“Nasıl yaşamalı’dan “nasıl savaşım”a geçişi gerçekleştirdik. Özgürlük bir anlamda bu soruya cevap vermekten geçer. Öyle bir yaşam ki, içinde öz kimliğinle, öz iradenle sana şeref, onur getirebilmek kadar, maddi olarak da varlığını üretebilecek her koşuldan yoksun isen, o zaman bu nasıl bir yaşamdır diye adam akıllı düşüneceksin. Eğer kabul edilemez bir yaşam ise, peki bunu kabul edilebilir bir yaşama dönüştürebilmek için ne yapmak gerekiyor? Hemen işte orada devreye girecek olan nasıl mücadele, nasıl savaş sorusudur.
Bunun için de madem yaşamak istiyorsun, bütün insanlık yeteneklerini inceleyeceksin, kendinde eriteceksin, isyanın haline getireceksin ve böylece çare konusunda adımlar atacaksın. Bunun anlaşılmayacak hiç bir yönü yok. Burada belirleyici olan, kitaplarda savaş üzerine yazılan çok kapsamlı düşüncelerden ziyade, yaşadığın acımasız yaşam koşullarından yola çıkarak kendi yaşamsal sorunlarına cevap aramaktır.
İnsanoğlu teori geliştirir, fakat çoğunlukla bir doğmalar yığını halinde onun kolunu-kanadını bağlar. Öyle anlaşılıyor ki, sizi daha çok yaşadığınız gerçeklik temelinde yaşam sorunuyla karşı karşıya getirmek, kitaplardan daha fazla öğretici olacaktır. Dogmalar bizim toplumumuzda çok etkilidir ve esas görevi de saptırmadır, çarpıtmadır. Alışkanlıklar da aynı rolü oynar.
Burada yapabileceğimiz en önemli çalışma, gerek bu güncel düzenden kaynaklanan dogmalar, gerekse yüzyıllardan gelme dogmaları irade üzerinde etkili olmaktan çıkarmak ve canlı yaşamsal denilen yaşam sorunlarıyla kişiliklerinizi karşı karşıya getirmektir. Başka tür bu kadar yaşamdan uzaklaştırmış birimi, bireyi, onun toplumunu özgür iradeye, yaşama doğru çekmek pek mümkün gözükmüyor. O halde şu anda Kürdistan’da ve bu halk adına içinde adı, ünü, çabaları çok duyulan ve yol açtığı etkilerle, hatta savaş tarzıyla günlük olarak yaşamın ve savaşımın her türünü ortaya çıkarmaya çalışan bireyi tartışmak çok öğretici olacaktır. Yaşam tarzında kendini sorgulayan ve gerekirse en kapsamlı bir savaşa cesaret eden bir birey hiç şüphesiz her kitaptan daha okunmaya değer bir kitaptır. Veya tartışılmaya, sorgulanmaya, hesap sorulmaya, hesap verilmeye değer en canlı kaynaktır.
Yapmanız gereken, özgür bir yaklaşımla olup-biteni anlayabilmektir. Bir şeyi yapabilmek için anlayabilmek şarttır. Bu konuda kendinize verilmiş sözlerinize bağlı olmayı bilmeniz lazım. Hiçbir bireycilik, bencillik bundan daha değerli olamaz. Veya o bireyciliğin bile bir anlam ifade etmesi, bu bireyin değerlendirilmesinden geçer. Oldum olası biz kendimizi müthiş sorguladık ve sorgulamaya dönüştürdük. En büyük tutkularımızdan birisi, insanımızın dilini açmak, soru sordurmak ve ona cevap vermekti. Derler ki; “insan konuşan bir hayvandır” işte bu konuşma yeteneğini kaybedersek, demek ki insan olamayacağız. Ve düşmanın da yaptığı zaten bizi konuşan hayvan olmaktan çıkarıp konuşamaz, yani bayağı hayvan haline getirmekten ibarettir. Öncelikle bunu kırmaya çalıştık.
Büyük konuşma gücünü kazanmak, insan olmadaki ısrarı gösterir.
Papağanlar ancak sahiplerinin öğrettiği bir kaç kelimeyi tekrarlayabilirler. Düşmanın kendisi için öğrettiği kelimeleri biz konuşma olarak değerlendiremiyoruz. İnsan konuşması öz gerçeğini ifade etmeye dayanır. Bunu gerçekleştirmeye çalıştık. Ve bu da çok önemlidir.
Konuşma, savaşın başlangıcıdır. Konuşmasını bilmeyenler savaşmasını da bilmez.
Etkili bir hatip savaşın önemli bir doğurgaç kaynağıdır.
Nerede etkili hatipler varsa, orada kavgalar da vardır.
Suskunluk, dilsizlik ezop dili nerede gelişmişse, orada kavga durmuştur. Basit, düşkün seviyede bir yaşama herkes razı olmuştur. Boşuna Roma’nın etkili hatiplerinden bahsedilmez. Yine İslam’ın çıkış sürecindeki büyük hatiplerinden, hutbelerden boşuna bahsedilmez. Bakın, nerede büyük savaşlar verilmişse, orada çok büyük hatipler öncelleşmiştir, önceliği ifade etmiştir. Dillerine peseng çekilmiş olanların iradeleri de tutsak olmuştur. Dilleri karma karışık olan iradelerini de karmakarışık hale getirmişlerdir. Ve bu kişilerin mensup oldukları toplumlar, savaş gibi bir irade işini geliştiremezler.
Hatırlarımızdadır, biz ilk cümleleri başarılı söylediğimizde, kendi kendimize savaşı kazandık diyorduk. Savaş bizde de ilk önce sağlam kelimeleri söylemekle başladı. Hele kelimelerin bir de güzel anlamı oldu mu, dünyalar bizim olurdu. PKK savaşımı çarpıcı bir kaç sözle başladı. Ve tüm ortamları etkiledi. Günümüze doğru geldiğimizde kelimeler oldukça anlamlı bir savaşa dönüştü. Bu işin bir yönüdür. Başka yönleri de var. Öfkeler savaşı, kinler savaşı, sevgiler savaşı, arzular savaşı, güzellikler savaşı, hepsi kendi kulvarında anlamlıydı ve bizde sürekli gelişim gösterdi.
Hiç şüphesiz sizin halk olarak ve onun öncü gücü olarak en temel sorununuz, bu savaş boyutlarını kendinizde gerçekleştirmektir. Ona kendinizi yatırmayı bilmekten geçiyor. Konuşabilecek misiniz? Neyi, nasıl konuşacaksınız? Sorumluluğuna katlanacak mısınız? Gücünüz var mı? Sorgulamaya var mısınız? Tabii o polisteki kaba Türk sorgusundan bahsetmiyorum. Bu çok aşağılık bir şey sorgulamanın en aşağılık türü ve inkarıdır. İnsanı sorgulamak, eylemini sorgulamak, başarıyı sorgulamak, bundan bahsediyoruz.
Düşman boşuna dili yasaklamamış, yazıyı durdurmamış, hitabı kesmemiştir. Bunu başardı mı hayvandan daha beter bir kalabalık emrine hazır olur. Şaşılası bir şey sizin bu konularda kendinizi bu kadar etkisiz bırakmanızdır. Bu büyük desteğe rağmen, halen kendinizi bu kadar etkisiz bırakmanızı nasıl izah edeceksiniz? Büyük sorun! Bilimler çağı deniliyor, bilgi toplumu deniliyor ve korkunç bir bilinçsizliği bu kadar ısrarla yaşamayı nasıl izah edeceksiniz? Hem de en hayati konulardaki bilimi ihmal ederek yaşamaya nasıl cesaret ediyorsunuz?
Anlamaya çalışıyorum, yıllardır yaşama nasıl güç getirebildiniz? Sizi yaşatan değerler sizde nasıl kabul gördü? Öyle sanıyorum ki burada her şeyi kaybettiniz. Yaşanmayı mümkün kılmayacak değerleri kabul ettiniz. Sizi yaşatabileceğine kendinizi inandırdınız. Hatta hiç sorgulamadınız.
İslam’da haram-helal kavramı var, sanatta güzel-çirkin kavramı var. Bilimde doğru-yanlış kavramı var. Ahlakta iyi-kötü kavramları var. Siz bunların hiç birisini ayırt etme gereğini duymadınız. Ama bunlar çok temel kavramlardır. Ayırt etmediniz mi, insan olma, hele çağdaş toplulukların geldiği düzeyi yakalamak asla mümkün olamaz.
Tabii bilimi öğrenmemek, felsefeyi, hatta dini öğrenmemek de düşman gerçeğiyle bağlantılıdır. Düşmanı böyle acımasız olanın dini, bilimi, felsefesi olamaz. Dinsizdir, felsefesizdir, bilimsizdir. Ve çok açık anlaşılıyor ki, böyle olan bir topluluk da zor iflah olur. Ve bu topluluktan gelen bireyler de zor gelişir. Bu tehlikeyi biliyordum. Dinsiz, imansız olmamak bilimsiz, felsefemiz olmamak için inanılmaz çabalarımı hatırlıyorum. Biraz kavrayabilecek miyim, halen biraz kavradığımda yaşadığım olayları hatırladıkça, hep kenarından bir şeyler aldım diyordum. Hiç bir zaman kendimi ne dinden anlayan, ne felsefeden, ne bilimden anlayan birisi gibi görmedim. Haberim oldu o kadar. Din var, bilim var, felsefe var, bunlardan birazcık haberim oldu. Fakat özüne girişmedim. Bu konuda kendimi kesinlikle ileri düzeyde görmüyorum. Hatta sağlam kavradığımı bile hiç sanmıyorum. Aynı zamanda bu kadar zorda olan birisiyim. Ama sizin üzerinizde koyu bir cehalet var. Ben biraz fark ediyorum, aramızdaki fark da budur.
Siz korkunç bir cehaleti yaşam olarak sinenize oturttunuz. Ve yaşamaya cesaret etmekle büyük günah işlediniz. Hiç olmazsa yaşamı durdursaydınız, kendinizi kandırmasaydınız. Böyle acaba biraz tövbe etmeye, kendini ıslah etmeye niyetiniz var mı? Müslüman müminleri her gün boşuna “tövbe, ya Rabbi bizi affet” demezler. Onun bir nedeni vardır. Çünkü yaşam, giderek bizde affedilmez bir hal almıştır. Ve sembolik olarak ancak Allah’a yalvarışlarla idare edilir. Bir günah işlenmiştir. O, ne günahıdır? İşte bu söylediğim günahlardır. İnsanın mutlak ulaşması gereken din, felsefe, bilim ve onun doğurduğu pratik yaşam imkanlarından uzak olmaktır.
Günah böyle işlendi ve gırtlağımıza kadar bizi kirletti. Bunlar çok açık. Böyle yaşamaya, savaşmaya nasıl cesaret ediyorum? Biraz iddiam olduğu için ediyorum. Aslında bunu sorgulamak gerekiyor. Ben nasıl yaşamaya cesaret ettim? Daha doğrusu, yaşamın sizlerle farkını nasıl cesaretlice kendime biçtim? Ne zaman kritik anları yaşadım veya yaşamla savaş ne kadar iç içeydi bende? Gerçekten yaşayabildim mi, yaşamak için savaşı nasıl düşündüm, göze aldım? Ne zaman, nerede? Ve en önemlisi de, nasıl becerebildim? Ruh, yürek nasıl yeterli oldu? Neyle mümkün oldu? Bunları sorgulamamız gerekir. Sizin de bana biraz yardımınızın olması gerekiyor. Varsa gücünüz, dürüstçe, mümkünse biraz da mertçe, yiğitçe yardımcı olmalısınız.
PKK olayında da gerçekleşen budur. Şimdi dikkat çekici bir noktaya gelmişiz. Savaş sadece ulusal, sınıfsal değil, uluslararası bir boyuta da çıkıyor. Salt ideolojik değil, bütün eylemsel sahaları da kapsıyor. Buna şaşırmıyoruz, ama onun başarıyla yürütülmesi gereken önderlik, komuta sorunları vardır, taktik sorunları vardır. Savaş-yaşam bağlantısını doğru kurma sorunları vardır. Özellikle özel savaşıma karşı, devrimci savaşın yaratıcılığını yakalama sorunları vardır. Düz, kolay, yüzeysel bir mantıkla hiç ele alınamayacağını, yine zavallı, aciz bir iradeyle de sürdürülemeyeceğini anlama gereği vardır.
Bu konuda tutarlı, oldukça anlayış ve ciddiyete ihtiyaç vardır. Mevcut savaş olanakları her zamankinden daha fazla, hem bizi yaşatabilir, hem de istediğimiz kadar onu savaşla geliştirebiliriz. Bizlerin kendi kişiliğimizde size sunmak istediğimiz kabul edilebilir, anlamlı, adına özgür yaşam mı dersiniz, namuslu, onurlu yaşam mı dersiniz, ki mutlaka gereklidir, onun için ne kadar savaş gerekliyse, onun da bütün olanaklarını elinize, yetkinize vermek, bunu görüp değerlendirmek çağrısıdır. Bunun dışında hiç kimse yaşam sahtekarlıklarıyla kendisini aldatmamak kadar, ucuz savaşçılık yöntemleriyle kendi sonunu da getirmesin.
Sonuna kadar yaşamı bütün doğru yönleriyle, özgür ifadeleriyle ve gerçeğiyle kendimize yakıştırmak kadar, onun gerektiği kadar doğru savaşı, ilkede ve tüm araçlarında benimseyelim ki, bunları doğru birbirimizle kaynaştırıp verdiğimizde bu büyük çelişkilerimiz, hepimizi çok sıkan ve neredeyse nefes alamaz duruma getiren boğucu yaşam atmosferinden oldukça yüceltici, soylu, sonuna kadar güzelliklerle dolu yaşama, onun savaşımına ve zaferine geçelim.
Önder APO
28 Şubat 1996
- Ayrıntılar
En büyük devrim, yüzyıllardır bizi geri bırakan ve her tür düşmanlık karşısında sürekli yenilgiye götüren gerçekliklerimize kar-şı yürüttüğümüz savaşımdır. Çağla bağlantılı olarak en temel yanıl-gılı yaklaşımlarınızdan bir tanesi de devrimimizi diğer çağdaş devrimler gibi yapabileceğimize dair, gerek teorik ve gerekse benzer bir pratik çabaya kendimizi kaptırmamız, sonuç vermeyince de umut-suzlukla birlikte yozlaşıp, yenilgiye kendimizi mahkum etmemizdir. Bu kadarını bile fazla iddialı geliştirememiştik. Çünkü farkımız size hiçbir zaman diğer ülke devrimleri gibi, halk devrimleri gibi olacağımıza dair en ufacık bir umut vermiyordu. Dolayısıyla, cesaret bile edilmeden gerçeğimizden kaçmak ve artık onun şekillendirdiği ipe-sapa gelmez, dünyanın belki de en kandırmış, kendini yalana yatırmış, kitaplarda bile tarifi olmayan bir ulusal-toplumsal ve bireysel gerçeklik haline getirmemizdir. Şu çok kesin; Kürt olayında, gerçeğinde artık ciddi olmak, adamakıllı bu işe kendimizi vermek, bu tabii PKK'nin en hayati iddialarından bir tanesidir, temelidir belki de. Özgünlüğü buradadır. Çok az kimsenin, belki de hiçkimsenin cesaret etmediği bir savaş tarzına burada yüklenmek, bunun Önderlik savaşımının adıyız biraz. Yenilgi, askeri- siyasi boyutun çok ötesinde, özellikle toplumsal gerçekliğin neredeyse düşmanı için en uygun zemini teşkil etmesi, en rahat bir sömürgeciliğin yürütülüş çerçevesini oluşturması, bizi şimdi bu zemini yakalamaya, çözmeye götü-rüyor. Askeri, siyasi başarılardan bahsetmek için, belli ki bu bizde her kötülüğe, her olumsuzluğa, her kaybedişe götüren sosyal zeminle hesaplaşmak, gerekiyor. Zaten Önderlik çabalarımızın son yıllardaki yönelişi de buraya doğrudur. Dış cephelerle uğraşmayı ikinci plana bırakıyor veya daha doğrusu; bu iç çözümlenme düzeyini aşarak, dış cepheyi geliştirebileceğimizi ortaya koyuyor. Tabii ki sosyal olgunun bizde değil çözümlenmesi, kavranılması bile büyük yetenek ister. Başka uluslar belki de yüzyıllarca süren çabalarla bu sosyal gerçekliğini anlamış, kavramış, yasallaştırmış, siyasallaştırmış. Ve savunmasında, emperyalist yayılmasına da gidebilmişlerdir. Bizdeki olay; kavramaya bile kimsenin yaklaşmaması. Nesin? Kimden geliyorsun? Neyi temsil ediyorsun? Farkında olmak şurda kalsın, hep kaçılıyor. Kaç kurtul! Tabii, bunda düşman rolü belirleyicidir ama iliklerinize kadar işlemiştir. Ne kadar kendinden kaçarsan o kadar kurtulursun!? Halen hatırımdadır. Kendimi tanıyıp, öyle uçmaya hazırlandığımda veya gittiğim okula birlikte geleneksel yaşamdan kopup, pek kestirmediğim yeni yaşama başladığımda, bu sosyal engeli gördüm. Hep bana bir ayak bağı gibi gelirdi. "Ah! İşte aile şöyle olmasaydı. Ah! babam ve annem diğerlerinin anne ve babaları gibi olsaydı. Veya bu köylü olmasaydım. Ah! şu yerden olsaydım." Bunları engel gibi görüyordum, mühim olan burada o yaşta bile bu toplumsal zeminin ne kadar büyük bir engel teşkil ettiğidir.
