylemlerle gerçekleştirilebilmiştir.
Direniş şehitlerine bağlılığımız büyüktür. Evet, her birisine ancak birer zafer abidesi dikilerek layık olunabilir. Fakat bunları bir söz olmaktan çıkarmak ve her gün adım adım pratikte gerçekleştirilen devrimci kazanımlara dönüştürebilmek ve bunun en doğru savaş yöntemleri ile gerçekleştirilmesini sağlamak için, omuzlarımıza yüklenmiş yoğun görevler vardır. Bu görevleri yerine getirmenin şartı ise, 15 Ağustos Atılımını aşan bir yeni atılımın koşullarını ve onu bizzat halkın savaşım gücüne dönüştüren bir eylem yaratmaktır. Var olan temel, bizi bu konumda son derece cesur kılmıştır. Geçmişte olduğu gibi, günümüzde de öncü bu cesareti gereken atılımları yaratarak anlamlandırmalı, somut bir gerçekliğe dönüştürmeli ve asla gerisinde kalmamalıdır. Geçmişte bu çok yüksek boyutlarda yaratıldı. Geçmişin bu konuda örnek alınması ve yaratıcı bir şekilde kavranması gerekmektedir. Şüphesiz ki yapılması gereken, bu geçmişin tekrarı değil, yaratıcı bir tarzda kavranması ve güçlü yeni hamlelerin gerçekleştirilmesidir. Parti militanlarının büyümesi ve hedeflerine ulaşması artık buna bağlıdır.
Partimiz ve yurtsever halkımız da ödünsüz, başı dik ve göğsü onurla kabarmış bir yaşam, o yılmaz, sarsılmaz denen barbarlar sürüsünü dizginlemek, daha onurlu nefes alıp vermek ve buradan giderek makûs talihini yenmek için her zamankinden daha fazla bağlılık ve kararlılıkla adımlarını pekiştirmekten ve dökülen bunca kan ile çekilen bunca acıya kendi direnişimizle karşılık vermekten başka hiçbir yolumuz olmadığını bilmeli, kabul etmelidir.
15 Ağustos Atılımının 1. yılını geride bırakırken, kendimizi bu gerçeklerin derin bilinciyle gözden geçiriyor, çok daha üst düzeyde bir atılımı, hem de en kısa zamanda, tüm Kürdistan sathında, milyonlarımızın yüreği ve ellerinde nasıl tutuşturacağımızın derin hesabı, uyanıklığı ve ustalığı içinde bulunmaya söz veriyor, Partimizin tüm cesur ve fedakâr militanları ile, büyük dostumuz olan halkımızı, bağlılığını bir kez daha göstermeye, yeni hamlelerimizin büyük gücü olmaya çağırıyoruz.
Yaşasın Şanlı 15 Ağustos Eylemi!
15 Ağustos Atılımını Gerçekleştirenlerin Anısı Ölümsüzdür ve O Anılarda Zafer Her Zamankinden Daha Yakındır!
PARTİ ÖNDERLİĞİ
Ağustos 1985
- Ayrıntılar