“Sloganımız dilden dile dolaşacaksa, Silahımız elden ele ulaşacaksa, Ölüm hoş gelsin sefa gelsin… ” (Ernesto Che Guevara)
Kürtlerin tarihinde her günün mutlaka bir anlamı vardır. Katliamlarla, sorgularla, büyük kıyımlarla karşılaşmış ve bunlar karşısında büyük direnişlerle ve isyanlarla boyun eğmemiştir. Bugün de öyle bir gündür ki; Kuzey Kürdistan’da 1938’deki Ağrı isyanından sonra Kürtlerin üstü betonlanmış mezarının üstüne “hayali Kürdistan burada meftundur” yazılı deyimden 46 yıl sonra özgürlük mücadelesini başlatan PKK’nin büyük komutanı Agit (Mahsum Korkmaz) arkadaşın öncülüğünde Kürt gerçekliğinin mezar betonlarını parçalayarak, kölelik zincirlerini koparıp düşmana ilk kurşunun sıkıldığı 15 Ağustos 1984 yılının, 23. yıldönümü idi. Bugün bizim için anlamı çok yüce olan bir gündü. Halk serhıldanlarla bu günü kutlarken, gerilla ise Kuzey’de düşmana darbe vurarak eylemlerle, Güney’de ise şenliklerle kutlanıyordu. Agit yoldaşın yolunda yürüdüğümüzden ve mirasını devraldığımızdan çok ağır görevler biz gerillaya düşüyordu. Bunun bilinci ve ağırlığındaydık. Zaten bizde bir kuzey grubu olarak yoğunlaşmamızı bu ölçüde daha fazla derinleştiriyorduk. İlk adım kuzey’de başlanmıştı. Bunun içinde Kuzey’de kazanma ile bu kutsal güne sahip çıkma görevi bizim üstümüze düşüyordu. Çünkü Agit yoldaş her yönüyle bize örnek teşkil ediyordu Agit yoldaşa ve şehitlere layık olmak onların yürüdüğü yolu tamamlamakla mümkündür. 28 isyandan aldığımız öfke ve güçle kendi Halkımızın kaderini PKK hareketi belirliyor. Başkalarının eline ve insafına bırakmadan…
Gönül isterdi ki bugün Kuzey’de olup kin ve öfkelerimizi düşmana boşaltalım. Maalesef elimizde olmadan daha da beklememiz gerekiyordu. Bu kadar çok bekleyeceğimizi hiç tahmin edemiyorduk. Artık zaman daralıyor, 2–3 aylık gibi kısa bir süre kalıyordu. Ama bugün sevindirici bir haber gelmişti. Ana karargâha giden Rojhat arkadaş geldiğinde yüzü gülüyordu, moralliydi. Hiç bir gün bugün olduğu kadar mutlu gözükmemişti. Çünkü parti gidiş için onay vermişti. Zaten parti bir kez onay verse, artık kimse bizi tutamazdı. Rojhat arkadaş diğer takımın yanında kalan Yılmaz arkadaşı çağırdı. Rojhat arkadaş “sana bir müjdem var” der demez, Yılmaz arkadaş “senin söylemene gerek yok ki, zaten ben tahmin edebiliyorum” diyerek cevabı vermişti bile. Rojhat arkadaş “neyi tahmin edebiliyorsun?” diye eklemişti, Yılmaz arkadaş “ şakayı bırak” diyerek acaba yanılmış mıydı?
Rojhat arkadaş (kahkaha atarak), “neyin şakasından bahsediyorsun. Bu işin şakası makası yok. Biz gidiyoruz kendini hazırla.” Yılmaz arkadaş “ben çoktan hazırım” demişti bile. Onu kimse tutmazsa hemen çantasını sırtına alarak yürüyecektir. Rojhat arkadaş “çok iyi öyleyse arkadaşları hazırla” diyerek hafiften gülümsemişti. Yılmaz arkadaşla görüştükten sonra, Rojhat arkadaş Kahraman arkadaşla da konuştu. Rojhat arkadaş “Partinin kararına göre Amed grubundan bir grup, birde kalan Garzan grubu şimdi yola çıkacak. Bizden kalan bir grup biraz daha bekleyecek, fakat moralinizi bozmayın sizde bizden bir iki hafta sonra çıkarsınız. Amed’de buluşuruz” diyerek keyflenmişti. Kahraman arkadaş (moralsiz bir şekilde), “iyi ya her zaman biz sana moral verirdik. Bu sefer sen bize vermeye çalışıyorsun. Ne yapalım örgütümüzün kararı bize de sabretmek düşüyor, size başarılar diliyorum” diyerek sitemini belirtti.