Şimdi bizim devrimciliği, bu toplumsal engeli aşmaya bağla-mamız anlamlıdır. Kendi toplumsal zeminini aşamayanların ciddi bir askeri, siyasi sıçrama yapacağı kuşkuludur. Bu sosyal zeminin insanı olsa olsa düşmanın iyi bir askeri, patronun iyi bir işçisi, ağanın iyi bir ırgatı veya en tortu işlerdeki çalışanlardan ibaret olurdu. Nitekim bu sosyal zemin başka bir şey doğurmuyor. "En benim" diyen bile bir aşağılık işbirlikçidir. En haini, sözümona en beceriklisi oluyor. Bu ülke başka insan yetiştiremedi. Bu halkın bağrından başka tür, yaman adam çıkamadı. "En yiğidim" diyen, karının iyi bir kocasıdır veya kocanın iyi bir karısıdır. Bunun dışında bir sosyallik, onun ahlakına henüz tanık olamadık. Mesele ne sizin moralinizi bozmaktır, ne de si-zin bu bir bostan bekçisi gibi olan halinize onay vermektir. Mesele gerçeklere yüreklice yaklaşmaktır. Yaşayacaksak da bu temelde buna bir yeni başlangıç yaptırmaktır. Olmuyor. Benim kendi tecrübemden çıkarttığım bilinçle baktığımda olmuyor. Sizinle yaşam olmayacak, gelişmiyor. Bu anlamda bir devrimle karşı karşıyasınız. Ya bu içsel devrimi hakkıyla yaparak "ben varım" diyeceksiniz, ya da bu salapati yürüyüşünüze bir son vereceğiz. Bu da bir abartma değil. En benim diyenlerinize verilen her görev anlamını bulmamıştır, başarıya gitmemiştir. Tam tersine başarısızlığı için zemin olunmuştur. Biz bunu es geçemeyiz. Her göreve yüksek başarı şansımız yoksa o zaman niye kendimizi aldatalım? Niçin ateşten bir gömlek olan devrimci sürece girelim? Yazık değil mi? En azından bir vicdan muhasebesi yapın, bu ateşe niye giriyorsunuz? Devrimde mecburiyet olmaz. Dev-rim büyük bir gönüllülük olayıdır. Birbirlerine büyük güç verme ola-yıdır. Bütün pratiklerinize bakın, bunun tersi durum sözkonusudur. Güç verme olayı, gönül verme olayı neredeyse yitirilmiş veya gelişkin kullanılmamıştır.
İyi niyetlerden kuşku duyulamaz. Bayağı çaba harcamanızdan da kuşku duyulamaz ama bir şey var ki; siz bu işte rahat değilsiniz. Bu işe büyük yapışmamışsınız. Bu işi büyük bir kararlılıkla götüremiyorsunuz. Ama ben de söyleyeyim ki, böyle devrimcilik, particilik, orduculuk olmaz. Büyük bir feodal değer yargısı içinde veya çaresizlikten ötürü, "bir yerlere kadar varım" diyorsunuz. Bu yanlıştır, böyle var olma olmaz. En basit askeri konularda, yıllardır bu kararlı savaşıma rağmen bir başarılı taktik geliştirememişsiniz. Ve rahatlıkla yürütülebilecek bir örgüt çalışmasına doğru bir toplantıyla bile cevap verememişseniz, sizi ciddiye alamayız. Sizi gerçek bir adam, militan yerine koyamayız. Ne derseniz deyin, herşey bir aldatıcılıktan ibaret olacak. Ölemeyiz de. Bundan şu sonucu çıkartmayın: "Ben ölümüne girmedim mi?" Bu daha kötü, bu halinle senin ölümüne girmen, diriliğinden de beterdir. İstemiyoruz senin ölümünü. Ucuz savaşıp çok boş bir nedenle ölmek, bizde en az sahte yaşamak kadar suç teşkil ediyor. Ölümünüzle sadece, üzüntülerimizi artırıyorsunuz. Yaşamı-nızla nasıl ki zorluyorsanız, ölümünüzle daha fazla zorluyorsunuz. Bana kolay ölmeyen yoldaş lazım. Öyle kendini kolay ölüme ya-tırmış. Zaten hergün, herkes ölüyor bizde, en ucuzcasına. Kolay ölmemenin adı olacaksınız. Aynı zamanda kolay yaşayamamanın da adı olacaksınız. Bunları çözmeye çalışıyoruz. Ben çokça yapageldiğiniz gibi, kolay kendimi ikna etmek istemiyorum. Zaten kendimi kandıra kandıra zamanın büyük bir kısmını yitirdim. Şimdi daha derli toplu ve sonuç alıcı olmak istiyorum. Öfkeliyim, öyle bildiğiniz gibi değil. Mesele, kendimi idare etmek filan değil. Benim en büyük meselem, şu anda gerçekten kendimi aldatmamaktır. Şu anlamda aldatmamak: Fazla başarılı olmayan yaşam konusunda, fazla gelişkin olmayan savaş konusunda. Onun her türlü örgütsel aracı konusunda. Bizzat günlük pratiği konusunda tüm sorunum kendimi aldatmadan, mümkünse bazı gerçekçi adımlar atabilmektir. Bu benim için herşey. Ama bakın siz bir önyargıyla yıllarınızı kaybediyorsunuz, kaybettiriyorsunuz. Sırf doğru olup olmadığına bakmadan bir iddiacılığınız var. Veya bir kuruntunuz var, onun uğruna partiyi kurban ediyorsunuz. Yaşamınız belki de yüzde çok ağırlıklı bir bölüm olarak hatalarla, yanlışlıklarla, dolayısıyla başarısızlıklarla dolu. Onun büyük bir inatçısı gibi dayatırsanız, acaba sonuçlarını hesaplayabiliyor musunuz? Daha da kötüsü yaşama göz dikmiyorsunuz. Aslında benim si-ze, ne kadar yaşıyorsunuz veya ne kadar savaşıyorsunuzdan ziyade, bana öyle geliyor ki, yaşam konusunda büyük bir yanılgı var. Yaşa-mın içeriğine, nasılına ilişkin, bir yanılgı var. Yaşamın içeriğine, na-sılına ilişkin, bir karacahilsiniz veya çok kötü bir tutucusunuz. Ne güçlü hayalleriniz var? İşin tuhaf tarafı var olan da çok tehlikelı. Hayaller ki, gerçeklerini yerle bir ediyor. Ben bu hayali ne yapacağım? En önemlisi de hayalsizsiniz. Bunu bırakalım, hayaller o kadar sizi etkilemeyebilir. Neye tutkunuzun olduğu da belli değil. Tutkularınızı bir anketleme yoluyla ortaya çıkarsak; ya bir sigarayı çok seversiniz, ya uykuyu, ya hoşaf falan gibi yiyecekleri, yada serbest kaldığınızda tabii, çok rahat bir karı-kocayla yatmayı. Eminim ki, yani serbest kaldığınızda bu yönlü eğilimleriniz ağır basacaktır. Zaten bu noktada -bu islamın dün işte bir bayramı daha geride bırakıldı- Ramazan bayramı, onun öncesindeki üç aylık, bir aylık oruçlar. Sanırım Hz. Muhammed'in ilginç eylemlerinden veya aldığı tedbirlerinden bir tanesidir. Bir yandan diyor, "cennete gidersiniz şöyle bal, şerbet, hurilerle yaşarsınız. Bir yandan cehennem şöyle yakar. Diğer yandan aylarca yemeyeceksiniz, içmeyeceksiniz. Kafirin elindekini talan edeceksiniz." Bir yandan "nefsini terbiye edeceksin" diyor, bir yandan da "bilmem meleklerle, hurilerle şöyle yaşanılır" diyor. Hepsi çelişkili ama, ayaklandırmak için gerekiyor. Nefsi terbiye ediyor, arzuyu şiddetlendiriyor, yüceltiyor, ardından savaştırıyor. Döneme göre ideolojik faaliyet, döneme göre amaçlar meselesi oluyor. Sürüklüyor ve so-nuçta başarılı da kılıyor. Ama şu anda kim orucun bu anlamını bilebilir. Hz. Munammed'in ki hepsi sözde müslüman, ezan sesleri bol bol kulağımıza geliyor. Ama benim özde biraz yakaladığım bir şey varki; gerçi bu sosyalizmde de bu böyle oldu. Bir çok ideolojinin başına gelen budur. Tam tersi olabilmek. Ortada öyle müslüman filan yok. Müslümanlığın daha ilk evvelerden söylediği bu zındık, münafıklıkta gelişme vardır. Zaten islam dünyasının gerçeği de bunu açıklıkla gösteriyor. Ancak zındıklara, münafıklara has bir yaşam vardır. Geri, fitne-fesat dolu, sözde kafirlere karşı olmak kendileri açısından kafirlerden daha beterdir. Kafirlerin yaşamında bir gelişkinlik bulabilirsin ama müslümanın yaşamında bunu bulamazsın. Ortada müslüman yok derken, acaba sosyalist var mı? Çağdaş ideolojik akım olarak sosyalist nerede? İşte en benim diye geliştirilen Sovyetlerde şimdi en ayaklar altına alınan bir söylem olmuştur. Bir dönemlerin dünyayı titreten ideolojisi şimdi tukaka ediliyor. Onu da bırakalım şimdi kendi en basit insan olma "insan nasıl insan olur?" sorusuna cevap verelim. Eminim ki, zaten bu temel sorun olmasaydı, hiçbirimiz bir araya gelmezdik. Hata şurada oldu: İşte kendini erkenden iktidar sanma gibi, erkenden insan yerine koyma. Bu noktada benim bulabileceğim en temel silah; adam olmakta çok zorlandım. Hiç ayıbı yok. Siz ne kadar aman yaman olursanız olun. Belki tarihe de bir şeyler yapabilirsiniz. Ama ben halen kendimi ikna etmiş bir adam değilim. Her konuda, büyük bir sorun teşkil ediyorum. Doğru dürüst oturamıyorum, doğru dürüst bir masada dostlarla bile yemek yiyemem. Yerim de çok sıkılırım. İşte sizlerle de doğru dürüst rahat yaşayamıyorum. Yaşıyorum da, ama çok yoğun, şiddetli geçiyor, ra-hatlayamıyorum.
Kadınla mesela, tartışacağız daha fazla. Daha da, hiç rahat olamıyorum. Diyeceksiniz "Ya! hiçbir önder böyle olur mu?" Ger-çekliğe göre biraz böyle. Dedim ya kendimi aldatmamak benim için önemli. Yani olmamışsam, sahte görüntüyle neden, neyi kurtaracağım? Bizim toplumun tüm yaptığı, "adını Muhammed koy sanki Muhammed olurmuş" gibidir. Ad olarak varsınız, içerik olarak yok-sunuz -ki iyisi bunu tartışmalı hale getirmek: Adı olacağına biraz kendisi olsun. Düşünün kaç tanenizin adı "Aslan, Pılıng, "Kaplan." Ya soyadı ya adı öyledir. Ama ortada öyle tek bir aslan yok. Ne kadarınızın adı "Ayşe", "Fatma", "Zeynep" ama tarihteki, "Ayşe", "Fatma", "Zeynep"le ne kadar bağlantılı? Öyle olabilecek birisi yok. Sadece ismi var. Bizim toplum isim vermeye çok düşkündür. İsim verdimi sanki kendisi de olabilirmiş gibi. Şimdi bu devrimi de böyle yaptık. Sanki devrimin genel teorisini, işte sanki silahını ele almakla devrim yapacakmışız gibi kandırma. Ben şimdi burada daha ileri bir noktaya geldim. Düşman kendi mantığı içinde çok örgütlü, çok tanımlıyor kendini. Bizimkilerde ise tersi bir durum var. Zaten bu son dönem yoğunlaşması da bu tehlikeyi hiç olmazsa biraz asgari bir düzeye indirmek oluyor. Şimdiden bu halimle bile rahat olamıyorum, siz; "Ah işte devrim oluyor, gidiyor" diye kurulmuşsunuz her tarafa. Düşünün yani geldiğiniz yerlerdeki rahatlığınızı veya zavallığınızı, genel yaşam içindeki yerinizi, hiç yine abatmamıza gerek yok, üzülmenize de gerek yok. "Hakkımız gitti veya tam anlaşılamadık" demenize de gerek yok. Ortada çok önemli bir işimiz var. Kudretli birkaç görevlimiz var mı? İyi niyetli olarak, kolay "evet" deme anla-mında hemen hepiniz benden daha iyisiniz ama hakkını verebilecek, birileri varsa bütün gücümü, imkanımı ben ona verebilirim. Ne kadar yeteneklerim, etkim-yetkim varsa, hepsini devredebilirim. Gerçekten çalışabilecek bir adam var mı? Yok! Gidecek ağzına-gözüne bulaştıracak. O zaman teslim bayrağını çekelim mi? Bu işten vazgeçelim mi? Siz kendinizi bir şeylere o kadar kaptırmışsınız ki, açık söyleyeyim, ne sizin gibi yürürüm, ne sizin gibi cepheye giderim, ne sizin gibi konuşurum, ne sizin gibi toplantıya giderim. Hiçbirisi bana ciddi gelmiyor. Sadece kendinize yakıştırmışsınız. Ama bana göre doğrusu, yeterlisi yok mu? Var! Bunda büyük uğraşı, büyük anlayış, büyük sorgulama-hesaplama ile sonuca gidilebilinir. Şimdi siz buna gelmiyorsunuz. Bana göre Kürt tipi şu anda dünyanın en kaypak, en silik tipidir. Nedir o? Elini atarsın kaybolur, benim elimde şimdi durumunuz biraz buna benziyor. O 'Medüz' müdür, nedir? Sudaki bir şey var. Bakarsın, elini atarsın kayboldu. Elinin içine girmiştir, kaybolmuştur, özelliği öyle. Şimdi aynen -işte sudaki o deniz anası mı-dır; ona benziyor durum ve kuşattım, tuttum, avucuma aldım diyo-rum. Bir bakıyorum ki, kayboluyor. Veya elimde kalan bir bulantı. Şekillenmemiş bir kişilik, kolay yitiriliyor, kolay çözülüyor. Tabii düşüncesi dağıtılmışsa, yüreği yerle bir edilmişse öyle olacak. Bu aynı zamanda dağıtılan, çözülen toplumun gerçeğidir. Bu yaşınızda aslında bu anlamda bir yoğunlaşmaya kendinizi verebilirdiniz. Yani benden daha fazla işte "ben ülkede yaşadım" diyebilirsiniz. "Ben o topraklarsız olamam, özgürlüksüz olamam" diyebilirsiniz. Ama bana göre onun uğraşısı yok, onun uğraşısı tersinden. Hayal bile kılamayacak bu peşine koştuğunuz şeylerin. Burada işte kendinizi bir ciddiyete çekmeniz gerekiyor. Devrim böyle zoraki kişilikle yapılamaz. Ama böyle bazı imkanlar üzerine, hele kendini yatırarak hiç mi hiç olmaz. Hanginize bakıyorum, devrimin en etkili kişiliği haline getirsek, ikinci gün o devrimin başına gelmeyecek tehlike yoktur. Burada iyi niyetin çok ötesinde kişilikler kurulmamış, kişilikler örgütsüz, kişilikler her an, her türlü hatayı yapmaya açık. Benim tüm yapabildiğim "öyle olmayacağı kesin, hatalısındır" diyorum. Mümkün müdür gelişme, "biraz yürü." Ben başka bir şey yapamıyorum dikkat edilirse. Fazla komut verme, emir verme durumuna geçemiyorum. Çünkü öyle komuta altında çalışacak adam yok. Hanginize komutayı uygulatacağız, komuta olabilmek için o çapı yakalamak gerekiyor. Osmanlılara bakalım, Romalılara bakalım; bilmem islamın komutalarına bakalım, hepsinin de müthiş adamları var. Hatta Vietnam'a bakalım Ho Şi Minh'in Giyap için yarım sayfalık emirnamesi vardır. Adam girer Vietnam'a bir boydan diğer boya ve bildiğimiz gibi kısa sayabileceğimiz bir süre içinde dünyanın en gelişkin ordusu olan ABD ordusu ve işbirlikçilerin milyonları bulan ordularını başarısızlığa uğratabiliyor. Başlarken bildiğiniz gibi elinde fazla kuvvet yok. Derme çatma bir takımdır. Avantajları-dezavantajları vardır, ama mühim olan burada "kendini işe yatıran bir komutan çıktı." Bizim komutanlarımıza bakalım, -gerçekten sayı epey çoğalmış- fakat işin büyük inatçısı, kendini işin gereklerine veren bir adamımız yok. En yetkili kıldığımız bir bakıyorsun ki, bütün desteklerimize rağmen -ki, dünyada sanmıyorum kimse bu kadar desteklesin- ağır bir yenilgiye gitmemesi için hergün dört tarafına direk koyuyorum. Bir bu koltuğa, bir şu koltuğa çekiyorum ki ayakta kalsın adam yürütemiyor kendisini, yenilgiye gidiyor farkında değil. Sırf kolundan tutup geriye çekmezsem yüzüstü böyle devrilip gidecek. Burda tam bir Kürt uydurmasıyla karşı karşıyayız. Müthiş şu anda bir PKK uydurması veya PKK'nin ordu uydurması. İddialısı yok. Bazı arkadaşlarımız "Ya! PKK bize görevi verir mi, vermez mi?" diye üzüntü içinde. Bunlar bence tersini düşünmeliler. Görev alacak halleri yok. Keşke görev alabilselerdi, olağanüstü yetkilerle donatabilirim. Evet, var ben inkar etmiyorum ama, en değme adamlarımızın ülkedeki pratiklerine bak; bozguncu olmaktan öteye gidememişlerdir. Şimdi hiç olmazsa tekrar söyleyeceğim. Sizlerle aynı ciddiyetle tartışmaya devam edelim, ama bu sefer gerçekten anlamaya yanaşacak mısınız? Ordu işlerini, hele o tutuşan bazı arkadaşlarımız var, tutuşmanıza gerek yok biraz ciddiyete gelebilecek misiniz? Veya bu işe gerçekten biraz var mısınız? Tarihte neden bizim yaman, sağlam adamlarımız, emirlerimiz, sultanlarımız, krallarımız yok diye hep söylerim. Şimdi biz bıraktık, bunların artık çağı geçti. Militan diyoruz, maşallah komutanlığı da yakış-tırdık kendimize, büyük bir iş. Düşünün bu kadar komutan olacak ama bir takımı doğru işletecek gerçek bir komutan olmayacak. Şimdi bunu da bırakalım, askeri dersleri bırakalım. İşte neden büyük bir yurtsever olamadınız, neden büyük moral, neden büyük bir terbiye olamadınız, neden çok acılı bir sosyal gerçeğimiz var? Onun edebiyatına, onların acılarına, onların üzüntülerine neden sahip çıkama-dınız? Çirkinlikler vardı, neden çok tartışmadınız bunu? Neden birbirinize bağlı, güçlü iki yoldaş olamadınız? Bu sorular yakıcı. Bırakalım askeri-siyasi görev alan bir yoldaş olmayı, sosyal yaşam ölçülerinde bile neden birbirinize çok yüksek değer biçen bir yaklaşım sahibi olmadınız? Örneğin hepiniz sanırım benimle iyi bir yoldaş olmak istersiniz. Ben açıktır ki, bu halkın içinde en çok insan ilişkilerini geliştirilmesine kendini yatıran bir insanım. Ama böyle sonuna kadar dayanabileceğimiz bir yoldaşlık ilişkisi içinde fazla kimseyi göremiyorum. Kendimi çok mu beğeniyorum? Değil. Neredeyse hep-si yarım yamalak oluyor. Veya tam yeterince dayanmıyor. Ne kadar yazık, halbuki yüzyıllara sığmayacak ilişkileri yakalama dönemindeyiz. Üzüntüleriniz bir saman alevi gibi sönüyor. Sevincinize gelince, arzularınıza gelince onlar da saman alevi gibi sönmekten kurtu-lamıyor. Sürekli büyüyen kimin arzusu var? Benim en eski arkadaşlarım veya hepinizle beraber yani bütün ilişkilere, ilişkilenmeye çekmek, ilişkileri derinleştirmek için amansız gücümüzü ortaya koymamıza rağmen biran önce kurtulmak istiyorsunuz. Daha siz büyük ilişkinin anlamına ulaşmak şurda kalsın, kötü bir gelenek gibidir. Bir an önce "Ah kendimi yaşayayım" diye zamanı kolluyorsunuz. Eminim ki, yani belki savaşçı arkadaş olarak çok üzülebilirsiniz "vay bir değerdi gitti, kaybettik" diye acı içinde de kalabilirsiniz, ama çok üzülmenizde ben şunu görüyorum; "yaşayamama." Tabii acı, ama bir gerçek. Sıkıntılarınız yarın bir büyük ağlamaya dönüşürse kendi istediğiniz gibi yaşayamadığınız için ağlıyorsunuz. Bu da acı bir biçimi, ama bana göre gerçeğin ağırlıklı bir ifadesidir. Derinlik yok, burada büyüklüğe kendini yatırma gücü de yok. Siliklik, hayli bir gerilik oldukça egemen. Benim tüm yaptığım bunu biraz aşabilmek ve bu derin ilişkilere, derin acılara, derin sevgilere yol açabilmektir.
