“Tüm Partililer, Savaşçılar, Yiğit Kürdistan Halkı!
En Şanlı Olduğumuz Bir Yılda Büyük Özgürlük Hamlesine
Hazırlanalım ve 1992 Yılını Mutlaka Ezici bir Zafer Yılına Dönüştürelim”
Bizim için yeni yıldan bahsetmenin fazla anlamı yoktur. Her geçen gün bizim açımızdan sürekli bir oluşumu ifade eder. Düzene kavuşmuş toplumsal süreçler için, yıldönümlerinin bir anlamı olabilir. Bizim için bütün hızıyla oluşum devam ettiğine göre, bir anlamda yapay başlangıçlar fazla anlamlı olmasa da, bir mantık çerçevesi dahilinde, biz de yeni yıl için biraz daha fazla kendimizi görmeye ve değerlendirmeye çalışırız.
Esas itibariyle bizim için yeni yıl, bahara çıkıştır. Coğrafi ve toplumsal koşullar gereği, kışın ortasında derlenip-toparlanma açısından yeni yıl bir anlam ifade edebilir. Ondan da öteye, özgür yaşam konusunda çabaları yoğunlaştırmaya devam ediyoruz. Dikkate değer bir deneyim sürüp gitmektedir. Olanakların dışına çıkmış, doğal olarak kendine fazla bağlı kılmayan, ama insanlık kadar eski, bazı ilkeleri de göz ardı etmeyen bir doğrultuda mücadeleyi, savaşçı bir yaşamı her geçen gün daha da hamleci ve inisiyatifli bir biçimde götürmeye çalışıyoruz. Sanırım biraz şaşkınlıkla izliyorsunuz. Daha doğru-dürüst kendinizi halletmeden, böyle bir olayın içine girmek sizi boğuyor. İlkenin büyüklüğü de bu noktada ortaya çıkar. Herkesin kendisini yaşaması değil de, genel bir ilkeyi yaşaması, ciddi hareketlerin esaslarından sayılır. Size veya kişilerin keyfine kalsa, buna ilkesel bir hareket demek zor olur; daha çok bireysel hareket denilebilir ki, bunun da pratikte hiçbir işe yaramadığı, düzen yaşamının hiçbir değerinin olmadığı, sonuç alamadığı iyi biliniyor. Parti topluluğumuz, kendisini bir olgu olarak daha da yetkinleştiriyor.
Varlığını kalıcı kılmak, kurumlaştırmak, hatta yenilmez kılmak için çabaları eksiksiz yapmaya çalışıyor. Öyle anlaşılıyor ki, hareketimiz bu konuda günümüzde yıkım ve tahribatı karşılaşmaya çalışıyor. Dolayısıyla çok önemli değerlerin kaybolmasına doğru olumsuz yönde sürüp giden karşı-devrimin bütün çökertici, cüceleştirici, hatta tiksindirici etkilerine karşı, hareketimizin bu denli varlığını sürdürmesi, adına devrim değerleri dediğimiz, özgürlük değerleri, kahramanlık değerleri dediğimiz yüce değerleri esas alması, büyük bir inatla savunması, günün genel ölçülerine veya gelişmelerine baktığımızda, evrensel düzeyde bir anlama da bürünebiliyor. Veya böylesi bir anlama gelmesi gerektiği anlaşılıyor.
İçte ve dışta, dolayısıyla parti hareketine yönelik dayatmaların anlamı hayli kapsamlı olduğu gibi, değerlerin savunulmasının anlamı da o denli büyük olmaktadır. Salt bir ulusal kurtuluş öncüsü olmaktan da öteye, evrensel değerlerin öncüsü olmanın da gereği ve dolaylı olarak bu değerlerin de kurtuluşunda ileri düzeyde bir rol oynamaktan kendini kurtaramayacağı da iyi anlaşılıyor. Dolayısıyla bu çalışmalarımızda siyasi çerçeveler, hatta basmakalıp yaklaşımlar, yine gerek bilinçli hazırladığımız ve gerekse dolaylı olarak bizi içten ve dıştan etkileyen her olguya daha bir derinliğine anlam verme, sürekli bilimsel bir temelde de olsa çıkış yolları aramaya daha zengince bakacağız. İnsanlık kadar eski, ama bir o kadar da kendini dogmalardan, günümüzün gerek ulusal ve geleneksel çerçeveleri olsun, gerekse uluslararası hukuki, siyasi, hatta askeri, ahlaki ve kültürel çerçeveleri olsun, tüm bu etkenlerden gelebilecek zincirlemeleri de tanımayarak, bir özgürlük hareketi olmak büyük önem taşıyor. Bu temelde düşünceyi geliştirmek, davranışa kadar götürmek, sanıldığından daha fazla zordur. Bu, görev ve savaştan da öteye anlamlı çabalar istiyor.
Karşı-devrim çok yönlü sonuç almaya çalışırken, tüm insanlık değerleri üzerinde bir yıkım veya kendine göre bir düzen tutturmaya çalışırken; adına devrim denilen olayın sürekli koruyup geliştirdiği değerleri de yaman savunması gerektiği açıktır. Karşı-devrim karşısında bu denli zayıf kalınıyor veya değerler tahrip edilebiliyor ve çoğunuz güçsüz kalabiliyorsa; bunun anlamı üzerinde çok iyi durmak gerekir. Devrim adına kurtarılacak, geliştirilecek ne varsa geliştirebilmek, devrimci sorumluluk taşıyan her sorumlu militanın, en başta yerine getirmesi gereken bir görev olmaktadır. Aksi halde, kendiyle oynama, devrim içinde bir kendini bilmez olma ve dolayısıyla kendi başına bela olmaktan öteye gidememe durumu çok açık gözükür.
Savaş en yüksek eylem biçimidir
Tam bir savaş eylemi içinde yaşanıldığı biliniyor. Dolayısıyla savaşımın çok yönlü sorunlarına, böylesine kapsamlı bir teorik gelişmeyle bağlantılı ele alacağımızı hiç unutmamalıyız veya göz ardı etmemeliyiz. Eylemin kendisi en yüksek düşüncedir veya hayat bulmuş düşünceler sistemidir. Savaşı geliştiren beyin ve yürek, düşüncede de, moralde de o denli bir gelişmeyi ifade eder. Kesinlikle kendiliğinden savaş, kendiliğinden eylem diye bir olgudan bahsedemeyiz. Savaş, en soylu düşüncelerin ürünüdür. Günümüzde devrimci savaşa karşı faşist çığlıkların atıldığı biliniyor. Hele bu savaş Kürdistan gibi kendi başına yaprağın bile kıpırdamayacağı kadar terörle susturulmuş bir ülkede gelişiyorsa, bileceğiz ki, böylesine bir ülkede, böylesine bir uluslararası gerçeklik içinde devam etmekte olan devrimci savaş, en yoğunlaşmış düşünce ve beyin gücü kadar, yürek gücünün de ifadesidir. Dolayısıyla ona rasgele yaklaşmak, basit bir teknik mesele gibi ele almak içine girilecek en yetmez yaklaşımlardan birisidir. Bunu kendi pratiğimde de çok yoğun yaşıyor, düşünce ve moral açıdan olduğu kadar, eylemsel açıdan da en üst sorumluluk düzeyinin de ifadesi olmaya, amansız kılmaya çalışıyorum. Eylemin kendisine düşünceyle, vazgeçilmez moralle ve büyük bir bağlılık temelinde yaklaşacağız. Hatta eylemimizi bundan daha ağırlıklı olarak değerlendireceğiz. İşin özü böyledir.
Buna ne kadar varsınız? Ne kadar buna güç getiriyorsunuz? Eğer kendinizi bir eğitim adayı olarak veya bir sorumlu olarak görüyorsanız; sorunları halletmeyi bilmek için, kendinizi biraz harekete geçirme, gerekirse ayaklandırarak bunlara ulaşabilmeyi bileceksiniz. Bu işin kuralı gereğidir. Rollerinizi oynamanız gerekiyor. Kişiler, kendilerini ancak role uygun hale getirirlerse bir anlam ifade ederler. Yoksa rolleri kendilerine uydururlarsa en kötüsünü yaparlar. Kesinlikle gerçekler konusunda birbirimizi yanıltmamaya büyük özen göstereceğiz. Bazı ayrıntılar üzerinde durduğumuzda göreceğiz ki, kendini kandırmacı anlayışlar hayli etkilidir. En kendini kandırmacı, dolayısıyla "kazanıyorum, iyi yürüyorum" diyenin, en hızlı kaybedenin kendisi olduğunu çok daha iyi göstereceğiz. Bu tutumda olanların ince kurnazlıklarına rağmen, fazla gelişmeye ve yaymaya güç getiremeyeceklerini örnekleyeceğiz.
Çıkarılması gereken tek sonuç; PKK'deki özgürlük hamlesinin başarılmasıdır.
Burada belirgin olarak dikkate alınması gereken bir husustur; PKK'de sosyalizmin ne dogmatik bir temelde alınarak sakatlanması söz konusudur, ne de ulusal ve geleneksel çerçeveyle kendisini sağlaması söz konusudur. PKK, bunları dikkate almamakla birlikte, özgürlüğün özünü yakalayabilmiş ve onu varlık haline getirebilmiştir. Güncellik içinde özgürlüğün özünü ayakta tutmak büyük önem taşıyor. Bizim için bir gün, bir ay, bir yıl çok anlamlıdır. Esasta bunu yakalamalısınız. Bu güçle özgürlüğe böyle yaklaşmayı becermelisiniz. Sizler gençsiniz ve yapabilirsiniz. İşin esas özü budur. Özlem ve umutlarınızın, düşünce ve inançlarınızın esas yoğunlaşması, bir öze kavuşması gereken yanı burasıdır. Buna ulaşırsanız, adadığınız yaşamın bir anlamı olur. Eğer olmazsa, gerçekten iflas etmiş, yenilmiş olmaktan kurtulamazsınız.
Biz bu temelde değerlere sadakatle bağlı olmaya devam edeceğiz. Başta şehitlerimiz olmak üzere, işkenceyle yaşamı yoğrulanların özlem, inanç ve düşünce değerlerine bağlılığı esas alacağız. Yalnız ulusal çerçevede değil, bütün uluslararası çerçeve için bu temelde olacaktır diyoruz. Tabii ki bu gücümüz oranında olacaktır ve dolayısıyla yürütmekte olduğumuz hareketin hiçbir yanlış anlamaya yer vermeden, nerede ve nasıl icra edilmesi gerektiğini daha somut olarak göstereceğiz. Hem de daha iddialı, daha güçlü olarak bunu yapacağız. Bu temelde diyoruz ki, bu önümüzdeki yıl, süreci daha inisiyatifli ve hamleli karşılamaya çalışacağız. Adına ne dersek diyelim, özünde ne birikmiş olursa olsun, başlangıçtan inanılmaz ve kimsenin de asla değer vermediği veya iyi bakmadığı vuruş tarzımızı şimdi daha iyi görme, görmeden de öteye etkilenmiş, karşı koyma veya katılma biçiminde bir konuma geçtiği çok açıktır.
- Türkiye şu anda tam bir kördüğümdür. Özellikle egemen sınıfın sınır tanımaz anlayış ve uygulamaları var. Belki de dünyada eşine ender rastlanan sorumsuz bir tutum içindedir. Özellikle halkın çıkarlarını savunmayı esas alan sözcüsünün, gücünün olmayışı, egemen sınıfların çılgınlıklarına daha fazla ortam veriyor. Türk gerçeğindeki o yüzyıllardan beri süre gelen ve aslında tarihte vahşetiyle, barbarlığıyla ün salan egemen sınıf tarzı, hakim ulus tarzı bu hızından hiçbir şey kaybetmeden, hatta günümüzde Sovyetlerdeki çözülüşten sonra kendine yeni umutlar edinerek kendisini yaşatma çabası içerisindedir. Aslında başta devrilmesi, aşılması gereken bu egemen sınıf karşısında, halkın kimliğini, gücünü, çıkarlarını elde etmeye çalışmasından ötürü kendini yalnız hissetmektir, görmektedir. Partinin savaştığı bir gerçek olarak, sömürgeciliğe "dur" demeyi artık salt bir taktik olmanın da ötesinde, Türkiye halkının da hayati bir sorunu olarak değerlendirmek gerekiyor.
Bizim de yakından tanıdığımız ve güvendiğimiz Türkiye devrimci ortamının bir türlü bu yönlü görevlerine sahip çıkamayışı durumu vardır. Kaldı ki, yirmi yıldır çok can alıcı devrimci görevler vardı, örgütlenme ve eylem görevleri söz konusuydu. Anlamlı bir tarzda, sonuç alıcı bir biçimde bu görevlere başarı şansı verdiremeyişi, bizi yirmi yıldan sonra da olsa, bir kez daha dönüş yapılması gereken nedir, nasıl yapılmalıdır sorusuna cevap vermeye zorluyor. Çünkü çok kan döküldü, işkenceler yaşandı. Halen iddia ve umutları var. Kimdir bunlar, ne yapılabilirdi? Güvendiklerimiz, dayanmak ve desteklemek istediklerimizin sorumsuz çıkmaları, başarısız çıkmaları; bizim açımızdan da durumları aslında kabul edilmezliği ifade eder. Aynı zamanda dayatılması gerekenin ne olduğunu da ortaya çıkarır. Bu çalışmaya yüksek bir değer biçerek hakkını vereceğiz. Türk egemen ulus ve sınıf gerçeğinin hesabını iyi vermek gerekir. Bu, çok yaman ve aynı zamanda yapılması gereken bir görevdir; zor olduğu kadar en iyi devrimci görevdir.
PKK Genel Sekreterliği
15 Ocak 1992
- Ayrıntılar
Baharın Nisan ayı, canlanmanın alabildiğine hızlandığı ve yaşamak isteyenlerin büyük bir tutkuyla kendini aştığı ve anlam bulduğu birçok canlının yaşam günleri oluyor. Yıllardır bizde böyle Newroz günleri, Nisan günleri, ulusal çözümlenmeyi, onunla birlikte diriliş, yaşamı geliştirmeyi temel görev bellediğimiz günler oldu ve halen üzerinde duruyoruz.
Direnme tarihimizde önemli bir aşamayı teşkil eden 1987 Mart ve Nisan çözümlemelerinde de benzer bir başlangıcımız vardı. Değişik biçimlerde, onun 1985-86 karşılanışı anlamlıdır. Daha da geriye gidebiliriz. 30 Mart Kızıldere şehitlerinin anısına bağlılık ve protestomuz, 7 Nisan’da tutuklanmamız vardı. Daha o zamandan beri baharın, çok önemli, anlamlı karşılandığını gösteriyor. 1974-75 baharları yaşama özgürce ve iddialı yaklaşmayı denedik. Başkentte imhamızın planlanıp hayata geçirildiği, Ankara’da tam bir Kürdistan bilinciyle ayrılışımız ve özgürlük tohumlarını bu aylarda serpmemiz söz konusudur. Hem düşüncede, hem pratikte 1976 ve 77 bahar ve Nisan ayları epey anlamlıdır ve çok önemlidir.
1977 ve 1978 partiyi ilan etme ve onu yaşatmanın çarelerini oldukça düşündüğümüz Mart-Nisan ayları söz konusudur. 7 Nisan 1979’da Ferhat Kurtay’la Mardin’e geldik. Bizi yepyeni bir süreçle karşılayan bir bahardı. Onun verdiği canlanma, iyimserlik duygu ve düşünceleriyle çıkış yapmamız söz konusudur. Yine 1980-81’i bu sahada karşıladık, düşmanın büyük imha yönelimini, 1980’in o ilk anlamlı eğitim birliğimizi hazırlayıp Kemal Pirlerin komutası altında yola koyduk. 1982-83’te kapsamlı bir biçimde tekrar ülkeye yönelmemizin baharını yaşadık ve Botan’a yöneliş, 1984-85’le bilindiği üzere, 15 Ağustos Atılımı’nın ertelenemez, anlamlı baharıydı. Hem de 1985’in sonuçlarını mutlaka başarıyla getirmenin ağır sorumluluğuyla karşılanması söz konusuydu. Agit arkadaşla yakın ilişkimiz altında 1985 Newroz’unu karşılamamız söz konusuydu ve bizzat kaleme aldığı Newroz umuduyla başlamıştık.
Böyle anlamlı bulunan Nisan karşılamamız var. Kimler ne kadar anlayıp hakkını verdiler? Herkesin kendine soracağı bir sorudur. Biz yaşamaya saygılıyız, yaşama saygısı olmayanların herhangi bir yaratıcılığından, üreticiliğinden bahsetmek zordur. Bizim için yaşamın neredeyse başına yıkıldığı bir halk gerçekliğiyle, bahar müjdesi gibi yaşamı müjdelemek çok önemlidir ve böyle olduğunu göstermeye çalıştık.
Halen gerçeğimize bireysel tutkularınız, egoizminiz korkunç çaresizliğiniz, yaşama ters düşmüşlüğünüz yansıyor. Sözüm ona bayramlara hazırlanıyorsunuz ama bayramların hiçbir anlamını bilmeden bir katılımınız oluyor. Kendine saygıyı yitirmemek çok önemli! Her yetersizlik bir saygısızlıktır, her yaşamaya hakkını vermemek tüm kötülüklerin kaynaklandığı durumu yaşamaktır, durumu böyle olanların da yaşamına saygı gösterilmez. Onlar istedikleri kadar demagojik davranışlar sergilesinler, istedikleri kadar çalıp-çırpsınlar, siyaset dilinde, yiğitlik, mertlik gerçeğinde onlar beş para etmezler. Hiç bir kurnazlık, sahtekarlık bu gerçeği değiştirmez, lafazanlık, körce pratik bunu başka türlü göstermeye yetmez.
Bütün çabalarımıza rağmen, yiğitlik yaklaşımları çok sınılırdır, kurnazlık, ölüm kokan davranışlar, ucuz yaşama göz dikenler veya en önemlisi de yaşama ilgi duymayan, yaşama karşı saygısızlıklar çok fazla. Tabii sizin umurunuzda değil, mühim olan sizin alışkanlıklarınızdır, bir sigaradan aldığınız zevki, bir dedikodudan aldığınız zevki sanmıyorum yüce bir değerlendirmeden alasınız; ikili bir diyalogdan aldığınız zevki sanmıyorum bir yüce yoldaşlar topluluğunun tartışmasından alasınız. Bütün bunlar sizin düşkünlük düzeyinizi belirliyor.
Bir komutaya hakkını vermenin tutkusunu, onun coşkusunu görmeyi çok istiyorum. Mumla arasan ya bir tane bulursun ya bulamazsın, ama onunla oynayanlar hem de en anlaşılmaz, en anlamsız biçimiyle sayısız görebilirsin. Bunlar gerçeğimizi ifade eder. Biz böyle olmamanın kavgasın veriyoruz. Ben halen bu noktada, bu direniş kahramanlarının çok anlamlı olduğunu görüyorum en özlü davranışların böyle gösterildiğine inanıyorum. Özlü olanların büyük eylemleri oluyor, fakat böyle değil de daha anlamlı, daha uzun vadeli bir savaşımla gösterselerdi diye hayıflanıyorum.
Bu insanları biraz anlamlı kılmak için, biraz saygılı-sevgili kılmak için çok büyük uğraşı verdik, ama layık olan nerede? Kendilerini pislik kuyusunda çoktan kirletmişler, temizlemeye güç mü yeter. Yetersizlikler girdabında boğulmuşlar, yeterliliğe nasıl getireceksin, eylem yeterliliği, söz yeterliliği, örgüt yeterliliği nerede kişiliklerinizde?
Övünmek gibi olmasın ama bildim bileli kendimi çok zorlamama rağmen, yeterlilik sınırlarını tutturmaya büyük tutkuluyduk, yeterli iş yapmak, yeterli okumak, yeterli koşmak yeterli bilmek ve gerçekten bu tam da insana saygının kendisi oluyor. Çok az ağladığım oldu, ağladığım yerlerde de bir yetersizliğimin olduğunu gördüğümde onu gidermeye, büyük bir öfkeye dönüştürerek karşılık verdiğimde hatırlıyorum. Ağlamam kocakarıca değildi, yetersizliğimi gidermenin öfkesiydi. Böylesi daha doğru oluyor ama çoktan yetersizliklerle kendinizi büyüttüyseniz, gerçekleştirmeniz zor oluyor. Neden kendi işini en güzel, en doğru yapmıyorsun. En hayati konularda bile niye en güzel söz ve eylemi tutturamayacaksın? Çok mu zenginsin, çok mu iş yapmışsın? Yok! Hepiniz Allah’ın fukarasısınız!
Yaşamaya büyük saygı duyuyorum, fazla yaşamasak da yaşama saygı gerektiğini, saygı göstermek için de hemen her düzeyde büyük yeterliliği yakalamak şartı olduğunu biliyorum. Onun için bu şartlara sahip değilseniz, saygı ve sevginin şartlarına fazla talepte bulunmayın. Öncelikle gerekli olan saygıdır, ondan sonra bir şeyler isteyin. Ben halen çok sınırlı bir saygı durumuyla uğraştığım için, kendim için hiçbir şey istemiyorum. Bütün ulaşmak istediğim biraz saygılı olabilmeyi, etrafıma, dostuma, düşmanıma gösterebilmektir. Kolay değil, bu kadar alay konusu olmak, bu kadar inkar konusu olmak, bu kadar insanlık yoksulu olmak kolay değil.
Siz iyi çocuklarsınız veya bir çırpıda ölürsünüz de, ama bütün bunlar saygı yaratmıyor, düzey tutturulamıyor, sadece ölünüyor. Çok çaba harcıyorsunuz, bu çabalar yüksek değer ifade etmediği için, onunla birlikte sizi götürüyor. Yetersiz çabalar, anlamsız çabalar! Benim çabalarımın anlamı sizi saygılı bir duruma getirebilmektir. Ama ne kadar başarıyoruz ayrı bir mesele. Benden mi kaynaklanıyor, sizde mi kaynaklıyor tartışılabilir.
Nasıl da bu yaşamı kendinize yakıştırdınız? Hep kendime sorduğum bir soru da budur; nasıl da sıkılmadınız, böyle yaşamaya güç getirebildiniz. Halen ben, yaşam utancını tam üzerimden kaldırmış değilim. Ele-güne rezil olmamak için ancak kendimi biraz ayarlayabilmişim. Halkımızın dengelerini yitirmemeye çalışıyorum veya onun çok yitirilmiş olan saygı durumunu oluşturmaya çalışıyorum. Fakat burada da bütün bu çabalara rağmen veya başarı gibi gösterilmeye rağmen kendimizi şiddetli sorguluyoruz. Bu kadar diri tutmaya çalışmamızın nedeni; kendimizi halkımızın saygılı yaşamına ilişkin durumunu, dengesini acaba bulabilecek miyiz sorusundan ötürüdür.
Bazı büyük şehitler de bize hep bu baharda güç veriyor. Ben onlara büyük minnettarlık duyduğumu belirtmeliyim. Özellikle en son Newroz şehitlerine şükranlarımızı belirtmeliyiz. Şüphesiz onlar güç veriyorlar. Fakat esas olan kendi gücümüzü de ortaya çıkarmaktır, biz hiçbir zaman başkaları “şöyle adam olursun, böyle yapmalısın” derken kendi halimizi görmezlikten gelmedik, “iyi söylüyorsun, tam da öyledir” deyip kendimizi dogmalara boğmadık. Büyüklerin sözünü her zaman can kulağıyla dinledik, ilgi duyduk, fakat “doğru olmayabilir” sorusuna da açıklık getirdik. “Dediklerine doğru olmayan yönler olabilir, ona da dikkat et” diye kendimize yaklaştık ve halen de öyledir.
Bahara yaklaşırken, çok büyük bir anlayış olarak gördüğüm bu son iki direniş şehidimiz, “çözümlemeler bitmiştir, sıra eylemdedir” der. Tabii bunu çok anlamlı söylüyor ve en büyük örneğini de kendi kişiliklerinde sergiliyorlar. Doğru bir söz aslında! Çözümlemeler bitmiştir, sıra eylemdedir! Ama nasıl bir eylem? Onlar kendi eylemlerini öyle ortaya koydular. Bu herkes için böyledir denilemez, belki de onlar için bile bu fazlaydı. Eylemin bin bir biçimi var. Onlar kendileri için en anlamlı biçimi buldular diyelim, uyguladılar, başkası yapsa belki de zarar verebilir. Mühim olan eylemin yerinde ve zamanında olmasıdır. Ne mutlu onu yakalayana!
Çözümlemeler bir anlamıyla bitmiştir, birçok anlamıyla da yeni başlar. Bu bir yaşamdır bizde. Tatmin oluncaya kadar ister. Biz ona saygısızlık yapmayacağız. Gerekirse büyük savaşarak saygısızlık etmeyeceğiz, gerekirse çok büyük düşünerek saygısızlık etmeyeceğiz. İlla “böylesi de bizim için kabul edilir, yenilsek de layığımızdır” diyorsanız, biz burada büyük sorun çıkarırız. İşlerin tehlikede olduğunu gördüğümüz de kıyamet koparırız, sorun burada. Düşünün; yenilgiden başka, ölümden başka ve yaşam söz konusu olduğunda da alçaklıktan başka hiçbir şeyin olmadığını; o zaman soralım kendimize ne kadar saygılıyız? Yaşama, onun bizdeki dirilişine, canlanışına, serpilmesine ne kadar saygılıyız?
Her şeyin altından çıktığımızı söyleyemem, fakat bütün dayatmalara rağmen halen kolay boyun eğmediğimiz söyleyebilirim. Dostluk adına, yoldaşlık adına dayatmaları, şöyle-böyle adına karşı koymaları yapın bakalım kim düşüyor? Serbestsiniz, ben de serbestim. Siz sizinkileri dayatın, ben de benimkilerini. El mi yaman, bey mi yaman gösteririz. Biz kimsenin hukukunu elinden alacak veya onu çirkinleştirecek tutum içinde olmadık. Ama bazılarının bizi de böyle kullanmalarına fırsat vermedik. Bizi büyük bir hukuksuzlukla, çirkinlikle bağlamalarına fırsat veremem.
Bu bir savaş ve çok amansız olmuştur. Madem bazıları bize bu kadar dayatmış, biz de dayanabildiğimiz kadar dayanacağız. Yoksa kendimi çirkinleştirerek, kendimi anlayışsız kılarak, ağlayarak, sızlayarak mı karşılayacağım? Sizin gibi kolay ölerek, kolay zincirleyerek mi kendimi bırakmayacağım. Ben “mutlak özgürüm, mutlak sağlamım, yürütüyorum işleri” diyemem ama bütün bu darlığa rağmen bu sahada biraz yürütüyorum. Kaldı ki, bu fazla mekansal bir anlamda da değildir. Biz savaşın en büyüğünü ruhta, ilişkide, düşünsel tarzda veriyoruz. Sonuçlarının büyük olduğunu da görüyoruz.
Umarım bir şeyler anlıyorsunuz, o büyük anlayışsızlık duvarları biraz deliniyor. Çok kalın duvarları biraz deldik. Büyük işlere gelmezseniz sürekli dövülürsünüz, delinirsiniz, paramparça edilirsiniz. Ölmemeye çalışmalısınız, yaşama güç getirmelisiniz. Ben bazen halkımız ve dostlarımız için esin kaynağı olduğumu söyleyebilirim, hepsinin taze umudu olduğumu ve bu anlamda da sözümün sahibi olduğumu belirtebilirim. Kimse de bunu inkar edemez. Ama bunun da böyle bir kişilik savaşımıyla, böylesine büyük bir yoğunlukla sağlanabildiğini de çok iyi biliyorum.
Siz bu gerçeğin neresindesiniz, ne kadar umutsuzsunuz veya umut yıkıcıları kimlere denir? Halkların umudu olabilmek çok önemli. Bütün bunlar anlatılmakla bitmeyeceği gibi, biz yine de siyaset yaptığımızı unutmamalıyız. Fazla edebiyata da kaçmamalıyız, siz askeri adaylarsınız bunu unutmayalım, gerillalar oluyorsunuz. Bazılarınız öyle istedi ama ne kadar hizmet ettik, sonuçları sınırlı. Benim bütün yaptığım, bazıları bir şey istediğinde “onun doğrusu şöyle yapılır”dır. Yoksa ben iyi silahşörsünüz diye karşılamadım, siz istem belirttiniz, herhangi birisi bir istemde bulunuyor, ben de nasıl yapılacağını gösteriyorum. Onu da hizmetle sunuyorum, “al sana bu kadar hizmet ve yürü yolunda” diyorum.
Önder APO
- Ayrıntılar
23 Nisan 1920 TBMM’nin kuruluşunun 76. yılı. Kendi bağımsız siyasetini yaratamayan bir halkın kendi elleriyle nasıl bir tükenişe gireceğinin de en trajik bir tarihi sürecidir. Bu tarih, bir halkın, hatta halkların kaderi konusunda siyasi bilinci, olsa buna sorumluluk düzeyinde yaklaşmayı bilse dönemin en faşist bir cumhuriyet kuruluşu altında yok olmaktansa, en özgür halklar gerçeğine ulaşmayı da sağlayabilirdi.
Türkiye Cumhuriyeti adı altında geliştirilen bu faşist ve dünyada eşi görülmemiş rejim altında, tükeniş yerine belki de Sovyetlerden sonra dünyanın en özgür bir halk cumhuriyeti veya cumhuriyetler birliği olarak Ortadoğu’daki yerini de bulabilirdi. Hiç şüphesiz toplumsal nedenler, ulusal bilinçten yoksunluk, gerici ideolojilerin etkisi, bunun yanında öncülüğe soyunmuş gücün askeri gerçekliği, yine onun sınıf temeli, uluslararası koşullar, bizzat o dönem tarihin somut iç özellikleri, düşünülebilecek olanın en kötüsünün ortaya çıkmasına yol açtı. Bir insan ömrü kadar bir süreçte halklar kötü kaybettiler, Anadolu tam bir halklar mezarlığı oldu. Kazanan da bir avuç, belki de dünyada eşi görülmemiş, hatta 1920’lerdeki kompradorlardan, işbirlikçilerden daha tehlikeli, daha gözü kara bir güruh oldu.
Tarih bir daha geriye çark edilemez, olan olmuştur, fakat çok önemli dersler çıkarılırsa, belki de son derece öğreticidir. Muazzam yol gösterebilir. Bugün de bu kişilikten kurtulun muş olunduğu sanılmasın. Hayır, şu anda da yalnız toplumsal sınıflarda değil, parti içine yansımış kişiliklerimizde de özgürlük iradesini esas alan kişilikler yok denilecek kadar azdır. Bunlara kalırsa, 1920’lerden daha kötü koşulların 2000’li yıllara yaklaşırken de yaşanması işten bile değildir.
Bir halk düşmeye görsün, bir kişilik kendini kandırmaya görsün, onun kolay kolay iflah olması düşünülemez. Bir halk son tahlilde bir kişide dile gelir veya kişilik olayında kendini açığa vurur ki, benim kendi tecrübemden çıkardığım sonuç, şimdi 1920’lerden daha ağır bir durumu yaşadığımızdır. O dönemin hiç olmazsa kendi tarihi kimlik, kişilikleriyle bazı tipler ortaya çıkıp kendilerini savunurlardı, konuşurlardı. Bu gün o da yoktur.
Özel savaşçıların bir savaş tarzı var ve onunla kurdukları bir yaşamları var. Bunu iyi biliyorlar. Ama biz halklar adına ne savaşı anlayabiliyoruz, ne de yaşamı. Büyük vurgunlar ve büyük kaçışlar tarihte çokça görülmüştür. Ama bu 76 yıldır bizde gerçekleşenden daha utanılası, lanetlenesi gerçekleşmemiştir. Tarihte, Yahudi kaçmıştır, Ermeni kaçmıştır, Rum kaçmıştır bizim yakın coğrafyamızdan, ama hiç birisinin bizim tarzımızda kaçtığını sanmıyorum. Daha adını bile koymamak nasıl bir kaçıştır? Başa ne geldi, kimlerle getirildi? Ne yapılması gerekir? Tek kelimeyle doğru düşünüp cesurca konuşmak isteyen bir kişi bulamıyoruz. Haince, lanetlice kaçış dur-durak bilmiyor. Fiziki kaçış burada en zavallı ve en az tehlikeli kaçıştır. Ruhlardaki yitiriliş, hele düşüncedeki kaçışta, teslimiyet, hatta dört dörtlük düşmana olma, ona çalışma, ona düşünmeyi başka bir halk kimliğinde bulmak mümkün değil.
Bu yıllarda bunlar oldu. Benim en büyük utancım bu tabloydu. Aslında denilebilir ki, en erken yaşlarda bu tabloyu görmemek için kendimi çok zorladım. Kaçmak istedim, vazgeçmek istedim, fakat çaresini bulamadım. Neden bu kadar yaramazlık, neden bu kadar çirkinlik, neden bu kadar zavallılık, güçsüzlük tablonun kendisindedir? Onun için kimse cesur bakamıyor. Yüzü yok ki baksın. Anlamaya çalışmıyor. Anlamaya çalışsa kendini keşfeder ki, çokta düşmüş, lanetlinin tekidir. Neden anlamak istesin ki? Yapmaya gelince de zırnık kadar kendine güveni yok. Neyi yapacak?
Bu gerçeği ben öz devrimci pratiğimize bakarak daha iyi anlıyorum. Hazır böyle yaşamın özgür, biraz namuslu diyebileceğimiz yaşamın eşiğine getiriyorsun, lokum gibi onu sunuyorsun, yine tepiyor, yine anlamak istemiyor. O zaman kişilik bambaşka kişilik diyoruz. Bunu yetiştiren iyi yetiştirmiş, köleleştiren iyi köleleştirmiş. Ve bir kölelik biçimine ad bulmak istiyoruz, onu da bulmak da güçlük çekiyoruz.
Yine çok iyi hatırlıyorum; yaşam süresince bu tarihten kaçmak istedik. Zaten adına pek tarih denilesi bir şeyin olmadığını da gördük. Ama nereye kaçacaksın? Şimdi anlıyorum, yaşıyoruz diyenler neden bu kadar sorumsuz. Benim gibi her adımını bin besmeleyle atan bir kişi bile bu durumu yaşadıktan sonra, bu kadar küfürlü yürüyenler nereye varacak, ne olacak? Bir lanetli tarih, bir faşizm ki, eşi benzeri de yok. En kötüsü de onun altında nasıl ezilmiş, yenilmiş, özüne ters düşmüş, hainleşmiş bizzat kendi kendine düşman olmuş ve yine onu savunuyor. Bu hangi halk gerçekliğinde görülmüştür? Bu yıllar bunu böyle hazırladı, yaşattı.
Delirmiş toplum demek istedik olmuyor, sömürge toplum dedik olmuyor. Kimileri sömürgelikten de öteye, ama ne denilmek istendi, o da pek anlaşılır gibi değil. Velhasıl bir gerçek ki anlam verilmesi bile özel bir bilim konusu olabilir. Tabii bunlardan bana ne demeyin. Siz bu tarihin ürünüsünüz. Unutmayın ki, en insani olan, en yaşanmaya değer olan ve mutlaka uğruna bir şeyler yapılacak olanı, en üst düzeyimizde bile tanınmaz hale getirdikten sonra, acaba birey olarak, hatta devrimci militan olarak kendinizi nasıl tanıyacaksınız, kendinize ne ad vereceksiniz? Tam da bu noktada dayattığınız bir gerçeklik “ben anlamam, çok varma üzerime” yaklaşımıdır.
Bu gün başka konuya fazla girme gereği duymuyorum. Daha değişik yaklaşım yöntemi nasıl olabilir diye düşünüyorum. Belli bir aşamaya varılmıştır. Yeni yaşama veya bizzat içinde yaşadığımız sürecin anlamı olduğu kadar, onun yürütülüş tarzını daha yaratıcı yaklaşımlarla değerlendirmek istiyoruz. Bu açıdan da daha anlamlı tartışmalar olabilir. Herkes kendi yeteneklerini daha yaratıcı ortaya koyabilir. En önemlisi de öz gücünüzle ayaklarınız üzerinde yürüyebilirsiniz.
Şunu sona erdirmek istiyoruz; artık hep partinin genel gücüne dayanarak, hep Önderliğe dayanarak yaşama yerine, artık büyüdünüz, öz gücünüzle kendi ayaklarınız üzerinde yürümeyi nasıl sağlayabilirsiniz, bunun artık tutarlılığını göstermeniz gerektiğini vurguluyorum veya geçirilen aşama artık sizi bu noktaya getirmiş olmalıdır diye düşünüyorum. Ben kendi tecrübelerime dayanarak söyleyebilirim ki, aslında büyük bir sabırla büyüttük. Deney ve tecrübeyle yürüyebilecek konuma getirdik. Dönem herkesin kendi öz gücünü düşüncede, ruhta, fiziki değerde olsun, sergileme dönemidir. Bununda anlamı şudur; eskisi gibi yaşayamazsınız, saflarda da bulunamazsınız.
Ben her zaman şunu söyledim; parti sonuna kadar bireyindir, birey de sonuna kadar partinindir. Bu parti benimdir dediğin zaman, ben de her şeyimle ama hastalıklarımla değil ölüden beter kişiliğimle değil, sonuna kadar kazandıran kişiliğimle ben partiliyim. Benim şimdiye kadar kendimi PKK’li hissetmem, sonuna kadar kazandırdığım orandadır. Yoksa en ufak kaybetme olduğu zaman, ben PKK’ye ihanet eder gibi kendimi hissederim. Kaybeden ben, asla PKK’li değildir. Kazanan ben PKK’lidir. İlke budur.
Asker olmanın ilk şartı, kendine hâkim olmaktan geçer. Ama neye hâkim olacaksınız? Çizilen bir yaşam çerçevesi vardır, amacı vardır, aracı vardır, çabası vardır, ona bağlı olmayı bileceksin. Disiplin budur. Gereklerine tam uydun mu, kendine hâkim oldun; kendine hâkim olan asker olmanın ilk adımını çok ciddi bir biçimde neredeyse başarının en kesin adımını atmıştır.
Savaşçılar birbirlerine omuz vererek yaşarlar.
Savaşçıların birbirilerini boşa çıkarma hakkı yoktur.
Tarih bunun bile mucize olduğunu gösteriyor. İsterdim sizin gibi hareket etmeyi, bana da birisinin yol göstermesini ve dağa çıkarmasını ama kimse yok. Bırak dağa çıkarmayı, yol göstermeyi herkes yoldan çıkarıyor. Zaten her şey yoldan çıkarılmıştı. Biz yola koyduk. Sizi de en özgür dağa, onun her türlü silahına kavuşturduk. Siz bunu inkâr mı edeceksiniz. Onu kullanmayan sizsiniz. O zaman olup bitenleri iliklerinize kadar doğru anlayacaksınız.
Bütün bunları ayrıca şunun için söylüyorum; düşman gözüne kestirmiş, sizin bu savaşçılık tarzınızı çok iyi kavrayarak, inceleyerek bitirmek istiyor. İşte hükümetin son politikası da bu. Buna malzemeyi sunan, buna “gerillayı yenebilirsiniz” dedirten sizsiniz, ben değilim. Çünkü benim gündemim değişiktir.
Bundan sonra çok önemli olan, düşmanın da kaldığınız yeri yerle bir edecek kadar çılgınlaştığı bir dönemde iyi iş yapmak istiyorum, sonuç alıcı iş yapmak istiyorum. Düşmanın bu kadar yüklendiği bir aşamaya biz de yüklenip oldukça başarılı iş çıkarmak istiyoruz. Bu hem temel görevimizdir, hem de zor-bela yakaladığımız mevzilerin başarılı kullanılmasıdır. Bunun gereklerini en üst bir sorumlulukla siz de kavrayın ve gereklerini yerine getirin. Sizin şimdiye kadar çektiğiniz benden de zor geçen bir yaşamınız var, onun anlamını hakiki bir biçimde bilince çıkarmış bir savaşçılık iddianız var, komutanlık iddianız var. Onun da çerçevesini artık bulmuş olun. Bu konuda sonuna kadar disiplinliyim, gereklerini yerine getirmede amansızım. Bütün bu yönleri kavrayıp söyledikten sonra, bu işler çok geç de olsa tekrar doğru yola gelir ve başarısı da arkasından gelir.
Önder APO
- Ayrıntılar
Bu, sınıflı toplumun, despotizmin, haksızlığın başlangıcıdır. Aynı zamanda her türlü saygısızlığın, sevgisizliğin, acımanın da kaynağıdır. Bunu anlatmaya çalışıyoruz ama bir türlü anlamaya yanaşmıyorsunuz. Tabii yüreği, vicdanı, sorumluluk düzeyi böyle olanlar, açık düşmandan daha tehlikelidir.
Kutsal dinlerin o kadar insan vicdanına hitap etmeleri boşuna değildir. Kutsal dinler de birer devrimdir. Vicdanlara o kadar hitap etmelerinin nedeni; büyük bir devrim gelişirken, vicdansız insanların, insanlar üzerinde büyük tahakküm kuracaklarını bildikleri içindir. Bu büyük iman meselelerini, iman şartlarını ortaya koymaları bunun içindir. Yoksa bir devrimde vicdansız insanların eline iktidar geçerse, onlar en zalim kişiler olmaktan, iktidarın cazibesine kapılarak kendilerini kurtaramazlar.
İktidarın bir de böyle bir hastalığı yayma durumu var. Büyük vicdan, iman kişiliği olamayanlar, iktidarın sihrine kayılarak birer canavar kesilebilirler.
Benim akıllı tepkilerim, önemli sezgilerim bunlara karşıt gelişti. Anama karşıt gelişti. Baba fazla üzerime gelmiyordu, daha sonra üzerime gelmeye başladı, ona karşı da tavır koyduk. Ama daha fazla hak-hukuk sahibi olduğunu söylemeye geldi. Önemli çocuk savunmasını yaptık. Şimdi anlaşılıyor ki, bu önemli bir savunmadır. Şu anda milyonlarca Kürt çocuğu, dünyanın en perişan çocukları olarak, adeta sahipsiz, başlarına gelecek tüm felaketleri bilmeden yaşama terkedilmişlerdir. Bundan kim sorumludur? Bunu görmemek, görüp de bir vicdanı ayaklandırmamak hangi insanlıkla bağdaşır? Tüm analara, babalara bunu sordum. Ey vicdansızlar! Sözüm ona çok bağlısınız, hepsi de gözü yaşlı.
Peki, ne diye bunları hazırlıksız, eğitimsiz benim üzerime atıyorsunuz dedim. Sizlere de sordum; kim sizi üzerime attı? Ben çağrı, davetiye çıkarmadım. Siz üzerime kendinizi atıyorsunuz, ama çok hazırlıksınız. Tabi bundan da biraz da analarınız-babalarınız sorumludur. Yetiştirme diye, terbiye diye bir şey görmemişsiniz. Tabii benim de terbiye görecek halim yoktu, bana öğretecekleri bir şey de yoktu. Ben kendi kendimi terbiye ettim. Sizden en büyük farkım budur. Bu büyüklüğümü buna borçluyum veya ayakta kalışımı, savaşçılığımı buna borçluyum. Siz kocamış bebek gibisiniz, ciddi bir intikamcılığı olan yok. Ancak cenazenize bol bol ağlanabilir, zamansız, yersiz gitti denilebilir.
İçinizde hangisi adını, ününü amansız konuşturuyor, hangisi kendini zavallılıktan kurtarıyor, problem olmaktan kendini kurtarıyor? Bunu başta analara söylemek istedik. Anama da öyle demiştim. Üzerime gelme dedim ve onu durdurdum. Hem de erken yaşta. Onun bana belletmek istediği gerek değer yargıları, gerek kavgacılık biçimlerini durdurmak gerektiğini erken yaşta fark ettim. Bizzat sezgilerimle, biraz yaşam tutkularımla böyle olmaması gerektiğini bildim ve tavrımı geliştirdim. Anamı konuşturmuşlardı, “dizimin dibinde oturtamadım” biçiminde bir değerlendirmesi vardı. Dizinin dibinde oturmak, boyun eğmeye, teslimiyete çekme anlamına gelir. Yine düşman, “kavgacı ortamlarınız, sevgi, saygının pek gelişkin olmadığı ortamda büyümek” diyor. Tabii, bu ortamı kendisi yok etmiştir.
Sahte sevgi ve saygıyla büyümenin anlamlı olmadığını da erkenden fark ettik. Bize gösterilecek fazla sevginin olmadığı görüldü. Ben o zaman anamdan en ufak bir sevgi beklemedim. Hayret! Beklemediğim gibi, göstermedim de. Bu da oldukça gerçekçi bir tutumdur. Olamayan şeye, niye olur diye kendimi aldatarak cevap vereyim, kabul edeyim? Ama maalesef biliyorsunuz, sahte sevgiler ana kucağında başlar, en gözü kara sevdalarınıza kadar sürüp gider. Hepsi sahte! Birilerinin size verecek sevgisi, saygısı yoktur. Sizin de birilerine göstereceğiniz sevgi, saygınız yoktur. Ama kişiliğinizde aldanma, öyle gözükme hiçbir ulusta görülmemiş biçimdedir.
Biz bu konuda da ikiyüzlülüğe düşmemeyi büyük bir gelişme olarak değerlendiriyoruz. Yoksa ben niye varım diyeyim, öyle değilsem niye kendimi öyle sayayım? Bu bence en tutarlı gerçekliği ifade ediyor. İşte bir de bunu yakalamam, yakıştırmam, gelişmemizin çok önemli bir nedenidir.
Yalan dolan kişilikleriniz olmamış şeyi kendine mal etme ve en kötüsü de kendisine layık, beklentiler, talepler isteme veya istetme durumundadır. Size göre, ne ben, ne birileri beni ne saymalı, ne sevmeli, ne de birileri beni kabul etmelidir. Ya nasıl olmalı? Anlayarak, gerçeğe ulaşarak, mücadele ederek kendinize saygıyı bularak, sevgi denilen olayı bu biçimde yakalayarak olacaksın. Belki böyle olur diye çabaladık ve bunun doğru olduğu da ortaya çıktı. Ben daha fazla saygılı, terbiyeli, sevgili olmaya çalışıyorum. Bu da bir maddi zemine dayanıyor, savaş gerçeğine dayanıyor.
Görülüyor ki, gerçekten insanlar biraz bizde doğru temellerde saygı, sevgi, edep durumuna gelmişler. Bu söylenebilir. Aslında anamdan kalma birçok husus daha vardı. Babamı beğenmeme de haklı olabilirdi ama çaresizdi. Kadın hiçbir zaman kendisine göre erkek nedir bilmemiş. Tanıdığı erkek, ona cahil nasıl geldiğini, nasıl götürüldüğünü bilmiyor. Ona verilmiş, ondan diğerine gitmiş. Erkeği, karşısında kaba bir güç olarak, kendisini tehdit eden güç olarak görmüş. Toplumsal gerçeklikte de böyledir. O toplumsal koşullarda böyle bir kadını, bir kızı anlayacak, gönlüne göre, sevgisine göre anlayacak herhangi bir durum yok, ortam yok. Hatta iradesinin, bir kişiliğinin ne kadar olup olmadığı bile tartışılabilir. Aile çıkarı için veya istemi üzerine “al sana” denilmiştir, o olmazsa diğerine. Yine bundan çıkaracağı sonuç öyle fazla anlamlı olamaz.
Bir de kişilik itibariyle fazla moral bırakılmamış, daha doğrusu kendisine göre kocası diye anılan erkekle, köyde erkek diye bellenen, anlamsız veya düşmanca tutumlar içinde bulunmuş o da “madem onlar bana bu kadar yaptılar, bende kuralsız hatta fazla hayâya gelmeyen, utanmaya gelmeyen, sonuna kadar çığırından çıkmış bir kavgacılığı dayatayım” demiş. Bundan bize ne kalabilir? Çok uysal bir kadın olsa, fazla kavgacı olmasa, kocaya da olduğu gibi yaslansa veya çaresizliğini gösterse, teslim olsa, -herhalde terbiyeciler “eğitim yedi yaşında başlar” diyorlar- biz de belki teslim olurduk veya anam nasıl yapmışsa bütün kadınlar öyle yapsın veya babam ne etmişse, erkek ne yaptıysa öyle edilsin derdik. Ama bu kavgacılık ortamı mutlaka bir iz bırakmıştır. Bu da herhalde faydalı bir iz olarak düşünülebilir.
Benim şu anda geliştirdiğim bir kadın mücadelesi var. Şimdi bu mücadele ileri boyutlara gelmiş, ama temeli olmasaydı herhalde böyle gelişmezdi. Anamın büyük mücadeleci olduğunu biliyorum. Fakat tabi onunki öyle ilkeli, örgütlü değil, tam tersi ilkesi de, taktiği de hiç olmayan ama kendini orta yere atan, sonun kadar fırla, yürü, bağır, çağır, saldır. Güç dengesi sıfır, hedefi hiç gözüne getirmez, ama ne kadar isyan edebilirse o kadar eder veya sınır tanımaz. Tabi biz bunun böyle olmayacağını daha başta görüyoruz. Kavga olacaksa bile onun belli bir mantığının olması gerekir. Mantığın aşıldığı bir yerde mantık arama benim erkenden göz önüne getirdiğim hususlardı. Bu da çok aşırıya karşı bir tedbir oluyor. Bu pratikle yakından bağlantılıdır. İlla kavga edilecekse, bunun bir mantığı, yöntemi olmalıdır. Anamın aşırılığı bunu bana erken yaşta öğretti. Etkisi hâlâ vardır.
En önemlisi tek biri de olsa, çok kuralsız da olsa hem aile içinde, hem aile dışındaki bazı erkeklere karşı büyük savaş vereceğini o örnekte görmüş oluyoruz. Sanıyorum bir gelenek olarak bir çocuk bunu görmezse, mışıl mışıl uyumluysa, her şeye evet diyorsa, sanırım çocukları üzerinde de bunu sürdürür. Sonuna kadar erkeğe, babaya, köylüye, karşısına çıkan herkese bağlı olur. Bu öyle olsaydı herhalde bizim de böyle bir kadın mücadelesini fazla ilerletmemiz, en azından bu biçimde geliştirmemiz üzerinde etkili olmazdı. Veya bu etkinin de bu mücadelede bir izi olabilir, bir etkisi olmazdı. Çünkü bir kadın bu kadar mücadele etmişse, o da ana ise, herhalde o çocukta büyüdüğü zaman, ana diye bir kadın bunu yaptığına göre, niye başka kadınlar da bunu yapmasın sonucuna varabilir. Aristo mantığıyla bile bu sonuca varmak zor değildir.
Tabii şimdi erkek savaşımı ileri boyutlarda. Anaya bağlı olma mı denilir, tuhaf! Son yıllarda, özellikle son üç yılda onu geliştirmişim. Anam sağken, onu bu kadar fazla derin inceleme yapmamıştım. Öyle fazla mektup bile yollamamıştım, “nasılsın” demedik. Ama anma denilen olayı bence son üç yılda iyi göz önüne getirmişim. Son üç yıldaki kadın mücadelesinde belirgin bir gelişme vardır. Bu gelişmeyi, herhalde tüm önemli şahadetlere, ölümlere karşı verdiğimiz karşılığın bir benzerini olarak burada yapmışız. Haki Karer’in anısına karşılık biliyorsunuz parti ilanıydı. Mazlumların anısına karşılık daha fazla savaşa, ülkeye yönelmeydi. Agitlerin anısına bağlılık daha fazla gerillaya yönelmeydi. Buna benzer birçok şahadetin anlamını gerçekçi bir mücadele çalışması ile geliştirmek istedik. Ana olayında da herhalde bu gözüküyor. Böyle bir ödün bizi kadın konusunda daha fazla bir şeyler yapmaya götürmüş olabilir. Bu da bir etkidir diye düşünüyorum.
Kadın savaşımı bu nedenle anamın tam istediği biçimde olmasa da, yaptığı gibi olmasa da, daha bilimsel, daha örgütlü, planlı ve ustaca taktiklerle yürütülmeye çalışılıyor. Erkeğin haksızlıkları var, bu açıktır. Biz bunu kabul ettik, ama onu çözümlemek oldukça zordu. En önemlisi de anamın yaptığı gibi değil de, daha mücadeleci, daha doğru bir mücadele anlayışı ve yöntemiyle yapmak gerekiyordu. Tabii bu bir sonuç, onun ortasında da çok gelişme vardır. Anamın kişiliğine baktığımızda, kadınlardan uzak durmam gerektiğini ilk elde göz önüne getirdim. Anam böyleyken bu kadar beni zorluyorsa, tabii kadın konusuna kolay kolay girmeyeceğiz.
Yaşanılan ağır sorunları gördükçe, özellikle babamla yaşadıkları çok kavgalı ve zor yaşanılır aile gerçeğini gördükçe, ondan da çok önemli bir dersi almıştım. Bu tehlikeyi yaşamamak için oldukça temkinli, bilinçli hareket etme, ihtiyatlı hareket etme gereğini duydum. Babamla anamın başına gelen niye benim başıma gelsin? Dikkat etmeliydim. Bu da kadın-erkek ilişkilerindeki gerçeği etkiledi. Ana-baba arasındaki ilişki veya çelişki, benim bütün yaşamımı diyebilirim ki en çok etkileyen özelliktir. Siz yaşamınızda buna da dikkat etmediniz. Kaldı ki ana-baba ilişkilerinizin gerçekliğini dikkatle gözden geçirseydiniz biraz anlamanız mümkün olabilirdi. Belki de şanssızlıktı, sizin böyle ana-babalarınız yoktu veya şansınız da olsaydı, belki böyle rahat yaşayamazdınız. Ama bu rahat yaşamın pek de rahat yaşam olmadığını şimdi benim çelişkili savaşımla, kişiliğimle ödüyorsunuz.
Benim şansım veya şanssızlığım bu çelişkili aile gerçeğini en üst düzeyde yaşamış olmamdır. Çocukken şanssız olarak görüyordum kendimi. Halen hatırımdadır, keşke benim de şu arkadaşımın ana-babası gibi anlayışlı bir anam, bir babam olsa diyordum. Hatta daha sonra da keşke Türk bir aileden olsaydım diyordum. Zorluğa gelmemek için, çelişkilerin acımasızlığını yaşamamak içindi bunlar. Ama daha sonra bunun mücadeleyi tahrik etmesi nedeniyle bir şans olduğu ortaya çıktı. Veya şanssızlığı şansa dönüştürdüm. Bunun da büyük bir yürütme eylemi olduğu şimdi daha iyi anlaşılıyor. İşte sizin başlangıçta böyle bir şanssızlığınız yok, şanslısınız. Ama sonuçta da büyük şanssızlığınız bu şanslı yaşamınızdan kaynaklanıyor.
Bunun diyalektik ifadesini bulmamanız halinde, pek iflah olacağınız veya şansı şanssızlığa, şanssızlığı da şansa dönüştürmeyi gerçekçi temelde, doğru temelde yapamazsınız. Benim ana-baba çelişkilerimin bütün köyün alayına, dalga geçmesine yol açması ve benim üzerimde bunun yarattığı büyük üzüntüler, ayıplamalar benim için büyük bir şanssızlıktı. Ama bunun sürekli beni ezmesi, zorlaması beni yaratıcılığa itti. Şanssızlığı şansa çevirme ihtiyacını aramaya itti. Bu da gelişmenin bir ana dinamiğidir.
En önemlisi de ailecilik konusunda hayale kapılmamam, sizin yaşadığınıza benzer kolay ailecilik hayallerini esas almamam çok önemli. Çekinmem, ihtiyatlı olmam, tepki duymamam daha sonraki süreçte oldukça yararlı olmuştur. Halen kadın-erkek ilişkileri üzerine bu kadar önemle duruyorsam, bu çelişki nedeniyledir. Şimdi çok açık görülüyor ki, bu çelişki çözümlenmese ne sınıfsal, ne ulusal çelişki anlaşılamaz. Bırakın çözümlenmesi, savaşımla giderilmesi; siz şu anda adeta bu çelişkinin kölesi durumundasınız. Bu çelişkiyi anlamaya, ya da kendi üzerinizdeki etkisini sıyırmaya gücünüz yoktur. Kocaman bebekler haline gelmişsiniz.
Bazı tespitlerimizde aile kördüğümü temelde insanımızın iradesini de, düşüncesini de kör etmiştir dedik. Bu yüzden yetenekler gelişmiyor, kavgacılık en ilkel tarzdadır, anlayışlar çok dardır, kişilikler çok cücedir. Çünkü aile kördüğümü sizi baştan bağlamış. Ama ben yırttım, nitekim köyde halen hatırlıyorum “ipini koparan, anasını, babasını dinlemeyen, yoldan çıkmış, kimsenin çocuğunun böyle olmaması gereken çocuk”. Ama dediğim gibi, bu şanssızlığı daha sonra biz şansa dönüştürdük. Siz ise bağlandınız. Aileler her gün yenilgiyi aşılar, her gün “oğlum adam ol, büyüklerine bağlı ol, seni çok seviyorum, oğlum al sana iyisi, al sana beğenilisi, büyüklerine saygılı ol” derler. Tüm bunlar yalandır. Olmayan şeylerin olur gibi sunulmasıdır. Onun için şu anda gözünüzde ne sevgi, ne saygı var, ne bir yüksek çözüm gücü ve ne onun kavgacılığı var.
Çelişkiler çözümlenmezse, uğruna büyük savaş verilmezse kişilik koca bir yalandan ibarettir. İşte benim şanssızlığımın şansa dönüşmesi de bu yalana düşmemeyi öğrenmek temelinde olmuştur. Şu anda çelişkiler en tahrik edilmiş durumdadır. Bununla bağlantılıdır. Şu anda çelişki yönetimi bende dünya çapında ustalıklı temeldedir. Bana kimin gücü yetebilir? Ben bir kader olarak görmedim. Zaten yaşamla ilişkiyi siz öyle görmüş, bellemişsiniz. Bu kadercilik yüzünden haliniz ortadadır. Şu anda benim kollarım zincirlerinden boşalmış, yüreğim de öyle. Daha serbest hareket ediyorum. Ama siz hiç edemiyorsunuz. Ne kadar acı.
Tüm savaş imkânlarını size vermeme rağmen, teorik, pratik kimse bana bir şey vermedi, ben kendimi yetiştirdim. Analar sizler için çok ağlayacaklarına, sizin gibileri doğurup büyütmeseydiler daha iyi ederlerdi. Bana ne böyle yeteneksiz, çaresiz, hep ağlanılacak çocukları ben ne yapayım? Ben ağlamayı da erken kestim. Bu da çok ilginçtir. Hatırlıyorum, çocuk yaşlarında benim kadar ağlayan yoktu. Anama karşı öyle zırlıyordum ki, köyde duymayan yoktu. Bu konuda da şampiyondum adeta. Sonra anladım ki, şunu ondan öğrendim; bu ağlamayla, zırlamayla hiçbir yere varamayacağımı anladım. Sanırım ondan sonra durdurdum. O gündür bugündür fazla ağlamaya gelmem. Bu da demek ki ana gerçeğiyle, aile gerçeğiyle bağlantılıdır.
Ağlamakla hiçbir yere varılmaz. Tabii bu savaşta çok önemlidir. Savaşta komutanın baş özelliği ağlamamasıdır. Ağlamayanınız yok gibidir. Dediğim gibi, olmayan vicdanı, rahatlığı, sevgiyi olur gibi, varmış gibi görmenizin şu anda vicdansızlıkla bağlantısı çok somut; gerçekçi olmayan, içten saygılı olmayan, sevgili olmayan, duyarlı hassas duygularınız şu anda büyük bir vicdansızlıkla bizi karşı karşıya bırakıyor. Şimdi anlıyorum ki, bu konudaki yanlış yetişmeniz, ailelere göre kötü şekillenmeniz, vicdansızlığın en temel kaynağıdır.
Ben nasıl bu vicdana ulaştım? Büyük savaşımla ilgili. İlk başta ana-babaların bana fazla verecekleri bir sevgi, bir saygı olmadığını görünce, kendim denemeye giriştim. Çevremi oluşturdum. Tabii çevre oluşturmak için büyük iyilik yapacaksın. Bir kuşu bile beş-on parçaya bölüp dağıtmam ilk sevgi, bağlılık ilişkilerine duyduğum ihtiyaçtan ötürüdür. Yalnızlığımı gidermek istiyorsam, havadaki kuşu avlayıp etrafıma dağıtmam gerekir düşüncesine o yaşlarda ulaşmıştım. Kazanmasını bilmeyenler, dağıtmasını da bilmezler; kendi emeğiyle kazanmasını bilmeyenler, hovardaca harcarlar. Bunun için değerlerin kıymetini bilmek gerekiyorsa, onun amansız kazanımını bilmeniz lazım. Ben bunu defalarca size söyledim. Niye erkenden kuş avlamak zorunda kaldım? Yine babamın, hatta bazı kişilerin, ailelerin değerlerini gittim koparttım. Gücü etrafıma dağıtıp belli bir örgüt gücü, hatta rüşvet almayı da buna bağladım. Zorlu süreçlerde örgütü oluşturmak için başka tür örgütlenme yapılmazdı. Ama bakın bizim örgütümüzün başındakilere, değerleri öyle çalıyorlar, hatta bazıları hırsızlayıp kaçıyor. Vicdan bunun neresinde? Öyle yetiştirilmişsiniz Size göre değer savaşımı yoktur. Değer savaşımı üzerine kan dağıtıyorsunuz vicdanınız bile sızlamıyor.
O erken yaşımda bir kuşun nasıl avlandığını biliyorum. Ayrıca grup oluşturmaya ihtiyacım var, neyle yapacağım onu? Marifetin olmazsa, senden bir çıkar görmezlerse gelirler mi? Okuma işi de öyleydi. Bir kaç kelime öğrendiğimizde ilk etapta gruba vermek istedik. Başka türlü çocukları etrafımıza nasıl toplayacağız. Tüm hayat süreçleri böyle olmuştur. Siz bunu da anlayamadınız. Bu açıdan ne kendinize yararınız oluyor, ne çevrenize. Boştan gelen boşa gidiyor. Haydan gelen huya, çar gelen naçar gidiyor, çarçur gidiyor. Ve sonuçta vicdan diye bir şey kalmıyor. Ama biz öyle değiliz, büyük bir vicdan oluşturmuşuz bu özgür yaşamdan ötürü.
Anam şunu sıkı sıkıya belletirdi; “çalışmadan sana tek bir kuru ekmek yok” derdi. Halen hatırımda, o saç üzerindeki bir ekmeği almak, benim için büyük meseleydi. Fazla çalışılacak bir ortam da yoktu. Ama en büyük hedefimiz, çalışsak da, çalışmasak da o ekmeğe ulaşmaktı. Anam yüksek yere koyardı, hatta gizlerdi. Onu bulmak için epey mücadele verirdik. Ekmek kavgası o zamanlarda başlamış ve halen daha sürüyor bende. Biliyorsunuz, biz çocukluk anılarımıza ihanet etmemeyi bir ilke olarak hep gözlerimizin önünde tutarız. Bizim için her zaman ekmek kavgası önemlidir. Onu da anadan öğrendik, ana ve neneden. “Çalış kazan” diyorlardı. Bunu da bize iliklerimize işletinceye kadar bize dayatıyorlardı. Sonuçta ekmek kavgası öyle başladı.
Sanıyorum yetişme tarzınızdan ötürü, size ciddi bir ekmek kavgasına girişmeden hep hazır verildi. Her şeyi hazır Allah’tan bellediniz, öyle yetiştiniz. Şimdi de ekmek için kavgayı bilmiyorsunuz. Elinizden gitmese de kazanmanız gerektiği halde bilmiyorsunuz. Bilmediğiniz için bilemiyorsunuz. Size göre çok kolay, yemek yemek çok kolay, çocuk ağlar önüne koyarlar. Anaların en büyük hatası sizi ekmek kavgacısı olarak yetiştirmemektir. Size çok yumuşak davranmışlardır. Varını-yoğunu biriktirip vermişlerdir. Sonuç; emeğe fazla saygılı olmayan bir nesil! Sonradan da ana-babaların parası bitmiştir ve kendini bilmezlik dönemi başlamıştır. Tıpkı gerçeğiniz gibi. Ana-babaların da kabahati budur.
Ekmek kavgacısı yapamayacaksa, bu çocuğu niye büyütüyor? Savaştırmasını bilmiyorsan, niye bunları çıkardın karşıma? Hep bela mısınız diyorum her gün? Bu ülkede, bu halkın maddi gerçeğinde ekmek kavgacısı olmak tüm kavgaların başında yer alır. Ama şimdi bakıyorum, yediklerinin yarsını atıyorlar. Bana inanılmaz bir suç, sorumsuzluk gibi geliyor. Adeta bütün ekmekleri alıp yemek istiyorum. Geçen gün Fransız gazeteci hayretler içerisinde gördü, “nasıl böyle soğana ve ekmeğe saldırıyorsun” dedi. Bu benim yaşam ilkem, tabii belki ayıplarsınız, ama kavgacılığımı doğru göstermek zorundayım dedim. Gerçeğe ihanet etmemek önemlidir.
Anama ilişkin başka ne söylenebilir? Daha sonraki yaşlarda kontrolden çıkışım için, her ana gibi herhalde o da düşünmüştür, bunun sonu nereye gidecek diye. Her ana çocuğunu baş göz etmek isteyebilir. O süreçlerde sanıyorum pek umudu yoktu veya beni öyle pek kendine göre akıllı bulmuyordu. Geleneklere göre kızlarını veriyordu, oğullarına kız alıyordu. Ama benim durumum farklıydı. Ne olacağımı pek anlayamamıştı. Kız verme kız alma meselesinde herhalde yaklaşımı geleneksel etkiyi kırmaktı. Kırmadığı, onun altında olduğu açık. Fakat benim içimde nasıl etkide bulunmuş olabilir?
Objektif olarak, konuyu küçümsememek, konuyu ciddi ele almak konusunda, tabii aileye göre insan yetişmeyince, her şey biraz daha alt-üst olur. Tam koltuğunun altında olsaydım mutlaka kendilerine göre birisi yaparlardı beni. Ucuzundan bir koca veya bir karı olarak çocuklarını gerçekleştirmek isterlerdi. Tabii bu daha sonraki bütün düşüşlerin, bütün toplumsal gereklerin, yine bizim toplumsal gerçekliğimiz söz konusu olduğunda tükenişin, başarısızlığın, düşüşün toplumsal gerçekliğimiz ne kadar kabul ediyorsa o kadar olma gibi bir sonuca götürecekti. Bu tuzağa düşmemek, bu aile gerçeğiyle biraz bağlantılıdır.
Bunun üzerimizdeki etkisi çok ilginç! Yine şans mı, şanssızlık mı, sizin için iyi mi, kötü mü? Yorumu sizlere ait. Genel Kürdistan ailesini göz önüne getirdiğimizde bunun çok çarpıcı bir şans olduğu ortaya çıkıyor. Kürdistan ailesi her ne kadar kendi içerisinde çok zorla da olsa, geleneklerin ağır etkisi altında da olsa, terbiye görmüş gibiyse de, erkek kadını korkunç derecede namus meselesi yapıyor. Kadın da hiç içeriği, özü olmadığı halde erkeğin karısı olmak için olağanüstü kendini geleneklere göre zorluyorsa, gelenek çok etkili ve güçlüyse, ona Kürdistan geleneği açısından bakıldığında kaybetmelerin en temel nedenidir. Bu gelişmemin, köleliğin en temel nedeni, kaynağı, kurumu bu ise, bizim ailedeki bir türlü geleneğe göre kurulamayan karı-koca ilişkisi büyük bir çözüm zeminiymiş.
Anamın özellikle babaya göre iyi bir kadın olmayı becerememesi veya onu mümkün görmemesi, böyle bir kocayı kabul etmemesi, üzerimde epey etkili olmuştur. Adam çeşitli nedenlerden ötürü olsun, anamın özgün nedenleri de olsa, bunun öyle gelişmesi, daha doğru sonuçlara yol açıyor. Ve Kürdistan ailesi tarihin bu sürecinde en problemli, diğer yandan çelişkiyi gizleyen, çözümsüzlüğü yaşatan en önemli kurumdur. Bunun bizim aile gerçekliğimizde nerdeyse tam bir çözülüşü, anlamsızlığı, başarılamayışı yaşaması, benim de bu ortamı değerlendirmiş olmam, gelişmemizin en önemli çıkış nedeni oluyor.
Bugün dolayısıyla çok açıklıkla söylemeliyim; anamın da bana öğrettiği en temel gerçeklik budur. Önce iyi adam ol, iyi savaşçı ol. Biz bu yaşımıza gelmişiz, halen iyi savaşçı olma peşindeyiz. Tabii aileler ise iyi savaşçı olmayı önlemek için daha on iki-on üç yaşlarında iyi karı ol, koca ol çağrısını vermiş ve uygulatmışlardır. Bizim ailede bunun fazla geçerli tutulmaması, benim üzerimde etkisinin fazla gelişmemesi önemli.
Düşünün, bu yaşlarda böyle bir geleneğin etkisine girmek her şeyin bitişidir. Fiilen girmeseniz bile, duygu, namus itibariyle girmiş olmanız sizin savaşçılığınızın hiç gelişmemesinin temel nedenlerinden birisidir. Benim kavgacılığımın patlama göstermesi de bu geleneği erken yaşlarda yıkmamdan ötürüdür. Ben çok iyi tespit ediyorum ki, ailelere göre, aile gerçeğine göre erken yaşlarda bir karılaşma, kocalaşma işin bitişi demektir.
Bakın, ben bu çelişkiyi biraz doğru ele aldım. Sizi bugün iyi karılar, iyi kocalar olmaktan alıkoyduğumuz için gücünüz, enerjiniz, bilinciniz, dolayısıyla savaşçılığınız biraz devam ediyor. Belki geleneklere göre bir yaşam sizi rahatlatabilirdi. Ama bana göre, bunun maddi temeli yoktur. Bunu gösterdik. Maddi olmayan bir şeye göre kendinizi yatırmanızın da hiçbir anlam yoktur. Önce iyi bir savaşçı olun. İlke bu. Bu ülkede yaşamak istiyorsan, bu iyi bir eş-dost, ahbap-çavuş, hemşehri olmaktan geçmez; tam tersi, eş-dost olmadan önce, iyi bir toplumsal savaşçı, ondan sonra ulusal savaşçı olmaktan geçer. Bu konularda çözümlemeler ortaya koymuştur ki, iyi bir hemşehricilik, iyi bir ahbap-çavuşluk, iyi bir yarenlik, hele hele iyi bir eş-dostluk, kadın-erkek ilişkisi savaşçılığı bitirir.
Bunun yerine biz hangi bağları esas aldık?
Hemşehricilik bağı yerine, sınıfsal, siyasal bağları; ucuz eş-dost, sahte karasevda ilişkileri yerine, yaman örgütsel ilişkileri, yoldaşlık ilişkilerini esas aldık. Düşünün ben bu konuda olağanüstü bir şekilde hem temellerini dikkatli atıyorum, hem pratiğini yürütüyorum. Ve görüyorsunuz ki bu dünyanın bile hayretini çekiyor bu kadar geri toplumsal koşullarda nasıl böyle çelişen bağlar oluşmuş diye.
Bu mücadele gerçeğiyle bağlantılıdır. Tam da bu noktada kadın ordulaşmasının da, erkek ordulaşmasının da ne anlama geldiği daha iyi anlaşılıyor. Hiçbir kitapta böyle bir ordulaşma ilkesi yoktur. Ama bana göre bizim toplumsal gerçeğimizin çözümlenmesinde böyle ilkelere ihtiyaç vardır. Halen tam anlamamışsınız ama toplumsal gerçekliği sağlam çözümleyen birisi bunu yakalayabilir.
Kürt erkeğinin durumunu çözmek için olağanüstü tedbirlere ihtiyaç var. Bir tanesi de kadın ordulaşmasıdır. Tabii bunu ters anladılar; silahı verirsin eline, erkek nasıl yapıyorsa o da öyle yapsın şeklinde anladılar. Bu anlamda bir ordulaşmanın mümkün olmadığını bilmekte fazla zorluk yoktur. Daha değişik bir ordulaşmadır. İşte anamın kavgacılığı, hiç kurala, ilkeye, kaideye gelmeyen kadın ordulaşmasına dönüştürülüyor diyelim. Bu çok gerekli. Neden gerekli? Madem anam kocayı beğenmiyorsa, beğeneceği kocayı ortaya çıkarması lazım. Nasıl ortaya çıkaracak? Mücadeleyle, mücadeleyi bilmesi lazım.
Bütün kızlar, haklı olarak karşılarında anlayışlı bir erkek görmek isterler. Bunun için ne gerekli? Kavga! Anlayış desen, fazla imkân yok. Kocanın veya erkeğin sana vereceği fazla bir şey yok. Kendisi çaresiz. Kürt erkeği bu anlamda çok zavallı.
Tabii bu konuda Önderliği tanımak gerekiyor. Kavga temelinde başladı, oldukça planlı ve örgütlüdür. Erkek eski erkek, kız da eski kız. Benim açımdan hiç kabul edilemez. Benim açımdan yenilgi, benim açımdan bela! Ama diyeceksiniz ki, “biz böyle yetişmişiz”. Sen öyle yetişmişsin, o düşmanın egemenliğine götürüyor. O toplumsal çözümsüzlüğü derinleştiriyor.
Ben size kurnazlık etmedim. Dikkat edin, ben bunları her gün söylüyorum. Büyüdüğünüz gerçeklik bu temeldedir. PKK’cilik diyorsunuz, biraz da APO’culuğun özü budur. Belki kendinize göre çok ulaşılmaz, tehlikeli veya anlamsız buluyorsunuz. Ama ben de söylüyorum ki, biz bu kavgayı şimdiye kadar böyle yarattık, bir de şu anda kavganın başıyız. Hatta neredeyse ilah kadar başındayız. Ben mi zorla kendimi böyle dayattım? Toplum istiyor her gün, siz istiyorsunuz. Ben güçlü bir merkez, militan olasınız istedim. Dolayısıyla her şey bana yıkılıyor. O zaman size düşen bunu öğrenmektir. Buna katılmamak, bunu boşa çıkarmak değil, hiç olmazsa doğru bir öğrenme gücü göstermektir. Ondan sonra karar verin, varsanız “evet”, yoksanız “hayır” deyin. Ya izin isteyerek, ya da isyan ederek kaçın. İkisine de varız.
Her gün niçin Önderlik yeminlerini ediyorsunuz? Gerçeğini biraz öğrenmek için değil mi? Herkes “bütün gücümüzü sizden alıyoruz” diyor. Bakın size söylüyorum; basit bir ekmek kavgası bu Önderlik gerçeğine böyledir, savaşçılık böyledir. Niye kaçacaksınız?
Ben mi anama “beni dünyaya getir” dedim. Yok! Topluma göre, kendime göre oldum. Ondan sonra kendimi korumaya almam, özgürlüğün ilk adımıydı, yaptım. Günah mı bu? Sizin için çok mu kötü oldu? Başka nasıl iyi evlat olunur? Şimdi hiç olmazsa nizamınız var. Birliktesiniz, biraz gücünüz var. Hatta bu ülkede en güçlüsü oluyorsunuz. Bu savaşçılıkla mümkün olmadı mı? Başkaları mı yaptı? Başkaları, kendinize kalsaydı ve hatta günlük olarak size bırakılsaydı, acaba kaç saat ayakta kalırdınız? Bunu hemen herkes görüyor. Bizim için hikâye bir anlamda böyle. Namus belası mı dersiniz, namus sorunu mu dersiniz, içine girdik, buraya kadar getirdik.
Önder APO
- Ayrıntılar
ULUSAL KİMLİĞE VE ÖZGÜRLÜĞE DÖNÜŞ HAMLESİNDE ZAFERİN KANITLANMASIDIR
Kürdistan halkının geleneksel bayramı olduğu kadar, çağdaş anlamda kendi ulusal kimliğini geçmiş tüm yıllardan daha fazla açığa çıkararak, kendi halk savaşımını sağlam temellerde ve bir daha yenilmemecesine yaşayarak ulaştığı bu yeni yıl Newroz tarihini göz önüne getirdiğimizde 2602 miladi, 1990 yılı bir anlamda Partimiz‘in de başta Nusaybin ve Cizre halk isyanı olmak üzere, tüm ülkede ulusal kimliğe ve özgürlüğe dönüş hamlesini daha da ileri bir düzeye taşırarak karşılaması gerçek bir kutlama anlamına geliyor. Yeni şeyler derken, esas olarak mücadelede ulaştığımız yeniliği anlamalıyız. Bir yandan Partili militanların şahadeti, diğer yandan halkımızın kanlı isyanı Newroz'un nasıl karşılanması gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu temelde mücadelenin vardığı düzey gerçek bir umut kaynağı, yaşamın vazgeçilmez yeni bir şeklidir. Bu da, ister düşmandan kaynaklansın, isterse de iç engellerden kaynaklansın, bir daha önü kesilmez bir kurtuluş akımı haline gelme, dönülmez bir kurtuluş yolunda yürüyüşün içinde olmak demektir. Bu işe kendimizi değiştirmek için duyulan sorumlulukla düşüncemizi zorlayarak, çabalarımızı bitmez tükenmez kılarak bu temelde nasıl kazanılır? Sorusuna bir cevap vermek istedik. Ortaya çıkan gelişmeler hem büyük bir çabanın sonucu, hem de büyük bir yılın başlangıcı anlamına geliyor. Halklar zor dönemleri yaşadıklarında ki, bu halk Kürdistan halkı ise bir kader gibi gittikçe tükenen ve adına yaşam, yabancı işgal, hatta sömürgecilik bile denilmeyecek, bundan da öteye eşine ender rastlanan bir tükeniş sürecinde ise, burada düşünce ve davranış üretmek insanın temel özelliklerine sahip çıkmanın vazgeçilmez bir gereğidir. Bu anlamda yaratılanlar önemli sonuçlardır ve yeniye ulaşmada muazzam sağlam bir başlangıçtır.
Nereden ne kadar sonuç aldık, neye nereden sağlam bir başlangıç yapıyoruz? Sorularına gittikçe net cevaplar vermek istediğimizde olguların iç içliğini görürüz. Dolayısıyla yeni yılımız, Kürdistan halkının dünyada ve bölgede yoğun olarak yaşanan gelişmeler karşısında ayağa kalkışının ister eski tarihsel geçmiş, ister yakın tarih ve Partimiz PKK önderliğinde gelişen kurtuluş aşaması, en çok umuda kalkan ve buna en çok muhtaç olan hatta bir diriliş çabası da diyebileceğimiz bir çabanın içindedir. Halklar, partiler ve kişiler, yılları sonuç ve başlangıç anlamında çok net bir şekilde gündemleştirerek değerlendirmeye tabi tutarak yürütürler. Eğer bu halk Kürdistan halkı ve onun adına öncülük iddiasında olan PKK söz konusu ise; gündemimizi doğru belirlemek, sağlam başlangıçlarla değerlendirmelere girişmek, bunun pratik çabasını, yürüyüşünü yapmak ve gerçekten çok büyük bir güç sergilemek demektir. Burada güçlü olan kişi; kendini aşmak, gelişmelere (ki, bu bizde varlık yokluk ve diriliş meselesidir) cevap vermek, buna sürekli güç getirmek ve mücadeleye en az tahribatla yol aldırmayı bilmek zorundadır. Çünkü bu çok önemlidir. Bu anlamda sorumluluk ciddi duyuluyor ve dava adamlığı bu temelde kavratılıyorsa, kapasite ve biçim kazanmak vazgeçilmezdir, gereklerini karşılamak ise zorunludur.
Yeni yıl, halk ve Parti için olduğu kadar, daha çok da militanların kendilerini köklü gözden geçirmeleridir. Bu, önlerinde bir görev olarak durmaktadır. Bir anlamda bağlı olduğu göreve yeterli olma, onu hiçbir bahane ileri sürmeksizin karşılama rolün vazgeçilmez gereğidir. Herkes işlerine mutlaka böyle yaklaşmak durumundadır. Kürdistan insanına baktığımızda; rolden uzaklaşma çok yoğun, rolü doğru kavrama çok sınırlıdır. Parti içi de dâhil en hayati işlerine tersinden yaklaşma, zaafları konuşturma, onu yaşama, yaşatma ve giderek düşkünlüğe sevdalanma bizde çok katı bir gelenektir. Ve bu hak ettiğimiz veya mutlaka ulaşmamız gereken yeniye ulaşmayı sancılı kılıyor. Sonuçta da yenilenme olmayınca duraklamaya yol açıyor. İmha sürecini yaşadığımız için, belki de farkına varılmayan ama kaybetmememiz gereken noktada kaybettiğimiz anlamına geliyor. Bizde insanlar nasıl yaşadıklarını bilmedikleri gibi, nasıl ölmeleri gerektiğini de bilmezler. Yaşam ve ölüm bir anlamda bizim için anlamını yitirmiştir. İşte bu anlamda mücadelemizin diğer bir anlamı da tam bu noktada ortaya çıkmaktadır. Yaşamın tanımını yapmak, ölümün de ne olduğunu kavratmak, birbirlerini ispatlayan, gerçekleştiren özelliklerdir. Ölümle yaşam arasında sanıldığından daha da ince bir fark vardır. Bizde bu fark yitirilmiştir. Yaşıyor muyuz, ölü müyüz? Belli değildir. Tüm hatalar bu ayırımın sağlam yapılmayışından kaynaklanıyor. Genelde insan soyuna ve onun halklarda gerçekleşmiş ve kabul edilir biçimlerine nasıl yaklaşmalıyız, bu temelde yaşamın neresindeyiz ve neresinde olmalıyız? Sorularına cevap veremediğimiz gibi, nasıl ölüyoruz, kimler bizi öldürüyor, nasıl öldürüyorlar? Sorularına da yetkin cevaplar veremiyoruz. Bırakalım ideolojide, politikada, askerlikte sağlam bir pozisyonda savaşmayı, bütün bu hususlarda her şey ağıza, göze bulaştırılmıştır. Bundan dolayı bilinen hatalar zinciri sökün etmekte, nerede, nasıl vurulduğumuz, yine nerede, nasıl kazandığımız pek belli olmamaktadır. Sonuçta da ortaya çıkan ulusal gerçeklik şudur: Yüzyıllardan beri hep ayağa kalkmak istemiş, fakat darbe yemiş, giderek biraz daha ölüme yaklaşmış ve can çekişmiştir. İşte günümüze doğru geldiğimizde de kimsenin sahip çıkmadığı, gerçekten de metelik kadar değer vermediği bir halk gerçekliği söz konusudur.
En ucuz satılan, en çok üzerinde yanlışlık yapılan, sorumsuzca tepişilen değerler, vatanseverlik ve özgürlük değerleridir. Oysa en yüce tutulması gereken değerler bunlardır. Bundan dolayı küçülme, alçalma geliştikçe gelişiyor. Sonuçta da dünyanın en tanınmaz halkı haline gelmek, kişi olarak da hiç ciddiye alınmamak, kendine ve çevresine olan saygıyı yitiren bir konuma gelmektir. Bu anlamda savaşımımız olumsuzlukları bertaraf etmek, tanımı yapılmış özgür yaşamın ulus ve birey için ele geçirilmesinin akıllı çabası içinde bulunmak ve onu yürütmek oluyor. Sağlanan başarı bu anlamda bir yeniliktir, tanınmaz durumdan kurtulabilmektir. Bizde herkesin mutlak anlamda içine girmesi gereken kurtuluş yolunda bir nebzede olsa sonuç almaktır. Bunun dışında yenilikten bahsedemeyiz. Dünyada, bölgede, Ortadoğu halkları ve daha çok da Kürdistan halkı için yeni şeylerden bahsetmek istiyoruz. Mümkün olsaydı da her biriniz için tek tek yeni nedir, yeniye yönelik özde çabanız nedir, yanılgısız ne kadar samimisiniz, yönteminiz, üslubunuz ne kadar elveriyor? Bunları işleyebilseydik. Her savaşçımız için bunu yapmayı çok isterdik, fakat mümkün olmadığı gibi gerekmiyor da. Bu aşamada özelde militan için, genelde de herkes için söylenenlerin ne kadar yerinde olduğunu bilmelisiniz. Ve bu soruları kendinize yönelttiğinizde cevabını tam olarak vermeyi becermelisiniz.
En başta kendi rolümü yeniden gözden geçirmeye çalışarak, kendimi nasıl değerlendirmeliyim diye düşündüm; nereden geliyorum, nereye ulaşıyorum, uzun yolda kurtarılanlar nelerdir, ne kadar yanılgısız bir tutum içindeydim, tüm zaaflarımla birlikte neyim, bundan sonra nasıl götürmeliyim, objektif olarak kendime nasıl yaklaşmalıyım, kendimi yanıltmadan nasıl değerlendirmeliyim? Dedim. Newroz, böylesi bir yaklaşımı gerektiriyor. İnsan, evrende gerçekten olağanüstü bir varlık ve düşünen bir maddedir. Bu da çok büyük bir aşamayı ifade ediyor ve halen üzerinde biraz düşündükçe hayretler içinde kalmamak elde değil. Varlığına inanmak bile olağanüstü bir yaklaşım istiyor, yani insan türü söz konusu olduğunda bunu basite almamak gerekiyor. Evrende ulaştığı boyutlar kudretli olduğu kadar, çok heyecan verici ve ızdıraplı, acılı bir varlık olduğunu da düşündürüyor. Burada felsefe yapmak istemiyoruz ama yine de gerekiyor. Çünkü insan tanımına sağlam ulaşmazsak, ondan kaynaklanan çok çeşitli toplumsal gelişmelere de anlam yükleyemeyiz. Dolayısıyla nelere yetenekli olup olmadığını da çözemeyiz. Kısaca, insana en büyük yeteneği hasretmek yerindedir. Gözümüzde çok büyüttüğümüz tekniklerin şahı insanın kendisidir, onun yetenekleridir! O açıdan biz kendi savaşımımız da dâhil her şeyin temeline insanı yerleştirirken, en güçlü tekniğe dayandığımızın bilincindeyiz. Eğer insanın işlenmesi tam olursa, atom bombasından daha kuvvetli, bıçaktan, kılıçtan daha keskin bir güce ulaşabiliriz. Eğer işlenmez duruma getirilmişse tekniğin çok kötü bir kullanımıyla karşı karşıyayız demektir. Pas tutmuş insan tekniği köreltir veya kendisini çürütür, ters vurur ve diğer tüm gelişmeleri durdurur. Yeteneklerimizi Kürdistan halkının gerçek yeteneklerine dönüştürmeliyiz. Parti'nin bugünkü işleyişi, eğitimi, tecrübesi yaşama yolunda çaba sarf eden insana ulaşmak içindir. Kir, pas tutmuş, işlemez duruma gelmiş yapıdan kurtulmak, işleyen insana ulaşmak ve yeniyi yaratmak içindir. Bu anlamda biz her zamankinden daha fazla yeniye ulaşmanın ve onu yaratarak elde etmenin önemli bir şansını yakalamış sayılıyoruz. Bundan kuşku duyulmamalıdır.
Militanın şahsında sağlanılan gelişme, bu yıl da halkımızın şahsında sağlanmalıdır. Bu konuda en az yanılgılı olmaya, yani nasıl çeliği çok dövünce parçalamak mümkünse, biz de onu ne kırarak, ne de değişmez diyerek ona en iyi şekli verebilecek duruma getirmeliyiz. Ki, bu da eylemimizin taktik esası olmaktadır. Halkımız kendisi için yaşamı ele geçirirken, bunun gerekli çabası içerisine mutlaka girmelidir. Geçen Newroz'a büyük bir çabayla girmiştik. Bugün adeta öncülük eder konuma gelen, tarihin de onu iddialı kıldığı ve önemli bir yurtsever halk kesimimiz olan Cizre halkı, bugün anlamlı ve önemli bir adım atıyor. Geçen yılın kışından çıkmaya çalışırken de belli bir kıpırdanış vardı ve Partimize doğru başlayan bir akış söz konusuydu. Bugünkü isyanın da anısına iyi bir karşılığı, hem de özlü ve yerinde bir karşılığı Kürdistan'ın kızı Berivan yoldaş, o tempoya uygun bir yaşamı ve bu isyancılığa uygun bir kişiliği yansıtmıştır. Halk bu yoldaşın şahsında kendisine verilmek istenen mesajı iyi anlamış ve buna layık olduğunu bugün halkımızın tarihinde önemli bir başlangıç olabilecek bir isyanın adımını atmakla kanıtlamıştır. Halkımızın tarihinden gelen bu direnişçi özellikler, Partimiz ‘in en özlü bir militan çıkışıyla karşılaşınca, halkların tarihinde olduğu gibi çok önemli olabilecek bir gelişme mayalanıyor ve ürünlerini de bu biçimde veriyor. Kürdistan günümüzde biraz da bu demektir.
Daha önceki yıllara baktığımızda da Newroz'a doğru uzanmanın anlamlı şahadetleri vardır: 1987'de 21 Mart Newroz şehitlerimiz vardır. Bunlar başta Salman, Süleyman, Kanat arkadaşlardır. Hakeza 1987'de 18 Mart'ta Orhan, Hüseyin arkadaşların şahadeti, yine o günlerde peş peşe şehit verdiğimiz gruplarımız vardır. Yine, 1988'de, 1989 ve bu yıl da şahadetler yaşadık. En son Ocak 1990'da Mardin'de Davut, Bozan arkadaşların grubu, yine en son Salah ve diğer yoldaşların şahadeti, ardından kitlesel isyan ve onun şehitleri özgürlük için akıtılması gereken kanın en temiz örnekleri oluyor. Bu halkımızı daha cesur bir yürüyüşe, Partimizi de daha cesur bir savaşıma önderlik etmeye götürüyor. Gerçekten yüzyıllardan beri büyük bir bela gibi dikilen korku duvarları yerle bir edildiği gibi, militan önderliğin de yetmezlikleri yerle bir edilmiştir. Aynı zamanda bunlar, yeninin üzerinde bina edileceği sağlam temeller oluyor. Bu değerlendirmeleri yaparken, düşman cephesi için de çok şeyler söylenmeli, görülmeli ve karşılanmalıdır. Aynı zamanda halk cephesi içinde de nelerin geliştiği, önceliklerin nasıl sıralanması gerektiği, nasıl bir dünya ve bölge koşulları içerisinde çıkış yaptığımızı görmeli ve hem tarihi, hem de geleceği gizleyen günceli yakalayabilmeliyiz. Günceli yakalarken gerçekten ona en iyi karşılığı vermek, başarıyı daha kesintisiz sağlamak, onun örgütünü ve sağlam yönetimini yaşamak demektir.
Hangi açıdan bakarsak bakalım, düşman bize hiçbir yaşam hakkı tanımıyor. Bu konuda hâlâ ısrarlı bir kör politika yürütmek veya insanlığı katliam ve soykırım da diyemeyeceğimiz bir tarzda kötü bir uygulamayla sonuca gitme iddiasındadır. Aslında katliam bir çözümdür, fakat onu dayatmıyor. Çünkü kendisine süt gerekli, bu yüzden de inekler sağılmalı. Hayvanlar gibi yaşatacağım tarzındaki cüretkâr politikayla hareket ediyor. Bu politika karşısındakinin barbarlığı kadar, buna muhatap olan gücün veya güçsüzlüğün, halkın sefilliğinin, alçaltmasının da derinliğini gösterir. Halkımızın içinde bulunduğu durum bu politikaya öyle cesaret veriyor ki, "nasıl kullanırsam sonuç alırım" diyor. Gerçekten de Kürdistan'a dayatılan yaşam hayvanlara uygulananların üstünde, yeni bir şeyler verirsin karşılığını alırsın misali, insanın çok üretken varlık olmasıyla bağlantılı bir sömürü statüsünü uygulamadır. Adını ağızına almayacaksın, yürümeyeceksin ve yaşayacaksın demektedir. İnsanın doğasına en ters politika dediğimiz bunlardır. Türk barbarlığı tarihte namlıdır, geleneksel kökleri vardır ve gerçekten soykırımlar dâhil insan soyunun başına en olmadık belaları getirmiştir. Bizim başımıza getirilenler ise hiçbiriyle kıyaslanmayacak kadar anlamlıdır ve tanımının bulunması bile güçtür. Bir aydın olan İsmail Beşikçi "Devletlerarası Sömürge Kürdistan" diye bir kitap yazmıştır, onu saygıyla analım. Soruna PKK'nin pratiği temelinde iyi yaklaşmışa benziyor. Bunun için zindanlara atılmıştır ve böylesi aydınları anmak yerindedir.
PKK'nin ortaya çıkardığı gerçekliğe "sömürgeden de öteye bir konum" diyor ve öyledir. Statükoyu kavramak için küçük bir giriş yapıyor. Bunu tek başına yapıyor, fakat karşılığı da böyle ödettiriliyor. Yeni bir statükodan bahsetmek gerekiyor. Burada "insanlar nasıl yaşıyor?" sorusuna cevap verilmek isteniyor. Gizli örgüt kurmak, eylem yapmaktan öte, nesin, nasılsın? Soruları cevaplandırılmak istenmektedir. Unutmayalım ki, dünyada halkların kendi kimliğini belirleme kesinlikle suç değildir. Fakat herkes adımızı belirlemeyi dehşetle karşılıyor. Mevcut düşmanın barbarlığı bunu böyle dayatıyor ve bu konuda çok cüretkâr davranıyor. Halkımız da dünyada ne kadar kötülük varsa hepsini kendisine yakıştırıyor. Ülkesine yabancı, onun ruhunu, kimliğini tanımıyor, özgürlük denilen olayın hiç farkında değil. Böylesi bir durumun beğenilmesi açık ki mümkün değil. PKK'de dâhil, bunlarla uğraştıkça uğraşmamıza, biçimlendirdikçe biçimlendirmemize rağmen yine de beğenmiyoruz. Bunca yılımızı böyle geçirdik, peki şimdi ne olacak? Burada işin tabiatı birazda böyledir ya da içine düşülen durum beğenilmeyi hak etmiyor, diyeceğiz.
Düşürülmüşlük çok acıdır. Yitirilmişlik, tanımazlık, çirkinlik, yanlışlık, noksanlık çok ileri boyutlardadır. Beğenilmek istendiğinde ise düzen ahtapot gibi seni sarıyor, sarmalıyor. İşte biz bunu çözmeye çalışıyoruz. Bazı arkadaşlar yeni katıldı, daha öncede katılımlar vardı. Sizlerin ne kadar dimağı elverir, yüreği kaldırır bilemem ama gerçeklerimizi tanımaya çalışın, kendinize güvenin ve yol almaya çalışın. Başka yerlere sığınmak insanı ilerletmez, diğer değerlendirmelerle sonuç alınamaz. Denilebilinir ki, özellikle kendimi tanıdığımdan beri, buna çocukluğu da dâhil etmek gerekir temel endişe kaynaklarına yöneldiğimden günümüze kadar, bugün tanımını yapmaya çalıştığım yaşamı, gerek halk için, gerek birey için, gerekse de kendim için hâlâ yakalamaya çalışıyorum.
Görüyorsunuz ki, yeni şeylerden bahsetmek istiyoruz. Bazı yeni şeylere ne kadar, nasıl ulaşmışız? Bunu izah etmeye çalışıyoruz. Sizlerden her şey çıkar. Değil ulusal kurtuluş gibi modası geçmiş veya en son bize kalmış bir olguyu ele almak, işlemek, sonuca götürmek, yaşamın çok zengin alanlarında sonuç almak mümkündür. Kimle, nasıl sonuç alınır? Sorusuna cevap vermeye çalışıyoruz. Yeni, cevabın içinde gizlidir. Kürdistan halkı yeni bazı şeyler yapıyor, ya da kendisi için yeni bazı adımlar atıyor. Bu bir şeylerin değiştiğini gösteriyor. PKK’lılık biraz daha iyi savaştırıyor. Hem çoğuz, hem de daha güçlüyüz ve bunu ciddiye alıyoruz. Ne kadar gidebiliriz? Sorusunu da yine iyi cevap vermek gerekir. Bir yerde büyük bir hesaplaşmayı yaşıyoruz. Bu hesaplaşma tarihledir. Nasıl bir tarihimiz var, bu tarih bize neyi miras olarak bıraktı, olumlu bir mirasımız var mı? Çağla hesaplaşıyoruz, bu nasıl bir çağdır, bu çağ bize nasıl bakıyor, nasıl yaklaşıyor, bu çağın içerisinde kendimize nasıl yer bulacağız? Eğer gelecekten bahsedeceksek nasıl bir gelecek öngörülüyor, bir halk olarak bu geleceğin içerisinden nasıl yer alacağız? "2000 yılına bağımsız ve özgür bir ülke, halk kimliğini sığdıralım" diye bir sloganımız vardır. Bu sadece bir slogandır, yani bir çağrıdır. Bu, kavrayış, düşünce, örgütlenme ve eylem gücünün zenginliği anlamında şüphesiz çok yaratıcı, çok yönlü olmakla mümkündür. Ama yine de gelecek çizmek zorundayız. En kötüsü geleceksizliğe ve umutsuzluğa mahkûm olmaktır. Biz, hiç olmasa bunları yıktık ve şimdi de nasıl sorusuna cevap vermek istiyoruz.
Dünya halklarının denedikleri araçları ortaya koyduk. Aslında bu deneyimleri öğrenip, aktarmadır. Bu da basit bir laboratuvar deneyimini yapmaya benzer. Halkların deneyimlerini önlerinize koyuyoruz. Aslında bu çok önceden dünya halklarının deneyip başarılı oldukları araçlardır. Parti cephe ordu bizim icatlarımız değildir. Başkaları yaptı, bizimkilerine de yapın dedik. Tabii bu işin kolay yanıdır. Zor olanı; dünya halkları yaparsa, biz ne kadar yapabiliriz? Sorusuna cevap vermedir. Dünya halkları nasıldır, biz nasılız? Tarihiyle, umuduyla, güncel yaşamıyla dünya halklarıyla aramızda önemli farklılıklar vardır. Kimsenin kabul etmediği 'Sarı Çizmeli Mehmet Ağa' tabiriyle değerlendirirsek, yine kimsenin tanımak istemediği bir halk kimliğinden bahsedersek, Parti cephe ordu silahları neyi ifade eder? Ben de dâhil hepimiz askeriz, ben kendime en çok başka meslekleri yakıştırdım. Fakat askeri işlere giriştik. Bu gerekiyordu. Dünya barış çağına girerken; silahın, şiddetin olmadığı bir dünya olmaya doğru yol alırken, egemenler politika ve taktiklerine yenilerini eklerken, bizde en geri düzeyden bir savaşçılığı geliştirme düzeyine mahkûm olmuşuz. Bazıları bizi şiddet histeriği olarak değerlendirebilir ama belirttiğim gibi bu işlerden benden daha uzak olanı yoktur ve halen de öyleyim. Ama en çokta buna mecbur olanlardanım. Bu profesyonelliktir ve artık istekle de izah edilemez. Görev olduğu için yapmak zorundayız ki, halk ve Parti adına yaşamak da budur. Yaşam, sizlerin keyfinize göre değildir. Eğer keyfime göre hareket etseydim, bir damla kan ve bir tüfek gördüğümde, "ben bu işte yokum" derdim. Arzularınızı ve sevdalarınızı göz önüne getirin! Acaba arzulara göre mi hareket edilir, zorluklara göre mi? İşte bu noktada amatörlüğün ve profesyonelliğin farkı çok iyi ortaya çıkmaktadır. O zaman keyfilik ve zorunluluk nasıl kavranmalıdır? Keyfe ve olanaklara en çok sahip olduğum halde, bunlarla en çok çelişen de benim. Bunlara yaşam hakkı tanımamaktayım ama zorunluluğa mahkûm oluyorum. Halk ve Parti için yaşamak budur!
Halkımız bu Newroz'da, Partimiz'in çağrıları temelinde ayaktadır, can verecek kadar fedakârdır. Öncü, her dönemden daha güçlü bir şekilde savaşıyor, ama yine de görevler üzerine çok düşünmek, atılacak adımları iyi irdelemek, varılan sonuçlardan ve başlatılması gereken yeni başlangıçlar üzerine kılı kırk yararcasına durmak çok büyük önem taşıyor. Vatansız olmak, her türlü değerden kolay vazgeçmek kolay gelmemelidir. Çünkü bu ucuz bir yaklaşım demektir. Adını ne koyarsak koyalım, hani küfürlü bir edebiyat vardır ya, işte onun hepsi olmakla eşdeğerdir.
Eğer sen en hayati yaşam kaynaklarından bu kadar kolay vazgeçer ve buna da "yaşamdır" deyip sevdalanırsan, sana her türlü yakıştırmayı yapmak yerindedir. Yani böylesine bir yapıyla durumu idare etmek isterseniz, yapacağınız şey ölümlerden ölüm beğenmedir ve yeriniz de orasıdır. Bütün bunları daha önce de sizlere belirttik, artan kapsamlılıkta ve yoğunlukta söyledik. Fakat yine dozajını arttırarak söylemek zorunda kalıyoruz. Sizlere nasıl bir yer yapacağız? Sadece sizin bu topluluğunuzu vatan sathında bir ağırlık noktası haline getirip, kendi kurtuluş yolunda nasıl bir yürüyüş sahibi yapacağı? Bütün bunlar büyük bir sorundur. Bize çizilen statünün hiçbir halkın durumuna benzemeyen çok değişik bir statü olduğunu belirtmiştik. Bu, sosyolojik açıdan da çok zordur ki, zaten bu konuda bilim adamı bir tanım yapmak istediğinde kendisini zindan buluyor. Bu yüzden şaşkın ve yaptığı normal bir bilim faaliyetidir. Bunun bir benzerini dünyada bulmak mümkün değildir. Burada ortaya çıkan gelişmelere baktığımızda, bunu tarif etmede çok zorlanıyoruz. Bu, Türk gerçekliğinde gizlidir, diyeceksiniz. Bu, Kürdistan gerçekliğinde, insanlığın içinde ve çağda gizlidir. Şimdi bütün bunların anlamını, yerini göstere göstere ortaya koymak zorundayız ve bununla uğraşıyoruz. Bu bir yerlere ulaşıyor ama tam değil. Ki, bunun da çeşitli izahları vardır. Demek ki ulaşmak istediğimiz yeniler, nerelerden nasıl çekip çıkaracağımız, bunu nasıl değerlendireceğimiz çok önemlidir. Bu anlamda görevlerimizi ihmal edersek, bize dayatılan biçilme gündeme gelir ve zaten her gün kıyım altındayız. Yaratılan direniş ortamı kıyımı biraz durduruyor. Bazı alanlar ve özellikler üzerinde direnişi doğru temelde sürdürememe eskisinden daha kötü bir şekilde biçilmedir. Gördüğünüz gibi onlarca yoldaş şehit düştü ve bu durumların etkisi altında kolay çıkılamaz. Diğer güçlerin verdikleri küçük kayıplar onları aylarca uğraştırıyor. Fakat bizde bu durumlar her gün yaşanıyor. Mesele yalnız şehit vermek değildir; her bir adımı büyük yürek ve düşünce gücü isteyen durumları yaşıyoruz ve bunlara yetmeye çalışıyoruz. Sizler de böyle olmak durumundasınız. Yoldaş olmak paylaşmayı böyle bilmek demektir. Başka türlü yoldaş olunamaz! Aşiret üyesi, mümin, tarikat üyesi olabilirsiniz, aile kurabilirsiniz, fakat yoldaş olmak bambaşka bir olaydır. Böyle olmaya çalışıyoruz. Kürdistan halkının isteklerinin hem yazarçizeri, hem de militanı olmak şarttır. Halkımızın isteğidir diye bir arzuhal yazarak zalim bir despota "gerekleri yerine getirilmek üzere", diye sunacağız, "yapmazsan gereklerini zorla alacağız" deyip üzerine hücum edeceğiz. Evet, bütün bunları yapmamız, yaptırmamız gerekiyor. Daha da ötesi halkımızın arzularını uyandırmalıyız. Çoğunuzun ve halkımızın arzuları ölmüştür, bundan dolayı arzu yaratıyor, yaşam tutkularını geliştirmek istiyoruz. Yaşam tutkularının saptırılmaması için biçim verilmeli, bu doğrultuda savaşılmalı ki istekler gerçekleştirilebilsin. İnancına, örgütlülüğüne ve eylemine ancak böyle götürülebilir. Biz, bütün bunları yapmak zorundayız, çünkü Kürdistan'da önderlik böyle yürütülmektedir.
Newroz'a yeni anlamı verecek, genelde kendimize hedef olarak biçtiğimiz 1990'lı yıllara anlam verecek olan gerçekten olağanüstü bir önderlik konumudur. Biz, hayatın her alanına özgür yaşamı mümkün kılacak işlere önderlik etmeliyiz. Buna yönelik çağrı şiddetlidir ve cevap vermek tek kurtuluş çaresidir. Ben, "bu işlerde varım" diyorum. Nereden geldik, şimdi ne durumdayız? Bundan sonrası içinde mecburuz, diyorum. Halkımız çağrılarımıza uyuyor, bunun hakkını vermek lazım! Fakat bunlar çok işlenmemiş, çok zayıf, sadece saygı duyulur başlangıçlar olarak değerlendirile bilinir. Bu yıl için de bu böyledir. Her biriniz için de böyle kılmaya çalışıyoruz. Eskiler için de, yeniler için de taze başlangıçlar geçerlidir. Bu benim içinde geçerli ve mutlaka yapmalıyız. Birçok şeye hem de en sorumlu bir biçimde çok taze başlamalıyım diyorum. Bizde yaşam abartmasız birazda böyledir. Ne kadar üzerinde durursak o kadar taze başlangıçlar yapmamızı şart kılıyor. Biz bunu yaşamadığımızdan bu ortaya çıkıyor. Yaşamın gözeneklerini açmaya çalışıyoruz. Siz anadan doğduğunuza bakmayın, bilmem kaç yaşındayım demeyin, bu biyolojik, sosyal, ailesel bir olaydır. Fakat biliyorsunuz sosyal yaşam bizde yaşam denilmeyecek kadar olumsuzdur. Bu temeldeki yaşama hiçbirinizin yaşam olarak değer biçmediği bellidir ve gerçekten de böyledir. O halde, bizde yaşamın siyasal temelinin olmasından bahsettiğimizde kazandıracak ve düşmanın bütün hamlelerini boşa çıkaracak türden bir yaşam olmalıdır. Çok kötü ve katı gelenekler tarafından idare edilen ve yaşamın inkârından kaynaklanan engelleri de bertaraf etmek gerekir. Bu anlamda başlangıç yaptıran bir yaşamdan söz ediyoruz ve buna yaşam diyoruz. Kendi yaşamımızda da bunu böyle ele almalıyız; yılbaşı, aybaşı, saat başı diyebilmeliyiz. Sizlere böylesi başlangıçlar yapmanın gereğinden bahsederken, aslında önemli bir gerçeği de tanıtmaya çalışıyoruz. Biz şimdiye kadar gerçek anlamda yaşamadık ki, sizler yaşlılıktan bahsedesiniz. Biz yine de böylesine anlamlı aşamalarda, bir başlangıç yapma deneyimine girişelim diyoruz. Fakat bunu abartmıyoruz. Halkımız ve sizler için anlamlı başlangıçlar yaptırmamız söz konusudur.
Gerçekten yaşamımı ve her günümü taze bir başlangıç olarak ele almama rağmen, benim için de başlangıçlar gereklidir, diyorum. Öyle inanıyorum ki düşmanın acımasız çıplak baskısı karşısında halkımız her zamankinden daha fazla düşünüyor. Cizre, Nusaybin ve dalga dalga bütün Kürdistan'daki halkımız biz kimiz, bu başımızdakiler kimlerdir, bize neler yapıyorlar? Diye düşünüyorlar. Bu iyi bir gelişmedir. Şimdi PKK’lı olarak bizler de iyi düşünüyoruz. Nereden nereye geldik, gençliğimizi neye adadık, ne bulduk? Bunlar bizi daha iyi düşünceye sevk ediyor. Bize yakıştırılan dünyanın lanetli toplumu konumundan kurtulmak gerekiyor. Tabi bu öyle basit değildir. Ne kapitalist emperyalizm tanıyor, ne sosyalizm. Yalvarsan da, yakarsan da tanımıyorlar. İş başa düştü, çare elimizdedir deyip çare olacağız. Mertliğin gerekleri öyle kolay kolay yapılamıyor. Kaçmak yok! Kaçarsanız namertsiniz. PKK tarihinde adına yemin billah içilerek el basacağımız başta şehitler olmak üzere, değerler, yıllar ve günler vardır. Hepsi taptaze ve gerçekten yaşayan değerler olarak gündemiminiz işgal etmelidir ve başlangıç olabilmelidir. Bir defa yeniye yaklaşma bırakalım geçmişin bir tarafının dikkate alınmasını, bilakis onu bütün yaşamsal özellikleri ile kendinize mal edeceksiniz. Bütün bu yapılanlar bizden şunu istiyor; daha kesin başarıya giden fakat bunun için daha az hata yapan, daha az kayıpla iyi çizilmiş yürüyüşün ve halkının başındaki önderleri olmak! Aslında sizden çok daha fazla kendime bu işleri daha iyi nasıl götürebilirim? Diye yönelmeliyim. Nereden nereye, bundan sonra yine nereye? Çünkü biz birlik ve önderlik davasında çok belirgin, tayin edici bir konuma geldik.
1985 Newroz'una yönelirken, yine iyi anmamız gereken Agit yoldaşla bu Newroz'u nasıl karşılamalıyız? Tartışmasını yaptık. "Sen bu Newroz'u nasıl duyuyorsun? Bunu yaz" dedim. Bunun üzerine o yazısını yazdı. Serxwebun'da yayınlandı, tekrar okuyabilirsiniz. "Çok yüklü duygular var", "yerine getirmemiz gereken çok görevler var" diyordu. "Nasıl giriş yapacağımı bilemiyorum, çünkü umutlar epey uyanıyor" diyordu. Agit, bu temelde ülkeye yönelmişti ve 1986 Agit'in şahadet yıldönümü oluyor. O duygu ve görev anlayışıyla yol almaya çalışıyordu. Bu pratiğe de anlamlı bir yol açmaydı. Maalesef daha sonra en çok bağlı kalması gerekenler, layık olmama durumuyla karşı karşıya geldiler. Hâlbuki daha o zaman iyi layık olunsaydı, yol açma işi muazzam sonuçlar verebilirdi. Her geçen yıl gereklerin kazanılması için büyük çabalara yol açardı. Bir şehit düştüğünde, onun şahadetine anlam ve çabasına on katmazsan, anıya layık olamazsın. On katmayı başaracaksın, yoksa kendini affedemezsin. 27 Mart 1982'de Mazlum Doğan'ın şahadetini duyduğumuzda öyle çok umutlu olmayı mümkün kılacak bir durumda yoktu. Her şey amansız bir biçimde umut olmaktan çıkarılıyordu. O zaman karşılık vermek çok daha zorlaşıyordu. Ama yine de yol bulacaktık.
Şimdi bütün bunlar duyulduğunda, düşünüldüğünde kişiden hangi çabayı ve neyi isterler? Bütün bunları bileceksiniz. Başka türlü düşünce ve yürek gücüne ulaşamazsınız. Bunlar en çok ihmal ettiğiniz olaylar, olgular oluyor. Her şahadeti kendimizden düşen bir parça ve hem de ondan yeni yaşamı üretebilecek parçayla besleyemezseniz yaşayamazsınız, çürük olursunuz. Nitekim öyle de oluyor. Bunlar, bizim şehitleri bu yolda anma yasamız oluyor. Hamleye dönüştürüyoruz; hamleler kolay gelişmez, gerçekleştirilmez. Karnı doyurmak bile bu kadar mesele haline gelmişken, dünyanın bu kadar acımasızca üzerine geldiği böylesi bir ortamda büyük bir hamleyi nasıl başlatacaksın? Biraz bu konuda beyninizi açın, yüklenin. Hamleler öyle lafla hazırlanmaz; çaba ister, derinlik ister. Biz hazırladık, hiç olmazsa siz de doğru kavramayı becerin. Görülüyor ki, PKK'nin bir tarihinden bile yüz kat güçlenmek mümkün. Ama incelemesini bilmek kaydıyla bu böyledir. Şehitlik bağlılığı güçlendirir, fakat anmasını bilmek kaydıyla! Halkımızın durumuna bakılarak çok şey öğrenilir ama bakmasını bileceksin. İnsanlığa bakmak da çok şey öğretir ama ona da bakamıyorsunuz. Öyle fazla kitap okumayı da istemez, genel duyumlar çok şey öğretebilir. İşte bütün bunlar bizi böylesi günleri güçlü yakalamaya götürür. Muhtaç olduğumuz, ulaşmak istediğimiz haklılık, kararlılık, öngörülük otorite sahibi olmaya götürür. Bütün bu olgulara da muhtaçsınız. Biz kesinlikle zayıf insanı hoş göremeyiz, ama sahte güçlenmeyi de kabul edemeyiz. Yetkiye kavuşmak, sorumluluk sahibi olmak çok önemli ve sizleri adım adım bunlara yaklaştırmaya çalışıyoruz. Sizi doğru bir siyasi anlayışa itmek, örgüt olgusuna yaklaştırmak, yetki sahasına kavuşturmak çok önemli. Tabii bunu başka türlü de kavrayamıyorsunuz. Yığınca deneyimle ancak kavrıyorsunuz. Açık ki bu iyi bir kavrama yöntemi değil, ama durumlarınız bunu biraz böyle kılıyor. Bütün bunlar, bizim yenilemeden kastettiğimiz eksik yanlar oluyor.
Görülüyor ki sizler için az çaba sergilenmiyor. Elbette bunlar da Kürdistan halkının ihtiyaç duyduğu önderliği tutturmak ve insanlık ailesinde şerefli bir yere oturmak için çabaların anlamını ifade ediyor. Dünya bizim başımıza zindan edilmişken, karartılmışken, biz filan ülkede ne kadar güzellik var, filan yerde nasıl yaşam var diye sorabilir miyiz? Kendi karanlık dünyamızda ufak bir pencere açamazsak, hangi aydınlıktan bahsedebiliriz? Başka durumlarla uğraşma imkânı bulamıyoruz. Bir defa içinde bulunduğumuz dünyayı kavrayalım. Bize biçilen zindan nasıl bir zindandır? Öncelikle bu gereklidir. Daha sonra küçücük bir ışık zerresini yakaladığımızda kendimize pek mutluyum diyelim. Böylesine yeni günlerde yeni başlangıçlar, çok yönlü düşündürmeye, kapasiteye derinlik kazandırmaya götürmeli derken, bunlardan bahsediyoruz. Buna şiddetle muhtaçsınız. Fırsat yaratılmıştır, kullanabilirsiniz. Başkalarına bakmayın. Hatta eski alışkanlıklarınız sizi fazla etkilemesin. Yeni olun, kendinizi yenilemeyi bilin! Kendinize ait olduğunu sandığınız olgular veya başka özellikler düşündüğünüzden daha fazla çürük ve yabancı öğelerdir. Bunlar yeni olmadığı gibi, sizin de değildir. Bütün bu hususları dini, felsefi yaklaşımlarla göstermek mümkündür. Ben sizleri en yalın, siyasi ve biraz da sosyolojik anlamda bilimle ifade edebilecek tarzda anlatmaya çalışıyorum. Aynı yaklaşımları dini, felsefi hatta siyasi, askeri yaklaşımlarla çok kapsamlı anlatabilirim. Hatta sanat yöntemiyle de trajikomik bir tarzda ele alabilirim. Ama biz yine de en rahat sayabileceğimiz bir tarzda yaklaşımla, PKK'yi ve onun öncülüğünü halkımıza kavratmak istiyoruz. Başka çaremizin olmadığını belirttim.
Siyasi bir yaklaşımın içine girdik. Onun en bilimsel ifadesi olabilecek sosyalist ideolojiye gereken kılavuzluk rolünü verdirdik. Ve politikanın en yoğunlaşmış ifadesi olarak askeri yaklaşımı inanılmaz bir biçimde gündeme koyduk. Onun yoğun hazırlığını inanılmaz bir biçimde sürdürüyoruz. Bütün bunlar şüphesiz kendi başınıza onlarca yıl sağlayamayacağınız gelişmeleri, kat edemeyeceğiniz mesafeyi sağlamak içindir. Çünkü size başka türlü karşılık versek layık olamayız. Önderlik edemeyiz. O halde geriye çabalarımızın bu biçimde somutluk kazanması kalıyor. Sizlerle böylesi bir yeni güne kavuşmak anlamlıdır. Zindanda çıkan yoldaşların da böylesine bir güne kavuşmaları söz konusudur. Yine aramızda belli bir ıslahattan, yani acımasız, hatta ilginç diyebileceğimiz bir eğitim tarzından geçenler de var. Özgür kadın gerçeğini değişik bir tarzda zindanda yaşayanlar da var. Sanırım onların da böylesine yeni bir günde durumları hayli anlam kazanıyor. Aynı zamanda aramızda bu yıl yola çıkan ve PKK gibi bir savaş örgütü içinde savaşma cesaretini gösterip yeni katılanlar var. Yine, sıcak savaşım alanından gelenler var. Hepinizin böyle anlamlı bir günde ve böylesine bir toplantıda bulunmaları bizi hayli anlamı yüklü olan iyi sentez yapmaya götürecektir. Gerçek ilerleme de bu temelde olur. Dolayısıyla bu temelde değişik konumları yaşayanların yeni günleri hayli anlamlıdır. Geçmiş yaşam ne kadar hatalı, noksan ve kölece geçmiş olursa olsun, madem böyle bir güne ulaşılmış, bizim için taze başlangıçlar yapmak, sadece bir günün hatırına olan bir tutum olmaz, diyoruz. Bilakis bütün yaşamımızın zorunlu bir sonucudur dedik. Ve bunu da çeşitli anlatımlarla kanıtlayarak göstermeye çalıştık. Onlar bu yeni başlangıçların anlamını ve kıymetini bizden daha iyi bilecek durumdadırlar. Gerek kendilerini gözden geçirme, gerekse de olumlu sonuçlarını hayata geçirmede hem şanslı, hem de değerini iyi bilirlerse oldukça da güçlü olabilirler. Kendilerini güçlü katabilirler. Biz bunu bu temelde sonuna kadar destekleriz. Anlatılmaya çalışılan çerçevede şartımız şudur; gerçeklerimizin doğru kavratılması ve ona layık bir karşılığın verilmesidir. Bu temelde her şeyimizi ona göre hazırlarız. Bu anlamda ortaya çıkan gelişmeler çok görkemlidir ve kendimizi kurallarıyla en iyi biçimde yürütmesini bileceğiz. Aynı zamanda da kargaşa içinde, kuralsızlık içinde, her bakımdan çirkef içinde olan bir durumdan kurtulup, bizi daha ölçülü, biçili ve yeterli çabalarla sonuca götüren çabalar içerisinde olacağız.
Newroz Derleme Değerlendirmesi
PKK Genel Sekreterliği
- Ayrıntılar
Toplumsal olgular esnektir. En bunalımlı olanlarında bile çoklu çözüm olasılıkları hep vardır. Sorun çözümlerin dayandırılacağı tasarımların toplumsal hakikatle bağlantılı olmasından kaynaklanmaktadır. Toplumsal olgular herhangi bir fiziksel veya kimyasal olgu gibi ölçülüp kanunlara bağlanamaz. Hakikat sahibi bireyin kendisini belirleyen toplumdur. Hiçbir birey ya da hakikat sahibi, bağlı olduğu toplumsallık göz ardı edilerek kavranamaz. Bu yüzden sosyoloji en geç gelişen bilim olduğu gibi, sıkça yetkinleşme ihtiyacı duyan bilimlerin de başında gelmektedir. Toplumları anlamadan yaşadıkları sorunlara ilişkin hakikat payı yüksek çözümler tasarlanamaz. Toplumsal bunalımları anlayabilmek için de toplumların hakikat algısına daha çok ihtiyaç vardır. Bunalım anları toplumların çözüldüğü, dolayısıyla hakikatlerinin değişime uğradığı anlardır. Bunalım eski topluma dayalı bilgilerle -ki, bunlar çoğunlukla mitolojik, dinsel ve bilgelik türü bilgilerdir- çözümlenemez. Çözümlenemedikçe, çözümde doğruluk payı olan alternatifler de geliştirilemez. Sonuçta çözümü belirleyecek olan kapsadığı hakikat payıdır. Diğer bir deyişle toplumsal eylemde başarıyı belirleyen taşıdığı hakikat gücüdür. Hakikatin kendisi ise, toplumsal olgunun içerdiği anlam ve yaşam güçlerinin ifade edilme paylarıdır. Hakikat payı yüksek ifadeler toplumsal olgunun ihtiva ettiği anlam ve yaşam gücünün temsiline bağlıdır.
Kapitalist modernitenin Ortadoğu’yu fethetmesi, son tahlilde kendi toplumsallığının Ortadoğu’daki toplumsallıklar karşısında ihtiva ettiği hakikat temsilinin üstünlüğünden ileri gelmektedir. Kapitalist modernite karşısında artık geleneksel toplum durumuna düşen Ortadoğu kültürünün hakikat temsilcileri, modernitenin hakikatleri karşısında başarıları mümkün olmayan bir konuma sürüklenmişlerdi. Kısacası Batılı hakikat karşısında Doğulu hakikat zayıftı ve yenilmeye mahkûmdu. Yenilgi tüm topluma mal edilemezdi. Yenik düşenler hakikatin resmi temsilcileri, yani iktidar ve devlet sahipleriydi. Çünkü hâkim hakikat onların temsil ettiği hakikatti. Yenilgi kendi devlet sistemini var eden tüm alt ve üstyapı kurumlarında yaşandı. Yenilenler ölümüne direnmedikçe, yeni hakikat temsilinde artık hegemonik güce bağlı olarak yaşamak durumundadır. Kendi toplumlarının zihniyetini ve yaşam iradesini artık bu güçler belirleyemez. Hegemonik gücün işbirlikçileri ve ajan kurumları olarak, bunlar yaşamlarını garantiye alma karşılığında hizmetlerini sunmakla mükellefler. Fakat geriye başsız kalan gövde misali bir toplumsal beden yerinde kıvranmaktadır. Bahsettiğimiz gibi, bu kıvranmayla ya çürüyüp çözülerek modernitenin yeni toplumsallığında, iktidarında eriyip yok olacak ya da esnek karakterinden ötürü teslim olmayan bedenine ilişkin özgür bir zihniyetle özgür yaşam kararlılığını ortaya koyacak, yani bunalımdan daha özgür bir zihniyetle çıkış yapacaktır. Şüphesiz bu yeni zihniyet öncülüğündeki çıkış taşıdığı yeni hakikat payıyla bağlantılıdır. Kapitalist modernitenin fethetmesini mümkün kılan bilimi, felsefeyi, sanatı, ideolojiyi ve ekonomik üretimi aşan yeni bir bilim, felsefe, sanat, ideoloji ve ekonomik üretim bu çıkışın başarısını tayin edecektir. Bu ise yeni bir modernite anlamına gelmektedir. Ancak yenilmiş geleneksel toplumdan yengiye doğru giden bir toplum kapitalist moderniteyi aşan alternatif moderniteyle bunalımdan başarılı bir çıkış gerçekleştirebilir.
Reel sosyalist toplum kendisini farklı bir modernite haline getiremediği için çözüldü. Kapitalist modernitenin üç unsurunu da aşamadı. Aşmak şurada kalsın, bürokratik kapitalizmle her üç unsurun daha da aşırı bir kullanımına gitti. Sonuçta inşa ettiği toplumsal yapıların ihtiva ettiği hakikat payları liberal kapitalist modernitenin hakikat payından zayıf kaldığı için yenilmekten ve çözülmekten kurtulamadı. Burada yenilen, liberal kapitalizme karşı bürokratik kapitalizmdi. Bürokratik kapitalizm kendini farklı bir modernite olarak tasarımlayamadığı gibi, liberal kapitalist moderniteyi aşan yeni bir kapitalist modernite haline bile getiremedi. Ancak sapkın hareketler olarak tanımlanabilecek iktidarcı ve devletçi İslâmcı hareketler, reel sosyalizmden çok daha geri hakikat paylarıyla daha ideolojik haldeyken yenilmekten kurtulamayacak çarpık olgulardır. Kendilerini daha çok Mısır’daki El Ezher Üniversitesi’nde Sünni geleneğin, İran’ın Kum kentindeki medreselerde de Şia geleneğinin modernleşmesi olarak sunan ideolojik ve toplumsal yapılanmalar, taşıdıkları hakikat paylarıyla liberal kapitalist modernitenin eşiğine bile varamazlar. Onca çabalarına ve direnişlerine rağmen, Batı kapitalist modernitesinin hegemonik çekirdeği olan İsrail karşısında birleşseler bile yenilmekten kurtulamazlar. Bunun nedeni İsrail’in nükleer silah veya teknolojik üstünlüğü değildir; son tahlilde karşıtların taşıdığı hakikat paylarıdır. İsrail’in örgütlediği hakikat payı karşısındakilerin hakikat payının toplamından katbekat fazladır. Kendilerini farklı bir dünya olarak sunmak istediklerinden kuşku duyulmasa bile, farklı bir dünya ancak kapitalist modern dünyayı hâkikat payı bakımından aştığında hâkikat payı daha yüksek bir toplumsal yaşamı ve dolayısıyla moderniteyi temsil etme hakkını idea edebilir. Bu olmayınca, farklı modernite ideası boş bir idea olmaktan öteye gidemez. Olsa olsa kendine modern maske takmış geleneğin bir varyantı olabilir. Kısacası İslâm kültürel geleneğini farklı modernite olarak sunmak, kalpazanların eski eserlerin kopyasını hazırlayıp satmalarından farklı olmayan bir uğraştır. Özellikle günümüzdeki İran resmi iktidarının bu yönlü modernite ideası, mevcut haliyle kalpazanlıktan öteye anlam ifade etmez ve yaşam şansı sunmaz.
İmralı’da yaptığımız ilk savunmada tartışmaya çalıştığımız demokratik moderniteyi bu eleştiriler ışığında daha doğru tanımlayabiliriz. Öncelikle demokratik modernitenin reel sosyalizmi eleştirisi doğru anlaşılmalıdır. Bu eleştiri ne sosyalizmin reddi ne de dogmatik kabulüdür. Bir deneyim olarak çözümleyip içerdiği anti-kapitalist modernite hakikatini özümler. Teori ve pratik olarak reel sosyalizmdeki anti-modernizmi değerlendirir, yanlışlıklarını aşar, doğrularını özümser. Ortadoğu’nun geleneksel kültürünün bilimsel çözümlemesini yaparak, ondaki hâkikati de en önemli kaynak olarak güncelleştirir. Demokratik modernite sadece geleceğe ilişkin bir ütopya değildir. Kökleri daha çok binlerce yıllık kültürel geleneğe bağlıdır. Bu kültürün güncel gerçeği var olan toplumudur. Bu toplum ne kadar çözümsüz ve çaresiz bırakılmış olursa olsun yine de bir gerçekliktir. Gerçeklik olduğu için de önemli bir hakikat payı vardır. Çözümlenmesi bu payı ifadelendirir. Geleneği muhafazakârlıkla karıştırmamak gerekir. Tutuculuk olarak muhafazakârlık toplumsal geleneğin kendisi değildir; aslında liberalizm karşısında tutunmaya çalışan yenilmiş hâkim gelenek temsilciliğidir. Köklerini geleneğe bağlamayan demokratik moderniteden bahsedilemez. Toplumsal gelenek demokratik modernitenin tarihsel gerçekliğidir. Tarihsiz toplum olamayacağına göre tarihsiz demokratik modernite de olamaz.
Ekolojist ve feminist hareketlerin kapitalist moderniteye yönelik eleştirilerini de önemsemek gerekir. Ekoloji zaten endüstriyalizmin kurban ettiği çevrenin bilimi olarak anti-kapitalisttir; demokratik modernitenin vazgeçilmez diğer temel kaynaklarından biridir. Feminist çıkış, tüm yetmezliğine rağmen, kadın hakikatine katkısı oranında değerlidir. Demokratik modernitenin kendisi de kadın gerçekliğini bizzat çözümleyerek kendini hakikatleştirir. Bununla birlikte feminist eleştiri ve hareketini kendisinin vazgeçilmez bir öğesi kılmak için yaklaşır. Özgür kadını temel yaşam öğesi olarak sistemine katar.
Modernite tartışmaları ve çatışmaları bağlamında kapitalist modernitenin Ortadoğu kültüründeki kaderini kestirebilmek kolaylaşır. Yaptığımız tüm çözümlemeler bu kaderin kendiliğinden belirlenmeyeceğini göstermektedir. Kapitalist modernitenin hakikat ideası ancak ondan güçlü alternatif modernite tasarımlarıyla aşılabilecektir. Bu da demokratik modernitenin kapitalist modernitenin temel unsurlarına yönelik eleştirileriyle birlikte, ona karşı yapılan ancak onu aşamayan geleneksel kültür, reel sosyalist, ekolojist ve feminist hareketlerin eleştirilerini bütünleştirerek demokratik modernitenin temel unsurlarının çözüm gücünü sergileyebilmekle mümkündür. Bütün bu konularda söylenenleri Ortadoğu toplumsal bunalımına uyarladığımızda çözüm olasılıklarını kestirebiliriz.
a- Demokratik ulus kuramı demokratik modernitenin başta gelen çözümleyici unsurudur. Demokratik ulus kuramı dışında, kapitalist modernitenin ulus-devlet kuramının kasaplar gibi doğradığı evrensel insanlık toplumunu yeniden bütünleştirip özgürlük içinde yaşatacak bir toplumsal kuram yoktur. Öteki toplumsal kuramlar günümüz sorunları karşısında marjinal bir rol oynamaktan öteye anlam ifade edemezler. Kapitalist liberal kuramlar, kapitalizmin insanlığa yaşattığı en süreğen ve kanser tipi hastalıkları çözmek ve toplumu sağlığına kavuşturmaktan ziyade, ancak bazı ilaçlarla biyolojik kanserli hastanın ömrünü uzatacak tarzda etkide bulunabilirler. Bu kuramların önerdiği tüm çözümler sorunları devasa hale getirip kapitalist modernitenin ömrünü biraz daha uzatmaktadır. Ortadoğu’da son yüzyıl içinde olup bitenler bu yargımızı iyice doğrulamaktadır. Tarih boyunca, hatta on binlerce yıl ötelerden beri kültürel bütünlük içinde bir yaşam inşa eden Ortadoğu toplumu, Birinci Dünya Savaşının sıcak ateşi içinde kapitalist modernite güçlerince bir kasabın doğramasına benzer biçimde doğranıp, ulus-devlet denen canavarların insafına terk edildi.
Ulus-devletler, gerçekten Kutsal Kitap’ta devletle özdeşleştirilen Leviathan’ın en somut hali olarak, iç ve dış politika denen yalanlarla toplumsal gerçekleri parçalayıp yutmaktan öteye bir rol oynamadılar. Modern ulusal toplum dedikleri şey, tarihin muazzam bütünlük arz eden birikimli toplumsal kültürünü parçalara bölüp inkâr ve imhaya yatırma ameliyesinden başka bir şey değildi. Tarihi ve toplumsal kültürü ne denli parçalayıp inkâr ve imha etmişlerse, kendilerini o denli başarılı saydılar. Kapitalist modernitenin kasapları rolünü oynayan ulus-devletler, geçmişin inkâr ve imhasını başardıkları ve yerine sistemin ajan kurumlarını ve oryantalist zihniyetlerini egemen kıldıkları oranda, kendilerini yeni efendileri karşısında başarılı ve mutlu saydılar. Ortadoğu kültürü açısından son yüzyılda ulus-devlet bölünmeleri ve iç-dış politika denilen uygulamaları genel anlamda bir kırım hareketidir. Zihniyetten tutalım ekonomik dünyasına kadar yaşatılanlar, bütünsel gerçekliğin parçalanıp kapitalist modernite unsurlarınca yenilip yutulur hale getirilmesidir. Sadece günümüz Irak’ında olup bitenler son yüzyılı değerlendirmemiz için hayli öğreticidir.
Demokratik ulus kuramı her şeyden önce bu kasap tarzı kültürel bütünlüğü parçalayıp doğrama hareketinin, yani ulus-devletçiliğin durdurulması ve bütünlüğün yeniden başlamasının zihniyet dünyasının kurgulanmasıdır. Demokratik ulus kuramı, Ortadoğu’nun kültürel dünyasını Demokratik Uluslar Birliği kavramı altında bütünleştirmeye ilkesel bir değer ve öncelik atfeder. İnşa edildiği tüm tarih çağları boyunca olanca çeşitliliği içinde bütünlük arz eden kültürel dünyamız, kapitalist moderniteye alternatif olarak bu kavram altında bütünleştirilmek durumundadır. Son yüzyıla bakalım: Gidişat hep parçalanmaya doğru evrilmiştir. Arap kavmi sadece yirmi iki ulus-devlete bölünmemiştir; birer proto-ulus-devletçik olarak habire birbirlerine zıt yüzlerce çelişkili zihniyete, örgütlenmeye, aşiret ve mezhebe bölünmektedir. Liberal felsefenin amacı da sömürgesel anlamda budur. Kapitalist bireyciliğin toplumu atomize etme potansiyeli sonsuzdur. Dolayısıyla demokratik ulus kuramı yeniden özgür ve demokratikçe bütünleşmeye giden yolda temel ilkesel bütünlüğü ifade eder.
Demokratik ulus kuramını savunmamın öteki ciltlerinde çözümlediğim için içeriğini fazla açmayacağım. Özcesi, bu kuram ulus olmak için katı siyasi sınır anlayışı olmayan, aynı mekânlarda ve hatta kentlerde farklı ulusları çeşitli bütünlükler içinde daha üst ulusal topluluklar halinde inşa etmeyi mümkün kılan bir ulus anlayışını öngörür. Böylece birbirleriyle sınırlar yüzünden sürekli savaştırılan büyük ulusal topluluklarla daha küçük olan ulusal toplulukları, azınlıkları aynı ulusal bütünlük içinde eşit, özgür ve demokratik kılar. Sadece bu ilkenin uygulanması bile hegemonik sistemin ‘böl-yönet’ ve ‘tavşan kaç, tazı tut’ politikalarını boşa çıkarmaya yeterlidir.
Bu ilkenin muazzam barışçı, özgürlükçü, eşitlikçi ve demokratikleştirici değeri, sadece bu yönleriyle bile ulus-devletçi fesadın bütün savaşçı, köleleştirici, katmanlaştırıcı ve despotik faşist uygulamalarını boşa çıkarmak suretiyle üstün çözümleyici rolünü kanıtlar. Tekçi ve mutlaklaştırıcı ulus-devletçi milliyetçilik ancak demokratik ulus zihniyetiyle durdurulabilir. Sadece Arapların sonsuz bölünmelerini ve parçalanmalarını değil, Türklerin de benzer bölünmelerini ve parçalanmalarını durdurucu en uygun kuram ve ilkedir. Balkanlardan Kafkaslar’a, Orta Asya’dan Ortadoğu’ya kadar dünyanın birçok yöresinde Türk dünyası da yaşadığı bölünmüşlüğü, parçalanmışlığı, körce ulus-devletçilik tanrısına tapınmayı, oryantalist, pozitivist ve metafizik zihniyetler temelinde birbirleriyle boğuşmayı ancak demokratik ulus kuramıyla aşabilir ve böylece yeniden eşit, özgür ve demokratik ilkelerde bütünleşebilir.
İran gibi her an parçalanmaya ve bölünmeye uygun potansiyele sahip bir ülke için ulus-devletçilik, dibine yerleştirilmiş atom bombası gibidir. Sürekli ulus-devletçiliği daha da katılaştıran Şia milliyetçiliği de, tüm modernite cambazlıklarına rağmen, İran’ın bölünmesini ve parçalanmasını durduramayacağı gibi daha da hızlandırır. Özellikle İran için demokratik ulus kuramı günlük olarak kullanılması gereken bir ilaç gibidir. Kapitalist moderniteye karşı oldukça direngen olan İran kültürünü ve halkını tarih boyunca peşinde koştuğu eşit, özgür ve demokratik bir dünyaya ancak demokratik ulus zihniyeti taşıyabilir. Önündeki çatıştırıcı ve savaştırıcı ulus-devletçi komplo ve suikastları boşa çıkartıp onurlu bir barışa kavuşturabilir.
Ulus-devletçilik çıkmazının en büyük felaketlerinden birisi günümüzde Afganistan-Pakistan hattında yaşanmaktadır. Ayrıca bununla bağlantılı olarak yaşanan Keşmir sorunu da tamamen ulus-devletçilikten kaynaklanmaktadır. Pakistan-Hindistan, Pakistan-Bangladeş sorunları aynı milliyetçi zihinlerin sonucu olarak yaşanmıştır, halen yaşanmaktadır. Doğası gereği ulus-devlet çözümleri ve barışları çözümsüzlük ve savaş doğurur. Bu somut örnekler de bu gerçeği oldukça açıklayıcı niteliktedir. Afganistan’a ulus-devletçiliğin hem cumhuriyetçi, hem kralcı, hem de reel sosyalist modelleri uygulanmak istendi. Sonuç çığırından çıkmış, hiçbir ilkesi olmayan bir kör şiddet ortamında, çözülmüş ve kendini sürdürme yeteneğini kaybetmiş bir Afganistan toplumudur. Demokratik ulus kuram ve kavramları dışında bu toplumları yeniden toparlayıp daha özgür ve demokratik bir yaşama kavuşturacak başka bir zihniyet ve irade düşünülemez. Toplumsal sorunlar zihnen çözümlenmedikçe yapısal olarak da çözüme kavuşamazlar. Demokratik ulus zihniyeti Orta Asya’dan Hindistan’a kadar çok büyük bir çeşitlilik gösteren kültürler ve halklar için en uygun bütünleştirici çerçeveyi oluşturmaktadır. Kaldı ki, bu mekânlardaki kültürler ve halklar tarih boyunca konfederal türden ortak siyasi çatılar, imparatorluklar altında yaşayarak, ideal olmasa da varlıklarını ve özgünlüklerini koruyabilmişlerdir. İster dincilik ister laik milliyetçilik tarzında olsun, ulus-devletçilik zihniyeti devam ettikçe, bu toplumların daha da çözülmeleri ve çatışmaları kaçınılmazdır. Çokça bağlı olduklarını iddia ettikleri İslâmiyet’i de bir terör ideolojisi olarak sunarak, bu geleneği de oldukça olumsuzlamaktadırlar. İran için olduğu gibi bu geniş coğrafyalar için de önce bölgesel, onunla iç içe olacak şekilde demokratik ulusal birlikleri Ortadoğu çapında geliştirmek gerekir. Özellikle Pakistan türü ulus-devletlerin daha şimdiden yaşadığı yoğun çözülüşün en uygun alternatifi Ortadoğu çapında geliştirilecek bir Demokratik Ulusal Birlik projesidir.
Ulus-devletin hegemonik çekirdeği olan İsrail gerçeği açısından da demokratik ulus kuram ve kavramları hayati ölçüde çözümleyici rol oynar. İsrail’in geleceği için iki yol vardır. Birinci yol, mevcut çizgisiyle hegemonyasını sürdürmek için sürekli savaşlar çıkararak bölgesel bir imparatorluğa dönüşmesidir. İsrail’in Nil’den Fırat’a kadar, hatta daha ötelere ilişkin bir hegemonik projesinin olduğu bilinmektedir. Osmanlı İmparatorluğu sonrası için geliştirilen bir projedir bu. Bu projenin uygulanmasında oldukça mesafe alınmışsa da, amacına ulaşma konusunda henüz yetersiz olduğu belirtilebilir. Son zamanlarda karşısına çıkan İran’ın da benzer hegemonik hesaplarının olması aralarında gerginliğe yol açmaktadır. Türkiye ile de ne kadar ciddi olduğu bilinmeyen benzer bir gerginliği yaşamaktadır. Dolayısıyla oldukça çatışmalı geçecek bir bölgesel hegemonik mücadele süreci de söz konusudur. Daha da büyümesi kaçınılmaz ulus-devlet kaynaklı sorunları bizzat bu karşılıklı hegemonik hesaplar doğurmaktadır. İsrail ve Yahudi halkı için ikinci yol, etrafı habire düşmanlarla kuşatılan bir çember içinde olmaktan çıkıp Ortadoğu Demokratik Uluslar Birliği projesine katılmak, bu temelde çıkış için olumlu inisiyatif almaktır. İsrail’in arkasındaki entelektüel ve maddi sermaye Demokratik Uluslar Birliği projesi için çok önemli rol oynayabilir. Hem kendini demokratik bir ulus halinde daha da sağlamlaştırır, hem de bunu Ortadoğu çapında geliştirilmiş demokratik uluslar birliği kapsamına alarak, çok muhtaç olduğu kalıcı bir barışa ve güvenliğe kavuşabilir.
Ulus-devletçiliğin yol açtığı en büyük felaketler Ortadoğu’nun soykırım yaşayan halklarına ilişkindir. Anadolu ve Mezopotamya’da erken milliyetçiliğin tuzağına düşen Helen, Ermeni, Süryani ve Kürt halkları, tarihin en eski yerel kültürlerini temsil etmelerine rağmen, ulus-devletçiliğin son yüzyıllık deneyimleri kendilerini tasfiyenin eşiğine kadar getirdi. Egemen ulus milliyetçiliğinin katı sınırlar dahilinde homojen ulusal toplum yaratma çılgınlığı bu halklar için gerçek anlamda bir felaket oldu. Kapitalist modernitenin ulusçuluk anlayışı olmasaydı bu büyük felaketler yaşanmazdı. Beyaz Türk elidini yaratan kapitalizmdir. Homojen ulus yaratma programları sermaye birikimi ihtiyacından bağımsız düşünülemez. Soykırımdan sorumlu tutulması gerekenler kategorik olarak Türkler değil, tıpkı Almanlarda yaşandığı gibi bir dönem milli kapitalizm peşinde koşan marjinal bir gruptu. Bunda sadece egemen ulus milliyetçileri değil, ezilen ulus milliyetçileri de ulus-devlet canavarını uyandırmaları nedeniyle sorumlulukta pay sahibidir. İmha edilmişleri diriltmek artık mümkün olmadığına göre, geriye kalan azınlık halleriyle bu halkları ancak demokratik ulus zihniyeti ayakta tutabilir. Örneğin İstanbul’a Beyaz Türk ulus-devletçiliği egemen kılınmak istendiğinde, bu kentteki tüm tarihsel kültürler için ölüm fermanı çıkarılmış veya ölüm çanları çalınmış olur. Sürekli kültür tasfiyeciliği yaşanmasıyla geriye kalan tek kültürlü bir Beyaz İstanbul olur ki, o da kültürel faşizmden başka bir şey olmayacaktır. Demokratik ulus zihniyetinin yaşandığı İstanbul ise, açık ki tarihsel kültürel zenginlik içindeki İstanbul olur.
Anadolu ve Mezopotamya kültürlerine de bu açıdan bakılabilir. Ancak demokratik ulus zihniyeti tüm tarihsel kültürleri barış, eşitlik, özgürlük ve demokrasi içinde bir arada tutabilir. Her kültür bir yandan kendini demokratik ulusal bir grup olarak inşa ederken, öte yandan iç içe yaşadığı diğer kültürlerle daha üst düzeyde demokratik ulusal birlikler içinde yaşayabilir. Tekçi ulus anlayışı aşıldıktan sonra birbirini eritmeye ihtiyaç kalmaz. Bunun yerine kültürel bütünlükler halinde tarih boyunca yaşandığı gibi yaşanır. Artık Ermeniler, Helenler ve Süryaniler kendileri için ulus-devletçi sınırlar çizemeyeceklerine ve varlıklarını da sürdürmek zorunda olduklarına göre, en uygun seçeneğin demokratik ulusal birliktelik zihniyeti ve demokratik özerklik yapılanması olduğu açıktır. Demokratik modernite geç de olsa bölgenin her tarafındaki benzer süreçleri yaşayan kültürel gruplar ve halklar için bir zihniyet sığınağı, demokratik özerklik ise uygun yeniden bedenleşme modelidir.
Bölgede zengin bir miras teşkil eden sadece etnik ve ulusal varlıklar değildir. Dinler ve mezhepler de geniş bir gruplar yelpazesini teşkil eder. Geleneksel ve modern biçimleriyle dinlerin ve mezheplerin aldığı yeni görünümlerin temsili ciddi bir sorundur. Ulus-devletçilik bunların da büyük kısmını tasfiye etti. Fakat artık kendisi aşındığı için, tarihsel kültürün bu zengin mirasları için kendilerini ifade etmek ancak demokratik ulus kuram ve kavramları çerçevesinde mümkündür. Hem zihniyet algılamaları hem de yapılanmaları için demokratik ulus ve demokratik özerklik en uygun modeldir. Tarihsel-toplumun benzer tüm alanları için ulus-devlet felaketine karşı demokratik ulusal toplum modeli barışın, eşitliğin, özgürlüğün ve demokratik yaşamın güvencesidir.
Ortadoğu’da ulus-devletçiliğin parçaladığı, her parçasında değişik imha ve asimilasyonları dayattığı Kürtlerin durumu tam bir felakettir. Ne tam fiziki ne de kültürel tasfiyeleri hemen gerçekleştirilebilmektedir. Kürtler âdeta uzun süreli can çekişmeyi yaşayan bir varlık konumundadır. Dünyada bir benzeri daha olmayan halktır. Sadece zihnen sakatlanmış değildir, beden olarak da parçalanmıştır. Toplumsal yaralı olmak bir yaşam tarzı haline getirilmiştir. Ne eski geleneksel yaşam ne de modern yaşam geçerlidir. Zaten tercihte bulunma şansı son döneme kadar elinden alınmıştı. Şüphesiz bu durum kapitalist modernitenin kurdurduğu hâkim ulus-devletlerden kaynaklanmaktadır. Kürtlerin ulus-devletçilik doğrultusundaki girişimleri ise aynı başarı şansını yakalayamamış, kapitalist modernitenin çıkarlarına denk düşmediği için şansı yaver gitmemiştir. Günümüzde Irak Kürdistan’ında geliştirilmek istenen ulus-devletçilik ise, kapitalist modernitenin hegemonik hesaplarıyla yakından bağlantılıdır. Minimalist bir Kürt ulus-devletçiliği sistemin çıkarına olabilir. Tehlike şuradadır: Sistem “Çıkarıma göre değildir” dediğinde her an yeni soykırımlar ve katliamlara da yol açabilir. Savunmanın büyük kısmını Kürt olgusu, sorunu ve çözümüne ayırdığımdan, kısaca yeniden tanımladığım bu vahim statü veya statüsüzlükten kurtulmanın en uygun modelinin demokratik ulus olduğu açıktır. Zihniyet ve yapılanma olarak demokratik ulus ve demokratik özerklik, mevcut ulus-devletleri de yıkıma götürmeden, dünya genelinde de yoğunca yaşandığı gibi yönetimleri paylaşarak bir arada yaşama imkânını sağlar. Bunun için gerekli olan demokratik anayasal rejimdir.
Kürtlerin amentüsü, ‘Bağımsız, Birleşik Kürdistan Cumhuriyeti’ne alternatif olarak, mevcut sınırlara dokunmayan, tersine bu sınırları Ortadoğu’nun Demokratik Ulusal Birliği’nin gerekçesi yapan ‘Demokratik Konfederal Kürdistan’dır. Bu model içinde birçok kültür ve halk grubu kendilerini federe birlikler halinde örgütleyebilir. Aynı yerelde, aynı kentte her türlü etnik, dinsel, mezhepsel ve cinsî açıdan eşit, özgür ve demokratik gruplar barış içinde bir arada yaşayabilirler. Demokratik Konfederal Kürdistan kendi demokratik ulus modelini geliştirdikçe, her parçasının birlikte yaşadığı komşu toplumlarla da benzer birliklere rahatlıkla gidebilir. Benzer oluşumların Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de geliştiğini düşünürsek, belirtmeye çalıştığımız Demokratik Konfederal Kürdistan’ın Ortadoğu Demokratik Ulusal Birliği’nin çekirdeği olacağı açıktır. Her iki olgunun iç içe gerçekleşme şansı da vardır. Zaten Ortadoğu’nun tarihsel-toplumsal bütünlüğü de bunu gerektirir.
Buna karşı son zamanlarda ABD’nin gündemleştirmek istediği Büyük Ortadoğu Projesi’nin başarı şansı pek yoktur. Zaten bu proje ulus-devletlere dayalıdır. Benzer birçok proje Ortadoğu’yu daha çok karışıklığa itmiştir. Son projenin yol açtığı durumlar da farklı olmamıştır. Ulus-devletçilik mantığı aşılmadıkça, hiçbir proje Ortadoğu’yu yaşadığı derin bunalımlar ve sorunlardan kurtaramaz, çatışmalar ve savaşlardan alıkoyamaz. Gerek var olan Arap Birliği gerekse İslâm Konferansı örgütleri aynı ulus-devlet mantığıyla sakatlanmış oldukları için, hiçbir sorunda çözümleyici rolleri olmamıştır. Mevcut zihniyet ve yapılanmalarını aşmadıkça çözüm şansları da olamaz. Ayrıca ABD ve yerel hegemon güç İsrail’e karşı gerek İran’ın gerekse Türkiye’nin Hizbullah ve El Kaide üzerinden yürüttükleri nüfuz savaşları, sorunları daha da içinden çıkılmaz hale getirmekten başka bir rol oynayamaz. Pay koparma hesapları da her an ters tepebilir. Tüm bu eski ve yeni ulus-devlet oyunlarının Ortadoğu’yu getirdiği durum gözler önündedir. “Sorun çözüyoruz, sıfır sorun diplomasisi uyguluyoruz” adı altında, daha da büyümüş ve içinden çıkılmaz bir hal alan sorunlar yumağı haline getirilmiş Ortadoğu’nun bu durumu, bütün açıklığıyla sergilediğimiz gibi yapısaldır ve bu da ulus-devletçilikten kaynaklanmaktadır. Aynı açıklıkla belirttiğimiz gibi, demokratik modernitenin demokratik ulus zihniyeti ve demokratik özerklik yapılanması bu kaotik durumdan çıkışın en uygun eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik modelidir, yeni paradigmasıdır. Herkese, her topluma kalıcı barışın ve güvenliğin yolunu gösteren bir modeldir.
b- Demokratik komün ekonomisi kapitalizmin azami kâr eğiliminin işçi ve işsiz köleler haline getirdiği toplumun yeniden insanca yaşamını mümkün kılmanın çözüm yoludur. Tarih boyunca ekonomi her zaman komün ile gerçekleştirilen bir olgudur. Komünsüz ekonomi düşünülemez. Ekonomi kelimesinin kök anlamı bile ‘aile komünü yasası’ demektir. Yani bir komün olarak ailenin geçimlik işleridir. Toplumun varoluş tarzı hepten komün biçimindedir. Tarih bireyle başlayan bir ekonomiye tanıklık etmez. Özel ekonomi tarihin ve toplumun tanımadığı, en az ulus-devlet kadar kapitalizmin ürettiği bir canavardır. Özel ekonomi tarih boyunca hep ‘hırsızlıkla’ eş tutulmuş ve marjinal bırakılmıştır. Kapitalist modernitenin yükselişe geçişiyle birlikte yeni bir kategori olarak piyasaya çıkmıştır. Bir nevi sürekli yer altında kalmış bir farenin kedileşerek piyasalara dalmasına benzer. Tarihte özel ekonomi veya sermaye peşinde olanlar hep hırsız olarak yargılandıklarından kendilerini görünmez kılmışlardı. Yükselen kapitalist hegemonyayla birlikte piyasa üzerinde egemenlik kuran bu kedi-fareler insan toplumu için gerçekten felaket oldular.
Tarihçi Braudel’in çok yerinde bir tespitiyle, ekonomi olmayan kapitalizm piyasa üzerinde kâr amacıyla egemenlik kuran tekelciliktir. İster özel kişilerin ister devletin tekelleri olsun, ekonomi üzerinde tahakküm kuranlar, insanların yaşamsal ihtiyaçlarını temin etmek için belki de başvurdukları ilk örgütlenme olan komünü yıktıkları oranda hırsızlıklarını gerçekleştirdiklerinin bilincindeydiler. Özel veya devlet tekelciliği, komünal ekonomi üzerinde soygunculuk demektir. Kapitalist modernitenin kendini bin bir kılıkla maskeleyerek gerçekleştirdiği bu soygunculuk, komünün ve dolayısıyla toplumun temelinin çökertilmesi demektir. Tüm ekonomik krizler ve hastalıklar toplumun temeli olan komün ekonomisinin çözdürülmesi ve yıkılmasıyla başlar. Kapitalizmin tarihi komün ekonomisini yıkım tarihidir. Sonuç, tarihin en büyük toplumsal felaketlerinin yaşanmasıdır. Ekonomideki çözülüş ve yıkım tüm toplumsal alanın, ahlâkın ve siyasetin çözülüşü ve yıkılışının gerçek nedenidir. Ekonomik çözülüş toplumsal çözülüşün kendisidir. Bu durumda geriye işsiz, ahlâksız ve politikasız toplum artıkları kalır. Kapitalizmin özel ve devlet tekelciliği budur.
Tüm dünyada son dört yüzyılda, özellikle günümüz finans kapital çağında yaşanan ve zirve yapan yapısal bunalımın bir yılda dört yüz milyon işsiz doğurması bu nedenledir. Ortadoğu toplumundaki çözülüş daha da çarpıcıdır. Komünal yaşamın son elli yıldaki çözülüşü toplumun topyekûn işsizleşmesine yol açmıştır. Ortadoğu toplumu tarihin hiçbir döneminde bu denli çözülmedi. Kaldı ki, Ortadoğu toplumu komünal ekonomiyi hem ilk gerçekleştiren, hem de kapitalist hegemonik aşamaya kadar dünya çapında öncülük eden toplumdur. Günümüzde yaşadığı bunalım üç yüz bin yılı aşkın bir süreden beri aklıyla inşa ettiği komün yaşamının kaybıyla eşanlamlıdır. Topyekûn bir felaketi yaşaması bu tarihsel nedenledir. Yaşanan bunalımın sonuçları tarihte yaşanan hiçbir barbarlık felaketiyle karşılaştırılamaz. Çünkü barbar saldırılarında bile komünal yaşam hep esastı. Kimse ona dokunmayı aklına bile getirmezdi. Kapitalist barbarlık ilk defa en iblis mantığıyla komünü çözmeyi akıl etti ve başardı. Sonuç, son dört yüzyılın savaşları, sömürge talanları, toplumun klasik kölecilikten beter modern ücret köleliğine tabi tutulması ve daha da acımasız olanı işsizleştirilmesidir; ahlaki ve politik bütünlüğünü yitirmesidir; çevreyi tahrip etmesi ve biyolojik dünyanın dengesini yıkmasıdır; yerin altını boşaltması, üstünü kirletmesidir; iklim felaketleridir.
Açık ki, demokratik modernitenin komünal ekonomisi dışında herhangi bir yolla kapitalist modernitenin liberal ve devletçi ekonomik tahakkümünün sonuçları olan bu yıkımlarla baş etmek oldukça zordur. Komün ekonomisini yeni bir icat veya doktrin olarak düşünmemek gerekir. Komün ekonomisi yeni bir plan veya proje de değildir. İnsan toplumunun onsuz yaşayamayacağı bir varoluş tarzı olarak düşünmek veya hakikat olarak kavramak gerekir. Eğer toplum ayakta durmak ve varlığını sürdürmek istiyorsa, komün ekonomisini esas almak zorundadır. Zorundadır demek belki katı bir yasallığı içermektedir. Ama ekonomisiz yaşanamayacağına ve bu ekonomi de komünsüz gerçekleşemeyeceğine göre, buradaki zorunda olmak fiili yerindedir. Sadece Ortadoğu’da değil, tüm dünyada toplumsal yaşamı sürdürmek istiyorsak, komün ekonomisini başat kılmak zorundayız. Başat diyorum, zira özel kapitalizmi ve devlet kapitalizmini bıçakla keser gibi bir tarafa atamayız. Eskiden olduğu gibi onu marjinal kılarak yaşatırken, komünü de başat kılmak durumundayız.
Ortadoğu toplumu Avrupa ve dünyanın diğer bölgelerinde olduğu kadar kapitalizmle barışık değildir. Onu özümsemiş olmaktan uzaktır. Dolayısıyla komünal kökenleri güçlüdür. Çağın bilim ve teknolojisiyle desteklenmiş demokratik modernitenin komünal ekonomik unsuru sadece kapitalizmin çürütücü, çözücü ve yıkıcı etkileriyle baş etmekle kalmaz; tüm toplumsal alanların yeniden inşasına güçlü bir temel sağlar. Fakat kapitalizm son yüzyılda insan bireylerini o denli aylak, işsiz ve anti-toplumsal yapmıştır ki, onları yeniden komünal ekonomik düzene kazandırmak gerçek bir sosyal devrim ister. Liberal bireycilik kanser kadar tehlikeli bir hastalıktır. Onu ancak özenle tedavi ettikçe komünal yaşama katabiliriz. Bunda zihniyet ve ahlaki eğitim büyük rol oynar. Fakat komünal ekonomiye giderken, bunun demokratik siyasetsiz inşa edilemeyeceğini bütün önemiyle kavramalı ve gereğini yerine getirmeliyiz. Ayrıca ahlaki boyut ihmale gelmez. Kısacası, komün ekonomisini yeniden inşa etmek sıkı bir ideolojik, politik ve ahlaki eğitim ister.
Komün ekonomisi derken, onu salt birkaç alanla ilgili olarak değil, tarımdan sanayiye, hizmetlerden bilime ve zanaatların her alanına ilişkin olarak düşünmeliyiz. Komün ekonomisi köyde olduğu kadar kentte de geliştirilmesi gereken bir sistemdir. Hatta kapitalist modernitenin yok ettiği köylü-tarım ekonomisiyle kanserleştirdiği kent ekonomisinin alternatifi olarak geliştirilmesi gereken köy-kent ekonomisi, esas olarak ancak komün ekonomisi etrafında inşa edilebilir. Çağdaş komün ekonomisi ağırlıklı olarak bir köy-kent ekonomisidir. Köy-kent ekonomisini yanlış kavramamak gerekir. Bu ne köyün şehirleştirilmesi ne de kentten köye dönüşüm demektir. Köy-kent ekonomisi komünal toplumun çağdaş ünitesi olarak kavranmak durumundadır. Tarihte hâkim eğilim elbette köy-kent karakterindedir. Köy ve kentin çarpık ayrışması kapitalist moderniteyle bağlantılıdır. Tarih boyunca başta Fırat, Dicle, Nil, İndus ve Pencab olmak üzere, nehir kıyılarında gerçekleştirilen ekonomilerin hepsi komünaldir. Zaten uygarlığı mümkün kılan da bu komünal ekonomilerdir. Kapitalizmin azami kâr eğilimiyle inşa ettiği barajlar politikası sadece bu nehirlere bağlı olarak kurulan köy ekonomilerini yıkmakla kalmadı; en verimli arazileri, bitki örtüsünü, hayvan türlerini, arkeolojik dünyanın en güzel eserlerini de yuttu. Toplumsal imhalar kadar ekolojik ve arkeolojik imhaları da gerçekleştirdi. Tüm bu yıkımların üstesinden ancak demokratik siyaset bağlantılı komün ekonomisi gelebilir.
Komün ekonomisine devrimci ideoloji ve politikalar tarafından çok az değinilmiştir. Özellikle reel sosyalizmin devlet kapitalizmini sosyalizmle özdeşleştirmesi büyük felaketlere yol açmış, sosyalizmi yozlaştırmak kadar komünal ekonomiyi de gerçek işlevinden yoksun bırakmıştır. Kolektivizm adına kapitalizme en büyük desteği devlet kapitalizmiyle sağlamıştır. Komün ekonomisinin özel ekonomi kadar devlet eliyle ekonomiyi, daha doğrusu ekonomik tahakkümü de reddetmesi gerekir. Özellikle devlet tekelciliğini komün kolektivizminin yozlaşması olarak değerlendirip her koşulda mücadele etmesi gerekir. Ayrıca şu hususları da iyi bilmek gerekir: Kapitalizm de günümüze doğru kendini aile şirketlerinden oluşan ve profesyonel CEO’larla yönetilen bir nevi kapitalist komünlere dönüştürme sürecindedir. Bu süreci her alanda yaşatmaya çalışmaktadır. Bunu liberal kapitalizmin önemli bir tuzağı olarak görmek gerekir. Kendini holding sistemi olarak komün tarzı kalıplara uyduran kapitalizm, en çok da bu biçimiyle komünal ekonominin ve toplumun düşmanıdır. Kapitalizm her ne kadar görünürde eski toplumsal biçimlenişleri aştığını iddia etse de, kendini bir kabile toplumu gibi örgütlemekten de geri kalmaz. Bir nevi modern kabilecilik ve klancılık yapar. Çünkü toplum esas olarak klan ve kabilenin, yani komünal toplum birimlerinin oluşturduğu temel üzerinde yükselir. Fakat kapitalist modernite kendini özünde temel toplumsal biçimlenişlerin inkârı üzerinde kurgulayıp gerçekleştirir. Gerçekleştirirken de eski kalıpları kendine uyarlamaktan geri kalmaz.
Ulus-devletçilik kapitalist tekellere göre şekillendiğinden, komün ekonomisini tanımak istemez. Daha doğrusu, o da tekelcilik gibi üzerinde egemenlik kurmak ister. Ulus-devletçilik Ortadoğu komünal yaşamını dağıtarak homojen toplumu gerçekleştirme ideasındadır. Komünal yaşamı, cemaat toplumunu kendi önünde engel olarak görür. Ulus-devletçiliğin ideal toplumu tüm tarihsel komün ve cemaat kimliğini yitirmiş, kimliksiz, kişiliksiz, karınca türü çalışan köle insan yığınıdır. Aslında toplum bu yığınlaşma temelinde bitirilmiştir. Nietzsche ve Foucault gibi filozoflar “Toplum veya insan modernite tarafından öldürüldü” derken bu gerçeği anlatmak isterler. Kişilikli, kimlikli ve komünlü toplumun çökertilmesiyle kişiliksiz ve kimliksiz bireylerden oluşan yığın toplumu kapitalist moderniteye özgüdür ve ulus-devletçiliğin yurttaş tipini oluşturur.
Demokratik modernitenin temelinde yer alan ve tarihsel nitelik taşıyan tüm gelenekler değerlidir. Bunların en başında gelen dayanışma komün ekonomileri temel birim rolünü oynar. Komün ekonomisi demokratik ulusun da temel birimidir. Nasıl ki ekonomik tahakküm tekelleri ulus-devletin temel ekonomik sömürü birimleriyse, komün ekonomik birimleri de demokratik ulusun temel ekonomik yaşam birimleridir. Demokratik ulus ve demokratik modernite komün ekonomisi üzerinde yükselir. Komün ekonomisinin içeriğini fazla açma gereği duymuyoruz. Bir aile komününden tutalım bir demokratik ulusa kadar, ihtiyaca göre nicelik olarak büyük ve nitelik olarak sayısız birim inşa edilebilir. İdeal tarım ve fabrika komünleri en başta gelenleridir. Ayrıca çok amaçlı kooperatif, ulaşım, sağlık ve eğitim komünleri de önde gelen komün tipleridir. Mühim olan önceden komünleri belirlemek değil, ihtiyaca ve işlevine göre komünal birimlerin her çeşidini uygun sayıda ve nitelikte inşa etmek, komünsüz hiçbir birey bırakmamaktır. Demokratik ulus tüm üyelerini komünlerde örgütleyen ve görevlendiren ulustur. Bu sistemde komünsüz birey mümkün olmadığı gibi, olduğunda da hastalanmış ve yozlaşmaya yatmış demektir. Demokratik ulus bireylerinin, özellikle onun inşacı kadrolarının temel görevi, tüm bireyleri mutlaka bir veya birkaç komünün aktif çalışanı yapmaktır.
Günümüz Ortadoğu toplumları yaşadıkları ağır bunalımdan ancak başta ekonomik komünler olmak üzere her alanda komünleşmeyi gerçekleştirdikleri oranda çıkış yapabilirler. Komünsüz çıkış olamaz. Tarihsel ve kültürel gelenekler ancak komünal yaşamla güncellikte yer tutup varlıklarını devam ettirebilirler. Gelenek taklit edilemez ama geleneğe dayanmadan da yaşanamaz. Ancak gelenek geleneğin inkârına ve taklidine dayanmayan güncel yaratıcı değerlerle beslendiğinde tarihsel-toplumsal yaşam hakiki anlamına kavuşur. Bunda ekonomik komünal gelenek başrolü oynar. Ekonomik komünler tüm ülkeler için gereklidir. İşsizliği ve toplumsal çözülüşü önlemenin yolu komünal çalışma dönemine geçiştir. Özellikle yenilenmiş komün zihniyeti ve örgütlenmesi temelinde tarıma ve köye dönüş en değerli DEVRİMCİ FAALİYETTİR. Gerçek devrimcilik, tarihsel varoluşumuzu gerçekleştiren komünal yaşamı, başta ekonomik alan olmak üzere tüm toplumsal alanlarda gerçekleştirmektir. Nasıl ki demokratik federalizm ve demokratik özerklik demokratik ulusun politik yaşam örgütlenmesi ve kurumlaşması ise, komünal ekonomik birlikler federasyonu da ekonomik yaşamın örgütlenmesi ve kurumsallaşmasıdır.
Komünal Ekonomik Birlikler Federasyonu yerel, ulusal ve bölgesel çapta Ortadoğu Demokratik Uluslar Birliği’nin ekonomik temelini ifade eder. Hegemonik güç çekirdeği İsrail’in Kibbutz adlı ekonomik birimlerinin komünal ekonomiye oldukça benzeyen birimler olması, komünal ekonominin üstünlüğünü kanıtlar. İsrail’in ulus-devlet hegemonyacılığı aşılmak isteniyorsa, ekonomik alanda komünal ekonomiye geçişin dışında başka yol yoktur. Ayrıca dünya kapitalist hegemonyasından ve onun her türlü tekelci sömürüsünden kurtuluşun yolu da eşitliğin, özgürlüğün ve demokrasinin maddi temeli olan yeni komünal ekonomiyi gerçekleştirmekten geçer.
Kürdistan’da halen zorbela da olsa ayakta durmaya çalışan komünal ekonomik gelenekler, ulus-devletin toplumu çökertmesiyle oluşan işsiz yığınlar, düşük ücret köleliğinden ve ırgatçılıktan ötürü yaşamın anlamını ve onurunu yitirenler için yenilenmiş komünal ekonomik yaşam tek kurtuluş yoludur. Tarihin ve toplumun komünle oluştuğu topraklar günümüzde kapitalist moderniteye, onun ulus-devletçiliğine, endüstriyalist talanına ve azami kâr peşindeki yıkım faaliyetlerine karşı ancak demokratik modernitenin ve demokratik ulusun komünal ekonomisi ve ekolojik endüstrisiyle en büyük devrimlerini gerçekleştirebilir. Böylece eşit, özgür ve demokratik bir toplumda barış içinde, güvenlikli, onurlu ve güzel yaşanacak alanlar haline gelebilir.
c- Demokratik modernitenin üçüncü başta gelen çözüm unsuru, kapitalist endüstriyalizme karşı ekolojik endüstridir. Endüstriyalizm kapitalizmin azami kârı gerçekleştirmek için tekniği sınırsız kullanımı biçiminde tanımlanabilir. Azami kâr eğilimi nasıl devleti azami iktidar aracı olarak ulus-devlet biçiminde yeniden örgütlediyse, teknik donanımı da azami kâr amaçlı kullanmayı ifade eden endüstriyalizm biçiminde örgütledi. Endüstriyalizmin asıl tehlikesi, canlı ve duygulu bir dünyası olan toplumu mekanik aletler mezarlığına çevirmesi, toplumu robotlaştırmasıdır. Endüstriyalizme sınır konulmadan hiçbir toplum sağlıklı duygular dünyası halinde yaşamını sürdüremez. Toplumun makineleştirilmesi belli bir eşikten sonra toplumun yıkımına dönüşür. Kapitalizmin belki de savaştan daha tehlikeli olan yönü endüstriyalizmi azamileştirme eğiliminde olmasıdır. Daha şimdiden dünya doğal çevresinden kopuk kentlerin ve sanal aletlerin tutsağı haline gelmiş bulunmaktadır. Kentlerin kanser tarzı büyümesini mümkün kılan endüstriyalizmdir. Kentler canlı gezegenimizi yutan canavarlara dönüşmüşlerdir. Milyonluk, on milyonluk kentlerin hiçbir sosyal anlamı olmadığı ve bu tür kentlerin varlığı hiçbir ihtiyaçtan kaynaklanmadığı halde halen kanser tarzı büyümeleri hastalıktan başka anlam taşımaz.
Buna bağlı olarak sadece yol açtıkları kazalarla ulaşım araçlarının ortaya çıkardığı ölüm olayları savaş bilançolarını çoktan aşmıştır. Yol açtıkları gürültü, hava kirliliği ve insan fiziğini dumura uğratmaları itibariyle ulaşımda kolaylık sağlayan araçlar olmaktan çoktan çıkmışlardır. Endüstriyalizmin diğer başta gelen alanlarından biri olarak sanal, görsel ve yazınsal iletişim araçları, hakikatle bağlarını kopardıkları insanlığı sanal bir dünyanın bağımlısı yapmışlardır. Toplumla hakikat temelinde bağlarını yitiren birey yığınları toplumun atomize olmasını ifade eder. Çözülmüş ve toplum olmaktan çıkmış yığınlar ve savaş araçları endüstrisi insanlığı tüm çevresiyle yutacak boyutları çoktan aşmıştır. Ancak çevresiyle var olabilen bir canlı olarak insan, diğer çok sayıda çevresel canlıyla birlikte -Bitkiler ve ormanlar da buna dahildir- endüstriyalizm tarafından ekolojik anlamda da yutulmaktadır. Şüphesiz bütün dünya için yıkım araçlarına dönüşen endüstriyalizm tekniklerine ve onu mümkün kılan kapitalist moderniteye karşı demokratik modernitenin endüstriye yaklaşımı tamamen ekolojiktir. Ekolojik olmayan endüstri en az kapitalizm ve ulus-devlet kadar toplumu yıkım aracıdır. Demokratik modernitenin demokratik ulus ve komünal ekonomi unsurları pratikleşmek için elbette teknikten ve endüstriden yoksun kalamazlar. Tersine, bu modernite ve unsurları bilimin ve teknolojinin gelişimini ve endüstride kullanılmasını gerekli kılar. Endüstrinin toplum açısından asıl anlamı da burada ortaya çıkar. Endüstri bütünlük halinde toplumun varlığına, onun ahlaki ve politik yetkinliğine, demokratik ve ekonomik gelişimine katkıda bulunduğu oranda değerlidir. Şüphesiz katkı eşiğini belirlemek, ahlaki ve politik yönetimin başta gelen görevidir.
Ortadoğu toplumları kapitalizmin endüstriyalizmi tarafından henüz metropol ülkelerde olduğu kadar bir yıkımı yaşamıyorlarsa da, merkezî uygarlık sisteminin binlerce yıllık çevreyi tahrip etme özellikleri ve ondan önceki neolitik toplumun yol açtığı bazı olumsuzluklar nedeniyle bu yönde uzun süreli bir yıkıma maruz kalmışlardır. Beş bin yılı aşan süre merkezî uygarlığa beşiklik etmesi yıkımın ileri boyutlarda gerçekleşmesine yol açmıştır. Ormansızlaşma çoktan ve çok ileri boyutlarda gerçekleşmiştir. Bir dönem bitkilerin ve hayvanların cenneti olan bölge şimdi cehennemine dönüşmektedir. Bölge ekolojik yaşama en çok ihtiyaç duyulan bir konumdadır. Tümüyle ekolojik bir endüstri bölgeyi yeniden eski verimliliğine kavuşturabilir.
Toplumsal sorunların şöyle bir özelliği vardır: Nerede sorunlar ağırlaşmışsa, orada çözüm yolları da o kadar olgunlaşmış demektir. Çözümsüz sorun düşünülemez. Sorunların geliştiği mekân ve zaman koşulları çözüm koşullarını da beraberinde taşır. Dünya genelinde olduğu gibi Ortadoğu’da da ekolojik çözüm ilkesi en az siyasi devrimler kadar çözümleyici önem taşıyan bir konuma erişmiş bulunmaktadır. İsrail bu konuda da başarılı örnekler sunmaktadır. Bilim ve teknolojideki üstünlüğünü ekolojik endüstride kullanarak, çöllerde bile cennetimsi yaşam çevresini mümkün kılmaktadır. Tüm bölge ülkelerinde komün ekonomisiyle birlikte kullanılacak ekolojik endüstriler, toplumun en çok ihtiyaç duyduğu özgür, eşit, demokratik ve sürdürülebilir inşasını yeniden mümkün kılacaktır. Endüstriyalizm yerine ekolojik kalkınma gerçek ve öncelikli ihtiyaçtır. Gelişmiş Avrupa ülkeleri ekolojik olmayan endüstrilerini ekolojik endüstriyle ikame ederken, onların otomobil, tekstil ve turizm tedarikçisi olmak toplumsal sorunları ancak ağırlaştırabilir. Kapitalizm bu yolla da insanlığı yıkım unsurlarını küreselleştirmektedir. Demokratik modernitenin teknik altyapısı ekolojik olmak durumundadır. Endüstriyalizme ve endüstri inkârcılığına kaçmadan geliştirilecek bir komünal ekolojik ekonomi, demokratik modernitenin ve demokratik ulusal yaşamın bütünleyici ve sağlam gerçekleştirici gücü olacaktır.
Kapitalizmin, ulus-devletçiliğin ve endüstriyalizmin en az geliştiği bir ülke olarak Kürdistan, bu konumunu ekolojik ve komünal ekonomik inşa için en iyi şekilde değerlendirebilecek durumdadır. Bu yöndeki geri konumunu avantaja dönüştürebilir. Tüm insan yığınlarını, işsizlerini ekolojik ve komünal ekonomide örgütleyerek, eskinin cennet ülkesini demokratik uygarlık yolunda demokratik ulus olarak yeniden inşa edebilir. Bunun için yeter ki özgür ülkede ve demokratik toplumda yaşamanın onuru ve aşkı olsun!
Önder APO
- Ayrıntılar