Diğer gün sabah erkenden iki grup yola çıkmak üzere hazır hale gelmişlerdi. O sabah Kurtay arkadaşta grupları uğurlamak için gelmişti. İki bayan arkadaşla birlikte 10 kişi kalan gruptaydık. Gidecek olan gruplarla yine görüşeceğiz diyerek hep beraber vedalaştık. Bugünümüz ayrılıklarla başlamıştı. Bugüne kadar her şey partinin planladığı çerçevede gidiyordu. Bu da bizi mutlu ediyordu. Grupların sağlam geçişi o yılı kazanma ve başarı elde etme yılı olacaktı.
Arkadaşların yanımızdan ayrılmasından bu yana iki gün geçmesine rağmen alışamamış, noktadaki boşluğu dolduramamıştık. Sanki yabancılık çekiyormuşuz gibi sessizliğe bürünmüştük. Ve bunu hala aşamamıştık, çünkü daha düne kadar giden arkadaşlarla yan yana ve iç içeydik. O yüzden bu ayrılığın etkilerini atmak kolay olmuyordu. Öyle bir atmosfer ki, bütün arkadaşlarda rahatsız edici hisler oluşuyordu. Kötü bir şey olacağını sezinler gibiydik. Ama bunun nedenini de anlayamıyorduk. Yâda anlamak istemiyorduk.
Öğlen saatleriydi, havalar epeyce ısınmıştı. Gözlerinin yeşilliği açığa çıkan Dersim’li, Zaza olan Mordem arkadaş ceviz ağacının gölgesinde oturmuş, radyo dinliyordu. Bizde Serhıldan ve Xemgin arkadaş arasında oynanan satranç karşılaşmasını izliyorduk.
Mordem arkadaş elinde radyo ile bize doğru geldi. Fakat yüzü solmuştu ve durumu iyi gözükmüyordu. Kahraman arkadaş “hayırdır, radyoda ne vardı? Hiç iyi gözükmüyorsun” dedi. Mordem arkadaş “ Türkiye’nin sesi radyosu, Kela Meme’de 11 arkadaşın şahadetini açıklıyor. Sınırı geçmek isterken tespit ettiklerini belirtiyorlar” diye bilmişti. Kahraman arkadaş “sınır üstünde yani acaba geçen gruplar olabilir mi?” Mordem arkadaş “onların söylemi böyle, yalan da olabilir, zaten birçok defa yalan haber veriyorlar.” Kahraman arkadaş “doğru olma olasılığı da var, zaten grupların sayısı 10–11 civarındadır. Birde cenazelerin ellerinde olduğunu söylüyorlar, akşam televizyonu izleyip netleştirebiliriz” dedi. Ancak biz biliriz ki gerillanın çatışmalarda kayıplarının olup olmadığını çoğu zaman bilgimiz olmasa da anlarız. Çoğu kez duygularımız bize doğruları söyler. Henüz somut bilgi gelmeden olayda şahadeler varsa hüzünleniriz, yoksa çokta etkilenmeyiz. İşte, radyo da bu kez dile gelenler doğruları söyler gibiydi. İçimizi soğutan bir hava esti ve sarsılmıştık.