Parti Önderliği
11.02.1997
- Ayrıntılar
Ulusal Kurtuluş Mücadelemizde Önderliğin rolünü belirtirken ve kimliğini tanımlarken, bu konulardaki önemli bilinç noksanlığımızı özellikle ortaya koymaya çalışıyoruz. Yine bunun sınıfsal mücadeleyle ilişkisini ve siyasal mücadele üzerindeki etkisini de belirtiyoruz. Tarihsel ve güncel özelliklerimiz, bizde bir başka ülke halkından daha fazla örgütsel, siyasal bilinç ve istediğini görmekteyiz. Aynı zamanda örgütsel faaliyetin büyük bir önemle yürütülmesi gerektiği de açıktır. Bütün bu sorunlarda Parti militanlarının örgütsel düzeylerini ne kadar geliştirdikleri, örgütsel rollerini ne oranda kavradıkları ve hayata geçirdikleri hususuna gelip düğümlenmektedir.
Yıllarca yürütülen faaliyetlerden sonra, sıkça tekrarladığımız ve asla önemini yitirmeyen bu sorunları, böylesi bir kesinlikte ortaya koymamızın son derece önemli politik ve eylemsel nedenleri bulunmaktadır. Buradaki bir zayıflığın halen doğurduğu ve bundan sonra doğuracağı sonuçlar, bizdeki sorumluluğun kat be kat yüksetilmesini ve meselelere büyük bir sorumlulukla yaklaşılmasını zorunlu kılmaktadır. Bu da kendisini olmazsa olmaz biçiminde ortaya koyuyor. Bu konularda, örgütsel görevleri saptıran ve örgütsel yönetimi gerçekten anlaşılmaz boyutlarda ortaya koyan tiplere karşı büyük bir öfke duymaktayız. Bunlar aynı zamanda kendilerini de en alçakça konumlara düşürerek, Parti karşıtı bir duruma getirmektedirler. Kendisini böylesi konumlara düşürmekten zevk alan bütün uyarılara rağmen, yaşamımızı yürütmek için gerçekleştirmemizin zorunlu olduğu görevlere böyle yaklaşan adam, hemen belirtelim egemen sınıfların bilinçli ajanlarından daha tehlikelidir. Bilinçli ajanların verdikleri zarar ile bunların bize verdiği zararı kıyaslayarak, bu ögelerin verdiği zararın toplam içerisinde yüzde doksandokuzluk bir bölümü oluşturduğunu görürüz.
Kişinin kendisine sevdalanmamaması büyük bir önem taşımaktadır. Amaçlarımız doğrultusunda çizgimizin hayata geçirilmesinde kişi bireysel tutkuları ile engel olmaya çalışmamalıdır. Gerçekten bu kişilerin verdiği zarar, zannedildiğinden daha fazla olumsuz sonuçlara yol açmaktadır. Açıkça belirtelim, kişiler bu konuma düştüklerinde hemen ilkellikten, bilinç noksanlığından, eğitim yetersizliğinden ve tecrübe eksikliğinden bahsetmesinler. Ya da sınıfsal nedenlere hemen sığınmamalıdırlar. Bu tür tavırları yadırgamaktayız. Yüksek amaçlara bağlılık kişiyi çok ileri konumlara getirir.
Tarihsel ve çağdaş gelişmelerin bu soruna etkisini epey açımladık. Bütün bu izahlarımıza bağlı olarak dedik ki, amaçlarına büyük bir tutku ile bağlı olanlar, dürüst ve inançlı kişiler yönetim tarzlarında, yürüyüş şekillerinde ve kurallarına göre bir yaşamda fazlası ile sıkıntı içine girmezler. Burada ciddi bir olay ortaya çıkmaktadır, amaçların tam kavranamaması veya kavransa bile inanç zayıflığı, bilimsel ölçülere dayanmayan bir inancın varlığı bulunmaktadır. Hatta bu amaçların doğruluğuna inansa bile, bunun uğruna yürütülen faaliyetlerin başarısına bir inaçsızlık vardır. Amaçlarımız iyi ve güzeldir. Eğer inançsızlık taşınırsa, ne kadar çabalanırsa çabalansın başarıya götürmek mümkün değildir. Adeta köleliği kabul etme anlamına gelen eylem ve örgüt noksanlığının diğer bir nedeni ise, sınıfsal kişiliğini esas alarak çeşitli sapmalar içerisine girmektir. Bütün bunlar da yürüyüş tarzımızı geliştirme ve yetkinleştirme faaliyetlerimizi sarsıyor ve dağıtıyor. Gerçekten her önemli davada olduğu gibi, yüksek amaçlarımıza ulaşmak, zaferi sağlamada ancak bu engellerin ortadan kaldırılması ile mümkün olur.
Hiçbir dış engel, bir halkın, sınıfın ve hatta bireyin bile doğru olan amaçlarına ulaşması önünde belirleyici bir rolü oynayamaz. Bütün sorun, haklı ve doğru olan amacın hangi yöntemlerle gerçekleşebileceğine gelip dayanmaktadır. Hareketimiz bütün bu konularda gerek amacın kapsamını derinleştirmede ve gerekse de buna hangi yöntemlerle varılacağını öngörmede ve çabalarını buna göre birleştirmede çok ileri örnekler ortaya çıkardı. Dikkat edelim, halkımızın bugün yüksek amaçlar sistemine kavuşması söz konusudur. Daha yakın dönemde alacakaranlıkta, amaçsız, perspektifsiz, ruhsuz, çabasız, kısaca kölece bir yaşamdan bugün halkımız, nüfusun büyük bir kesimini birleştiren ve etkisi altına alan yüce amaçlarla dolu bir yaşama yönelmektedir. Buna öncülük eden ve bu doğrultudaki bilinci, yürüyüş tarzını geliştiren Partimizin özellikleri, kimliği ve halkla gelişen bağları da çok açıktır.
Bizi, sorunu bu kadar köklü bir biçimde ele almaya iten durum, toplumsal bilincin muazzam noksanlığı, ya da düşüncesizlik ortamının güçlülüğü, bireyin son derece rezil oluşumu, şekilsiz ve şahsiyetsiz bir biçimde gelişimi, özellikle örgütsel yönden dumura uğratılması, gerek ulusal ve gerekse sınıfsal çıkarlarının örgütlenişindeki muazzam donanımsızlığı, bunun gereğini bile duymama tarzında yaşadığı büyük sorumsuzluktur. Tuhaftır, hareketimiz bu konuda ne kadar ilerlerse ilerlesin, bazı ögelerin en çok takındıkları sorun amaçları doğrultusunda yetkin bir örgütlenmeye ulaşmamaları, en az örgütlenmeyle eylem yapmaları, en az örgütlenmeyle Parti faaliyetlerini yürütmeleri, hareketin şu ya da bu görevini yapmayı normal kabul etmeleridir. Halbuki başarı azami bir örgütlenmeye ulaşma isteği kadar, bunun için mümkün olan bütün elverişli koşulları ve olanakları kullanarak yerine getirilmesine bağlıdır. Bunun dışında bir başarı yolunun bulunmadığı açıktır.
Biz ne de olsa halkımızın durumu, tarihsel özellikleri ve yaşadığı koşullar bellidir, siyasal örgütlenme ve ordu örgütlenmesi öyle fazla ciddiye alınacak şeyler değildir, zihinlerimize ve yüreklerimize yansıyan, düşmanın yüzyıllardan beri ve yakıcı bir biçimde de günümüzde en bilinçli ve en sert baskılar altında yarattığı durum ve bu durumun sonuçlarıdır diyemeyiz. Bu durum kadroların her türlü bilinç noksanlığının, ideolojik-politik ve eylemsel konulardaki yeteneklerinin sınırlı kalmasının temel nedenidir. Lenin Sverdlov'un Sverdlov proletaryanın devrimci örgütlenmesinin en yetkin militanlarından birisidir anısına yaptığı bir konuşmada, proletarya devriminin çağımızdaki en önemli özelliğinin, onun örgütlenme üstünlüğü olduğunu söyler. Başka hiçbir sınıf, devrimlerde proletaryanın örgütlenmedeki başarısına, büyüklüğüne ve gelişkinliğine ulaşamaz. Başka bir tanımlamada da proletaryanın en belirgin özelliğinin, onun örgütlenme özelliği olduğu belirtilir. Proletaryanın devrimdeki öncülüğü, proletarya partisinin de en önemli özelliğini teşkil eder. Tabii bu aynı zamanda sosyalist toplumun yüksek örgütlenmesinin de bir ön koşuludur. Bugün sosyalist toplumların bu kadar yetkin bir biçimde örgütlenmeleri, proletarya önderliğinin doğal bir sonucudur.
Biz de ulusal kurtuluşta proletarya önderliğinin esas olduğunu söyledik. Bu hemen şunu akla getirir; eğer proletarya önderliği esassa, proletarya örgütlenmesi de bunun içinde bunun başarısını sağlayan, ancak bu başarının sağlanmasıyla yerine getirilmesi mümkün olan örgütlenmesidir. Proletarya örgütlenmesini onun örgütlenmesinden ayrı düşünmek bir hiçtir, ya da bu durum sorunu kavramadığımızı ve gerçekte bu konuda çok kof olduğumuzu ortaya koyar. Devrimde proletarya önderliği, onun örgütsel önderliğidir. Örgütsel önderlik, herhangi bir sınıf veya tabakadan çok daha fazla ve yüksek bir derecede proletaryanın örgütlenme üstünlüğünden ibarettir.
Dikkat edilirse bolşevik örgütlenme üzerine çok şeyler söylenir. Nedeni de işte budur. Yani örgütlenme sorunun çözümlenmesi gerek proletarya Partilerinin, gerekse daha sonraki sosyalist toplumun kuruluşunun belirleyici özelliğidir. Örgütlenme deyip geçmemek gerekir. Sık sık örgütlenme eşittir eylem diye vurgulanır. Gelişkin eylem, gelişkin örgütlenmeyle çok yakından bağılıdır. Hâlâ içimizde bir çok arkadaş muazzam bir örgütsüzlük içinde bulunurken, kalkıp da yüksek eylemlilikten bahsetmek ve buna inanmak tam bir yanılgı, hatta bir tür oportünizm olarak görülmelidir. Bizim Ulusal Kurtuluş Devrimimizde proletarya önderliği, aslında bir örgütsel önderliktir. Örgütsel önderlik ve yönetim, militanın en belirleyici ve başat özelliği olarak gelişmek zorundadır. Bu konuyu biraz daha açabiliriz. Ancak biz bu konuları çokça işledik.
Kadro politikamız bellidir. Ustaların da bu konuda somut belirlemeleri vardır. Kadroların tanınmasından terfi ettirilmesine, konumlarına göre örgütsel görevlere bağlı kılınmalarına, yerinde ve zamanında çok çeşitli örgütlenmelerin geliştirilmesinde, esasında da bireyi tanımasına veya ondan önce bilinç verilmesine, bilinciyle bağlantılı olarak örgütsel görevlerle yükümlü kılınmasına ve denetlenmesine bağlıdır. Bu tanımlar biliniyor, bu nedenle fazla açmaya gerek yoktur. Ancak pratik faaliyetlere baktığımızda arkadaşlar da adeta örgütlenmeye bir düşmanlık görüyoruz. Bu aslında sömürgeciliğin dayattığı örgütsüzlüğün açık bir yansımasıdır. Başka türlü bunun izahı yapılamaz. Ve bu yine kalıntılar meselesidir. Aile dışında başka bir örgütlenme tanınmaz. Bağ ve ilişki denilen şey, yakın çevre bağı ve sömürgeciliktir. Örgütlenme mantığı bunun kişilikteki yansımasıdır.
Biz bu çemberi, ya da kişilerin kendilerindeki örgütlenmeye açılımı boğan bu yapıyı mutlaka kırmak zorundayız. Bu hayati bir mesele, kazanıp kazanmayacağımız meselesidir. Onun için meseleyi kişilerin keyfine göre ele almayız. Bu halkımızın derin bir tarihsel gereksinimidir ve mutlaka aşmak zorundayız. Özellikle militan bunu kendisinde aşmak zorundadır. Örgütlenmenin bir çok yönden gereği, vazgeçilmez rolü ve faaliyetlerimizdeki belirleyici konumu böyle özetlenebilir. Bu bir sınıf meselesidir. Ulusal kurtuluşta bir sınıfın, devrimci proletaryanın örgütlenme anlayışının yerine getirilmesidir. Yoksa herhangi bir örgütlenme değildir. Bu konuda Partimizin başına bela olan bir çok anlayışı ortaya koyacağız.
Yiğitlik, eski ve Ortaçağ'da aşiretler ve çeşitli topluluklar adına ve gerçekten de bireysel yöntemlerle sergilenirdi. Feodal sınıfın konumuna denk düşer bir biçimde o bilinen yiğitlik türleri, şövalyelik, pehlivanlık vb biçimlerde ortaya çıkardı. Yine düzenli ordular vardı, onlar çatışırdı. Eğer bir sınıf egemense, elbette düzenli orduları sayesinde egemendir. Sınıf, kendi ordusuyla savaşır ve bu doğal bir şeydir. Biz bu yönden de halkımızın konumunu defalarca ele aldık. Çok çeşitli yönlerden bunun bilincini yeterince verdik sanıyoruz. Örgütlenmeyi bütün tarihsel boyutları içinde ele aldık. Bunun toplumumuza nasıl uygulanabileceğini ortaya koyduk. Bunlar yıllarca önce yazıldı. Çeşitli Parti yayınlarımızda bunlar sabittir. Bütün bunların gerekleri yerine getirildi mi? Getirildiği söylenemez. Bunun bilincine ulaşıldı mı? Sınırlı olarak evet, ulaşılmışsa sınırlı bir bilince ulaşılmıştır. Zaferi garantiye alacak kadar bir bilince ulaşılamamıştır, ulaşılmamışsa ne yaparız, mutlaka bu konuma getirmeye çalışırız.
