Bütün mücadele, direniş, isyan ve büyük savaşlardan sonra, direk savaşan taraflar bir şekilde ya barışırlar ya görüşmelerde bulunurlar; ya akın kanın durdurulması noktasında girişimlerde bulunurlar ya da bir tarafın tümden imhası veya yenilgisiyle de sonuçlanabilir. Her ne kadar sonuç bu olsa bile, sürecin kendini bu düzeye getirmesi için, on binlerce kişi bu savaşlarda ya şehit düşer ya da ölür.
Ne yazık ki, sözde yazar ve aydın geçinen demokratlar dahi devletin ordularını yere göğe sığdırmakla kalmayıp, kutsal sayarlar ve devlet ordularının geliştirdiği her türlü vahşi saldırıları haklı gösterme çabasında olurlar. Ama sıra halkın savunmasını yapan güçlere geldi mi, onların bir hakkı kalmıyor ve kendisinin ve halkının savunmalarını yaptıklarında da, “terörist” olarak ilan ediyorlar.
Buna karşın Kürt halkı, onlarca defa özgür yaşam için işgalcilere karşı sürekli baş kaldırmış ve dönem dönem sessizlik ve sinme dönemleri olmuşsa da, hiç bir zaman mücadeleden vazgeçmemiş ve köleliliği kabul etmemiştir.
Şimdi Kürt Özgürlük Hareketi, PKK öncülüğünde dört devlet arasında bölüştürülmüş Kürdistan’ın özgürlüğü için otuz yıldır bir mücadele ve direniş içerisindedir. Bizim yürüttüğümüz bu mücadele, bizim verdiğimiz bu bedeller ve bizim barış için attığımız bu adımlar hangi düşman güç karşısında verilmiş olsaydı, bir şekilde bu kadar kan dökülmeden bir çözüm gelişmiş olurdu. Ama senin karşındaki düşman Türk, Fars ve Arap olursa ve iradeleri başkalarının elindeyse ve sömürgeci ve emperyalist güçlere karşı el pençe duruş sergiliyorlarsa, durum çok farklı bir seyir izliyor. Çünkü Türklük, Farslık ve Araplık ne kendi adına savaşabiliyor ne de kendi adına barışabilecek iradeyi gösterebiliyorlar. Halk olarak devlet olarak hiç bir zaman kendi öz iradeleriyle hareket etme becerisini gösteremiyorlar.
Örnek mahiyetin de Türkiye’ye bakarsak, Cumhurbaşkanı Arap, Başbakanı Arnavut ve Genelkurmayı ise Yahudi’dir. Durum bu ise, onlar için binlerce gencin ölmesi, vatanın viran olması, satılığa çıkarılması ve ekonomin çökmesi ile halkın aç kalması önemli değildir. Çünkü kendilerine ait bir şey yoktur. Yine onlar için yüzyıllar boyunca yaşamış halkların birbirini boğazlaması da önemli değildir. Yeter ki efendilerinin çıkarları korunsun, kapitalistler karlarına kar katsın.
Kürt Özgürlük Hareketi Önder Apo öncülüğünde, kalıcı bir çözüm ve kanın durması için ’93 yılından bu yana her türlü adımı attı, her türlü fedakarlığı yaptı ve halen de yapmaya devam ediyor. O zamanda da kan politikası güden ve emperyalizm güdümlü Ergenekon-JÎTEM benzeri oluşumlar, sürece engel oldular. ’99 yılında Önder Apo’nun bunca çaba ve fedakarlığına rağmen, bütün gerilla güçlerimizi sınırların dışına çekmemize rağmen, anlaşıldı ki süreç bir oyundan ibaretmiş ve özgür Kürtlüğü yok etmekten başka amaçlarının olmadığı açığa çıktı. Bugün de Kürt Özgürlük Hareketi tarafından bedel verilmesi göze alınarak, çözüm için ısrarla adımlar atılıyor.
PKK, Kürt ve Kürdistan’ın özgürlüğü ve bağımsızlığı için mücadeleye başlarken, Kürtlük adına hiç bir şey yoktu. Ne isim, ne kimlik, ne dil, ne vatan, ne onur... Her değer ayrı ayrı ayaklar altında çiğnemiş ve bu çiğnenenin de üstü betonlaşmıştı. Bunları bir tarafa bırakalım, Kürtler insan olarak sayılmazdı.
Ama 30 yıllık mücadeleden sonra, az çok herkes Kürtlerin soykırımlarla, asimilasyon politikalarıyla, sürgün ve tehcirlerle bitirilemeyeceğini görmüş ve anlamıştır.
Şimdi yeni ve farklı bir süreç başlamış durumda. Alışık olmadığımız açıklamalar devletin sözde tepesinden yapılıyor. Tabi bu sürece kolay gelinmedi. Öyle kendiliğinden olan bir süreç de olmadı. 2008 yılında işgalci Türk sisteminin elinde tek bir koz kalmıştı. Medya Savunma Alanlarına saldırıp bu işi bitireceğiz diyorlardı. O da denendi ve bir gerekçe daha denenmiş oldu. İşgalci TC sistemi arkasına hemen hemen dünyanın tüm siyasi ve askeri gücünü elinde bulunduran ABD, İran ve İsrail gibi güçleri alarak, hep o övmekle bitiremediği Mehmedok ordusuyla Zap’a girmeye çalıştı, ikinci gün nasıl kendimi kurtarırım telaşına kapıldı ve ancak bir haftada kendini kurtarabildi. Sonrasında Kuzey Kürdistan’daki yerel seçimler de bu durumu daha pekiştirdi. Bir de halkın sürekli serhildan hali, bugünleri yarattı. Yok sayılan bir halk ve bir dil, bir şekilde sistem tarafından amaçları ne olursa olsun kullanmaya mecbur bırakıldı.
Bu süreç nasıl anlaşılmalı ya da nasıl yaklaşmalıyız.
Apocu hareketin, felsefesi ve ideolojisinde kanın dökülmesi yoktur. Eğer 30 yıldır on binlerce asker öldürülmüşse ve buna karşın on binlerce şehit vermişsek, bu mecbur bırakıldığımız içindir. Onun için kanın dökülmemesi için ne gerekiyorsa, hareketimiz tarafından yapılır. Her türlü fedakarlık yapılır ve yapıyoruz. Düşmanın her türlü olumlu açıklama ve girişimlerine değer veririz. Çünkü bizim için önemli olan kanın durmasıdır.
Ama bazı akıllı geçinen aydın ve yazarlar, her şeyi bizden bekliyor. Aylardır çatışmaya girmemek için onlarca şehit veriyoruz, bunu yeterli görmeyip, “silah bırakmazsanız olmaz, sınırların dışına çekilmeniz lazım vb.” tasfiyeci ve hiç de iyi niyetli olmayan çağrılarda bulunuyorlar.
Biz de sistemin öyle kendiliğinden değişeceğini beklemiyoruz. Dokuz adım atmamız gerekiyor ki, sisteme bir adım attıralım. Yalnız kimse kusura bakmasın, ne teslim oluruz, ne onurumuz olan ve halkımızı savunduğumuz silahlarımızı bırakırız. Ha eğer Türk, İran ve Suriye orduları silahlarını bıraksalar ve Kürdistan’daki işgale son vereceklerse, o ayrı bir konu. O da olamayacağı için, bir kere içinde silah bırakma, dağları terk etme vb. ne olursa çözümsüzlüktür. 30 yıl savaştık, bir 30 yıl daha savaşırız. Tabi o zamanda, öyle gelin beraber yaşayalım ya da birbirimizi affedelim de demeyiz. O zaman da beraber yaşama ve karşılıklı affetme de kalmaz.
Kimse bu süreçte, “Acaba gerilla ne yapacak, silah bıraksalar olmaz, bu düşmana güvenilmez öyle bir şey yapmayın vb” kaygıları olmasına gerek yok. Çözüm için iğne ucu kadar bir adımı değerlendiririz, ama İlker Başbuğ’un açıklamasında dediği gibi; bulup imha ederiz filan bêvan sözlere de karnımız tok. Zaten yıllardır yapılanda bu.
Gerilla güçleri olarak, her zamandan daha güçlü ve birlik halindeyiz. Halkımız her zamandan daha güçlü kendini savunuyor. Askeri açıdan teknik ve taktik olarak, sistem ordularını bozguna uğratacak güçteyiz. Katılımlar kesintisiz devam ediyor. Ve biz bu dağlara emziklerle ve gözyaşlarıyla savaşa sürülen Mehmedciklere av olmak için de çıkmamışız.
Onun için, halkımız kaygılanmasın, her baharın bir sonbaharı vardır, her Temmuz’un bir Ağustos’u vardır. Barış için konumlanırız, ama kendimizi koruyup, gerektiğinde bizi yok etmek isteyenleri de yok ederiz. Halkımızın bundan hiç şüphesi olmasın.
- Ayrıntılar
Barışa giden yol her zaman çetrefillidir. Bin yıllardır insanoğlu barıştan ziyade savaşla uğraşır hale getirilmiştir. Komünal yaşama karşı saldırıya geçerek egemenliği eline geçiren eril zihniyet, ortakçı yaşamdan uzaklaşarak aşırı bencil bir yaşam geleneği yaratmıştır. Bu ise çatışkının esas olduğu bir zihniyet yapısını yaratmıştır. Doğru olan uyum iken uyum oportünistlik olarak ele alınmış, uyumsuzluk yani çatışkı ve savaş ise olması gereken olarak puan toplamıştır. Başka bir deyimle güç her şey olmuştur. Gücü elinde bulunduran iktidar olmuş, iktidarı elinde bulunduran ise kendini hükmettirerek düşündüğünü kendi çıkarları temelinde uygulatmıştır ya da uygulatmaya çalışmıştır. Yukarıda dile getirdiğimiz mevcut durum esasen bir sapmayı ifade ediyor. Sapma, bir doğru olarak hatta tek geçerli yöntem olarak bugün benimsenir olmuştur.
Kürt özgürlük mücadelesi bu sapmayı düzeltmek için uzun yıllardır en sert mücadeleye göğüs germeyi göze almıştır. Bu uğurda en seçkin Kürt evlatlarını uyumun yaratılmasının bedeli olarak kaybetmiştir. En zor olan yaşama dağların doruklarında yıllardır tahammül etmektedir. Adeta etini dişine takarak bir yaşam direnci göstererek sapma olanı düzeltmeye çabalıyor. Bu çabasını sürdürmeye devam da edecektir.
Sapılmışlığı düzeltmek dediğimiz gibi ciddi bedel ödemeyi gerektirir. Ve bunun bedeli çok ağır da olsa verilmiştir. Varılması gereken yere ağırlıklı olarak varılmıştır. Sapmanın nerede başladığını herkese göstermiştir. Ve doğru olanın ne olması gerektiğini de herkese göstermiştir. Kürt gerillasının silaha sarılma gerekçesi geçmişte de siyasaldı bugün de siyasaldır. Silah bir siyasal araç olarak rolünü yeterince oynamıştır. Artık silahın yani şiddetin yapacağı çok az şey vardır. Zorunlu olmadıkça silaha başvurulmayacağı da açığa çıkmıştır. Kaldı ki TC’nin tüm baskı, ezme, yok etme girişimleri hep fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Kürdistan coğrafyasında Kürt gerillasını alt etmek mümkün değildir. Bugün PKK’dir, bu başka bir güç de olsa biraz doğru gerillacılık yaparsa bu yine böyle olacaktır. Kürdistan coğrafyasında her türlü gerilla çalışması yenilmezdir.
Bu altın değerinde sonuca ulaşılmışsa yapılması gereken hızla uyumu yaratacak olan adımları atılmasına geçmektir. Uyum için ne kadar bedel gerekiyorsa o bedelde verilmelidir. Kürt özgürlük hareketi uyumu yaratabilmek için tek taraflı olarak çatışkıyı durdurmuştur. Çatışmasızlık kararı alarak silahları pasif konuma getirmiştir. Ve silahların çok devreye girmemesi için çağrı üzerine çağrılar yapmaktadır. Türk ordusu kışlalarından çıkmadıkça silahlar konuşmayacaktır, Türk ordusu gerillaya saldırmadıkça gerilla saldırmayacaktır.
Şunu hemen belirtelim; Kürt gerillası uyumu yaratma çalışmasında üzerine düşeni yapacaktır. Ancak uyumu sağlayacak tek güç gerilla değildir. Gerilla kendi cephesinde aktif rol oynayabilir. Bir katalizör olabilir. Ancak katalizörler doğru materyal olmadıkça bir yere kadar rol oynayabilir, ilerisine götüremeyebilir. Örneğin benzin de çok aşırı kurşun varsa bunu arındırmak katalizör için çok zor olabilir. İşte o zaman yapılması gerekenin eğer kurşunsuz benzin kullanmak istiyorsak ona uygun maddenin olması gerekir.
Bugün Türkiye’de uyumu yaratmak için her türden maddenin olduğunu söylemek zordur. Çok değerli aydınlar görüş sunuyorlar. Yol gösteriyorlar. Kimisi bizi eleştiriyor, belki kimisi haklıdır da. Kimisi haksız da olabilir. Bunlar kıyamet sorunlar değildir. Yeter ki uyumu yaratacak beyin çalışması yapılsın. Tarihi fırsat deniliyor. O zaman tarihi fırsatlara denk bir çalışma içerisinde olmak insanım diyen herkesin görevi olmalıdır. Ve kaldı ki böylesine süreçleri aşmak için hazır reçeteler yoktur. Çok sayıda düşünce, öneri, görüş her zaman olacaktır. Bazıları ayrıksı da olabilir. Benimsenmeyebilir de. Ancak her konuyu enine boyuna tartışmaya açık olmak böylesine zorlu süreçleri aşmaya destek sunacaktır.
Gerilla cephesi bunu yapıyor. Belki daha fazlasını da yapacaktır. Ancak temel bazı hususlarda hassasiyetini koruyor ve koruyacaktır. Gerilla olmak siyasal bir tercih olarak seçilen bir yoldu. Ve bu yolun halen gerekçeleri vardır. Öyle kızarak dağa çıkan, daralmış, yol bulamamış ve kandırılmış gibi havalara kapılarak yorumlara gitmek sadece ve sadece rencide edecektir ki bu hiçbir zaman tarihi fırsata destek sunmayacaktır. Diğer önemli bir hassasiyet adeta dikkate almayan, tanımayan, yokmuş gibi yaklaşan durumlar olacaktır. Bugün gerilla Kürt halkının bağrına yerleşmiş en kutsal yapılanmadır. Siz Kürdistan’da gerilla olmuşsanız bu halkın yüreğinin-evinizdeki değeriniz ne olursa olsun-derinliklerine direk nüfus etmiş olursunuz. Bu gerillaya katılan bireylerle bağlantılı bir durum değildir. Bu gerillanın Kürdistan’da yarattığı Kürt ulusal dirilişi ile bağlantılı bir durumdur. Gerilla yeni bir kültür yaratmıştır. O da kimseye boyun eğmeyerek kendine güvenme kültürüdür. Bugün bu kültür 5 yaşındaki Kürt çocuklarına dahi aşılanmıştır. Pısırık olandan korkusuz bir yapılanma yaratılmıştır. Ve bu güzel de olmuştur. İşte bunun için gerilla demek Kürt halkın ruhu demektir. Bu ruhu görmeden yaklaşım göstermek ciddi yanılgılara götürür.
Sonuç olarak; gerilla sürece katkılarını sunmaya devam edecektir. Kendi yanlışlarını tartışmaya da açık olacaktır. Uyumu yakalamak için birçok kırmızıçizgisini de aşabilecektir. Ancak tarihi bir sürecin sadece bir tarafın yürütebileceğini sanmak çok büyük bir gaflet olacaktır. Bunun içinde bu sürece gelmeyen güçleri bu uyum sürecine çağırmak herkesin görevi olmalıdır. Sadece çağırmak değil sürece katmak temel bir hedef olmalıdır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
2 Haziran gecesi saat 22:00’den başlayıp sabah 08:00’a kadar Medya Savunma Alanlarına bağlı Xakurkê’nin Musolokê Köyü ve Karker Tepesine yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
3 Haziran 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Ahmet Altan, “Kürtlerle Dertleşme” adında bir makale yazmış.
Makalede kelime dansını yapmış.
Sonuçta makalesini Türk ırk rejiminin ve Türk ordusunun cellatlığını, soykırımcılığını ve sömürgeciliğini meşrulaştırmak üzere kurgulamış.
Ve döktürmüş de, döktürmüş.
Döktürürken, şöyle demiş:
“Uluslararası hukuka göre yeryüzündeki her devletin, dağlardaki silahlı insanlara karşı operasyon yapma hakkı var.”
Döktürmeye devam ederken bizim Altan, ya realiteyi kabul edersiniz ya da teslim olursunuz diktesini bize kabul ettirmeye çalışmış.
Altan kendini akıllı, bizi ahmak yerini koyuyor.
İsminin önünde aydın sıfatı var ya, damarlarında asil Türk kanı var ya, bunlar olduktan sonra ne söylerse söylesin, ne yaparsa yapsın onu haklı kılacağını zannediyor.
Ma kimlerin torunu…
Ya Allah, ya Allah nidalarıyla Kürdistan’ı işgal eyleyen bir paşanın torunu.
Bu şanlar, bu ünvanlar, bu sıfatlar ve bu asilzadelikler olduktan sonra, birde O’nun Allahı ile hükümranı olan ordu yaz dedikçe, O’da kalemi eline almış ve bizlere uluslar arası hukuk dersini vermiş.
Ama yanılıyor.
Uluslararası hukuk, Altan’ın iddia ettiğinin tersini söylüyor.
Buna uluslararası hukuk da demeyelim. Devletlerarası hukuk diyelim. Devletler halkların düşmanı olmasına rağmen, yine de onların hukukunda Altan dediği gibi bir realite yok.
Eğer gerçek hukuktan bahsedeceksek, işte sana uluslararası hukuk Sayın Altan:
Bak uluslararası hukuka göre, BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin birinci bölümünün birinci maddesinde ne yazılmış haydi birlikte okuyalım:
“Bütün halklar kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.”
Bu maddeye göre Kürtlerin kendilerini yönetmesi gerekiyor. Türk devletinin askeri işgal, ekonomik sömürgecilik, siyasal sömürgecilik ile kültürel soykırımı devam ettirmesi, soykırım suçu kapsamına girmektedir.
BM, soykırım suçunun önlenmesi ve cezalandırması sözleşmesinde soykırım suçu ikinci madde de şöyle tanımlanmıştır:
“Ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla; bu herhangi bir gruba mensup olanların öldürülmesi, bedensel veya zihinsel zarar verilmesi, grup mensuplarının bütünüyle veya kısmen fiziksel varlığının ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarını kasten değiştirmek, doğumları engellemek, çocukları zorla başka bir grubu nakletmek.”
Bu soykırım maddesine göre Kürtler toplu olarak on binlerce, yüz binlerce ve milyonlarca katledildi ve hala katlediliyorlar mı?
Evet.
Kürtlerin ülkesi Kürdistan, TC tarafından onlarca defa yakılıp, yıkıldı mı?
Evet.
Milyonlarcası Kürdistan’dan çıkarılmadı m?
Evet.
Bunu yapan kim?
TC.
Kürt çocukları, Türk YİBO’ları, ilkokulları, ortaokulları, liselerinde kültürel soykırımdan geçirilerek Türkleştiriliyor mu?
Evet.
Bu kırım yöntemini de yeterli görmeyen soykırımcı TC, Gül, Erdoğan, Emine Erdoğan, Gülen ile Türkan Saylan’ın kırımcı şefliğinde “Türkiye Okuyor”, “Anne Kız Okuldayız”, “Haydi Kızlar Okula”, “Baba Beni Okula Gönder” kampanyalarıyla tüm Kürtler soykırıma uğratılmaya çalışılıyor mu?
Evet.
İşte bu soykırıma karşı uluslararası hukukta meşru savunma hakkı verilmiş mi?
Verilmiş.
Buna göre uluslararası hukukta şöyle deniliyor:
“Demokratik siyaset, barışçıl yolların engellenmesi ya da tıkanması durumunda meşru savunmaya geçilmesi hakkını kullanmak tüm halkların en doğal hakkıdır.
Buna göre bireyler, toplumlar ve halklar kendi varlıklarını, kimliklerini, siyasal ve kültürel haklarını, temel hak ve özgürlüklerini korumak amacıyla meşru savunma temelinde şiddet kullanabilirler. “Ulusların Kendi Kaderini Özgürce Belirleme Hakkı da” buna dahildir.” Onlarca antlaşmada meşru savunma hakkının kullanılması hakkı verilmiştir.
1949 Cenevre Konvansiyonu, 1948 Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi, 1960 Sömürge Altındaki Halklara İlişkin Antlaşma, 1969 Irk Ayrımcılığına İlişkin Antlaşma, 1981 Afrika Şartı, 1993 Viyana Konferansı, 1998 Roma Antlaşması gibi antlaşmalarda birey, toplum ve halklara meşru savunma hakkını tanımıştır.
Tüm bu antlaşmalara göre, TC’nin Kürdistan’da bulunması gayri meşrudur.
TC’nin Kürdistan’ı işgal etmesi, Altan’ın iddia ettiği gibi bir realite değildir.
Eğer Altan buna realite diyorsa, o zaman Altan, Hitler faşizmini de bir realite olarak görüyor. Aynı şeyi Saddam dönemi, ABD’nin Vietnam işgali içinde düşünüyor herhalde.
Anlaşılan Altan liberalizmin ruhuna uygun olarak kötülük ideolojilerin hepsinden birer parça alarak ekletizm yapmış, üzerine biraz demokrasi sosunu sürmüş.
Ve herkesi haksız, kendini haklı görmeye başlamış.
Hem nalına, hem de mıhına vurmakta.
Herkese karşı, devamlı kendini haklı çıkarmakta.
Ordular karşıyım der, Türk ordusunun Kürdistan’ı işgal etmesine realite der.
Liberalliği Türk Devleti ve Ordusu söz konusu olunca, bir çırpıda Türk ırkçılığına dönüşüverir.
Ha Altan hakkında şunu da söyleyeyim:
Bir dönem AtaKürt diye bir makale yazmıştı.
O makalesi çalıntıdır.
PKK militanlarının, Amed zindanlarında iken mahkemede yaptıkları bir savunmayı olduğu gibi çalarak makale haline getirmiş. M. Tanboğa onların yaptıkları savunmada Altan’ın makalesinin geniş şekli var.
Öyle bir ırkçı rejimle mücadele ediyoruz ki, bu rejimin bulunduğu ülkede en aydınım ve en liberalim diyebilenin bile dünyanın en militarist ve despotik anlayışına sahip olduğu Altan örneğinden anlaşılıyor.
PKK, bunları tek tek bilerek, eylemsizlik kararını bir buçuk ay daha uzattı.
Ve sonuna kadar da uluslararası hukuk ile varoluşundan gelen bir hak olan meşru savunma hakkını kullanacaktır.
PKK, meşru savunma hakkını kullanırken, Altan gibilerinin teslimiyet dayatıcı akıllına ihtiyaç duymaz. O aklı, başkalarına da vermesinler. Çünkü o akıl köleleştirici akıldır.
Ahmet Altan eğer aydın ise aydın olmanın vicdanına sahip olur.
Türk sömürgeciliğini ve askeri işgalini meşrulaştırmak aydın olmak değil, olsa olsa soykırımcılığın kalemşör vakkanuvüsçülüğü olur.
- Ayrıntılar
Serin bir bahar sabahı uyanıyorum, daha gün tam olarak ağarmamış. Alt tarafımızda usul usul akan çayın sesinin yanı sıra birkaç aceleci sakalar ve üveyik kuşlarının sesi kaplamaya başlıyor coğrafyamızın önemli bölümlerini, yani hayata dair işaretlerini sunuyor zaman yine bu tarifi mümkünatsız mekânda.
Bilirsiniz emek için yaşayan insanların günü güneşten önce başlar. Bu öteden beri süregelen bir alışkanlık olduğu gibi bir yaşama saygısı da olmaktadır. Büyüklerimizin dediği gibi; “güneşten sonra güne dadanmanın anlamı yoktur”. Yani yaşamak çoğu zaman bir eylemdir, bizim coğrafyamızda ise yaşamanın bir eşanlamı da dadanmak olmaktadır. Öyle ki bir uğraşıdır, emek istiyor çoğu zaman. İzah etmeye çalıştığım husus şudur; yaşamak öyle kalem oyunlarından ziyade, hani hep denildiği gibi bir şerit misali aktığında göz bebeklerinin koyaklarında daha kutsal bir anlama kavuşturuyor kendini.
Serin çayın gürül gürül çağlayan sularına daldırıyorum ellerimi, yüzümü şevkle yıkıyorum. Yanı başımda sağa-sola gidip gelmekte olan canlar topluluğuna “rojbaş” diyor ve geçiyorum naif kahvaltımızın önüne. Demli bir çayın buğusu kaplıyor ilk sohbetlerimizin atmosferini sonrasında, çökelek konuluyor tabaklara ve daha birkaç günlük ömre sahip yavan ekmeğimizde sürüyor kendisini ortamıza. Çaya yakın olduğumuzdan dolayı nane kokusu tütsü misali çarpıyor yüzümüzün kavrukluğuna ve uzaklardan uyanmaya başlayan keklikler kınalı gagalarının titrek hareketleriyle, güne merhaba dercesine ötmeye başlıyor. Yaşamak diyoruz ya her defasında adını sanını bile doğru düzgün tartamadığımız halde, doğanın içinden akan derin bir ırmak oluyor bir zaman ve dur durak bilmiyor.
Güneşin ilk ışınları tepeleri yalayıp geçmeye başladığında TV’yi açıyoruz. Ve karşımızda ilk haber olarak “Hakkâri’nin Çukurca ilçesinin kırsalında askeri aracın mayına çarpması sonucu yedi askerimiz şehit düştü” diye bir ses atıyor kendini üzerimize. Nedense aklıma ilk önce Ali Gewer arkadaşın annesi geliyor ve onun o bilgece sözleri; “Tekoşer benim ilk şehidimdi, Ali de son şehidim olsun” diyordu. Yaşam ile ölüm arasında ne zaman bir fay hattı harekete geçse, benim aklıma ilk anneler geliyor. Yedi askerin annesini de düşünüyorum. Acaba onların kaçıncı kere kor yerine dönüyordu yürekleri. Ve hepsinden önemlisi sonuncusu muydu?
Tabi zaman kaybetmeyen kravatlı ve bol makyajlı simsarlar kaplıyor ekranların köşe başlarını ve başlıyor yüksek perdeden gazel okumaya. Ve nedense hepsinin yüzleri timsaha çok benziyor! Sonra ayrıntıların içine serpiştirilen kınamalar boy boy piyasaya çıkıyor. Devlet erkânı tam tekmil olayı nefretle karşılıyor, şiddetin bu toprakları bir an önce terk etmesi temenni ediliyor.
Olayın bütün girintilerine baktığımda gözüme takılan önemli bir nokta soru işareti olarak duruyor önümde ve çok iyi biliyorum ki; kimse bunu cevaplayamıyor. Operasyona çıkan bir araçta patlayan bu mayın, sabahın ilk dakikalarında gündemin başköşesine kurulurken, neden bu operasyonların durmadığına veya durdurulmadığına yönelik kimse kelamın ya da kelamların belini bükemiyor.
Şimdi kendi hükmünü vermiyor doğa, yani insanoğlu uzay çağında kocaman çelişkilerin eşiğinde tüketmeye çalışıyor bütün değerlerini. Hayatın içinde yedi askerin yaşamı bir sabah ışığında yitip gidiyor, bu askerlerin ölmemesi sonucunda başka hayatlar yitip gidecek sabah ışıklarının ilk kırılganlıklarında. İşte bütün mesele ve sözün gediğe selam verdiği yer!
Daha dün Ali’nin annesi, Beritan’ın annesi, Sidar’ın annesi, bugün de askerlerin annesi. Yani değişen çok fazla bir şey olmuyor. Kimisi fırsattan bahsediyor, kimisi genel aftan, kimisi de kendi membasında ihanetten! Ama Ali, Beritan, Hasan, Mehmet toprak oluyor ve anneler sonuncusunun ne zaman olacağını titrek göz kapaklarının arasında ve ömür yüklü yüz hatlarında soruyor. Buna cevap verebilecek yürek gerekiyor hepi topu.
Öğlen kendini parçalamış bulutlar semalarımızda süzülme sevdasına bulaşmışken, o tanıdık sesler gelmeye başlıyor uzaklardan. Ya da kendini muasır sanan o zihniyetin karanlıklarından. Yaşam fiili bir eylemdir ve tepkili motorların kanat altlarında kocaman füzeler basit bir ironinin tekerrürü oluyor. Uçakların bombaladıkları yerlerin uzaklarda olduğuna bir türlü inanamıyorum ve içimde yaşam denilen o kardelen çiçeği bütün enkazların üstünde tutmaya kendini devam ediyor. Ve hatta daha da inatlaşıyor. Şairin dediği gibi “uçak babalarımıza selam söylemiyor” ve medeniyetin tek dişi olarak acıyı sağaltmak yerine, kendince yeni yaraların irini olmaya devam ediyor. Kim bilir belki de akşamın ya da güneş ışığının son ışıklarının gündemini de bu şekilde oluşturmak istiyorlar simsarlar. Sesler daha da gürleşince önce keklikler sonrasında da hem üveyikler hem de sakalar kaçışıyor bir yerlere.
Aslında sözün çok budaklanmasına gerek de kalmıyor. Bir günün ilk ve son ışıkları hayatınızın temel bileşkesi olarak kendini vuruyor yerküreye. Operasyona giden bir arabada mayın patlıyor askerler ölüyor-aslında askerler ölmeye ve öldürmeye gidiyor, sonra uçaklar geliyor-selam söylemek için değil de, hayatı bombalamak için. Anneler ise fark etmeksizin soruyor sonuncu ne zaman olacak diye? Yaşamın saygısı; kendini onure edebilmektir. Yaraların çoğaltılması ve barut kokusunun tüm dünyalara öyle veya böyle teneffüs etmesi gün fazlalığı değil de ne? Devran yürümeye devam ediyor, ya gerçekten bütün fırsatların takkesi tek tek düşürülecek ve insanlığımızın her bir parçası kendini onure ederek yaşayacak, ya da gez-göz-arpacık denklemi kendini bin yıllara yaymaya devam edecek.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 2 Haziran günü (bugün) TC ordusu tarafından Şırnak’a (Şirnex) bağlı Besta’nın Axyan Üçgeni, Hûzê ve Deryan alanlarına yönelik bir operasyon başlatılmıştır. Operasyon devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 1 Haziran günü (bugün) sabah 04:00 ve 06:30 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zagros’un Petkuk, Kinyaniş, Bogaşikar, ve Şehit Özgür alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
30 Mayıs günü akşam 18:00-19:00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zagros’un Avaşin hattı ve Dola Bira alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından hava saldırısı yapılmıştır.
31 Mayıs 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 29 Mayıs günü gündüz saat 10:30’da ve akşam saatlerinde 2 ayrı sefer olmak üzere Medya Savunma Alanlarına bağlı Zağros’un Avaşin, Tabura Ereba, Mervanus ve Kinyaniş alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından hava saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 27 Mayıs 2009 tarihinde gece saat 23:00 ile 1:00 arasında TC ordusu tarafından Zağros’a bağlı Geliye Zap alanının Tepe Şehid, Şehit Cahid, Şehit Çeko tepeleri ve Kela Etruş alanlarına yönelik olarak obüs topu atışları olmuştur.
- Ayrıntılar