İçimizde olan sıkılma hali daha çok yoğunlaşmıştı. Böyle bir şey olma olasılığının güçlü olması, bizi daha çok zorluyordu. Akşama kadar ‘acaba doğru mu, değil mi?’ diye düşünerek günü bitirdik. Roj TV’yi açmış haber saatini sabırsızlıkla bekliyorduk. Haber saati gelip çattığında kalplerimiz daha hızlı atmaya başlamıştı. Ve o kötü haber onaylanmıştı. Şehit düşen arkadaşlar Roza arkadaşın sorumlu olduğu, Garzan grubuydu. Grubun hepsi ve iki kurye arkadaş şehit düşmüşlerdi. Fotoğraf ve sicilleri televizyonda veriliyordu. Daha dün yanımızda oldukları anlar gözümüzün önüne geliyor, bir türlü inanmak istemiyorduk. Çok ağır gelmişti, kimseden ses çıkmıyordu. Nefes alış verişlerimiz dahi durmuştu. Kolay değildi 11 can, 11 kahraman, 11 yoldaş şahadete ulaşmıştı. Hem de hedeflerine ulaşmadan hemen yolun başında, hep beraber çıktıkları Zap alanından, Kela Meme’de kol kola şehit düşmüşlerdi. O zamana kadar geçişlerde ciddi bir sorun yaşanmamıştı, fakat şimdi düşman bizi can evimizden vurmuştu. Hem halk hem de parti için çok ağır bir darbe olmuştu, elbette kanları yerde kalmayacaktı. Roza’nın güler yüzü; intikam yemini, Delila’nın sesi; özgürlük melodisi, Avesta’nın ısrarı; inancın kıblesi olarak bizim için mücadele gerekçesi olacak ve esas alınacaktır. Andok’un öfkesi, Erdal’ın dürüstlüğü, İsyan’ın yoldaşlığı, Amed’in fedakârlığı, Rohat’ın bağlılığı, Eşref’in kuzey aşkı, Andok ile Xwinrej’in cesareti her zaman bizim için moral ve güç kaynağı olacaktır.
Mücadele Arkadaşları
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
14 Eylül günü Kandil’in Berdenazê alanında Şoreş arkadaşımız geçirdiği bir kazada beyin kanaması geçirmiş, yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamamış ve şahadete ulaşmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 18 Eylül günü (bugün) 02.00-03.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Haftanin’in Kaşura ve Tepê Tank alanlarına yönelik olarak sömürgeci TC ordusuna ait savaş uçakları tarafından bir hava saldırısı düzenlenmiştir. Gerçekleştirilen saldırı sonucunda alanda başlayan yangın halen devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 13 Eylül günü saat 21.30 sularında Maraş’ın Pazarcık ilçesine bağlı Yukarı ve Aşağı Pazarcik beldeleri arasında devriye gezen polis aracına yönelik olarak gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen eylem sonucunda bir polis gerillarımız tarafından öldürülürken bir polis ise yaralanmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 16 Eylül günü (bugün) saat 00.20 sularında Hakkari’nin Gever ilçesi Şemdinli yolu üzerinde gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen eylem sonucunda polislere ait bir zırhlı araç imha olurken 1 polis ise gerillalarımız tarafından öldürülmüştür.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 15 Eylül günü (bugün) Hakkari’nin Şemdinli ilçesine bağlı Nirkola, Rêbino ve Navreza köyleri çevresine yönelik olarak sömürgeci TC ordusu tarafından indirmelerle bir operasyon başlatılmıştır. Alandaki operasyon pusulamalar şeklinde devam etmektedir. Ayrıca Nirkola köyü sömürgeci TC ordusu tarafından boşaltılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
13 Eylül günü 17.00-23.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Xinêrê’nin geneline yönelik olarak İran ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 11 Eylül günü saat 21.50 sularında Hakkari'nin Şemdinli ilçe merkezinde bulunan düşmanın bir çok askeri hedefine yönelik olarak gerillalarımız tarafından eşzamanlı eylemler gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
12 Eylül faşist-askeri darbesinin otuzikinci yılına giriyoruz. Bu yıl dönümünde tepki ve protestolar yaygın olsa da, halâ ne darbeyi ne de darbecileri yargılayabilmiş değiliz. Herhalde otuzbir yıllık süre içinde faşist-askeri darbesini yargılayıp mahkum edememiş tek toplum ve ülke biziz.
Gerçi geçen yıldan beri AKP hükümeti sözde 12 Eylül’ü yargılıyor gibi görünüyor. Fakat gerçekten yargılıyor mu, yoksa tarih karşısında meşrulaştırmaya mı çalışıyor, pek belli değil. Daha çok kendi hükümetine karşı planlanıp da yapılamamış olan darbeleri yargılamaya çalışıyor. Bizim farkımız da işte bu: Hükümetlerimiz başarılı olan darbeleri yargılayamazlar, ancak başarılı olamayan darbeleri yargılayabilirler.