Konumuzun bundan önceki bölümünde Parti içinde Parti Önderliği ve yönetim gerçeği etrafında bir çerçeve çizdik. Şimdi mutlaka örgütlenmemizin yetkin bir biçimde bu çerçevenin içine oturtulması ve militanda bunun somutlaşması gerektiğini belirtiyoruz. Bu aşılmaz ve yerine getirilmezse, devrimde başarısızlık ve yenilginin kesin olduğunu söylüyoruz. Şimdi yine bunlar genel tanımlama düzeyinde kalıyor.
Gelinen noktada işi artık şirazesinden* çıkaran, bunu en utanmazca biçimlere dökme cüretine giren tipler dışında ki onlarla da hesaplaşacağız gerçekten devrime inanan, zafere inanan ve bunun çabasının gereğini sonuna kadar yerine getirenlerin bu konuda azimli ve kararlı olan militanların bu sorunlara yüksek bir tutkuyla eğilmeleri, kollektif görevlere sarılmaları ve gereklerini yerine getirmeleri hangi koşullarda olursa olsunlar, hangi yönetim kademesinde bulunurlarsa
*Şirazeden çıkmak: Akli dengesini kaybetmek, düzenini yitirmek, çığırından çıkmak
bulunsunlar, ister yurtdışı örgütlenmesi içinde, ister ülkedeki ordu örgütlenmesinde yer alsınlar, gerçekten bu görevleri başarıp amaçlarına ulaşır bir biçimde ve koşullara uygun bir tarzda yerine getirmeleri, bunun bilincini hiçbir zaman eksik etmemeleri bütün yönleriyle bunun yoğunluğunu yaşamaları ve böylelikle devrimcilik denilen görevlerini başarmaları, militanca yaşam denilen yaşamı yaşamaları gerekmektedir. Militanlar kendilerini bu konuda muazzam bir donanımsızlık içinde tutuyorlar. Artık bu konuda suçu ve sorumluluğu, örgütümüzün çizgisine yükleyemeyiz. Sorunu fırsatlar ve olanakların kıtlığına da bağlayamayız. Burada bir aymazlık vardır.
Amaçlara inançta noksanlık, amaçlara yüksek bir netlikle yaklaşamama, ya da bunlar olsa bile çaba noksanlığı, bu giderilse bile bazı kişiliklere takılma, Parti diyerek bazı kişileri esas alma yıllarını bu takılmalar sonucunda yitirme söz konusudur. Bütün bunlar kabul edilemez. Bu bir şaka değildir. Bu iş şu ya da bu özelliğe sığınarak "bu adam beni oyuna getirdi, şu şekilde kandırıldım, şundan etkilendim, geçmişim şu tür koşullar içinde şekillendi" türünden izahlarla geçiştirilecek bir şey değildir. Öyle bir noktaya gelmişiz ki, yapılması gereken şey en yüksek bir kararlılıkla bu görevin başarılmasıdır. Ne biz çocuk olalım, ne de başkalarının bizi çocuk yerine koyup aldatmalarına izin verelim. Burada sayımızın azlığı, ya da çokluğu da önemli değildir. Bu konuda yine defalarca belirtiyoruz ki, militanların örgüt içindeki varlığı artık bu koşula bağlanmalıdır. Örgüt üyeliği bu koşula bağlanmalıdır, başka üyelik koşulu aranmamalıdır.
Biliniyor Parti üyeliği Bolşevik Partisinde en önemli tartışma meselesi olmuştur. Parti üyeliğine ilişkin cümle basittir, Parti örgütlerinden birine bağlı olarak çalışmak programı benimsemek ve aidat ödemek. Bu konuda genelde hiçbir itirazınız olmayabilir. Partiye sonuna kadar bağlıyız diye parmak kaldırılabilir. Ancak mesele bu kadar basit değildir. Bizde her şey basmakalıp geliştiği ve iman getirip parmak kaldırdığımız için bunu öyle görürüz. Hayır, bunu özüyle yaşamak gerekiyor. Örgüt içinde yer almadan bahsedildiğinde bu örgütü tanımak, onu eğitmek bu örgüt bir hücre, bir bölge komitesi veya MK olabilir bu örgütün rolüne ve görevlerine sonuna kadar bağlı olmak, bu örgütü dağıtmamak, onu güçlendirmek ve sarsılmaz bir çekirdek haline getirmek, ona rolünü sonuna kadar oynatmak, onun içindeki her türlü sınıf dışı etkilere karşı mücadele vermek, onun görevlerini en yetkin yöntem ve araçlarla, kanter içinde yerine getirmeyi sağlamak gerekir. İşte Bolşevik Parti üyeliği budur. Bir PKK'linin örgüt üyesi olarak hareket etmesi koşulunu da böyle anlamak gereklidir.
O zaman en yakın dönemlerde ve bir çok birimde yaşanan gerçekleri göz önüne getirdiğimizde, örgüt üyeliğimizin ne kadar havada kaldığı ortaya çıkmıyor mu? Arkadaşlar basit bir komiteyi ne kadar işlettiler? Mevcut görevleri hangi hız ve yoğunlukta yerine getirdiler? Bu gerçekler ortada dururken "tamam doğru ilkelere sonuna kadar bağlıyız" demek demagojik bir yaklaşımdan başka bir şey değildir. Parti üyeliği, Parti örgütlerinden birinde çalışmak hemen belirtelim ki bu bir lose( Lose: Gevşek, çürük, herşeye açık. (Almanca kökenli)) örgüt de olabilir, çok gevşek bir örgüt de olabilir gerçekten en yüksek bir örgüt bilinci kadar, en yoğun bir örgütsel faaliyetle mümkündür. Arkadaşlar dağlarda yıllarını geçiriyorlar, fakat iki insanı bir araya getiremiyorlar. Her arkadaşın pratiğinde de görüleceği üzere, kimse bunu kendisine mesele yapmıyor. Ondan sonra da rahat olunabileceği, PKK gibi bir ateş ortamında sürekli çalışan bir örgütün üyesi olarak ayakta kalınabileceği ve hatta yaşanabileceği sanılıyor. Bu gaflettir, ben kendi pratiğimi defalarca özetledim. İçinde bulunduğum konumu defalarca ortaya koydum. Ben bile sorunları bu kadar açımlamama ve örgütsel faaliyetlere bu kadar koşmama rağmen, bir örgüt üyesi olabilmek için kendimi yeterli görmüyorum. Militanların muazzam eksiklikler içinde olduklarını söylüyorum. Ancak çok daha cılız çabaların sahibi olarak siz rahatsız bile olmuyorsunuz.
Ne olacak peki? Böyle davranırsanız bu dünyada yaşamınızı bile kurtaramazsınız. Örgüt savaşçısı olup da çok önemli başarılar sağlayamazsınız, yaşayamazsınız. Bu konudaki geriliği, çevremizdeki koşullara ve halkın durumuna bağlamamak gerekir. Halkın en gelişkin olduğu ve Partiye en hızlı aktığı yerlerde bile bunlar yaşanabiliyor. "Dağ başındaydık, halka ulaşamadık, yetişemedik" diyemezsiniz. Buna inanmıyorum. Bizdeki yoksul halkın ve köylülüğün kurtuluşa susamışlığını çok iyi biliyorum. Dağdaki çobandan tutalım toplumun bütün yurtsever kesimlerine kadar, herkes bir örgütlenme susuzluğu içindedir. Koşullara göre bunların örgütlenebileceğine dair gelişmelerin bugünkü düzeyi son derece elverişlidir. Bunun karşısında militan bir birey olarak fazla sorumluluğun altına girmemektedir. Girmek ağır görevlerin üzerine yürümeyi birlikte getirir. Yürümek çok çaba ister. Çok çaba yorgunluğa yol açar, ya da kıyasıya bir mücadeleyi gerektirir. Tabii bütün bunlar bireyin çıkarına uygun değildir. Bütün bunlar en azından kişinin rahatını bozmakta, dünyasını yıkmaktadır. Bunlar onun yaşam felsefesine aykırıdır. Ama bu mutlaka yeniyi kurmak için esaslı bir şarttır.
Önder APO
- Ayrıntılar
Eğer bir halk, kendi kurtuluşunun doğru yolundan saptırılmışsa, çağın dışına itilmişse, gelişen insanlık ailesi içinde kendisine bir yer bırakılmamışsa, çağdaş insanlık ailesinin üyesi olmak için, o halkın kollektif iradesinin bu amaç doğrultusunda seferber edilmesi, ayağa kaldırılması, o halkın siyasal doğrultusunu ifade eder. Bu, o halkın hayati çıkarlarının tespitidir, bu çıkarların bilinciyle harekete geçmesidir, kendine sahip çıkmasıdır. Bu, kendi topraklarında bağımsız yaşaması ve kendi emek değerleri üzerinde özgür tasarrufta bulunmasıdır. Bunun çağdaş ulusal ve toplumsal ölçüler içerisinde gerçekleştirilmesidir.
Bir halkın siyasete hakim olması demek; o halkın çağ içinde kendi yeri konusunda karar ve yürüyüş sahibi olması demektir. Eğer bu halk, ya da ulus, bağımsız ve özgürse, çağ içinde seçkin bir yerin sahibi olması anlamına gelir. Hatta bu, önder konumda olan uluslardan, halklardan birisi haline gelmesini ifade eder. Eğer o halk baskı altındaysa, yolu karartılmışsa ve yolundan saptırılmışsa, böylesine halklar ve uluslar için siyaset demek, kendisini çağdaş ailenin içine götürebilecek yolun sahibi olmak demektir. Yanlış yoldaysa yolunu düzeltmek, yolu karartılmışsa yolunu aydınlatmak anlamına gelir. Siyaset, bundan daha fazlası olarak bu halkın maddi bir güç haline gelmesini, onun örgütlülüğünü de ifade eder. Yine bundan da öteye, bu yürüyüşünü, kendisine dayatılan tüm engellemelere rağmen başarıyla götürebilecek bir öncülüğe bağlı olarak yürütmesidir.
Siyasal önderler, eğer böylesine halkların başında yer alıyor ve bu temelde çıkarlarını temsil edebiliyorlarsa, büyük önderlik sıfatına ulaşırlar. Siyasal önderler, halk, ulus veya önder güç olarak hangi sınıfı, ulusu, halkı temsil ediyorlarsa, onun önderleri olarak temsil ettikleri sınıfın, halkın veya ulusun çıkarlarını çağ içinde, uluslar topluluğu içinde ve ulusun içinde en gözüpek bir biçimde temsil etmek, yürütmek zorundadırlar. Örneğin, daha dün ABD'nin başına yeni bir başkan geldi. Bu başkanın görevi Amerikan ulusunun çıkarlarını, emperyalizm ve emperyalizme karşı gelişen proletarya ve ulusal kurtuluş devrimleri çağında ve emperyalist sistem içinde birinci sırada temsil etmek ve birinci sırada tutmaktır. Amerikan ülkesini dünyanın en ileri ülkesi halinde tutmak, ABD ulusunu temsil ettiği sınıf çıkarlarına göre 'en onurlu', 'seçkin' bir ulus konumunda tutmak, önderlik ettiği sınıfın çıkarlarını, ABD ulusu içinde ayrıcalıklı ve dokunulmaz kılmak, bunun için devleti çok güçlü idare etmektir. Bu amaçla and içer, söz verir ve böylece başkanlık görevini icra eder.
Bir Castro'nun önderliği, Küba halkının ve ulusunun lideri olarak, ABD'nin yanıbaşında, sosyalist bir ulusun, bağımsız ve özgür bir halkın çıkarlarını temsil, ya da en azından Latin Amerika'da, Küba'nın bu siyasal önderliğini çağ içinde sürdürmektir. Emperyalist tehlikeye karşı Küba'yı çok dikkatlice yönetmek, Küba halkının esenliğini sağlamak, maddi ve manevi kalkınmasını sürekli geliştirmek, bu konuda hiç taviz vermeden siyasetini yürütmek, çok hassas, çok duyarlı olmak anlamına gelir.
Nereden bakarsak bakalım, eğer bir halk, ya da ulus, çağdaş uluslar ailesinin bağımsız ve özgür bir üyesiyse, bu halklar mutlaka böyle bir düzen içinde ve hem de büyük bir rekabet içinde daha da fazla ilerlemeye açıktırlar. Bu rakabet, hem kapitalistemperyalist sistem içinde vardır, hem de sosyalist sistem içinde vardır. Fakat bağımlı uluslar, halklar veya ezilen, sömürülen sınıflar içinse durum daha da farklıdır. Onların ilk plandaki görevi, bu kabul edilemez konumlarını değiştirmektir. Bunun için siyasete sahip olmaktır, bu siyaseti örgütlemektir ve kendilerine dayatılan köleliği parçalayıp özgür iradelerini, kendi konumlarında, eşitlik ve özgürlük içinde belirlemektir.
Biz, bu konuda dünyanın en sonunda yürüyen ulusuyuz. Kürdistan halkı için siyaset yapmak demek, bu ister ulusal ister sınıfsal düzeyde olsun bu böyledir siyasete sahip olmuş, hemen hemen tüm uluslar topluluğunun en kuyruğunda yüzeni olarak yürümek demektir. Daha da kötüsü bu halk dünya halkları içinde yaşıyor mu, yaşamıyor mu? Yaşamaya hakkı var mı, yok mu? Bu ve daha bir çok hayati önemdeki sorulara daha yeni yeni cevap verebilen, "bu dünyada biz de yaşıyoruz, bu dünyanın insanlık ailesi içinde bizim de yerimiz olmalıdır" bilincinin çok sınırlı geliştiği bir ülkedir Kürdistan. Ve çoğunun da "pek yaşamasa da olur" biçiminde haksız bir hükmün verdiği bir konumu yaşamaktadır. Dolayısıyla kendisi için bağımsız ve özgür bir siyaset, bir karar sahibi olması pek de ciddiye alınmadığı gibi, kendi içinde de güçlü bir siyasete sahip olmak, bunu yürütmek için güçlü önderlere sahip olmak istediği de pek dikkate alınmadı. Bu iş için şimdiye kadar varolanların da, bu işleri kötü bir oyun olarak icra etmekten öteye gitmedikleri bilinmektedir. Dolayısıyla da bugün dünyanın en geri konumundaki halkı olmaktan kurtulamama gibi yüz karası bir durumla karşı karşıyadır.
Böyle bir halk için siyasetin ifade ettiği anlam, öncelikle gözünü dünyaya ve dünyada geçerli olan çağa açmaktır. Bununla birlikte bilincini uyandırmak, bir halk olarak yaşam belirtilerini canlandırmak, uyuşmuş yaşam damarlarını taze bir kanla yeniden kan alıp veren, yaşamından daha umut kesilmemiş, sağlığına kavuşmayı göze alan duruma getirmektir. Buradan giderek irade birliğini yaratmak ve bu temelde bir yürüyüşe girmektir. İşte, Kürdistan halkı için siyaset bunları içeriyor. Yani öncelikle aydınlanmak oluyor. Kısaca yolsuz, yolundan saptırılmış, üzerinde her türlü yabancı siyasetin kol gezdiği bir durumdan ki, hepsinin de dayattığı imhadır bunları benimsemeyen, yaşamayan; onun yerine kendi kimliğini esas alan, özgür gelişmesine olanak tanıyan bir politika için çabalarını yoğunlaştıran bir konuma ulaşmak, bir yolun sahibi olmak ve bu yolda yürümektir.
Şimdiye kadar böyle olmadığımız iyi biliniyor. Dünyada var mıyız, yok muyuz belli değil. Yani daha gözümüzü dünyaya açmamıştık. Dünyanın nasıl yaşadığının bile farkında değildik. Yaşama kudretinde miyiz, oralı bile değildik. Bizim için yol ne olmalıdır? Üzerimizden geçen yollar kimin yollarıdır? Bu yolda kimin için çalışıyoruz? Bu konularda hiç oralı olmayan ve bütün bunların bir sonucu olarak son derece kararsız bir insanlar topluluğuyduk. Siyasetsiz insanlardık, gayri meşru yollarda bin parçaya bölünmüş, bazılarının yediği leşler gibi, her kolu bir tarafa çekilmiş, ucube gövdeler gibiydik. Ulusal bağımsızlık anlamında, halk kişiliği anlamında beyinleşmemiş, bir vücuda kavuşmamış, peltemsi bir varlıktık. Elbetteki böyle bir varlığı sadece avlarlar ve yerler. İşte kişiliğimizin içinde derince şekillendiği, tarihsel ve toplumsal organizma budur. Örneğin, bir TC'yi düşünürsek, her gün bizi avlamıyor mu? Hem de balıklardan daha kolay bir biçimde avlıyor. Balıkçı denizde balığı avlamak için korkunç fırtınalara ve rüzgarlara karşı büyük zahmetler çeker ve ancak bir kaç balık avlar; TC ise hem keyfini sürüyor, hem de her gün de zenginlik avlıyor.
Demek ki, siyaset sahibi olmak bizim için her şeydir. Siyasetin olmazsa, başka siyasetlerin kurbanı olursun, yenilirsin ve yutulursun. Türk faşizmi gelişmiş bir sömürgeci güç olmadığı için, bizi midesinde tam eritemiyor, aksi halde şimdiye kadar bizi çoktan yutmuştu. Fakat ağzında evireçevire de bizden geriye pek bir şey bırakmamıştır. Durum bu. Halen hepinimizin başında sallanan "keser seni, yerim" siyasetinden başka bir şey değildir. Gerçekleri daha derinliğine ele almak zor değildir, ama gerçeklere sadakatle bağlı olmak daha da önemlidir. Siyasetsizliğin bizdeki sonuçları üzerine çok şey söylenebilinir. Siyasetsiz bir halkın, bir ulusun, kendini kurdakuşa yem ettiğini bilmek gerekir.