Peki 12 Eylül faşist-askeri darbesi yargılanmadan ülkemiz demokratikleşebilir mi? Hayır, bu asla gerçekleşemez. Böyle bir durumda gerçekleşene “12 Eylül demokrasisi” veya “Cunta demokrasisi’ denebilir ancak. Bunun da demokrasi değil, bir “Ucube” olacağı açıktır. Nitekim AKP’nin ülkemizde yarattığı da işte böyle bir ucubedir.
AKP ucubeliği yada AKP’nin yarattığı Türkiye portesi bununla da sınırlı değil. Örneğin bunun bir de dış ilişki veya diplomatik boyutu var. Başbakan Tayip Erdoğan 12 Eylül günü Mısır, Tunus ve Libya gezisine çıkıyor. Nedense 12 Eylül günü böyle belirgin işler yapmayı pek seviyor! Geçen yıl 12 Eylül’de anayasa değişikli referandumu yapmıştı. Bu yıl da tarihi Kuzey Afrika gezisine çıkıyor.
“Ne var bunda, Türkiye’nin başbakanıdır, istediği yere gider” denebilir. Evet doğrudur, istediği yere gidebilir. Fakat hangi yüzle? Bir yere giderken her halde biraz politik tutarlılık gerekir. Daha dün Hüsnü Mübarek, Muammer Kaddafi rejimleri AKP’nin “Kardeş rejimleri” idi. Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül bu yönetimlerden ödül almaktan pek memnun kalıyordu. Ahmet Davutoğlu yönetimi Ortadoğu’da “Sıfır problem” diplomasisi yürütüyordu. Tayyip Erdoğan neredeyse kendini “İslam lideri” olarak görüyordu.
Sonra birden durum değişti. ABD ve NATO’nun Libya’ya savaş ilân edeceği anlaşılınca AKP’nin politikalarında da değişiklik oldu. Bir anda AKP Türkiyesi “Kardeş yönetimlere” karşı savaşın karargahı haline geliverdi. Sonuçta en son Kaddafi rejimi de düştü. Beşar Esat yönetimine karşı savaşın karargahı olamaya ise devam ediliyor.
Şimdi Başbakan Tayyip Erdoğan sözkonusu Arap ülkelerine işte bu gelişmeler ardından gidiyor. Dün Mübarek ve Kaddafi yönetimleriyle kardeşti, bugün de onları yıkan yönetimlerle kardeş! Dün Mübarek ve Kaddafi ile kucaklaşıyordu, bugün de onları yıkanlarla!
Tayyip Erdoğan’ın bu ülkerlere gidişte neden bu kadar acele ettiği ise bir sır. Acaba yaşadığı tutarsızlığı maskelemek mi istiyor? Yoksa Arap ülkelerinin denetimden çıkmasını, demokratikleşmesini engellemeye mi çalışıyor? Bozulan ilişkiler sonucunda İsrail’i buralardan tehdit etmeyi mi düşünüyor? Yoksa Mısır, Tunus ve Libya’nın yeni yönetimlerinin “PKK ile ilişki kurabilecekleri”nden endişelenip de bunu önleme kaygısını mı güdüyor?
Belkide bunların hepsidir. Fakat Kuzey Afrika’ya gider ve İsrail ile atışırken Başbakan Tayyip Erdoğan’ın akılında hep “PKK ile savaş” olduğu netçe anlaşılıyor. Çünkü İsrail’i suçlarken en güçlü argüman olarak “Tamirdeki heronların geri gönderilmemiş olmasını” kullanıyor. Heronların da PKK savaşın da iş yaptığını herkes biliyor.
AKP yönetimi altında Türkiye ne garip bir ülke haline geldi! Sözde herkese karşı barış politikası izler ve akıl hocalığı yaparken, bir anda kendini herkesle savaş içinde buldu. Eski Arap yönetimlerine karşı savaşan NATO’nun harekât karargahı! İsrail ile diplomatik savaş ya da söz düellosu askeri çatışmaya dönüştü dönüşecek! Son yılların yakın dostu İran ile “Füze kalkanı projesi” ardından gelinen savaş noktası! Ve tabi en önemlisi PKK ile savaş!
AKP hükümeti “Teröre karşı mücadele” adı altında yürüttüğü “Kürt savaşını” sadece Türkiye sınırları içinde de yürütmüyor; Suriye, Irak ve İran içinde bütünlüklü yürütüyor. “PKK’yi etkisizleştireceğim” adı altında Suriye, Irak ve İran’daki Kürt politikalarını da yönetmeye çalışıyor. Ortadoğu yeniden yapılanırken “Acaba Kürtleri nasıl statüsüz bırakırım” kaygısı ve arayışı içinde hareket ediyor.
Ülke ve toplum olarak esas portemiz, AKP’nin yürüttüğü bu “Kürt savaşı”nda açığa çıkıyor. Şimdi işler çıkmaza girince bazı köşe yazarlarımız utangaç bir üslupla da olsa AKP’yi eleştirmeye çalışıyorlar. Böylelerine ‘”Şimdiye kadar neredeydiniz?” diye sormak gerekiyor. AKP toplumumuzu adım adım bu iç çatışmaya götürürken, neredeyse medyanın tamama yakını PKK’yi eleştirmek ve AKP’yi övmekle meşguldü! Başbakan Tayip Erdağan’ın “Medyadan destek bekliyoruz” talimatı ardından tüm medya psikolojik savaş organı haline geldi. Sözde en çok AKP karşıtı olan ve AKP’yi eleştirmek isteyen bile, söze başlarken “PKK’nin terörü zaten tasvip edilemez” diyerek giriş yapıyordu. Halbuki medya tutarlı davransa, biraz demokratik tutum gösterse, psikolojik savaşa bu denli angaje olmasaydı, o zaman AKP ülkemizi böyle dört yandan karma karışık bir savaşın içine sürükleyemezdi.
Demekki gelinen bu noktadan herkes sorumlu. Kimisi ülkemizi bu noktaya getirendir. Kimisi kraldan daha kralcı bir tavırla yardakçılık yapandır. Kimisi gerçeği gördüğü halde görmezden gelen ve ses çıkarmayandır. “En iyiyim” diyen de AKP faşizmine karşı yeterli mücadele etmeyen veya edemeyendir.
Dikkat edilirse, toplum olarak neredeyse tanınmaz haldeyiz. Hiç kimse kendini tutarlı demokrasi çizgisinde izah edebilecek, portesini çizebilecek durumda değil. Peki bu neden böyle? İşin içinde Kürt sorunu olduğu için, Kürtlere karşı sömürgeciliği de aşan bir kültürel soykırım politikası izlendiği için böyledir. Eğer Kürt sorunu işin içinde olmasa, o zaman toplumumuz böyle tanınmaz halde olmaz, AKP de böyle faşist bir politika izleyemez.
Öyle yapılmaya kalkılsa herkesin gerçek yüzü hemen açığa çıkar. O durumda ne “demokratlık” adına AKP faşizm uygulayabilir, ne de “solculuk” adına AKP yardakçılığı yapılabilir. Bunları “görünmez”, her kesimi “tanınmaz” kılan Kürtler üzerindeki kültürel soykırım ve bunun yarattığı şoven milliyetçiliktir.
Bu noktada kendini tanıyamayanlara, eğer isterlerse kendilerini tanımada yardımcı olacağı düşüncesiyle Albert Memmi’nin “Sömürgecinin Portesi Sömürgeleştirilenin Portesi” kitabını okumalarını öneriyoruz. Gerçi kitap yirminci yüzyılın ortalarında yazılmış, fakat yinede sömürgeci tutumda ısrar edenler için öğreticidir. Yine Tunus ve diğer Arap ülkelerindeki sömürgecilikle Kürtlere uygulanan kültürel soykırım çok farklıdır. Fakat böyle olsa da kitaptan edinilecek ders çoktur.
Söz konusu kitabı en başta AKP yöneticilerinin okumasında çok yarar vardır. Okumalıdırlar ki, “Neron kompleksi”nin ne demek olduğunu öğrensinler ve her birinin Kürtler karşısında giderek nasıl Nneronlaştıklarını iyi görsünler! Tabi en çok da Başbakan Tayyip Erdoğan gerçeğini iyi tanıyabilsinler!