Bir sınıf için de kendi siyaseti geçerlidir. Bu ezilen sınıf için bin kat daha geçerlidir. Türkiye'nin emekçi sınıfları da, dünyanın en çok kuyrukta yüzen ve üzerinde her türlü faşist siyasetin, baskı ve sömürünün uygulandığı bir kesimdir. Elbette ezilen sınıfın da durumu budur. Birbirleriyle son derece bağlantılıdır. O zaman bizim için siyasetin anlamı geçmiş süreçten beri oluşmuştur. Ve devam ettirilmek için de, düşmanın günlük olarak büyük bir duyarlılıkla yürüttüğü yok etme uygulamalarına, onun mantık yapısına, onun her türlü kuruluşuna karşı koymak, onu tanımamaktır. Sadece bununla da yetinmemek, içinde bulunduğumuz bu durumdan kurtulmak için elimize geçirdiğimiz her araçla buna karşı savaşarak durmaktır. Biz bunu yürekten mahkûm etmekten tutalım taşlamaya kadar, bıçaklardan tutalım her türlü öldürücü silaha kadar, elimizde ne varsa, yüreğimizde ne bitiyorsa, beynimizde hangi yöntem çıkıyorsa, onunla dağıtmak zorundayız. Zaten bu dayatmalara karşı koymak isteyenlerin başka bir savaş türünden bahsetmeleri beklenemez. Halkların geliştirdikleri savaş türü, halklara dayatılan baskı ve savaş türüne göre vücut bulur. Eğer düşmanın halka uyguladığı baskı hiçbir yaşam olanağı vermiyorsa, o halk bütün yeteneklerini savaşa göre ayarlar. Bütün bu yetenekleriyle savaşır ve sonuç alır.
Partimiz'in siyaseti, tanımını belirlemelerden alır. Bu demektir ki; tamamen siyasetsiz bırakılmış, ondan da öteye, dünyada en tehlikeli, baskıda sınır tanımayan, görülmemiş sömürüyü mümkün kılan bir siyasetin kurbanı olan bir halka, bu durumunu öncelikle göstermek, ardından bunu büyük bir öfkeyle red etmek, giderek kendi bağımsız ve özgür doğrultusunu geçirmek olacaktır. Bu önce programdır, daha sonra bu yolda yürümektir ve örgütlenmedir. Düşmanın bütün taktiklerine karşı kendi savaşımını dayatarak bu yürütmeyi mümkün kılmaktır. Bu da halk savaşıdır. Böyle bir konum, halk siyasetinin sahibi olma konumudur. Belli bir siyaset altında, bağımsızlık ve özgürlük siyaseti altında birleşip yürütebilen bir konuma gelmedir ve kurtuluş da bu yoldadır.
Partimiz'in başından beri bütün çabasının yoğunlaştığı temel amaç, öncelikle alacakaranlık içinde lime lime edilen bir halk gerçeğine, aydınlık bir ortam getirmektir. Bu ortam içinde halkın kendini görmesi ve değerlendirmesini sağlamaktır. Halk nasıl yarabere içindedir. Bunu halka göstermek, ikinci bir adım olarak bu kötü durumdan kurtulma istediğini yaratmak, kurtuluş umudunu yaratmak, baştan beri Partimiz'in siyaseti olmuştur. Bu bir kader değildir, kurtulmak mümkündür. Bu uyanış isteğidir; yani "çok kötü düşürülmüşüz, kötü dövülüyoruz, bunu kabul etmemeliyiz" biçiminde bir tutku yaratmaktır. Yeni bir dünyanın mevcut olduğunu halka sürekli göstermek, "bu karanlıklar dünyası bir kâbe değildir, daha özgür bir dünyaya açılma imkanı vardır" demektir. Onun da ışığını sürekli halka yansıtmak, onu hep aydınlığa çeken bir dünyayı hissettirmek gerekir. Bu, geleceğimizin programı olur. Gelecekte halkın kendisini şekillendireceği toplumsal yapının özellikleri böyledir. Bunlar hedef belirlemedir, uyanış gerçeklerini yaratmaktır ve ancak işin bu aşamasına kadar bir uyanış çağı başlar. Bu uyanışın tam sağlanması değil, ilk adımıdır.
Bizim halkımız açısından daha da fazlası veya özgün olarak yerine getirmesi gereken görev, düşmanı bütün özellikleriyle doğru tanıtmak olacaktır. Çünkü düşman, bizi her bakımdan yiyip bitiriyorsa, biz yalnızca "bizim bir kolumuzu kesiyor" diyemeyiz. Böyle söylemek ne anlama geliyor? "Yalnız bizim emeğimizi sömürüyor" anlamına geliyor. Hayır! Sadece emek değil, bütün ulusal özelliklerimizi inkar ediyor, imha ediyor. Bütün sınıf ve tabakalar üzerinde sömürü uygulayıp onların bütün emeklerinin sonuçlarını yok pahasına ellerinden alıyor. En azından böyle bir düşmandır. Bir ABD düşmanlığı da vardır, ama o çok sınırlı değerleri alıp yemekle uğraşır. Onun ulusal çıkarları daha sınırlıdır. Ama Türk sömürgeciliğinde bu sınırsızdır. Biz böyle bir düşmanı, diğer sözüm ona kurtuluş siyasetlerinin ifade ettikleri gibi tanımlayamayız. Onlar, düşmanı tanımlarken, onun bu niteliğiyle tanımlamazlar, onun politikalarını yumuşatarak, rahatlıkla yaşayabileceklerini sanırlar. Bunlar da en tehlikelileridir.
M. Kemal bile "düşman dayatmış hançerini, yok mudur kurtaracak bahtıkara kaderini?" der, böyle ortaya çıkar ve savaşır. Bize dayatılan ise yalnız hançer değil, her türlü savaş aracıyla yöneliniyor ve yok ediliyor. Eğer tam da böylesine bir konumu yaşayan halkın önüne çıkıp da, "hiç tehlike yok, biraz gözyaşı dökelim, ricaminnet edelim, 'fazla bizi vurma' diyelim, seninle tarihi bağlarımızda vardır, bize uyguladığın baskıyı biraz yumuşat, birlikte yaşarız" dersek, neyi ifade etmiş oluruz? Bu, ancak zalim bir ağanın emrinde çalışan bir köylünün yalvarıp yakararak, biriki çuval un almak, belki biraz daha fazla tahıl almak veya küçük bir arazi parçası üzerinde küçük bir ev yapmak gibi basit bir anlam ifade eder. Ama bu özgürlük değildir. Kaldı ki TC'nin dayattığı bu kadar da değildir, hiçbir şekilde varlığımızı kabul etmiyor. Dolayısıyla diğer güçlerin siyaset olma niteliği yoktur. Bir sızlama veya bunu istismar etme hareketidir. Yani bazı hastaların hastalıklarını tedavi edelim derken, aslında onların üzerinde ticaret yapan üç kağıtçı doktorlara benziyorlar. Bugün bunlar çokça ortaya çıkmıştır. Hastahaneler görülmemiş bir sömürü kaynağı olmuştur. Bunlar da Kürdistan halkının hastalığı üzerinde, Kürdistan hastahanesinde çok çirkin bir ticareti yürütmektedirler; yoksa bu halk adına yüce bir siyaset çizmek, siyasi bir faaliyet yürütmek değildir.
Partimiz'in bu konudaki siyaseti yerindedir. Çünkü halkın konumunu gerçekçi bir biçimde gösteriyoruz. Bundan sorumlu güç olan düşmanı bütün doğrularıyla ortaya koyuyoruz. Ayrıca diğer siyasetler de demeyelim, siyasetsizlerin yaptıkları gibi, kesin ameliyatla sağlığına kavuşturulacak bir hastaya hap vererek tedavi etmek biçiminde yaklaşmıyoruz. Çünkü hasta kanrevan içindedir, köklü bir ameliyatla sonuç almayı amaçlıyoruz. Bu bir yığın en değerli uzmanını, yani militanını, bu hastalığın tedavisine seferber etmedir. Bu uğurda şehit vermedir. Çünkü hastalık ancak böylesine büyük bir operasyonla tedavi edilebilinir. Bu alçaklar ise aspirin kadar bile etkili olamayacak haplarını ki, bunlar hap da değil, aslında hastayı daha da fazla bitirecek, ne idüğü belirsiz ilaçlarını dermandır diye halka satmaya çalışıyorlar. Bunun kocakarı ilaçları kadar bile değeri yoktur. Bununla Kürdistan halkı sağlığına kavuşamaz.
O halde yürüttüğümüz halk savaşı, büyük tıbbi bir operasyondur, hastanın kurtarılması için büyük bir eylemdir. Ustalar da bu konuda, "böylesine büyük savaşlara çekilmeyen halkın, yaşama kabiliyeti yoktur" derler. Dolayısıyla "ölü" hükmünü veriyorlar. Ama bu diğer sahtekar takımı, sahte doktorlara benziyorlar. "Bu halk ölmüştür, tedavi imkanı yoktur" diyorlar. Yani bu halkın halk savaşımına girecek kudreti yoktur, bu halk ölmüştür yaklaşımını sergiliyorlar. Dolayısıyla cenaze töreni yapıyorlar, "gömdürelim, ama bize para verin" diyorlar. Yaklaşımları aynen böyledir. Biz öyle yapmıyoruz. Bu halkın halen yaşama belirteleri vardır diyoruz. Bir operasyonla, bir halk eylemiyle, bir savaşla kendisine getiriyoruz. "Çıkmayan candan umut kesilmez" denilir, işte bizim yaptığımız operasyon da halkı kendine getirebilir. PKK siyasetinin ikincil bir özelliği de burada ortaya çıkar. Bu halkı yaşayıp yaşamama konusunda nihai karar sahibi yapmaktır. Halkı büyük bir operasyon içine çekerek, kendi yaşam olanaklarını harekete geçirerek, savaşım içinde yeniden yaratılmasını sağlamaktır. Bu kadar köleleşmiş halklar, sınıflar, böyle bir savaşı yaşamadan kesinlikle kurtuluşlarını sağlayamazlar.
Dolayısıyla halk için siyaset çizmek, siyaset sahibi olmak, halkın kendi savaşım silahıyla savaşma gücüne ulaşması demektir. Kendi kendini savaştıran bir halk haline getirmek demektir. Kendi savaşımını veren bir halk, doğru bir yola girmiş bir halktır. Doğru yolda yürüyen bir halk da yeni siyasete sahip olan, siyaset kararlılığını sürdüren bir halktır.
Bizim bütün çağa yaklaşım tarzımız, öncelikle halkımıza çağı tanıtmaktır. Çağı tanıttığımız oranda, çağ içinde kendimize bir yer edinme gereği duyarız. Çağ içinde yerimiz neresidir? Yerimiz emperyalist sistem içinde değildir. Emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı savaşım içinde doğacak olan devrimden ve onun sonucunda kurulan ülkeler, inşa edilen yeni toplumsal yapılar içindedir. Sahip olduğumuz siyaset, böyle bir çağda yer tutmamızı amaçlıyor.
Halk, şimdiye kadar düşman için emek sarfediyor. Halk savaşı, aynı zamanda halkın bütün emek sonuçlarını kendine geri çevirmenin biricik doğru yöntemidir. Yani halk kendi ülkesinde, kendi emeğine sahip çıkmanın yolu olarak, kaybettiği her şeyi yeniden kazanmanın çaresi olarak, büyük emeğini, büyük yaşamını kendisi için kullanmak amacıyla bu savaşı yürütür ve uygular. Halkımız için savaş, herhangi bir şiddet olayı değildir. Halkımız için savaş demek; halkın kendisini yeniden kazanması, yeniden adlandırması, biçimlendirmesi, bütün emeğinin sonuçlarını kendisine yeniden çevirmesi, kendi toprakları üzerinde yeni yaşamın inşası konusunda iddia sahibi olması, olanak sahibi olması anlamına gelir. Bunlar, insanca yaşamdan başka bir şey değildir ve birey de ancak bu yaşam içinde kendisini bulabilir, ölü halden kurtulabilir. Yoksa halkı, toplumu ölü olan bir birey neyi kurtaribilir?
Bizim ailelerin durumlarını kurturmahikayesi, bizim bireylerin durumu kurtarma hikayesi budur. Aslında birey de denemez, çünkü bireyin de biraz anlamı vardır. Biz de hepsi taslaktır. Genelde halk, temel bir siyaset altında hareket halinde olmazsa, birey tamamen baştan çıkmıştır. Ne kadar varsa, o kadar yol veya yolsuzluk vardır. Kürdistan'da bugün birey neyin peşindedir? "Antartika'ya göndereceğim, orada maaş beş bin dolar verilir" denilse, hemen sıraya girer. Antartika neresidir bilmez, orada yaşam var mı, yok mu bilmez, ama ufak bir propagandayla hepsini çekmek işten bile değildir. Bu, baştan çıkarılmışlıktır. Hatta kim kendisiyle oynamak isterse, "al sana şubu" derse, çocuk gibi kanar. Düşmanın bu kadar kandırmasına ne denilir, kökü nerededir? Elbette toplumun çözülüşü böyleyse, halkın durumu böyleyse bireyler bir hiçtir. Bireyler ancak toplumsal dönemeç ve halkların diriliği oranında gönençli ve diridirler. Bireyin siyaset sahibi olması demek, elbette tamamen bu temelde bir siyasete sahip olmaktır. O siyaset benimsendiğinde, herkesi ayağa kaldırdığında, birey de ayağa kalkar ve kurtuluşun yoluna girer. Bu konuda bizde büyük bir sapma vardır. Toplumsal kurtuluş olmadan, ulusal kurtuluş olmadan, bireyin kendisini kurtarması hayaldir. Halbuki bunlar en yalancı hayallerdir. Bilimsel bir hayal olsaydı, yine de hak verebilirdik ve bu yalancı hayal çok yaygındır. Daha da kötüsü ihanet durumu mevcuttur. Sadece kendi kendini aldatmak değil, düşmanın dayattığı her yol ve yöntemi benimsemek, o yolda yürümeyi adam olma sanmak, işini bitirmek, köşeyi dönmek biçiminde almaktır. Bu da çok yaygındır. Böylesine bir toplumun içinden geliyoruz, bu topluma mensubuz. Bunun büyük bir yolsuzluk olduğu, saptırılmışlık ve ihanet yolu olduğu çok açıktır.
Tarihten bazı misallar verirsek; devrimler öncesi dönemin çılgınlık içinde olan toplumlarından bahsedilir: Roma'da yıkılış sürecinin öncesinde Soddom de Gomanaccime vardır, yine Fransa'nın çılgınlıkta sınır tanımayan düşkünlüğü, İslamiyet'te de "Cahiliye Çağı" denilen bir çağ vardır. Bu dönemler korkunçtur, insanlar bir sefaleti, kendi soyuna karşı bir kötülüğü yaşarlar. Bizde de yaşanan durum, herhalde bunların en kötüsüdür. Soyuna, sınıfına karşı ihanet kol geziyor. Koruculuk, pişmanlık, ajanlık yaklaşımlarıyla, bir kaç kuruş karşılığında en değerli insanını satma durumu yaşanıyor. Hatta kendini olduğu gibi satma var. Bunlar bizde boldur, bunlar insanlığın yüz karasıdır. Bundan dehşet duymamak mümkün değil ve bunlar kol geziyor.
Hangi insan bu konuda kendisine "normal çağdaş insan statüsü içindeyiz" diyebilir? Başta da söyledik, bizim devrimciliğimizin tanımı şudur; biraz çağdaş olmaya çalıştık, normal insani ölçülerle yaşayalım dedik, baktık ki mümkün değil, mümkün olmadığı için bu devrime yöneldik. Yoksa aşka gelip "biz de bazı eylemleri yapalım, ünümüze ün katalım" diye buna yönelmedik. İnsan olmak için başka hiçbir seçeneğimiz yoktu. Aksi halde büyük bir namussuz olarak, boyun eğmeci olarak, tamamen aşağılık bir yaşamı kendisine kabul ettirmiş birisi olarak yaşamamız gerekiyordu. Almış olduğumuz bilinç, çağa yaklaşma tarzımız, halkımızın ve mensup olduğumuz sınıfın gerçeklerini redetmemiz, giderek bizi kendimize gelmeye götürdü. "Yanlış yolda yürümeyemezsin, ihanet yolunda fazla ilerleyemezsin, kendinize gelin ve doğru yolda yürüyün" düşüncesi bizi bu sonuca getirdi. Çok sınırlı olanaklarla, bir kaç sözcükle, çok geri bir maddi donanımla donanım da denilmezdi, yoksullukla çarnaçar bir halde yola çıktık. Başka türlü insanlığın içinde "ben şerefliyim" diyemezdik. İnsanlığa ulaşmak için "biz de bir insanız, biz de şerefli olacağız" diyerek yola çıkmamız gerekiyordu.
Bugün bile, aranızda bir çoğunuzun kendini halen tam olarak veremediği bu büyük kavga ortamına, biz çok umutsuz bir ortamda adım attık. Başka bir çaremiz de yoktu. PKK'de yola çıkmanın özü budur. PKK yoluna adım atmanın ölçüsü budur. Bu çağdaşlık yolu oluyor. Kesin kabul edilmemesi gereken aşağılık bir ihanet yolundan kurtulma, insanlığına sahip çıkma, PKK'nin adıdır. Bu, ne kadar yoksulluk, ne kadar kararsızlık olursa olsun, yürümekten başka çarenin olmadığı sonucuna varmak oluyor ve böylece adımlar atılıyor. Bizim siyasete ilk adım atışımız, siyaset sahibi olmamız böyle gerçekleşti. Eskiden buna din sahibi olma denilirdi, başka koşullarda felsefe sahibi, ideoloji sahibi olma denilirdi. Bizde de gerçekleşen budur ve buna bir yol sahibi olmak, devrimci siyasete ilk adımı atmak da diyebiliriz. Bırakalım halka dayanmak, bırakalım sınıfın, hatta grubun kendisine dayanarak yürümek, ne kadar namuslu ve onurlu birileri varsa onlarla yürümek gerekiyordu.
Bu ölçüler hepiniz için geçerlidir. Madem ki biz o koşullarda, o olanaksızlıklarda bunu bir namus meselesi, bir onur meselesi ve insan olma meselesi olarak gördükse, şimdiki koşulları göz önüne getirdiğimizde, bunların daha rahat görülmesi gerekir. Değil "şöyle sorun çıkarırım, böyle götürüm, biraz da döneklik yaparım" demek, doğrultuyla en ufak bir oynama bile suçtur. Bu suçu işleyen de ortaya çıkar. Yani kanıtlanan gerçeğimiz bu oluyor. Kişide sıradan bir dürüstlük varsa ve yine sıradan bir aydınlanmayı yaşayan biriyse, mutlaka doğrudevrimci yola ve siyasete girecektir. Bu bir insanlık kanunudur. Öyle "keyfimizin estiği gibi biz de coşa gelelim" ya da "halkı ayağa kaldıralım" gibi havai yaklaşımlarla alakası yoktur. Herkes belki macaracı olabilir, ama biz asla olamazdık! Herkes belki hayalleri uğruna, gönlü uğruna bir takım dalgalara kendini kaptırabilir, ama biz asla yapamazdık! Biz kılı kırk yararak, ölçüp biçerek yaptık. Tabii o zaman tutku da vardı, çaba da vardı, ki, bununla biraz ilerleyebildik. Fakat öncelikle yolun doğruluğu konusunda çok emin olmalıydık ve bu yapılıyordu.
Önder APO
- Ayrıntılar
Bugünkü konuşmamızda, bir grup yoldaşı daha uğurlarken, kısa bir tartışma, değerlendirme daha da yaparız. Ayrıca savaş gerçeğini tartışıyorsunuz. Tamamen savaş şu an, bir taktik sorunu düzeyine gelmiştir. Tartışmalarınızı benden daha gerçekçi yapabilirsiniz. Yani anlamamak için ciddi bir engel yok. Askeri çizgimiz konusunda söylemedik şey de kalmamıştır. Yılların deneyimi, sürekli verilmektedir. Artık bu konuda kesinleşmeyi kendiniz bileceksiniz. Aptalları oynamaya gerek yok. Yaşlandıkça bebekleşen, çocuklaşan ihtiyarlara benziyorsunuz, askeri çizgi konusunda, savaş konusunda. Bu, kendini sözde akıllı sanıp da en aptalı oynamaya benzer. Sözüm ona kendinizi zorluklardan sıyırıyor sanıyorsunuz, ama savaş içinde olduğunuz için, çok kötü kaybediyorsunuz. Bir türlü bu köle anlayış ve anlayışsızlığını, yine bizdeki sınıflaşma imkanı bile bulamamış, oldukça iddiasız, en amaçsız ara sınıf kalabalığının ufkunu aşamayan bu hal hareket tarzınızı aşmanız gereklidir. Onun sonucu olan bu hafif yaşam tarzı, bu bir türlü ciddiyeti kendine yakıştıramayan, elinden fazla bir şey gelmeyen, gerçekte kendini bile doğru dürüst ayarlamayan, oldukça lafazan, genellemeci, pratiğe girdi mi ayrıntıda boğulan bu özellikleri biraz terk etmeyi bilip biraz askeri pratik sorunlardan anlayacaksınız. Bunca yıldır neredeyse ayak bağı gibi, kendinizi ha bire dayatmanız yeterlidir. Savaş gerçeği, artık affetmiyor. Günlük örneklerle ha bire görüyorsunuz, kendiniz savaştasınız. İnsan içine girdiği pratiğin ciddiyetini anlayabilmeli. Doğru dürüst kendini yormama ile nereye varacaksınız, neyi halledeceksiniz? Askeri sorunlar kafa işidir, plan işidir, gece gündüzünü katarak sonuç alınacak bir iştir. Bu köylü aptallığı ile neyi kazanacaksınız? Etrafını yanıltarak, yağ taneciği gibi hep kendini su üzerinde tutarak neyin çözümü olacaksınız? Şimdiye kadar nereye vardınız? Bu kadar yüzeysel mantık, iddiasız yaklaşım, yaşam biçimleri ile neyi kurtardınız, neyi kurtaracaksınız? Anlamsız olduğu açık. En önemlisi artık kendinizi doğru bir gelişme yoluna sokmalısınız.
Dediğim gibi, aptalları oynamayalım. Kendinizi de, partiyi de avanak yerine koyup aldatmayalım. Çok ucuz tarz yakıştırıyorsunuz, bundan sonra ayıkla pirincin taşını, hepsini bize temizlettiriyorsunuz. Derli toplu tek bir kişilik çıkmıyor, herkes hastalığı dayatıyor. Alışkanlık, hatta şu düzeye getirildi, “kendimi ne kadar dayatırsam, o kadar destek alırım.” Lanet olsun bu anlayışa, böyle mi olur yoldaşlık? En sığ davranış tarzıdır. İnsan hassasiyetiyle insan ferasetiyle yaklaşım gösterir değerlere karşı. Mal gibi kendini at ortaya, “beni satın alırlar” de. Kimler kabullenir bu köhnemiş anlayışı, hal hareketi? Tümüyle böyle sergileniyor. Ne kazandınız şimdiye kadar? Yalvarmakla, “benim halim budur, yaz arzuhali” demekle, kim derdinize derman olmuş şimdiye kadar? Alışmışsınız, sal kendini pazara, gelirler alırlar. Bu tutum, en basit köylünün meta anlayışıdır. Yani bir burjuva meta anlayışı bile değil. İlkel meta anlayışıyla hareket ediyorsunuz. Kapitalist meta anlayışı, geniş üretim temelinde olsaydı, yüz kat daha gelişkin olurdunuz. İnsan biraz geriliğini görebilmeli, anlamamakta bu kadar inatçılık PKK’ye dayatılıyor. Birkaç imkan yarattık diye, onu tıkatacak mısınız? Köylü kurnazlığı, hırsız toplumu, lümpen toplumu, bir yerde fırsatı buldu mu emekle bağlantısını düşünmeden yakala. Hiçbir ölçü tanımadan, başkalarına bir hiç uğruna çalış. Başkalarını da kendin için öyle çalıştır. İşgalci anlayışıdır bu. Barbar istilacının anlayışıdır, geriliğe işaret eder. Şimdi tabii ki dersler yeterlidir, fazladır bile size, çok bile yeter. Daha da versek tahammül gücünüz yok, dinleme gücünüz yok. Neye ilgi duyduğunuz belli değil? Kendinize sorunları mesele yapmıyorsunuz ki, sürekli kendinizden kaçıyorsunuz. Bir görevi, bir sorun yapıp çözme gibi bir derdiniz yok ki, kaçma sorununuz var. Hiç olmazsa dar taktik sorunlarda kendinizi sorun olmaktan çıkarın. Parti biraz güç veriyor. Bunu bireysel olarak yaşamı kurtarma için değil. Yapmayın. Onunla büyük bir çıkış yapmak için, büyük bir gelişme koymak için, ancak değerlendirebilirsiniz. Velhasıl gittikçe kendinizi düzeltme işinizin sonuca gitmesi lazım. Artık savaş çizgisinde nereye, nasıl oturacağınızı kestirmeniz lazım. Lafazanlıkla, ikide bir bazı anlayışsız tutum, davranışlarla uğraştırmamanız gerekir. Artık eskisi gibi kimse dinlemez. Hele ben, sadece dinlememe değil, saygı göstermeme değil, eşeğe çü dediğim gibi, ancak muamelede bulunabilirim.
Yani gördünüz, biz hizmet vermeyi biliyoruz ama karşımızdakiler de bırak yoldaşça yaklaşmayı, hiç olmazsa bırak insanca bir ders nasıl dinlenilir, nasıl sonuç çıkarılır, bunu bilmeleri gerekir. Geçmişiniz ne kadar lümpen, sorumsuzca gelişmiş olursa olsun, yine anlamanız lazım. Bu işler, sizin düşündüğünüz gibi değil, bizim biraz geliştirdiğimiz gibi ilerliyor. Kendi özünden boşaltılmış, güvensiz kılınmış ne varsa, onu esas alıp kendinizi dayatıyorsunuz. Hiçbir felsefi temele, hiçbir inanç temeline, ahlaki temele dayanmadan kişilik sergilemeye çalışıyorsunuz. Bunun için de gelişme sağlayamıyorsunuz. Bu yüzden, yoksa yıllarca savaşta ol, ciddi bir askeri yetenek sergileme, neden? Ciddi bir kuruluşa yol açma, neden? Ya çok kolay geliyor size, hayır kolay da değil, işlerin çok zor olduğu açık. Sorumsuzluk. Biz biraz idare ettik, alışmışsınız. “Yeter düzey” diyorsunuz. Ruhunuz basit tatmin oluyor belli. Dediğim gibi, aslında neyi kazanıp kazanmadığı da belli değil. “Parti ne de olsa hepimizindir, bizi yedirir, yaşatır, yeter. Ne yapacağız bundan ötesini” veya bir günlük bir köylünün, bir günü kurtarmasından başka bir şeyi kurtarma gereği duymuyorsunuz ki. Veya güç getiremiyorsunuz aynı zamanda. Size göre büyük işler. Ne öngörülür, ne de başarılır. Bunları terk edeceksiniz tabii. Biz enayi değiliz, kendimizi çizgi konusunda bu kadar yoğunlaştırmalısınız. Yoksa başka tür gelişme olmaz. Dediğim gibi, kimse sizden enayice bir ölüm beklemiyor. Kimse “kurbanlık koyun olun” demiyor. Biz her an savaş çizgisinde gerekeni en ince ayrıntılara kadar düşünüp uygulayabilen savaşçı istiyoruz. Omzunun üstünde beyin var, onun kullanılmasını istiyoruz. Bazıları gidiyor, dört yıl kalıyor, aynı hafiflik, daha da daralmış kişilik, evet. Yine de bizden destek ve yardım istiyor. Büyük utanmazlık. Halbuki, dört, beş yılda insan birkaç zafer kazanır. Mübarekler, siz bir köy idare etmesini bilmiyorsunuz. Bunda kendinize yükleneceksiniz. Suçu, hiçbir yerde aramaya gerek yok. Asgari savaş kurallarına uyma gücü bile yok, son zamanların moda tarzı, en basit kuralları alt üst et. Askeri çizgiyi tanımamadır, ordu gerçeğini tanımamadır. Bununla da istediğin kadar savaştır, hiçbir yere varamazsın ki. Temel esas bir tarafa bırakıldıktan sonra hep köylü gibi, kan ter içinde boğuş, ne kazanabilirsin sistemden koptuktan sonra. Sözüm ona savaşıyor işte.
Neyse, fazla uzatmayalım, devam ediyorsunuz. Ordu dersi bu kadar yılların tecrübesi ile bizim bu kadar çerçeve çizmemizle, örnekler sunmamızla amacına ulaşacak. Siz çocuk değilsiniz, yaşlı da değilsiniz, yapabileceğiniz işlerdir. Hem de fazlasıyla yapabileceğiniz işler. Yalnız bu kalıplığı kalpazanlığı bırakacaksınız. Bir işe yararlı olmanın karar gücünü, onun irade gücünü göstereceksiniz. yaşam bunun içindir, bunun dışında kimse başka bir yaşam sevdasına kendisini kaptırmasın. Öyle “gelişemem, dönüşemem” diye havalara da girmenize gerek yok. Sizin, “gelişemem, dönüşemem” dediğiniz, varlığınız fosilleşmiş yaratıkların durumuna benzer. Dönüşemediğin, ısrar ettiğin gerçekliğin, en köhnemiş kılıf dökülmeye müsait bir kalıntıdır. Neyi dönüştüremeyeceksin? Varsa canlı özelliklerin geliştireceksin. Yeni gün yüzüne çıkıyorsun, yaşama yeni gözünü açıyorsun, ciddiyetini anla, biraz ruhunu alıştır, iradeni bile yönelt. Neyin var senin? Beş metelik etmezin tekisin, neyine güveniyorsun? Her şeyin kaybolmuş yani, bir kelepçeli mahkumdaki zincir kelepçesi bile yok senin elinde. Ama evet gerçekten yani, düşman ona da gerek görmüyor, salmış bayıra. Hepsi kelepçesiz mahkumlar. Tabii bütün bunları değerlendirdiğinizde, işin ciddiyeti ortaya çıkar ve o da insanı her soruna olduğu gibi, askeri soruna çok ciddi ve başarmayı esas alan bir yaklaşımın sahibi kılar. En hafifi tercih ediyorsunuz, en sorumsuz davranışı, en bireyci, en kolayına kaçan, sonuçta da hiç kazanmayanı yakıştırıp gidiyorsunuz. Ondan sonra da geliştir şikayet, ondan sonra da geliştir düzmece raporlar veya kandır, sağı solu suçla, bulursun çareyi. Bu alışkanlıkları terk etmek lazım. Bunlar yöntem de değil, kötü alışkanlıklar. Evet, laf düzeyiniz, ben üslup da demeyeceğim, yani bunlar mahalle alışkanlıkları. Savaş alanına gidiyorsunuz, savaşçı kişilik, çok ciddi kişiliktir. Tarihe bakın, her ordu kuralının, hatta her önemli bir savaş veya eylem kazanan kişiliğin ilk özelliği ciddiyettir, biraz anlayıştır. Bizde görüyorum, savaşa girer girmez ilk gösterdikleri özellik, laubalilik, ikincisi anlayışsızlıktır. Bakın bütün birliklerimize hakim olan hava budur. Bu nefret edilecek, aman verilmeyecek tarz olduğu halde, bunu ısrarla dayatıyorlar. Çalgın mısınız siz, serseri misiniz siz, savaşa hiç böyle girilir mi? Her kelime, her adım anlam ifade etmeli, bir amaca bir adım teşkil ettirmeli. Zaten böyle olanların vatan diye, özgürlük diye bir sorunu da yoktur. Haydan gelmiş yaşam onun için huya gider. Onun için, yaşam boştur. Çünkü öyle alıştırılmış. Düşman onu öyle yaşatmış. Şimdi bu saygısız kişilikle, hiçbir yere varılamaz. Nefret ediyorum ben. Bak beni düşman değil, sizin bu yüzeysellikleriniz nefret ettiriyor. Günde iki kuyu doldurarak üzerimize pislik akıtılıyor. Bu ideolojik gerilik, siyasi gerilik, ahlaki gerilik kolay mı aşılıyor sanıyorsunuz? Siz, gırtlağına kadar pisliğe bulanmışsınız. Neyinizle savaş alanına iniyorsunuz, mücadele alanına iniyorsunuz. Tek saygı duyulur neyiniz var, savaş kıymeti açısından? Ne kadar hazırlandınız? Laf hepsi. Ciddi bir hazırlığı, ciddi bir niyeti olmadığı halde öyle görünmek. Aşacaksınız işte. Bir defa ucuz lafazanlığı bırakmak kadar, bu köle dilini de bırakacaksınız. Adam gibi kendinizi bir işe vermeyi bileceksiniz. İşte parti yardım sunuyor, savaşçıya ne gerekliyse o veriliyor, bilinç de veriliyor, moral de veriliyor, teknik donanım da veriliyor. Kullanmayı, biraz kendisinin becermesi lazım. Alışmışsınız, “ben ne kadar ağlarsam o kadar mama yerim” yok. Öyle mama filan yok. Ama alıştırılmışsınız. Eski ahlakı, eski ideolojiyi bırakın. Çalışarak bir şeyler kazanın.
Yani bunlar da bizim yeni üslup yaklaşımlarımızdır. Kendine karşı ciddi ve saygılı olmayanın kimseye fazla saygılı olacağını sanmıyoruz. Kendini, ucuz heveslerini tatmin etmek için devrime girilmez, hele benlik, keyfiyet iddiaları için de hiç devrime girilmez. Niyeti böyle olan, böyle karşılayan en kötü olup çıkar. Varsa insan olma iddianız, dediğim gibi onun ciddiyetini gösterebilmelisiniz. Ben de eskiden kendimi lafazanlıkla kurtarmaya çalışıyordum, ama imkansızlıktan ötürüydü. İğne kadar imkan buldum mu, son derece duyarlı, realist ve gerçekçi olurdum. Gerçekçi olmanın ardına kadar imkanlarını sunmuşuz, siz hala eski kafayla atlatmak istiyorsunuz. Önderlik gerçeği ile ilgili bu kadar ders verdim. Belki manevi olarak etkimiz artmıştır ama pratik, teknik olarak bizden ne kadar öğrendiğiniz kuşkuludur. Tarz olarak, incelik olarak, sanat olarak önderlik nedir? Hiç. Halbuki o kadar öğretici olmaya çalıştık ki. Velhasıl bizden günah gitti. Biz, istenileni, verilmesi gerekeni fazlasıyla sunmaya çalıştık. Unutmayınız ki siz bize veya halka, tarihe bir şey vermediniz. Tarih sahnesine inen, halkın huzuruna bir militan gibi çıkan her gün, “ben ne verdim, ne kazandırdım” deme dürüstlüğünü de gösterebilmelidir. Küçük burjuva yaramazlıkları gibi, hep “ben, ben” egoistler gibi hep “ben” demekle, hiç kimse kendini kandıramaz ve böyle yapmakla, parti içinde güçlü olduğuna kendini inandıramaz. Bir sürü küçük burjuva tip parti içinde böyle seyrediyor. Bunlar hiçbir zaman umduklarını bulamayacaklardır. Er geç yaşam onların başına çarpacaktır. Adım atarken, bir işe başlarken dikkat etsinler diyorum. Madem saygınız var, birtakım değerlere bağlı olduğunuzu iddia ediyorsunuz, biraz bu ciddiyetle kendini gösterebilmelidir.