Kitabı kendine solcu, liberal, demokrat diyenlerinde okumalarında, eğer okumuşlarsa bu süreçte bir kez daha okumalarında yarar vardır. Eğer okurlarsa, o zaman “PKK’nin ve Kürtlerin niçin böyle yaptığını” biraz daha iyi anlayacaklardır. Aynı zamanda “Kürtlere akıl verme” tutumunun nerden kaynaklandığını iyi görecekler ve “Solcu sömürgeci” duruşunu biraz aşabileceklerdir.
Tabi söz konusu kitabı Kürtlerin ve özellikle gençlerin okumasında da yarar vardır. Hem de kendisini en özgürlükçü ve mücadele görevini başarıyla yapıyor sananlar en başta okumalıdırlar. Okumalılar ki, “Tüm yük üzerimize kalmış” ve “Biz iyi durumdayız” yanılgılarını aşabilsinler. Vücudu ve ruhu sakatlanmış Kürt halk gerçeğini, ilgi ve duygu yitimini yaşayan insan gerçeğini iyi anlayabilsin ve bu durumdan kendilerini radikal olarak kurtarabilsinler!
İşte o zaman her birimiz gerçek portemizi daha iyi tanır ve kişilik devrimimizi daha doğru ve tam yaparız. İnsanlar ve toplum kendini tanıyıp doğruya ulaştıkça da AKP’nin ucube yönetimi ve çağdışı faşizmi aşılıp gider.
Adil BAYRAM
Özgür Gündem
- Ayrıntılar
Bugün 12 Eylül 1980 faşist rejiminin yıldönümünüdür. 12 Eylül faşist cuntasını her yıl ele alıp değerlendiririz. Türkiye halkları açısından ortaya çıkardığı büyük yaraları, onarılmaz tahribatları ve tabii ki bir de kurumsallaştırdığı faşizmi de hep birlikte değerlendiririz. 12 Eylül cuntasını değerlendirdikçe insanlık karşıtı nasıl faşizan bir eylem olduğunu hep birlikte söyleriz. Ve bugün Türkiye ve dünyada -az sayıda insan dışında- 12 Eylülü lanetlemeyen yoktur. Herkes halkların bağrına uluslar arası küresel güçlerin eliyle saplanan bu uğursuz, melun faşizan hareketten çok çekmiştir.
Tuhaf gelebilir ama Türkeş bile bu cuntadan çekmiştir. Öyle ki zindana atıldıktan sonra “fikirlerimiz iktidarda ancak biz içerdeyiz” manasında söylemlerle şaşkınlığını saklayamamıştır. Halbuki Alparslan Türkeş 1950’lerde Amerika’ya giderek Florida’da özel eğitim almış bir amerikancıdır. Nasıl eğitilip gönderildiğinin hikayesini bilmeyen yoktur. Ama dediğimiz gibi buna rağmen 12 Eylül cuntası yaşandığında Türkeş bile içeriye alınmıştır. Malum, sonrada geliştirilecek olan; Kenan Evren’in deyimiyle; “bir solcu almışsak, bir de sağcı aldık” cümlesi ile “herkese aynı ölçüde yaklaştık,” esasta ortaya çıkarılmak ve de bölgeye yapılmak istenen müdahalenin üstünü örtmek için yapıldığını bugün daha iyi anlaşılıyor.
Çokça askerlerin laik oldukları, İslam karşıtlıkları olduğu söylenir. Sanıldığının ve söylendiğinin tersine Türkiye’de ılımlı İslam hareketlerini en çok geliştiren hareket 12 Eylül cuntasıdır. Türkiye’de en çok kuran kurslarını açan, imam hatip okullarını açan, din görevlerini hem de kendi dokunulmaz diye belirlediği anayasa maddelerine söz verdirterek görevlendiren yine 12 Eylül faşist cuntasıdır.
12 Eylül cuntası başa geldiğinde Fettulah Gülen’in sözlerini hatırlatmak bile söylenmek istenenleri açıkça gözler önüne serer. 12 Eylül faşist cuntasını 1980 yılında başa gelmesine dönük Fettullah Gülen Sızıntı dergisinde “Karakol” başlıklı yazısında methiyeler düzmektedir.