Çoğu denedi, bir şey olduğunu da sandı. Yok! Okullarda öğrendiğiniz bir iki yalan dolan, haince laf, insanın soyuna, insanın bilincine hakarettir. Yaşadığınız yaşamın en iğrencidir. Biz bunun yerine en anlamlısını, yaşanılabilirliğini koymak istedik. Oynamamak gerekir ve iyi alıp, iyi özümsemek gerekir. Muhtaç değilseniz de o zaman bu değer sistemi içerisinde ne geziyorsunuz? Çok iyi biliyorsanız, bayağı bazı yetenekleriniz varsa, gidin başka yerde saklayın. Başka örgüt kurun ama bu örgütün savaş gerçeği böyledir, biraz bunu anlayın diyorum. Çünkü siz, bu gerçeğin askerisiniz, asker olunca ölümüne onun özüne bağlı, emrinde yaşamak demektir. Bizde asker olmak budur. Gönüllü askersiniz, tutku askerisiniz. Bunun disiplini de en zoraki disiplinden de daha amansız olduğuna göre, o zaman geriye bu bozuk davranışlar, bu yetersizlikler söz konusu olamaz. Bütün bunlar, birbirini tamamlar. Bu bağlantıları ısrarla kopartıyorsunuz, bağımlılıklar başka tarzlarla çalışmalar içinde boy gösteriyor, bu da sabotedir. Terk edeceksiniz. Dediğim gibi, biz nasıl ciddi oluyorsak karşınızda, siz de ciddi olmayı illa bileceksiniz.
En iyi becerebildiğiniz, ya ucuz bir ölüm, ya sağa sola gizli veya açık kaçıştır. Bunlar mertlik değil. Mertlik, yiğitlik, düşmanı bir adım geriletecek bir plan ve bir eylemin sahibi olmaktır. Ancak bununla kendinizi saygıyla yaşatabilir, kanıtlayabilirsiniz. Budur.
Yine bu ordu gerçeğine ilişkin, kısa birkaç hatırlatma. Birkaç haftada biter. Oldukça yaratıcı ve sonuç alıcı kıldık. Hiç kimse demesin “benim için yeterli olmadı.” Veya “fazla anlaşılır kılınmadı.” Hayır! İsteyen herkes için yeni başlangıç yapanlardan tutalım, en eskilerden olanlara kadar, en üst düzeyde görevlilerden en sıradan savaşçılığa kadar ne lazımsa, onu bu anlatımlarda bulabilir. İncelemeyi bilmemiz lazım. Kendinizi iyi bir savaşçı çizgisine getirmeyi bilmeniz lazım. Daha da ilerisini yapmak istiyorsanız, onu da öncelikle kendinizde gerçekleştirmeniz lazım.
Şimdi bugün gidecek kadın grubu söz konusu edildiğinde, öncelikle yakın dönemde bir toplantı daha gerçekleştirmek istiyoruz. Kürdistan Özgür Kadınlar Birliği Ulusal Kongresi’ne doğru 1995 hamli yılına girerken, gerek savaş birliklerindeki kadın gücünün durumu, sorunlarına çözüm yolları aramak ve gerekse oldukça alt üst olan toplumsal gerçekliğimizde özgürlüğün temel kriterlerinden olan ve oldukça bizde çözümleyici etkisi görülen kadın aile konusuna bir kesin netlik, devrimci çözüm geliştirmek istiyoruz. Böylesine bir çalışma, eğer amacına uygun ve de mevcut zemin iyi değerlendirilirse, önemli gelişme aşamasına yol açabilir. Sorunu özgürleştirip, bazı çözümleri burada aramak, çözümlenebildiği kadarıyla yerindedir.
Kadın kitlesi özellikle kendini artık tanımlayabilmek, yaşama doğru katabilmek zorundadır.
- Ayrıntılar
Agit Yoldaşın 12. Şahadet Yıldönümünde Gerçek Gerilla Ordulaşmasını ve Savaşın Zafer Tarzını Yaratmak Tek Doğru Bağlılık Gerçeğimiz Olacaktır
ARGK’nin Değerli Komuta ve Savaşçı Yapısına!
ARGK nezdinde en değerli bir biçimde rol oynayan Mahsum Korkmaz yoldaşın şahadetinin 13. yılında her bakımdan bir değerlendirmeyi geliştirmek önem taşımaktadır. Bu yoldaş, şahsında PKK’nin askeri siyasetini en tutarlı temsil eden bir yoldaştı. 15 Ağustos hamlesini başlatmak kadar, bunun pratik gerçekleştirme uygulamalarından da kendini sorumlu gördü. Gerek teorik çözümü ve gerekse pratik çabaları nedeniyle önde gelen bir temsilcisi olduğu tartışmasızdır. Bu yoldaşımızın gerçeğini çözümlemek demek, ARGK’nin çözümlemesini yapmak demektir. Ve hele hele bu hamlenin üzerinden tam on dört yıla yakın bir süreç geçmişken ve daha da önemlisi asi avare çete anlayışında teslimiyet ve ihanete doğru bir gelişme ortaya çıkmışken, bu yoldaşımızın şahsında ARGK çözümlemesi her bakımdan büyük bir önem taşımaktadır.
Mahsum yoldaşımız şahadetinden az önce bütün gerilla güçlerimize de bir perspektif olarak anlaşılması gereken bir değerlendirmeyi geliştiriyor. Ana hatlarını şöyle özetlemek mümkündür: Birincisi, bu asi avare çete anlayışının tehlikelerini gördüğü gibi, bu Şemdin unsurunun daha o günlerde ARGK’lileşmenin önünde ciddi bir engel olduğunu görüyor ve bizzat “Sen köylü kurnazlığıyla gerilla ordusunun parti öncülüğü temelinde gelişmesini bozmak istiyorsun, ama ben sana bu fırsatı vermeyeceğim” biçiminde bir belirlemesi vardır ve bu belirleme şimdi daha iyi anlaşılıyor ki, işin özünü dile getiriyor. Bu kişiliğin (Şemdin Sakık) şahsında yaşanan, her tür bozgunculuk, kariyerizm, keyfi, özerk çete anlayışı, çizgiyle hiç alakası olmayan yaşam tarzının bozukluğundan tutalım, partinin ideolojik, politik hattıyla hiç alakası olmayan, her bakımdan her tür saptırmaya müsait bir kişiliği dayatma çabasıdır. O dönemde etkili olan, sözümona köylü-aydın tartışmasında da gördüğümüz gibi, esasta parti öncülüğünü daha o zaman bir tarafa itip köylülerin güdülerine hitap eden küçük burjuva ideolojisidir; eğitici, örgütleyici çalışmalara düşman, tamamen bireysel menfaat temelinde görevlere, yetkilere yaklaşan ve gözünü kırpmadan parti değerlerini ele geçirmek için her şeyi yapabilen bir çizgidir. O dönemde Zeki (Şemdin Sakık), Kör Cemal (Halil Kaya) ve Metin (Şahin Baliç) eşliğinde belli bir organizeyi de sağlıyorlar. Hatta aydınlara karşı sözde “köylüler iktidarı ele geçirdi” de diyorlar, ama bunu partiye karşı söyledikleri de bir gerçektir.
Agit yoldaşımız aslında bu noktada gerçeği doğru değerlendiriyor, tavrını da koyuyor. Kuşkulu olan şahadetinde bu anlayışın yeri kesindir. Bizzat komployu gerçekleştirmesi de göz ardı edilemez. Nitekim bu şahadetle birlikte bir türlü gerillalaşma sağlanamadı. Bu şahadeti bu anlamda yeniden değerlendirmede hepimize düşen görevler vardır. Üzerinden on iki yıl geçti, ama köylü anarşizminden, hırsızlığından, çapulculuğundan; eğitim ve örgütlenmeye gelmemenin bütün özelliklerinden güç alan bu eğilim, gerçekten bundan sonraki süreci kasıp kavurdu. Partimizin dağlar kadar imkan ve olanaklarını ele geçirerek bugün bile önünü almakta güçlük çektiğimiz ideolojik-politik çizgiye gelmemek kadar, onun canına okumak için ne gerekiyorsa; sahte, komplovari, yetki gaspından tutalım, onu yoldaşlarının katline kadar götürme ve ciddi bir eylem çizgisine girmeme; esasta daha çok halkı vurma ve çeteciliğe doğru zorlama, düşmana yönelik olarak ciddi bir eylem planı geliştirmeme ve böylece bu yıllarda partimizi hakketmediği en ağır zorluklarla yüz yüze bırakma gibi bir sürece yol açtı. Ve dikkat edilirse bu, bu şahadetle başarıldı.
Eğer Agit yoldaşımız yaşasaydı, söylediği gibi bu bozgunculuğa, sözümona bu köylü iktidarcılığına geçit vermeyecekti. Şimdi daha iyi anlıyoruz ki, bu görevin gerekleri yerine getirilmediği için biz büyük zorlanmayı yaşadık. Bizzat yoldaşın incelemeleri vardı. Daha 1985’in sonları için şunu söylüyor: “Birliklerimizin partinin ideolojik, politik çizgisiyle mutlaka eğitim almaları gerekir, bu olmazsa yozlaşmanın önüne geçilemez. İki, kitle ile ilişkiler bozulmuştur, mutlaka doğru yürütülmesi gerekir. Üç, üslenmeden kopuk, özellikle köylere dayalı bir yaşam vardır, bu da mutlaka aşılmalıdır.” Bu üç saptama aslında her şeyin özünü belirliyor. Ve halen gereklerini tam yerine getirememe gibi bir durum da söz konusudur. ARGK’nin gelişmeyişini, başarıya gitmeyişini esasta bu eksikliklerle bağlantılı olarak değerlendirmek durumundayız. Bu tespitler zamanında görülüp gerekleri yerine getirilseydi, ARGK’nin zafer gerçeği gerçekten çarpıcı olacaktı. Ama buna karşı gelişen çok açık; 1987’den itibaren gelişen asi avare çete anlayışıdır, müthiş halk düşmanlığı, ordu düşmanlığıdır; ideolojik-politik çizgiye, doğru bir üslenmeye gelmeme ve sonuç giderek partiyi çok zorlayan, bütün imkanlarımızı yutan bir canavara dönüşmesidir. Bu acıdır, ama gerçektir. Bunu çözmeden, bu konuda yerine getirmediğimiz görevleri bilince kavuşturmadan şimdiki görevlerimize sağlıklı yaklaşmamız mümkün değildir. İşin temelini göz ardı edenler çatıyı kuramazlar, binayı yükseltemezler ve olan da biraz budur. Geç de olsa, son çete elebaşısının hem anlayışta, hem pratikte tasfiye edilmesiyle aslında ulaştığımız en önemli sonuç budur. Çok geç olmuştur, ama bu belirleyici bir gelişmedir.
Uzun bir süredir hepinize şu hususları vurgulamaya çalışıyorum: On dört yıllık gerilla tecrübemizi çözmeliyiz. Bunu boşuna söylemiyorum. Bu konuda büyük hatalar var. Çok önemli eksiklikler ve yanlışlıklar yapılmıştır. İşin özü gözden kaçırılmıştır ve bu nedenle neredeyse bütün çabalarımız boşa gitmiştir. Bunu hiçbir vicdanın kaldıramayacağı gibi, eğer kendinize sıradan bir saygınlığınız varsa, hiçbirinizin bu pratiğe yanıt olmadan kendini kabul etmesi de mümkün olamaz. Bu, partimizin en hakketmediği bir durumdur. Dünyanın bu en kahraman direnç hareketinin böylesine beş para etmez bir çeteciliğin elinde kendini bu durumda bırakması gerçekten acıdır. Biz isterdik ki çok erkenden bunu görüp aşasınız. Hemen hemen her yıl çağrımızı yaptık. Nitekim biz yoldaşın şahadetinde şu görevi üstlenmiştik: Bir yıl içinde gerilla bölükleriyle anısına karşılık verilecekti ve bunu gerçekleştirdik. Ama çetecilik anlayışı da onu bozma yönünde kendini ortaya koydu ve bu kıran kırana bir mücadeleydi.
Bugün arkamıza dönüp baktığımızda göreceğiz ki, gerilla çizgimize kendini dayatan müthiş bir karşı devrimci çizgi var. İki çizgi birbirine karşı şiddetli bir mücadele içinde olmuştur. Ama maalesef esas damgasını da vuran başlangıçta asi avare köylü, anarşik çete anlayışı, giderek sağa kayan, ilkel milliyetçilikle birlikte giderek TC’ye de yaslanan ve son günlerde de açık teslimiyeti seçen çizgi olmuştur. Komutaya, birliklere, moral yapısına ve temel tüm taktiklere damgasını vuran budur. Dolayısıyla bütün birliklerimizin, partiye bağlılık şahadetleriyle birlikte, aslında gerçek bir komuta olarak görülmesi gereken yoldaşlara bağlılıkları varsa, yerine getirilmesi gereken görevleri de budur. Bu görevi göz ardı ederek ordulaşılamayacağı ve temel bir taktik çizgiye de oturtulamayacağı artık görülmüştür. Sizin en büyük yetmezliğiniz, ARGK adına savaşan güçler olarak bu çizgi savaşımını derinliğine yakalayamama ve uygulanmasına dair sorumluluklarınızı layıkıyla yerine getirememenizdir; en başta da alabildiğine ideolojik çizgiden uzaklaşma ve pratik esasları da rasgele, çok keyfi bir yaklaşımın kurbanı etmenizdir. Fakat bunun da hiç kimseye yararının olmadığı ortaya çıkmıştır.
Düşman, özellikle bunları gördükçe çok etkili planları devreye sokmuştur. Düşmanın birinci planı, bildiğiniz gibi koruculaştırmadır. Bu neden kaynaklandı? Bu çeteciliğin adımıza özellikle halka yaptığı zulümden kaynaklandı. Bir çete ordusu ortaya çıkmıştır. Ama şehit yoldaşımız buna dikkat çekmiştir: “Halkla ilişkilerimizi mutlaka parti ölçülerine getirelim” diyor. İkincisi, taktiğe asi avarecilik temelinde yaklaşıldı. Özellikle en son ana kadar hiçbir üslenme gereğine gidilmedi. Bu kadar üslenme anlayışından uzak kalmanız, derin bir üslenme anlayışına ulaşmayışınız bu asi avare çete anlayışının eseridir. Düşman bundan nasıl yararlandı? Girmeye bile cesaret edemeyeceği birçok alanı, “alan tutma” taktiği adı altında tuttu ve bizi de zorladıkça zorladı. Halkı çeteleştirmeyle birlikte alanları tutma, aslında yerine getirilmeyen bu görevlerle yakından bağlantılıdır. Tabii bir de eğitimden alabildiğine kaçış partileşme düzeyini ve öncülüğünü ortadan kaldırdı. Ve sonuç, şimdi düşman neredeyse bizim yapamadığımızı yapar duruma geldi.
Bunları da çok iyi bildiğiniz kanısındayım. Tabii bu yetmiyor. Gereklerinin neden yerine getirilmediği çok önemlidir. Hepinizin dürüstlüğüne bir şey demiyorum, ama partimizin gerçek değerlerinin nasıl anlaşılması ve bir çizgi savaşımına dönüştürülmesi gerektiği ihmal ediliyor. Bu ihmal de başınıza pahalıya patlıyor. Bunun hiçbirimizin yararına olmadığı ve bütün çabalarımızın boşa çıkarılması anlamına geldiği de açıktır. Savaş en ciddi bir olaydır. Ona bu kadar laubali, bu kadar teğet geçen bir anlayış, belki de en zoru önüne koyuyor. Bu yapıldı. Çizgiden, dolayısıyla taktikten düşme olunca hiçbir şey sizin gerilemenizi durduramaz. Bu dev gibi bir ordumuz bile olsa, onun düşüşünü ve yenilgisini önleyemez. Dikkat ederseniz bugüne kadar da yaşıyorsanız, bunu biz çok özel tedbirlerle sağladık. Bunu iyi bilince çıkarmanız gerekir. Neden ve nasıl yaşatıldığınızı, derin bir sorumluluk anlayışıyla, bizzat yaşamınıza saygının bir gereği olarak doğru değerlendirmeniz gerekir. Çünkü nedenlerini bilmediğiniz bir yaşantı elinizden kolay gider ve sapmalara da uğratılmaya müsaittir. Buna asla fırsat vermeyin.
Düşman bunu en sonunda “marjinalleştirme” biçiminde bir teori haline getirdi. Ve çok iyi gördük ki, bu marjinalleştirmeyi baştan itibaren bir çetecilik biçiminde hazırlayanlar, en son düşmanın bu teorisiyle birleşti. Dört dörtlük bir uygulama gücü oldu. Bu, MGK’nin en son kararında “PKK’nin kontrol altında, kabul edilebilir sınırlara getirildiği” biçiminde bir yoruma da yol açtı. Dolayısıyla tamamen kendi iç yetersizliklerimizin sonucu olan ve sınıf dışı, kesinlikle pratikleriyle düşman kontrasını aratmayan bir çeteciliği doğurtmuş olan bu olumsuzluğu, en başta da Agit yoldaşımıza dayatılan bu olumsuzluğu tamamen aşmak, belki de anısına vereceğimiz en tarihi bir karşılık olacaktır. Çok gecikti, ama yine de burada kazanılacaktır.
Kaybettiğiniz noktada kazanacaksınız. Kaybettiğiniz noktada yerine getiremediğiniz görevleri, geç de olsa bugün bu süreçte yerine getirerek kazanacaksınız. Eğer ARGK gerçeğine mütevazılıkla, sağduyuyla, gerçekten büyük bir sorumluluk anlayışıyla böyle bakarsak aslında bize en çok gerekli olan güç kaynağına da ermiş olacağız. Ve bunu hiçbir kadromuz ve savaşçımız göz ardı etmemelidir.
Beş binin çok üstünde bir militan kaybımız vardır. Belki de bunların yüzde onu bile hakkedilmiş kayıplar değil. Hepsi çizgi sapması sonucundaki kayıplardır ve bunlar çok acı kayıplardır. Bunda sorumluluğunuzu görmek zorundasınız. Sorumluluk da gereklerini yerine getirmekle görülür. Artık hiçbir gerekçeyle kimsenin buna karşı durmaması gerekir.
PKK’nin en büyük silahı ideolojik gerçeği, doğru yoldaşlık anlayışıdır. Yani bir yerde Agit kişiliğidir, kadında Zilan kişiliğidir. Bu iki kişilik ARGK’ye hakim olursa, gerçekten hiçbir sorunumuz kalır mı? Gerçekten mütevazı olsak başarılı bir yürüyüşten kimse bizi alıkoyabilir mi? Asla! Bu çok somuttur. Peki neden yerine getiremeyeceğiz? Neden ille çeteciliğe zemin olma, neden beynini çalıştırmama, neden zafer taktiklerine yüklenmeme? Bunun düşmandan ve bu düşkünlerden başka kime yararı var? Dolayısıyla ARGK’nin bütün değerli birlikleri, bu şahadetin yıldönümü nedeniyle kendinizi çok köklü gözden geçirmek ve gerilla ordumuzun gerçek bir komuta kişiliği olarak bu yoldaşımızın anısına bu anlayış temelinde cevap vermek gibi yüce bir görevle karşı karşıyasınız. Ben, bu yoldaşımızın anısına on iki yıldır “gerilla yaratılacaktır, ülkemizin her tarafına gerilla birlikleri yerleştirilecektir” dedim ve istediğim gibi olmazsa da bunu gerçekleştirdik. Şimdi sıra, bu çözümlemelerin ruhuna uygun, bu büyük emeğe layık, bizzat zafer birliklerini hemen hepinizin yer aldığı birliklerde gerçekleştirmektir. Hepiniz bunu yapacak güçtesiniz. Siz gücünüzü boğuyor, inisiyatifinizi kullanmıyorsunuz. Kaldı ki, her biriniz gerçekten bir aslan gibisiniz, buna eminim. Kaçkınlar zaten ne mal olduklarını ortaya koymuşlardır. Gerisi, kahramanlık çizgisindedir ve bu kahramanlık çizgisine de hiçbir düşman tedbirinin dayanamayacağı açıktır. Bu da doğru esaslara bağlı olma temelinde mümkün olur.
Parti Önderliği olarak aslında hepinizin görevlerine cevap olmak istedik. Dünya tarihinde hiç yapılmadığı kadar destek sunulmuştur. Değil bir ülkenin, birkaç ülkenin devrimine yetebilecek imkan ve olanaklar emrinize verilmiştir. Bunları değerlendirmemek sizin eksikliğinizdir. Biz bugün bu anıya karşılık olarak şunu söyleyecek durumdayız: Bu yoldaşımızı zorlayan anlayışlarla savaşım başarıya gitmiştir. Onun dikkat çektiği olumsuzluklar ve yetersizlikler hem bilince çıkarılmış, hem de aşılma emri ve yüksek iradesi ortaya konulmuştur. Siz hangisinde yer alıyorsunuz? Kaçandan, teslim olandan, ihanetten mi yana olacaksınız, yoksa bu büyük şehitlerimizin hem şahadetlerine neden olan, hem de bize bir görev olarak bırakılan, yerine getirilmesi gereken çalışmalara mı sahip olacaksınız? Bu konuda kararımızı hem köklü, hem de başarı tarzına yakın vermekle karşı karşıyayız. Kaldı ki çok ileri bir düzeyde eğitimle ve küçümsenemez pratik olanaklarla hepinizin bunu yakalaması artık işten bile değildir. Daha üstün bir sorumluluk, derinden bir vicdan muhasebesi, bir grup şahadete bile bağlılığınız sizi en üstün konuma götürür. Yaşadığınız acıları ve öfkeleri biraz doğru çözüp pratikleştirmeniz sizin katbekat başarınızı ortaya çıkarır. Gözünüzü buna dikeceksiniz.
Kısaca bu temelde ARGK çözümlemesi demek, zafer kişiliğine ulaştık demektir. ARGK olduk, sıra zaferde demektir. Şimdiye kadarki çabalar bizi ordulaştırmıştır, ama zaferi getirmemiştir. O halde gerekli olan artık zaferdir. Bir ARGK militanı, komutanı neredeyse, orada zafer yürüyüşü vardır noktasına kendini oturtmaktır. Bugünün gerçek cevabı budur. Kör naçar bir pratik kurtarmıyor. Geçmiş bununla doludur. Herhangi bir sorumluluk da durumu kurtarmıyor. On iki-on dört yıl daha yapsak ne anlamı olur, ama zafer pratiği, zafer tarzı çok şeyi kurtarabilir ve hepiniz sabırsızlıkla bunun derin ihtiyacı, acısı içindesiniz. Gün gerçekleştirme günüdür. En son gördüğünüz gibi halkımız, PKK’nin ateşlediği Newroz’la özgürlük tutkularının asla söndürülemeyeceğini bu yirmi beşinci baharında da göstermiştir. Yirmi beş tane Newroz, her birisi diğerinden üstün bir gelişmenin anlamı olduğu kadar, en son Newroz hepsini katlayacak görkemlilikte olmuştur. Bu bizim en temel güç kaynağımızdır, ama doğru ulaşacağız, doğru ilişkileneceğiz. ARGK’nin küçümsenemez gücü de ortaya çıkmıştır. Tecrübesini katlarsa geçmiş yılları da telafi edecek bir yürüyüşü, savaşımı kesinlikle mümkün kılabilir. Bu da tümüyle elimizdedir ve imkanlarımız dahilindedir. Ülkemizin her tarafını mevzilendirecek duruma da getirmişiz. Bu mevzilenme düzeyiyle, gerilla savaşımıyla, askeri olarak da sonuç almamız artık imkan dahilindedir. Demek ki bu yıllar, aynı zamanda önemli kazanma yıllarıdır. Tam kazanma olmamışsa, onun da nedenleri ortaya konuldu. Şimdi görev, kazanma nedenlerine tam hükmetmek ve gerekenleri yerine getirmektir.
Düşman cephesinde, şüphesiz eskisi kadar iddia olmazsa da “marjinalleştirmede” ısrar vardır, ama bunu da doğru değerlendirirsek, bizim için bir gelişme zeminidir. Düşman yenemeyeceğini anlamıştır, ama zaferimizi önlemek istiyor. O zaman biz burada yenemeyecek olanın üzerine bir de zaferi eklersek demek ki kalanı tamamlamış oluyoruz. Görev budur. Bunun için şüphesiz en başta kendinize yükleneceksiniz. Bütün gerçeklerimize bağlılık demek, zafer kimliğine ulaşmak demektir. Bu daha da somut olarak şu anlama gelir: “Benim olduğum yer ve yaşadığım her gün, ideolojiden tutalım lojistiğine kadar, önemli bir eylem planından tutalım bir fırsatın değerlendirilmesine kadar zaferi esas alan bir duruştur. Ben boş duramam, verimsiz olamam ve böylece de kendimi çarçur edemem.” Bu, Önderlik tarzıdır. Önderlik tarzındaki duruş ve zaferi yaratmak isteği, nerede nasıl olursa olsun, dışarıya yönelik gelişme maddeten mümkün değilse, içimizde, yanı başımızda, ruhumuzda ve bilincimizdedir.
Unutmayalım ki savaş, başta bir komutanın beyninde, ruhunda, iradesinde kazanılır. Demek ki her biriniz hiçbir şey yapamayacak durumdaysanız, zaferi mümkün kılacak beyin gücünü, iradeyi kendinizde gerçekleştireceksiniz. Yanı başınızda pratik imkanlar da vardır. Yürüyeceğiniz her pratik zafer pratiği olacaktır. Bunu kim, ne hakla engelliyor? Bu kadar şehit neyi emrediyor? Agit yoldaşımız neyi emrediyor? Bunu anlamayacak kadar sorumsuz muyuz? Yok diyorsanız o zaman her şey sizi başarıya mahkum ediyor. Günümüzde gerçek temsil “artık ben başarısız yaşayamam” cümlesindedir. Bununla tezat teşkil eden kim varsa, “sen dur, senin yerin burası değil, bırak bu işi başarmak isteyenler yapsın” denilecek. Şüphesiz gerçek temsil bununla bağlantılıdır.
Daha başka yapılacak işler de var. Partimiz bugün dünyanın her tarafında büyük bir faaliyetlilik içindedir. Şunları iyi görmeniz gerekir ki, bu anlamda partimiz açısından bu yıllar kaybedilmiş değil, önemli gelişmelerin yaşandığı yıllardır. Yani gerilladaki dar bilinci, dar siyasi durumu aşmayı bilmek gerekir.
PKK’nin bir beyin gücü var. Bugün, en emperyalist güçten tutalım TC kurmayına kadar şunu yakalamak istiyorlar: PKK’nin düşünce gücü nereden geliyor? Bu büyük siyasi yetkinlik nasıl ortaya çıktı? Bunu anlamak istiyorlar. Siz de bu PKK’nin militanlarısınız. Partisinin düşünce gücünü, siyasi etkinliğini anlamayan bir militan, bir ARGK komutanı olabilir mi? Hele hele bunu, laf düzeyinde “önemli” deyip de pratik kişiliğine anbean yansıtmazsa, o bir askeri komutan olabilir mi? Hayır, olamaz. Çünkü partinin düşünce gücünü, büyük siyasi etkinliğini çözemeyen bir kişi askeri komutan olamaz. Olsa da çok hata yapar, yaşadığı darlıklar içinde kendini de, birliklerini de zora sokar. Dolayısıyla yine Agit yoldaşımızda gördüğünüz gibi, hem sürekli yazan, hem sürekli okuyan, aynı zamanda partimizin düşünce gücünü, siyasi ağırlığını esas alan bir komutan kişiliğine de gelmeniz, gerçeklerimizin vazgeçilmez bir gereğidir.
Sizlerle bir noktayı daha önemle paylaşmak isterim ki, Önderlik konusunda da ciddi bir yaklaşım yetmezliği vardır. Her zaman söyledim, Önderlik babamızdan bize miras kalan bir kurum değildir. O, başta şehitlerimizin olmak üzere, halkımızın kolektif desteğinin somut bir ifadesi ve sizin çabalarınızın bileşkesidir; üst düzeyde hem teorik, hem pratik iradeye ve düşünce gücüne kavuşturulmasıdır. Yani bir yerde her birinizden bir parçadır. Şimdiye kadar buna yaklaşımlarınız, yani özde kendi devrimciliğinize yaklaşımınız yetersiz olmuştur. Aslında Önderlik gerçeğinin gölgesine sığınarak kendinizi daralttınız. Biz, Önderlik gerçeği kurumu olarak sizlere layık olabilmek için gerçekten aman vermez bir tarzın, temponun sahibiyiz. Bu da çok net ve kesindir.
Tekrar vurguluyorum, kendim için olsaydı, bu kadar olmazdı. Ama sizin olumlu veya olumsuz gerçeğiniz, beni böyle bir Önderliksel gerçekleştirmeye zorlamıştır. Başka türlüsüyle sizlere, tabii temsil ettiğimiz şahadetlere ve bir bütün olarak da partimizin amaç değerlerine cevap vermek mümkün değildir. Önderlik olunmak isteniyorsa bunun gerekleri yerine getirilecektir. Ve bunu yerine getirdiğimize de inanıyorum. Geçen yıllarda başarılı bir cevap olma gerçekleştirilmiştir. Biz de buna, Agit yoldaşımızın çok değer verdiği bu Önderlik gerçeğine en az layık olmak kadar, gereken bir karşılıkla cevap verdik.
Bu gerçeklik aslında hepiniz açısından bu anlamda özümsenmiş ve gerekleri yerine getirilmiş değildir. Çete kişiliğinde görüldüğü gibi, bir yandan “Allah, peygamber düzeyine çıkardım” diyecekler, diğer yandan da en büyük günahları bu bağlılık altında sergileyecekler. Bu büyük bir yüzsüzlüktür, oldukça yaygındır ve bunu aşacaksınız. Önderlik gerçeğimize ikiyüzlü, sahte, duygusal yaklaşımlara gerek yoktur. Bu hakarettir. Peki neye gerek vardır? Gerçekten bir zafer tarzına ihtiyaç vardır, bu da bilinçle, inisiyatifle ve gerçek pratik tarza ulaşmakla olur. Önderlik budur. Layık olmak, bunu paylaşmakla ve bununla oynayan her tür tasfiyeci anlayışı anında karşılamakla mümkündür. Eğer bunu böyle değerlendirirseniz Önderlik gerçeği sizi sıkmaz. Tam tersine paha biçilmez bir güç kaynağıdır. Bu güç kaynağını doğru almadan, temsil etmeden sağlam bir komutan ve asker olacağınızı sanmamalısınız.
Tekrar söylüyorum: Bireysel özelliklerimi burada size dayatmıyorum, böyle bir durum yok. Önderlik, hepinizin, çabalarınızın kolektif bir bileşimidir. Bu kolektif bileşim bir teorik beyindir, amansız bir iradedir, tarzdır, tempodur. Dikkat edilirse bu da yenilmeyen başarı gerçeğimizdedir. Yani yenilmek istemiyorsanız, sizin gerçeğinizdir. Dolayısıyla en değerli bir gerçek olarak en başta bilinçle, iradeyle ve büyük bir dürüstlükle paylaşmayı bileceksiniz. Bu sağlanırsa eksikliklerinizin büyük bir kısmının aşılması gerçekleşir. Bunun sonucu da her gün ve her yerde başarıdan başka bir seçeneğe geçit vermeyen bir militanlık olur. Bu zindanda ve en başta da şahadetlerimizle gösterilmiştir. Bu, halen tedavi gören Sema Yüce yoldaş ve şahadete giden diğer zindan şehidimiz Fikri Baygeldi yoldaşta da kanıtlanmıştır. İnsanlık tarihinde ender görülen bir biçimde kendisini her boyutta binlerce temsiliyle kanıtlamıştır. Bunları Önderlik gerçeğinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Ayrıca doğru özümsemeden başarmak da mümkün değildir. Bugün vesilesiyle bunu hatırlatmamın nedeni; başarı için en vazgeçilmez bir koşulu gerçekleştirmenizin artık ertelenemeyeceğidir ve bugüne gelinip dayanılmıştır.
Biz zafer yürüyüşünden başka hiçbir yürüyüşe geçit veremeyiz. Bu yirmi beş yıllık Newroz’lu zafer yürüyüşlerimiz bir gerçektir. Ve finale doğru da gelmiş bulunmaktayız. Gerisi bu çerçevenin büyük bir sorumluluk altında paylaşılmasıdır. Bu temelde yine size yeterince cevap olmaya büyük özen gösteriyoruz. Kendimizi değil, sizi temsil etmeye ilişkin verdiğimiz söze, karara daha da amansız bağlıyız. Aynı zamanda her birisi bir abide olan ve bu büyük yoldaşımızın şahsında bir emir telaki edilmesi gereken gerçeğine bağlıyız. Bunun dışında ne bir başarı imkanımız vardır, ne de bir tercihimiz olabilir. Bu, tarihimizin en şerefli, belki de ilk ve son adımı olmak kadar, değerlendiremezsek herhalde yapabileceğimiz en büyük kötülük olacaktır.
İçinde bulunduğunuz koşullar ne kadar zor olursa olsun, hatta eğitiminiz de ne kadar yetersiz olursa olsun, inanıyorum ki bu çerçevede bile bu çok yanılgılı, yetmez yaklaşımlarınıza bir son verme kararı verirseniz, yine çok rahatlıkla başarabileceğiniz engin cesaret ve fedakarlığınızla bu doğru esaslar temelinde görevlere yürürseniz, aslında vermiş olduğunuz sözleri sadece yerine getirmekle kalmayacak, geçmişe ilişkin borcunuzu da fazlasıyla ödemiş olacaksınız. Sizleri bu temelde bir kez daha serhildanlarıyla şahlanan halkımızın şahsında selamlarken, Mahsum Korkmaz yoldaşımızı da bir kez daha bu başarı sözü temelinde selamlıyor ve sevgilerimi sunuyorum.
28 Mart 1998
Reber APO
- Ayrıntılar