“Millet teknesi, sağa sola yalpa yapan bir vapur gibi, batması her an. Dillerde bin bir yabancı türkü, dudaklarda bin bir öldürücü şarap…Kimi erotizmle sarhoş, kimi libido ile kimi existansiyalizmden medet umuyor, kimi hezeyan felsefesine dilbeste… Tatmin edilememiş, doyurulamamış ve hatta terkedilmiş bir neslin, çeşitli kamplara ayrılması ve birbirini kıran kırana öldürmesi gayet normal değil mi? Bu güne kadar onun iç inkırazını sezebildik mi? Onu soysuzlaştıran sebeplere inebildik mi? Halbuki, ona canavarlık öğreten tiranlar karşısında, siyanet meleği gibi onun yanında olmalı değil miydik…Yıllardan beri, bin bir saldırı ile rehnedar olmuş bir bünye, böyle hemen bir mualece ile iyi edilemeyeceği de muhakkaktı. Daha köklü ve daha gönülden bir hareket gerekliydi ki, milli bünyeyi kemiren yıllanmış seretanlar (kanser) bertaraf edilebilsin. Ve işte şimdi, bin bir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz… Sahnenin bu rengârenk aldatıcılığı, ortalığı inleten valsin korkunç uyutuculuğu ve kostümün göz bağlayıcılığı karşısında, oynanan oyunun gerçek yüz ve vahşetini ilk sezen, son karakolun kahraman bekçileri oldu. Bu sezme, ümit dünyamızda yeniden kendimize gelmemizi ve kendi kendimizi idrak etmemizi temin etti. Aslında buna bir sezme demek de uygun değildir. Bu, düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimâî bünyenin, haricî bir kısım erâciften temizlenme, arındırılma ve aslına ircâ zaferi. Bu zafer, kendinden ümit edilenleri getirdiği takdirde, Türk’ün zaferler hanesinde en muallâ yeri işgal edecektir. Böyle bir ilk tefahhüs ve sezişe, başka bir yazımızda selam durulmuş ve gaziler ocağının yiğit eri Mehmetçiğe teşekkürler sunulmuştu” diye yazacaktır. Evet, “Aslında buna bir sezme demek de uygun değildir. Bu, düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimâî bünyenin, haricî bir kısım erâciften temizlenme, arındırılma ve aslına ircâ zaferi. Bu zafer, kendinden ümit edilenleri getirdiği takdirde, Türk’ün zaferler hanesinde en muallâ yeri işgal edecektir. Böyle bir ilk tefahhüs ve sezişe, başka bir yazımızda selam durulmuş ve gaziler ocağının yiğit eri Mehmetçiğe teşekkürler sunulmuştu” diye söylüyor Fettullah Gülen 12 Eylül cuntasına ve ne kadar minnettar olduğunun altını özenle çiziyor.
Söylemek istediğimiz Akepe ya da Fettullah Gülen çevrelerinin anti militarist olmadıklarıdır, anti 12 Eylülcü olmadıklarıdır. Tersine cuntacı olduklarıdır. Ve cuntacılar tarafından özenle geliştirildikleridir. Birileri diyecektir ki 12 Eylül cuntası geldi ve bir nevi mecburen ayakta kalabilmek için Fettullah Hoca cuntacılara methiyeler düzmüştür. Ancak öyle olmadığını 12 Eylül 1980 cuntası öncesinden Fettullah Hocanın 1979 yılında Sızıntı dergisinde “Asker” başlıklı yazısında ise: “Her milletin tarihinde askeri bir tepe varlıktır... Bir de anadan doğma asker-millet vardır. O, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Âşıktır askerliğe, serhat boylarına, akına ve kavgaya... Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük... Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçilmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam...” diyerek ne kadar militarist, milliyetçi ve ırkçı olduğunu gösteriyor.
Fettullah Gülen’den Akepe’ye giden yol ise zaten biliniyor. Bunlar yetmiyor ise Akepe’lilerin bugün 12 Eylül 1980 anayasasına faşist generallerden daha ileri düzeyde savunduklarına ve sarıldıklarına bakmamız yeterlidir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar