Sonbaharda üslenme çalışmalarını başlatmıştık. Bahara kadar ki tüm hazırlıklarımızı yapmayı planlıyorduk. Düşman ise içeride hazırlık yapmamızı istemiyordu. Sınırın dışına çıkmamız, düşman için büyük bir başarı demekti. Onuncu ayda Hallac Köprüsü’nde üslenme yapmıştık. Karakol bize yakın olmasına rağmen, bulunduğumuz yerde birçok mağara ve iki de sarnıcımız vardı. Serhat’ta Kış’ın su bulunmadığından, bütün su ihtiyacı kar eritilerek karşılanıyordu. Hemen üslenme faaliyetine başlanmış, kimin nereye gideceği netleştirilmişti. KirêKor tarafında bulunan Deniz arkadaşın gücü cephane için yanımıza gelmişti. Yanımızda bulunan bütün cephaneyi onlara vermiştik. Benim sadece altmış mermim, arkadaşların da birkaç şarjörü kalmıştı.
Cephane ve ayakkabı gibi ihtiyaçlarımızı karşılamak için bizim gruptan birkaç arkadaş Kırêkor tarafına, Şehit Çem arkadaşın üzerinde bulunduğu bir grup üslenme yerine, üç arkadaş da ovaya gidecekti. Kalan arkadaşlar da üslenme yerine odun çıkaracaktı. Hava koşulları çok kötü olduğundan, odunları sabaha kadar ancak bir yere kadar götürebilmiş, yolun ortasına dahi yetişememiştik. Bunun üzerine biz de odunları bırakarak tekrar arkadaşların yanına gitmiştik.
Diğer gruplar kendi yerlerine gitmek için yola koyulacaklardı. O zaman bölge komutanı düzeyindeki Şehit Çiya arkadaş da yanımızdaydı ve o da bizimle birlikte gelmişti. Çiya, Simko Derik ve adını hatırlayamadığım birkaç arkadaşla birlikte randevu verdiğimiz yere gitmiştik. Sabah olduğunda karı temizleyerek bir kayalığın altını kazmıştık. Tam bulduğumuz bir çaydanlığı temizleyerek içinde kar eritmiştik ki, o sırada havan ve tank atışlarının sesini duymuştuk. Çatışma başlamıştı... Gruplar dağıldığında Rojhat arkadaş grupları denetlemek için iki güvenliği ve fiziki olarak zorlanan birkaç arkadaşla birlikte köyün yakınında kalmıştı. Ancak düşman arkadaşları fark etmiş ve sabah saatlerinde arkadaşları çembere almıştı. Arkadaşlar çatışarak bize yarım saat uzak olan bir yere kadar gelmişlerdi. Fakat düşman burada da önlerini tutmuştu. Fakat bulunduğumuz yer itibariyle bizim müdahale etme durumumuz söz konusu değildi. Arkadaşlar beş saat süren bir yerden kendilerini ovaya bırakmasına rağmen, düşman bir türlü peşlerini bırakmıyordu. Ancak akşam olduktan sonra arkadaşlar bu çemberden kurtularak bize ulaşmışlardı. Üç saatlik yolu çatışarak yanımıza gelmişlerdi. Yanımıza geldiklerinde de çatışmanın nasıl başladığını anlatmışlardı.
Anlatımlarına göre; Ali Direj arkadaşın karargâhı dediğimiz yere geldiklerinde çok yorgun olduklarından uyuyakalmışlardı. Sabah uyandıklarında ise karşılarında bir asker görmüşlerdi. Ali arkadaş Karnas silahıyla ateş ederek askeri öldürmüş ve böylece çatışma başlamıştı. Zaten biz de silah seslerini duyduğumuzda hemen yakınımızdaki tepeleri tutmuştuk. Bu çatışmada bir arkadaş yaralanmıştı. Yaralı arkadaşı yanlarında götüremedikleri için bir battaniyeye sararak bir ağaç kovuğuna saklamışlardı. Bu şekilde onu sağlama almak istemişlerdi. Yaralanan arkadaş, Kazım adında on yedi yaşında bir arkadaştı. Önceden Erci köyünde çobanlık yapmış olan ve çok sevilen bir arkadaştı. Herkes ona ‘Kalo’ diyordu ve biraz kamburu vardı. O an Kalo için hiçbir şey yapamıyorduk. Ertesi gün yanına gitmeyi planlamıştık, ama düşman çemberi iyice daraltmıştı…
Kirêkor tarafına giden grubumuz bizimle bağlantıya geçmişti. Bir ateş gördüklerini, bunun arkadaşların mı, yoksa düşmanın mı olduğunu netleştirmek istediklerini söylemişlerdi. Ateşe doğru gelirlerken, arkadaşlar gördükleri ateşin düşmanın olduğunu söylemişlerdi. Arkadaşlar yanımıza ulaştıklarında kendileriyle birlikte birçok eşya (çorap, mont) da getirmişlerdi. Ancak ayakkabımız yoktu. Birçok arkadaş ayakkabılarını şütikle bağlayarak ayaklarında tutmaya çalışıyordu.
Tekrar bir planlama yapılmıştı. Manga komutanımız, Güney Savaşında da yer almış olan Cizreli Mêrxas arkadaştı. Ben de Mêrxas arkadaşın yardımcısıydım. O gece Mix tepesini tutmamız gerekiyordu. Bawer Siverek ve iki bayan arkadaşın da içinde olduğu altı kişilik bir grup olarak tepeye gitmiştik. Mêrxas arkadaşın ayakları soğuktan şişmişti. Sabah olduğunda düşmanın büyük bir yığınak yaptığını görmüştük. Mêrxas arkadaş ayağından dolayı çok zorlanıyordu. Mêrxas arkadaşa arkadaşların yanına gitmesini söylemiştim ancak kabul etmemişti. Merxas arkadaşı Bawer arkadaşla birlikte biraz zor da olsa ikna etmiştik.
Mêrxas arkadaş aşağı inmek üzereyken, düşmanın tepeye doğru geldiğini görmüştük. Yanımızda çok fazla cephane de yoktu. Elimizde bulunan cephaneyi çok sınırlı bir şekilde kullanarak düşmanın tepeye çıkmasını engellemeye çalışıyorduk. Mermileri tek tek atıyorduk. Bu çatışmada dört düşman askeri vurulmuştu. Akşama doğru sis çökmüş ve düşman geri çekilmek zorunda kalmıştı.
İkindi vakti bir arkadaş daha yanımıza gelmişti ve iki bayan arkadaşı önceden gönderdiğimizden, dört erkek arkadaş kalmıştık. Arkadaşlar kendileriyle birlikte dört tane yağlı ekmek ve birkaç odun parçası getirmişlerdi. Yanımızda sadece bir battaniyemiz vardı. Sabaha kadar bir ağacın altında beklemiştik. Arkadaşların gelişleri ve yanlarında odun getirmeleri bizi çok sevindirmişti. Arkadaşlar ayrıca düşmanın durumuna ilişkin olarak da bize bilgi getirmişlerdi. Operasyonu yöneten Türk komutanı dağdaki bütün Apocu militanları bitirmeden operasyonu sonlandırmamaları yönünde talimat vermişti. Ancak operasyonu fiili yöneten komutanları ise; stratejik yerleri tuttuğumuzdan üzerimize gelemeyeceklerini biliyordu. Bu yüzden üstlerine ‘eğer sen yapabiliyorsan işte, ordu sana, sen gel yönet.’ cevabını vermişti. Bu esnada Çem arkadaş da yerine ulaşmış ve istenen malzemeleri de kendisiyle birlikte getirmişti. Çem arkadaş ve grubu elbette ki içine girdiğimiz durumu bilmiyorlardı. Düşmanın karargâhını geçmiş ve yukarıda güvenli bir yer olduğunu düşünerek orada uyumuşlardı. Sabaha doğru tekrar yola çıktıklarında Küçük ve Büyük Ağrı Dağı’nın arasında hareket olduğunu görmüş fakat bu hareketin arkadaşların hareketi olduğunu düşünmüşlerdi. Fakat kısa bir süre sonra, düşmanın tepeden üç kol halinde üzerlerine doğru geldiğini görmüşlerdi. Bunun üzerine eşyalarını bir taşın altına koyup üslenme yerine doğru koşmaya başlamışlardı. Düşman tarama yapmış ve üç arkadaş kolundan yaralanmıştı. Arkadaşlar yaralı arkadaşları da kurtarmış ve üslenme yerindeki mağaralara saklanmışlardı. Düşman da çok fazla üzerlerine gidememişti.
Düşmanla çatışmaya girerek kendilerini ova tarafına veren arkadaşlardan da haber alamamıştık. Ancak Gever adında biri yakalanmış ve yerlerimizi düşmana göstermişti. Düşman da cephanenin olduğu yere gelerek iki Doçka silahımızı ve diğer cephanelerimizi almıştı. Üslenme yerimize de bir koldan inen düşman, tam olarak üslenme yerimize giremedi. Her yeri tespit ettiklerini artık biliyorduk. Bir taraftan Çem arkadaşlar kopmuştu, bir taraftan da Gever teslim olmuştu. Tarih bir kez daha ateşin ve güneşin çocuklarının gücünü, iradesini, yüreğini sınıyordu adeta. Çünkü bu kadar yoğun bir kuşatma altında umudu, inancı diri tutmak gerçekten çok önemliydi. Ve bu tarihe, halka ve Önderliğe karşı asla vazgeçilmeyecek bir görevdi. Yiyecek hiçbir şeyimiz kalmamıştı. Yalnızca biraz unumuz vardı ve bununla un çorbası yaparak karnımızı doyurmaya çalışıyorduk. Tek bir çaremiz kalmıştı, sınıra ulaşma…
Bir can yaralı halde arkadaşlardan ayrı düşmüştü. Evet, Şirin yoldaş Kalo’muzdu bu, yoldaşları ne olursa olsun ona ulaşacaklardı. Ve ikinci gün arkadaşlar sızma yaparak Kazım Kalo’nun yanına ulaşmışlardı. Ancak onlar ulaştıklarında Kalo çoktan yüreğini ülkesine gömmüş, genç Kalomuz şehit düşmüştü. Bu çatışmada Kazım, yani Kalo arkadaşla birlikte iki şehit vermiştik. İntikam adında bir arkadaş da kolundan hafif yaralanmıştı.
Düşmanın çemberini birkaç yerde kırmamız gerekiyordu. Savunmalı bir şekilde harekete geçerek üslenme yaptığımız yere gitmiştik. Bu kadar çemberi kırarak geçmiş olmamız bize oldukça büyük bir moral vermişti. Çem arkadaşla bağlantı kuramıyorduk. Gevro arkadaşların da düşmanın eline geçtiğini biliyorduk. Ancak durumu tam olarak bilemiyorduk. Karakolun tam altında her tarafı düz olan bir yer vardı. Burada kalmıştık ve birkaç arkadaş üslenme yerine giderek iki teneke kavurma getirmişlerdi. Uzun süre hem açlıktan, hem de yorgunluktan bitkin düşmüştük. Bütün arkadaşlar soğuktan öksürüyordu. Ancak düşmana çok yakın olduğumuzdan, ses çıkarmamamız gerekiyordu. Çok sıkı bir alandı. İran tarafı mayınlıydı, diğer üç tarafta da TC karakolları vardı. Akşama kadar bekledik. Fark edilirsek, üstümüzdeki karakol tarafından imha edilebilirdik. Öksürürken kefiyemizi ağzımıza koyuyorduk. Akşama kadar o taşların üzerinde kaldıktan sonra ikindi vakti sınıra yakın bir yerde keşif yapmaları için keşifçilerimizi çıkartmıştık. Keşifçilerimiz düşmanın son hazırlıklarını yaptığını ve geri çekilme yapacağını söylemişlerdi. Her tarafa sis çökmüştü. Yarım saat boyunca sızma yaparak nizamiyeye yaklaşmıştık. Bu yarım saat bize yıllar gibi gelmişti. En küçük bir ses hepimizin imhası anlamına geliyordu.
Düşman bütün alanı tutmuş ve izlerimizi de görmüştü. Çok kritik bir durumdu ve beklemekten başka bir şey elimizden gelmiyordu. Birden düşmanın tepeyi bıraktığını gördük. Elli metrelik virajı geçtikten sonra biz de yola çıkarak caddeye indik. Teller yolda ayağımıza, vücudumuza batıyordu ama bunlar bize engel teşkil etmiyordu. Tel örgüyü aşarak yüz iki yüz metrelik bir mesafeyi tel örgüler arasında yürüdük. Kısa bir mesafe kalmıştı. Bir tepe vardı ve o tepeye doğru yürüyorduk. O tepeyi de aşsak diğer tarafa, yani İran sınırına geçecek ve tehlikeyi atlatmış olacaktık. Çok az bir mesafe kalmıştı ki, tankların sesini duyduk.
Rojhat arkadaş çok acele bir şekilde hareket etmemiz gerektiğini söylemişti. Yüz adımda aşmazsak hepimiz imha olacaktık. Bitkin düşmüştük... Tank sesi halen geliyordu... Tam tepeyi aşacağımız anda, bizi taramaya başlamışlardı. Ancak hiçbir topları bize isabet etmemiş ve kayıp vermeden kendimizi sınırın diğer tarafına atmıştık.
İran tarafına geçmiştik ve yakındaki bir Doğu Kürdistan köyüne ulaşmıştık. Bütün arkadaşlar bir deri bir kemik kalmışlardı. Bu esnada bağlantı kurulmuştu, Çem arkadaşın grubu da geçmiş ve yaralıları tedaviye göndermişlerdi. Bu da bize büyük bir moral vermişti. Alanda, cepheci arkadaşlar ve İhsan arkadaş bulunuyordu. Piro arkadaşın kardeşi olan Mithat arkadaşla bağlantı kurarak milislerimizin bulunduğu bir köye gittik ve orada bizim için hemen hazırlık yaptılar.
Üslenme yerimizi değiştirmek zorunda kalmıştık ve Rojhat arkadaş hemen ertesi günü o çevrede üslenme hazırlıklarına girişmişti. O kış güçlü bir eğitim görecektik. Düşman Serhat alanına yönelik bir taktik belirlemişti. Bir yere yönelim yapıyor, sonra başka bir alana yöneliyordu. Böyle olmazsa sonuç alması mümkün değildi.
Alanda genel olarak kış koşulları çok ağırdı. Biz alandan çıktıktan sonra düşman başka bir grubumuza yönelmiş ve o grubumuz da alandan ayrılmak zorunda kalmış, daha sonra o grup da bizim bulunduğumuz alana ulaşmıştı.
Toplum yaşamında birisi öldüğünde onun için ağlıyor fakat ne için ağladığımızı tam olarak bilmiyorduk. Fakat mücadele içinde, genç yaşta ölenlerin ne için öldüğünü biliyorduk. Yaşam uğruna yaşamlarını feda etmenin erdeminin simgesiydi ölümlerimiz… Ve bu yüzden ağlarken, bütün insanlık için ağladığımızı biliyorduk. Bütün bunlar büyük bir fedakârlığın sonucu gelişmişti. Eğer bu irade olmasaydı, bütün bu zorluklara dayanmak gerçekten çok zor olacaktı. Ve eğer ideolojimiz bu kadar güçlü olmasaydı, bu zorluklara bir hafta bile dayanmak mümkün değildi. Bu kadar fedakârlık ve kahramanlıkla örülü bir tarihin bugüne bıraktığı büyük değerler günden güne büyüyerek yarınlara akıyor ve hep akacak.
Sabır Sereko
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 11 Ekim günü (bugün) 02.00-03.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Metina’nın Tepê Tank alanına yönelik olarak işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları tarafından hava saldırısı gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen saldırı sonucunda alanda başlayan yangın halen devam etmektedir.
- Ayrıntılar
9 Ekim 1998’de başlayan tarihi uluslararası komplonun ondördüncü yılına giriliyor. ABD öncülüğündeki küresel kapitalist sistemin Kürt halkına ve Önderine yönelik uluslararası komplo çerçevesindeki planlı saldırıları tam onüç yıldır devam ediyor. Ondördüncü yıla girilirken de uluslararası komplo saldırılarının yaygınlaştırılarak ve derinleştirilerek devam ettirilmeye çalışıldığı görülüyor.
Ondördüncü yıla girilirken uluslararası komplo saldırılarının bir ‘AKP Komplosu’ olarak devam ettiği gözleniyor. Fakat arkada esas kararlaştıran ve yöneten güç aynı: ABD ya da küresel kapitalist sistem. Komplonun başlangıcını Bay Clinton yönetmişti, şimdi bu işi Bayan Clinton devam ettiriyor. Komplo başlangıçta Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı hedeflemişti. Kürt Halk Önderi’nin etkisizleştirilmesi üzerinden PKK’nin tasfiyesini ve Kürt soykırımının tamamlanmasını öngörmüştü. Şimdi AKP’nin yürüttüğü komplo hepsini birden hedefliyor. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’dan ikibuçuk aydır hiçbir haber alınamıyor. Tamamen etkisizleştirilmiş durumda. Kürt halkına ve demokratik siyasete yönelik 14 Nisan 2009’da başlatılan siyasal soykırım operasyonları artarak devam ediyor. Her gün neredeyse 20-30 kişi tutuklanıyor. Böyle giderse Kürt aydınları, siyasetçileri, yurtseverleri, yani bilinçlenmiş tüm Kürtler zindanlara doldurulacak. Gerillaya yönelik imha operasyonları da sürüyor. Her gün dağlardan çatışma haberleri ve cenazeler geliyor. Meclis “Sınır ötesi operasyon tezkeresi”ni bir yıl daha uzattı. Belliki gerillaya yönelik imha operasyonları Türkiye sınırları içinde yürütüldüğü gibi, dışında da sürecek!
Bunlara bakarak AKP’nin uluslararası komployla ilişkisinin bu kadar olduğunu da düşünmemek lazım. O, bir uluslararası komplo türetmesidir. Bilindiği gibi, Necmettin Erbakan öncülüğündeki İslami Harekete yönelik 28 Şubat 1997 postmodern darbesiyle temelleri atılmıştır. Bu postmodern darbeyi yapan Ergenekoncuları yöneten de ABD yada küresel kapitalist sistemdi. Aynı güçler 9 Ekim 1998’de de Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik uluslararası komployu harekete geçirdiler. Bir postmodern darbe çocuğu olan AKP 2002 sonundan itibaren de iktidar yapılarak uluslararası komployu yönetmekle memur edildi.
Hakkını yememek lazım, dokuz yıldır da kesintisiz olarak komployu yönetiyor. Komplo içinde komplolar yaratarak bu işi kesintisiz yürütüyor. Bugün 9 Ekim uluslar arası komplosunun onuncu yıldönümünde Başbakan Tayyip Erdoğan Hatay’a gidiyor. Sizler bu yazılanları okurken Tayyip Erdoğan Hatay’a gitmiş ve söyleyeceklerini söylemiş olacak. Peki Hatay’a 9 Ekim’de gidiş bir tesadüf müdür? Hayır, kesinlikle değildir. Bununla onüç yıl önce yaşanan olaylarla bağ kuruluyor ve AKP artık uluslararası komployu yürüten güç olduğunu açıkça göstermekten çekinmiyor.
Bilindiği gibi 1998 Eylülünde dönemin iktidarı, adına Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş Hatay’a gitmiş ve Suriye yönetimini tehdit etmişti. Şimdi 9 Ekim 2011’de Başbakan Tayyip Erdoğan Hatay’a gidiyor ve yine Suriye yönetimini tehdit ediyor. O zaman Ergenekoncu iktidarın temsilcisi Atilla Paşa, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasını istemişti. Şimdi ise başbakandan öteye ‘Tek Şef’ olan Tayyip Paşa, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Suriye’den çıkmasını veya çıkarılmasını istiyor.
Kürt Halk Önderi’nin Suriye’den çıkarılmasını istemeyi anladık da, Suriye Devlet Başkanı’nın Şam’dan çıkarılmasını istemeyi elbette anlayamadık! Bunun mantıksızlığı bir yana, her türlü uluslararası hukuku bir yana iten düzeyde bir cüret işi olduğu ortada. Arkasında sağlam dayanakları olmasa, AKP hükümeti ve Tayyip Erdoğan bunu yapabilir mi? Belki yapamaz. O halde Hatay’da konuşana değil, konuşturana bakmak lazım. burada BM üzerinden istediğini yapamayan ABD yönetiminin, AKP üzerinden istediğini yapmaya çalıştığını görmek lazım. peki neyin karşılığı olarak? Çok açıkki PKK’ye ve esasta Kürtlere karşı ortak savaşın karşılığı olarak!
Uluslararası komplo gerçeği ve yükü altında Türkiye’nin ve AKP’nin geldiği nokta işte bu! Kürt sorununu çözemeyen Türkiye’nin ve AKP’nin geldiği nokta işte bu! Yani ABD jandarmalığı! Her şeyiyle kendini ABD’ye ve NATO’ya bağlamak! Türkiye toplumunun geleceğini dış güçlere ipotek etmek! “Komşularla sıfır sorun” diyerek başlayıp bölgede herkesle savaşır hale gelmek! “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesini “Yurtta savaş, cihanda savaş” haline getirmek!
Bu durumu Türkiye toplumu, aydın ve siyasetçileri daha ne kadar görmezlikten gelecek? Toplum bu ağır yükü daha ne kadar taşıyacak? Teorik olarak bakınca taşımaması gerekiyor. Fakat pratik de gözler önünde! 12 Haziran seçim sonuçları ortada. Bunlara bakınca insan Aziz Nesin’in sözlerini anımsamaktan geçemiyor. Fakat Türkiye toplumu bilmeli ki, AKP’yi bu kadar pervasız davranışa, verdiği destek götürüyor. CHP ve MHP karşısında AKP’yi ehveni şer olarak gören yaklaşımın Türkiye’yi batıracağı anlaşılıyor.
Türkiye toplumu nasıl yaparsa yapsın Kürtlerin ondördüncü yılda uluslararası komploya ve onu yürüten AKP iktidarına karşı topyekûn direneceği görülüyor. Kürtler zaten komployu hiç kabul etmediler ve komplo karşısında boyun eğmediler. Komplo gerçeğini duydukları 15 Ekim 1998’den itibaren uluslararası komploya karşı büyük direniş içine girdiler. “Güneşimizi Karartamazsınız!” şiyarı ile Önder Abdullah Öcalan’ı sahiplendiler ve savundular. Onüç yıl boyunca da bu onur savaşı gelişerek sürdü. Uluslararası komplo gerçeğini parçalayarak Kürt özgürlük Hareketini büyük bir güç haline getirdi.
Şimdi ondördüncü komplo yılına girilirken AKP’nin çok daha tehlikeli oynadığı, topyekûn imha ve tasfiye planı temelinde Kürtlere karşı azgın bir saldırı yürüttüğü açık bir gerçek. Kürtler de bu planlı saldırının farkında ve bilincinde. Bu saldırı kırılmazsa nasıl tehlikeli bir sonucun ortaya çıkacağının, yeni bir soykırım rejiminin şekillendirileceğinin de bilincinde. Şimdiye kadar bu bilinçle yoğun bir uyarı mücadelesi içinde oldular. AKP saldırılarına göğüs gerek, hükümeti ve toplumu bundan uzak durulması için uyardılar. Eyüp Peygamber misali bir sabır mücadelesi yürüttüler.
Ama sabrın da bir sınırı vardır. Kürtler açısından bu sınır artık aşılmış, sabır taşı çatlamıştır. Kürt halkı AKP komplosuna karşı ondördüncü yılda topyekûn bir direniş içine girmeye başlamıştır. AKP saldırıları sürdükçe de, Kürt halkının, kadın ve gençlerinin topyekûn direniş içinde olacağı açığa çıkmıştır. Artık Kürtler “Topyekûn Boykot” veya “Sistemden tümden kopma” durumunu tartışmaktadır. Başka ne yapsınlar ki! AKP önünde kurbanlık koyun olacak ve diz çökecek halleri yok ya! Kürtler onuruna ve özgür yaşama bağlı bir toplumdur. Tarih boyunca hiçbir zalim, onları onur ve özgürlükten yoksun kılamamıştır. Dolayısıyla AKP zulmü de Kürtlere boyun eğdirmeyecektir! Hepsi zindana girecek, hepsi katledilecek, ama asla teslim alınamayacaklardır.
Milletvekillerinin meclise dönüşü, BDP’nin tutumu hiç kimseyi yanıltmamalıdır. Bunlar barışa bir şans vermek için sabrı zorlama durumudur. Topyekûn ayağa kalkış için bir hazırlık durumu olarak da anlam bulabilir. ABD’ye bağlanarak ve güvenerek Kürt düşmanlığı yapmak Türkiye toplumu ve devletine hiçbir şey kazandırmayacaktır. Tersine, bu tutumda ısrar edilirse, o zaman yaşanacak olan Kürt direnişinin daha da büyümesi olacaktır. Herkesin bu gerçeği görüp anlaması hayati öneme sahiptir.
Uluslararası komplonun ondördüncü yılı, bir sonuç yılı olacağa benzemektedir. Eğer AKP komplodan vazgeçmez ve Kürt sorununu çözmezse, o zaman gelişecek olan topyekûn Kürt direnişidir. Topyekûn Kürt direnişi uluslararası komployu çözecek ve Türkiye’nin demokratikleşmesi ile Kürt sorununun çözümünün önünü açacaktır!..
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar
Adım adım yükseliyor savaş. Beklendiği gibi bir anda tüm ülkeyi kapsamıyor ve şiddetinin alevi herkesi yakmıyorsa da ilerliyor savaş. Bir bakıyorsun Kürdistan’ın yüksek bir dağında, bir bakıyorsun bir şehrin merkezinde iniyor düşmanın başına yumruk. Şiddetiyle şok oluyor bazen, bazen de göremiyor darbenin geldiği yeri…
Gerillayla, onun savaş kabiliyetiyle çok fazla uğraşıldı. Savaşamaz, zayıftır, örgütsüzdür, hakim değildir, sınırlı güç sahibidir, olursa eskisi gibi dağlarda yürür salt, sadece askerle çatışır diyerek savaş teorisyenliğine soyundu çoğu. Hem de dağın, gerillanın ne olduğunu bilmeden, anlamadan. Bilmediler yürürlüktekinin sınırlı ve kontrollü bir savaş olduğunu. Hele bir de sabrın tükendiği andakini görseler…
Yine, gerillanın saldırarak, büyük operasyonlarla, teknik bombardımanla tüketilebileceğini söylediler, yazdılar, propaganda ettiler. Hoş, halen devam ediyor asalım, bitirelim havası ama millet de tam inanmıyor artık buna. Gerillanın bu yöntemlerle bitirilebilme ihtimali olsaydı zaten 90’larda biterdi çoktan. Bazı operasyonlara 150.000 askerin katıldığı, sabah akşam dağların bombalandığı, Kürdistan’daki her ağacın bomba parçalarıyla yaralandığı, söylendiği üzere ‘taş üstünde taş’ bırakılmayan bir anlayışla yönelim sahibi olunduğu zamanlarda biterdi gerilla.
Ama olmadı. Olamazdı da.
Peki, bu savaş kışkırtıcılığı, kazanılmayacak bir savaşın propagandası neden yapılır? Neden böylesi bir yönteme başvurulur?
Tabii ki tüm toplumun pohpohladığı; kulluk düzeninin, kahramanlık özentililiğinin bir ürünü olan asker ve orduyu motive etmek için! “Haydi aslanım, sen yaparsın!”, “senden büyük yok!”, “şanlı ordumuz, kahraman askerimiz!”, “ez, geç, kurtul!” nidalarıyla savaştan yenilgiyle çıkmış orduyu ve askeri yeni bir sefere hazır etmeye çalışıyorlar.
Askerin kendisi 84’ten beri aktif olarak savaştığı bir gücün karşısında yenilgiyi kabul etti. Ordu yapısı bu yenilgi nedeniyle cezalandırılıp, yeni bir biçim ve vizyon ile yeniden yapılandırılmaya çalışılıyor. İşte bu yeni yapılanma sürecindeki ordunun moral ve motivesini sağlama adına ordunun daha öncesi saldırıları, harekatları öne sürülerek savaş kabiliyeti hatırlatılmaya çalışılıyor. Boğaya kırmızı şal gösteriyorlar anlayacağınız.
Ama nafile. Yine de yaratamıyorlar bu motiveyi.
Çünkü ordunun eğitim sistemi ve genel kültür yapısı artık gerilla ile mücadeleyi kaldıramıyor. Gerilla ile mücadele içinde kendine yabancılaşan, ne idüğü belli olmayan ucube bir yapıya dönüştü ordu. Bir heyula, bir bilinmez, kocaman bir muamma oldu gerilla bu ordu için. Korkunun kaynağını tüketemeyen ordu bir gerillanın başı için yapmadığın bırakmadı. Öldürdüğünü daha da öldürmek için cenazesine işkence yaptı. Korku ve çaresizlik karmaşası ilginç bir psikolojiyle kâbuslarda yaşamaya başladı ordu. Kimyası bozuldu, ölçüsü kaçtı, ilkesi kalmadı ordunun.
Bir ordunun düzeyi, savaş kapasitesi, moral ve motivesi, teknik ve taktik hakimiyet ve yaratıcılığı bir nevi o orduyu komuta eden baş ile ölçülür. Savaşan askeri gücün komutası o gücün neler yapabileceğini, gücünün nereye kadar yetebileceğini, ne kadar başarılı bir savaş vereceğini de gösterir. Boşuna “Komutan birliğinin aynasıdır” dememişler.
Buna göre gelin de siz yenilmiş TC ordusunun gelip geçen komutanlarına ve duruşlarına bir bakın. Hangi genelkurmay başkanı gerçekten bir askeri zafer havası estirebiliyor sizde? Hangi komutan gücüyle gerilla karşısında mücadele edebilecek irade sahibi biri gibi görünüyor?
Alın size bir liste; Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Murat Bilgel, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Mehmet Erten ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Bekir Kalyoncu. Şimdiki ordunun en üst yönetimi bunlar. Mümkünse bir de fotoğraflarını alın bir yerden de bakın (Daha iyi yorumlayabilmeniz, bu tespitin haklılığının ölçmeniz için). Bakın, bakın da ne kadar acizler görün. Hepsi toplu olarak kalkıp bir operasyonun nasıl gittiğine ilişkin aynı yerde brifing alıyorlar. Yani anlayacağınız artık tek başlarına gezecek cesaret, tek başına gücünü yürütecek yetenek de kalmamış.
Ne moral, ne motive, ne ilke, ne onur, ne de kalite kalmamış anlayacağınız. Ama boş sözler değil bunlar. Uzun yılların tecrübesi, çok komutan görmüş olmanın yarattığı izlenimdir bu sözleri söyleten. Boş LAW silahı ile hava atanı mı dersin, tüm arkadaşlarını ve gücünü sattıktan sonra pişkince Erdoğan’ın emir erliğine soyunanı mı dersin, arabaya tav olanı mı dersin, soyadına dayananı mı dersin, bir sürü kuru gürültü işte. Kimyevi dediler diye kendini bir şey zanneden Özel çıktı şimdi de karşımıza. Asker olarak bile kabul etmediğimiz, komutanlığının altındaki nedenleri ve onu oraya getiren pratikleri yaşayarak gördüğümüz Özel’in hiç de özel olmadığını biliyoruz.
Velhasıl, ordunun savaş kabiliyeti yok diyorduk. Oraya dönelim.
Boğayı kırmızı şal ile kandıramıyorlar ya, bu sefer farklı yöntemlere başvuruyorlar. Medyada takip etmişsinizdir. Her gün neredeyse yandaş-candaş medya el ele ordunun teknik donanımının ne kadar arttığından, askerin biricik, akıllı, zehir gibi yardımcılarının PKK’yi nasıl sonlandıracağından söz ediyorlar. Nöbetçiye gerek kalmayacak erken uyarı robotları, altı bilmem kaç cm kalınlığında zırhlı araçlar, termal kameralar, hareketli uzaktan kumandalı silahlar, sinyal bozucu son teknolojiyle donatılmış araçlar, bomba yüklü insansız keşif uçakları, kirpiler, akrepler, çıyanlar, bilmem daha neler…
Buna da biraz akıl izan sahibi insanların inanmaması gerekir ama nedense kanan çok. Her eylemimiz ardından gerilla karşısında teknik bir donanımsızlığın, teknik desteğin azlığının yattığını bu nedenle öne çıkarıyorlar. Gerillayı tanıyan, bilen bilir. Gerilla her teknik gelişim karşısında kendisi de yeni teknik ve taktik hamleyle cevap verdiğinden aslında bu gerekçelerin hiçbirinin kıymeti harbiyesi yoktur. Yok heron gördü de neden kobra gelmedi, yok jamer vardı da neden sinyali kesemedi, yok F16’nın vuruş gücü teknik modernizasyonu nasıl yapılmazmış da, vay ABD bize predatörleri neden vermezmiş’e kadar binbir türlü yalan, zırva dolanıp duruyor.
Çocuklara oyuncak vaat etmek gibi bir şey aslında. “Bak oğlum sınıfını geç söz sana bisiklet alacağım” v.b çocukları işe sevk etmek için kullanılan yöntemler şimdilerde orduyu motive etmekte kullanılıyor. Sana patik alacam, sana uçan insan alacam. Oldu olacak hazır ABD ile model ortaklığını bu kadar zirveye ulaştırmış, yek vücut olmuşken birkaç süper kahraman da ayarlayın, bu iş bitsin. Bir Süpermen, bir örümcek adam, bir hulk ile bir haftada PKK’nin işini bitirirsiniz. Mavi, kırmızı, beyaz renklerinden oluşan süper kahraman kıyafetleriyle Kürdistan dağlarında taşeronluğu tam zirveye taşımış olursunuz. Cidden! ABD’den yarın bunları isteyen de çıkarsa şaşırmayın.
Gelelim sadede!
Şimdi gel de bu orduyu adam yerine koy. O kadar yalana bulaşmış ki artık ne diyeceğini bilemiyor insan. Zaten namertlik olmasa on kilometre yüksekten bombayı bırakıp kaçmaz adamlar. Zaten karadan gelip gerilla karşısında savaşma gücü yok, teknik kullanımında bile artık eski cesareti sergileyemiyorlar. Eskiden savaş uçakları dalış yapar bombalarını bırakırlardı. Bu daha iyi bir vuruş gücü için neredeyse bir mecburiyettir. Ama şimdilerde doçkalarımızdan korktuklarından gözle görülemeyecek denli havadan bırakıp gidiyorlar bombalarını. Bunu da “pilotlarımız o kadar usta ki artık istedikleri mesafeden bırakabiliyorlar bombaları” diyerek kamufle etmeye çalışıyorlar. Hadi canım…
Yani anlayacağınız gerilla karşısında yenilgi almış bir ordu ve bu orduyu yeniden bir savaşa sevk etmeye çalışan bir medya ordusu var karşımızda. Kraldan kralcılar kışkırtsa da, yeniden saldırmaya ikna etse de, en büyük teknik donanımı yükleseler de, en şahane planı yapsalar da nafile, gerilla karşısında zafer kazanamazlar. Yıllardır Kürdistan dağlarında kelle koltukta gezen, açlığa, soğuğa, imkansızlığa, vahşi yönelimlere karşı sadece iradesi ve yoldaşıyla, yoldaşına ve inancına duyduğu sevgiyle, aşkla ayakta kalan gerilla karşısında bunların hiçbiri işe yaramaz.
Tek emir ve tek vücut altındaki ordu yapamadı, AKP’nin elinde emir eri pozisyonuna getirilen orduyla hiç yapamaz. İnanmıyorsanız deneyin, çağrı yapın da gelsin. Kandil’in, Medya Savunma Alanları’nın yerini herkes biliyor, buyursun gelsinler… Çok gördük çok geçirdik, isterse Kimyevi de denesin kendini. Bakalım kimyevinin kimyası nasıl bozuluyormuş…
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Devrimciliğe özentimizin PKK’ye ulaştırdığı günlerdi. Bir grup arkadaş ile kendimizi eğitiyor, bulduğumuz kitaplardan Kürdistan’da yürütülen mücadeleyi anlamaya çalışıyorduk. Asimilasyonun iliklerimize kadar etkilediği bir metropol ortamında bunu başarmanın, yani kendi özüne dönüşün ilk adımlarını atmanın bile sistem karşısında aslında ne kadar büyük bir eylem olduğunu bilmiyorduk. İçimizde bir yerlerde duran o direnişçi Kürt damarı kabarmış, Kürdistan dağlarında yürütülen direnişe katılım istemimiz çoğalmıştı.
Kendimizi bu mücadelenin neresinde ve nasıl görüyoruz? Dağlarda değiliz ve silahımız yok. O zaman biz buradan, bu metropol denilen zindandan bu mücadeleye nasıl destek sunabiliriz?
Sorularımız çoğaldıkça arayışlarımız, kendimizce geliştirdiğimiz planlarımız da çoğalıyordu. Tüm sorulara kendimizce cevaplarımız hazırdı. Beni uğraştıran bir soru vardı. “Tüm mücadele dursa, dağda gerilla, şehirde halk suskunlaşsa yine de sen, tek başına edindiğin bu bilinçle bu mücadele için savaşabilir misin? Kendi örgütlülüğünü ve planlamanı oluşturabilir misin?”
Uzun bir sorgulama süreci ardından bu soruyu da cevaplama yeterliliğine ulaştım. O dönem bu tartışmayı yapan o üç kişilik grup içinde aktif mücadele içinde yer alan ve ilk günkü coşku ve moralinden hiçbir şey yitirmeden her günü faşist, sömürgeci düşmana darbe vurma adına sevinçle karşılayan bir ben kaldım. Tartışmanın pratikleşme zamanında yılgınlık ağır bastığından caymıştı diğerleri. Doğru bir soru ve verilen doğru cevap bu gerçekliği yaratmıştı.
Bugünlerde de doğru sorulara ihtiyaç var. Sahi, bunu yapabilir miydim, yani tek başıma kalsaydım başarabilir miydim? Bilmiyorum. Böylesi bir gerçeklikle karşılaşmadım şimdiye kadar. Yükselen ve zirveye ulaşan mücadele gerçeği bir daha asla böylesi bir durumun yaşanmayacağını zaten ortaya koyuyor. Fakat önemli olan böylesi bir olasılık karşısında bile hazır olabilmekti.
Sorun kararda yani. Ne kadar keskin ve dirayetli, inatçı ve sabırlı bir karar sahibi olduğunda.
Bugünlerde Apocu hareketin felsefi, ideolojik derinliğine bir şekilde giriş yapan herkes var olan durumu, mücadelenin içinde bulunduğu atmosferi kendince değerlendiriyor. Hareketin çeşitli organları süreç ve Kürt sorununun bulunduğu konum hakkında yeterince açıklamada bulunuyor. Tehlikeler, fırsatlar, olasılıklar tüm etkenleriyle birlikte ortaya konuluyor. Yine on yılları, yüz yılları kapsayan bir teorik birikim İmralı işkencesine rağmen Önderliğimiz tarafından oluşturulmuş durumda. Kısacası ne yapılması, nasıl yapılması ve nereden başlanılması gerektiği çok açık.
O zaman mücadelenin içinde bulunduğu durum hakkında fikir yürütür, tartışırken sahip olmamız gereken anlayış kendimizle ilgili olmalıdır. Yani, “Ben mücadelenin kader anlarını yaşadığı bir dönemde bu mücadeleye nasıl katılmalıyım?” sorusu olmalıdır. Düşmanın yeni bir katliam ve soykırım dayatması karşısında Kürt direnişinde nasıl yer almalıyım sorusuna verilecek doğru cevap sürecin ve mücadelenin karşılanmasında temel dayanak olacağı ortadadır.
Verilen cevaplar çok olsa da iki keskin ucu olacaktır. “Ya Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin direnişçi geleneğinin yaratıcısı büyük şehitler ve fedakar halkımızın, İmralı işkencesinde özgür yarınları yaratan Önderliğimizin çizgisi, ruhu ve bilinciyle hareket ederek direneceğim, ya da kendime birçok gerekçe ve engel yaratarak vasat, rutin, sıradan bir katılım, yılmış, korkmuş, bedel vermekten kaçınan bir ruh halinde ısrarlı olup sistemin, düşmanın cephesini güçlendireceğim.”
Bu iki tercih ya da yol dışında bir yol daha var tabii. Zaman zaman direnişçi, zaman zaman teslimiyetçi çizgide bulunarak orta yolun, fırsatçılığın, oportünizmin yanında yer alınabilir. Ama bu da ne hayalleri, ne de amaçları gerçekleştirebilir.
Kürt gençliğinin ağırlıklı bir bölümünün direniş çizgisinde ısrarlı olduğunu biliyoruz. En vahşi düşman yönelimi, katletme girişimleri karşısında takındığı tutum bunu gösteriyor. Kurşunlara, panzerlere, en gelişmiş teknik silahlara rağmen iradesini ilandan kaçınmaması var olan ruhun böyle olduğunu gösteriyor.
O zaman düşmana daha güçlü darbe vurmanın önünde var olan engelleri görmek lazım gelir. Düşmanı geriletecek, yaptıklarından pişman ettirecek, halkımıza yönelik saldırılarını durduracak ve nihai özgürlük hamlesini gerçekleştirecek eylemsellikleri geliştirmek lazım gelir. Bunun için de PKK’nin direnişçi geleneği, vuruş tarzı, eylem yöntemlerinin öğrenilmesi lazım gelir.
Önderliğimiz şu sözünü hatırlatmak istiyorum; “PKK silahıyla doğru silahlanan bir insan korkunçtur. Küçük bir PKK birimi, vuruş olanaklarını gerçekten iyi değerlendirse bir bölgenin altından girer üstünden çıkar. Bir kente gider, düşmanı tarumar eder. Bir köye girişi köyü fethetmek içindir.”
Bu sözden de anlaşıldığı üzere bize lazım olan tek şey PKK silahını doğru kullanmaktır. Bir militanın iradesi, karar düzeyi tam olduktan sonra karşısında durabilecek herhangi bir düşman odağı kalamaz. Eğer bir talihsizlik olmaz, zamansız bir kayıp yaşanmazsa doğru karar ve yılmayan bir irade sahibi her Kürt bireyi düşmana çok büyük darbeler vurabilir. Bunun her türlü imkanı mevcuttur.
İmkanların yokluğu bu konuda kesinlikle bir engel değildir. Düşmanla iç içe yaşanılan, her köşe başında bir düşman odağı veya bireyinin olduğu metropollerde hedef sıkıntısının yaşanmayacağı da çok açıktır. Çok donanımlı, teknik destekli silahlarımız olmayabilir. Fakat bu silahsız olduğumuz anlamına da gelmez. Nitekim gençlerimizin Molotof ve havai fişekleri kullanım tarzından da görüldüğü gibi yaratıcı bir zihniyet sahibiyiz. Kaldı ki bu tüm imkanların seferber edilmemesine rağmen böyledir. Bir de gençliğin dinamik ve yaratıcı düşünce dünyasının ürünlerinin hepsinin ortaya konulduğunu düşünün. O zaman kesinlikle metropoller, düşmanın biricik merkezleri onlar açısından yaşanmaz bir hal alır.
Tüm bu gerçekler bize eylemin mutlak gerekliliğini gösteriyor. Her Kürt genci bulunduğumuz aşamayı iyi tespit ederek, kendi katılımının ölçüsünü güçlü tespit edebilmelidir. Sistem kurma hedefi, demokratik bir özgürlük alanı yaratma amacı yanında bunun önündeki düşman varlığını yok etme amaç ve hedefine de kilitlenmek gerekmektedir. Legal alan daraltılıp, burada mücadele yürütme imkanlarımız elimizden alındığına göre illegalde kendimize yeni bir sistem kurarak mücadelemizi burada yürütmeliyiz.
Gerektiği yerde taşla, gerektiği yerde molotofla, gerektiği yerde daha değişik araçlarla düşmanın halkımız üzerindeki saldırgan politikalarına dur dememiz lazım. Bunu Kürt gençliği dışında herhangi bir güç yapamaz. Dünden bugüne yürüyen mücadelede gençliğin hem Kürdistan dağlarında, hem de düşman metropollerinde yürüttüğü öncülük bugün de birçok açıdan geçerliliğini koruyor.
Bu gerekliliğin farkında olan tüm gençliğin ayaklanacağı, her anı eylem anı, her günü zafer günü haline getireceği kesindir…
Rüstem Andok
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 10 Ekim günü (bugün) 00.00-01.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Xakurkê’nin Arê ile Tepê Mercan alanına yönelik olarak işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları tarafından hava saldırısı gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyna!
1. 9 Ekim günü (bugün) 04.00-05.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Xınêrênin Kani Qirêj alanına yönelik olarak sömürgeci TC ordusuna ait savaş uçakları tarafından hava saldırısı gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyna!
1. 6 Ekim günü saat 10.40 sularında Hakkari’nin Şemdinli ilçesine bağlı Bêsosin Tepesi yakınlarında düşmanın bir konvoyuna yönelik olarak gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen eylem sonucunda Dağ Geyiği aracı yoldan çıkıp büyük oranda tahrip olurken 3 düşman askeri de gerillalarımız tarafından öldürülmüştür.
- Ayrıntılar
Basına Kamuoyuna!
1. 6 Ekim günü 19.00-20.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Xınêrê alanına bağlı Şehitlik’e yönelik olarak sömürgeci TC ordusuna ait savaş uçakları tarafından hava saldırısı gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
24 Saat Türk Sömürgeciliğini ve Akp’yi Lanetleyelim!
Önder Apo iki aydan buyana dünyada eşine ender rastlanan bir tecrit altında tutulmaktadır. Sömürgeci Türk devletinin başbakanı Önderlik üzerindeki tecridi sürdüreceklerini açıkça adeta meydan okuyarak açıklamıştır. Gerillaya dönük imha saldırıları hızından hiç bir şey yitirmeden devam etmektedir. Hemen hemen her gün savaş uçaklarıyla medya savunma alanlarına yönelik saldırılar yürütülmektedir. Kandildeki bu kapsamda yürütülen saldırıların sonucunda vücutları param parça olan çocuklarımızın bedenleri hala gözlerimizin önündedir. Uğur’un, Enes’in, Mehmet’in, Ceylan’ın ve Solin’in bakışları üzerimizdedir. Siyasal legal alana dönük siyasal soykırım operasyonlarının yoğunlaşarak sürmektedir. Uluslararası alanda Kürdistan Özgürlük Hareketini kuşatma altına almak için vermediği taviz, satmadığı değer kalmamıştır. Açıkça ABD’nin bölgedeki taşeronu olmuştur. Hareketimizi tasfiye karşılığında ABD’nin uşaklığını yapmaya devam etmektedir.
AKP hükümeti Kürdistan Özgürlük Hareketi ve Kürt halkı için tasfiye amacıyla söyleyeceğini söylemiş, yapacağını da yapmaya başlamıştır. Neler yapacağını da, bir tasfiye konsepti ve programı biçiminde kamuoyuna açıklamıştır. Bunu yaparken de öyle yasa hukuk, ahlak, insanlık değerleri vb. değerleri gözetmemektedir. Buna en ufak bir ihtiyaç dahi göstermiyor.
Göstermesi de beklenmemelidir. Bir sömürgeciden, düşmandan böyle beklentiler içinde olmak, Türk sömürgecilik gerçeğinden ve tarihten habersiz olmak anlamına gelmektedir.
AKP hükümeti bunu neden yapıyor? Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşu, Kürdün inkar ve imhasına açıkça karar verilmesi üzerinden yapılmıştır. Katliam ve soykırım devleti olarak kurulmuştur. Dolayısıyla Türk devletinin kuruluş, Kürdün katliamına, yok edilmesine karar verilmesi anlamına gelmektedir. Türk devletinin ilan, varlığı Kürdün inkarıyla başlamıştır ve bu bir strateji olarak yürütülmüştür. Hükümetler değişmiş ama bu strateji dokunulmaz ve değişmez olarak kalmıştır. Bunun anlamı ise Kürt halkına ve Kürdistan’a karşı yapılan büyük ve yeminli düşmanlıktır. 1924’ten başlayarak, hazırlanan tüm anayasalarda ve çıkarılan tüm kanunlarda bu katliam-soykırım felsefesi, zihniyeti ve siyaseti vardır. Bu aynı zamanda Türk devletinin, Türk egemenlerinin dayandığı bir stratejidir. Dolayısıyla AKP bugün miras aldığı bu stratejiyi sürdürmek ve 21. Yüzyılda da devam ettirmek için elinden geleni yapmaktadır. AKP’nin stratejisi de esas olarak budur.
Günümüz TC sömürgeciliğinin temsilcisi Tayyip Erdoğan’ın, tek vatan, tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek dil dedik, bunu kabul etmeyen çekip gitsin sözüyle, sömürgeci devletin kurucusu faşist M. Kemal’in Dış İşleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın, “Geri Kürtler yaşam kavgasında kendisinden daha üstün Türklerin altında kalmıştır. Bu nedenle de ya ülkeyi terk etmeleri ya da yaşam kavgasında işe yaramaz unsur olarak yok edilmesi gerekir.” Her iki söz arasında anlamca ve zihniyet bakımından söyleyen kişilerin farklı zamanlarda yaşamış olmalarından başka hiçbir fark yoktur.
Dolayısıyla sömürgeci Türk devletinin kuruluş felsefesi Kürt halkının ve Kürdistan’ın varlığına kapalıdır. Halkımızın ve ülkemizin yokluğu temelinde kurulmuştur. Var olabilmesi için Kürt halkının ve Kürdistan’ın yok edilmesi gerekir. AKP’de bugün bu zihniyetin en ateşli ve yeminli düşmanlığını yapmaktadır.
Kürt halkı Türk devletinin ve AKP’nin bu gerçeğini bilerek yaklaşımını ve somut tavrını güçlü bir biçimde ortaya koymalıdır.
AKP söyleyeceğini söylemiş, yapacağını da yapmaktadır. Hergün onlarca, hatta son günlerde yüzleri bulan Kürt siyasetçi tutuklanmaktadır. En son Şırnak, Amed, İstanbul, Antep ve Siirt’teki siyasi soykırım bu zihniyetin sonuçlarını ve ulaştığı düzeyi ortaya koymaktadır. Şimdi artık Kürtlerin, Kürt siyasetçilerinin, metropollerde yaşayan bütün Kürtlerin yapması gerekenleri de artık yapması gerekir.
Bıçak kemiğe dayanmış, söz de bitmiştir. Fazla söz, Kürtlerin ciddiyetini de tartışılır hale getirir. Artık harekete geçmek için nelerin olması gerekir? Yapılmayan ne vardır? Kürt siyasetçilerinin, Kürtlerin artık yakınmacı ve şikayetçi bir dille, ya da kendini acındırarak sonuç almaları mümkün değildir. Çünkü Kürdün yokluğuna ve tarihten silinmesine kadeh kaldırılarak Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulmuştur. Bugün de AKP tarafından, kutsal islam dini kirli sömürgeci emellerine alet edilip kullanılarak bu yapılmak istenmektedir. Artık her Kürdün bunu anlaması gerekir.
Kürtlerin artık ucuzca barış arayışlarını bir yana hem de açık bir biçimde ortaya koyması gerekir. Bilinmelidir ki, örgütlü direnme ve savunma gücü olmayanın varlığı da, siyaseti de barışı da olmaz, olamaz. Kürtler, direnme ve örgütlülük sayesinde bugünlere gelmiştir. Ne kazanılmışsa, direnilerek, büyük bedeller verilerek kazanılmıştır. Demokratik özerkliği inşa ve ona yönelik sömürgeci devlet terörüne karşı savunma gücünü ve örgütlülüğünü geliştirerek zaferini garantileyecektir.
Türk sömürgeciliğine karşı direnmek halkımızın en kutsal hakkı ve görevidir. Çünkü sömürgecilik ve asimilasyon bir insanlık suçudur. Halkımıza karşı AKP’nin öncülüğünde geliştirilen bu uygulamalara karşı direnmek hak ve görevdir. Demokratik özerkliği başka bir biçimde inşa ve savunmanın imkanları yoktur. Unutulmamalıdır ki, demokratik özerk, özgür Kürdistan ancak böyle inşa edilip savunulabilir. Bir insanın, Kürdün, Kürdistanlının kendi topraklarını ve kendi sistemini savunmasından daha doğal ne olabilir.
Bunun dışındaki yaklaşımlar sadece Türk sömürgeci devletine cesaret verir. Kılıcını keskinleştirir. Dolayısıyla artık tutuklanmalar ve gözaltılar arkasından basın açıklamaları, tutuklananların sayılarını vb. dile getirip bunu haksızlık olarak değerlendirmek, bilinenin tekrarı anlamına geliyor ve gelinen aşamada pratik hiçbir anlamı da yoktur. Yani malumun ilanı!
Önemli olan siyasi soykırım operasyonlarından sonra açıklama yapmak değildir. Önemli olan Kürdün sürgit köle kalmasını sağlamaya yönelik bu rehine ve esaret altına almaya yönelik saldırılara son vermektir. Nasıl mı? Evet, kolay ve rahat bir mücadeleden bahsetmeyeceğiz. Zorlu bir mücadeleden bahsediyoruz. Kürtler özellikle kendi topraklarında, Kürdistan şehirleri başta olmak üzere hiçbir sömürgeci polis gücünün bir Kürdü gece yada gündüz- fark etmez- esaret altına almasına izin vermemelidir. Bunun için kendisini tepeden tırnağa ev ev, sokak sokak, köy köy, mahalle mahalle örgütlemelidir. Öyle bir örgütlemelidir ki, tutuklamaya yönelen her eli kırabilme gücünü yaratabilmelidir. Aynı yaklaşımı Türkiye metropollerinde yaşamak zorunda bırakılan Kürtler de göstermelidir.
Ortadoğunun en eski ve köklü haklarından biri olan Kürt halkının, kendisine 21. Yüzyılda dayatılan sömürgeci soykırım politikalarına karşı direnme bilinci, kararlılığı, cesareti, örgütlenme ve serhıldan deneyimi de vardır. Uluslar arası sermaye güçlerinin bölgeyi yeniden düzenlemeye çalıştığı bir dönemde, bir kez daha halkımızı statüsüzlüğe mahkum etmek isteyen uluslararası sermaye güçleri ve sömürgeci Türk devletine karşı serhıldanları sonuç alıcı bir biçimde geliştirmenin zamanıdır.
Önder Apo’ya karşı gerçekleştirilen uluslar arası komplonun 13. Yıldönümünde halkımız hem komplocuları hem de Türk sömürgecilerine karşı 24 SAAT SERHILDAN 24 SAAT TÜRK SÖMÜRGECİLİĞİNE ve AKP’ye LANET! Şiarıyla harekete geçmelidir. Önderlik üzerinde estirilen sömürgeci devlet terörü ve tecridini kırma gücü ve iradesini ortaya koymalı ve özgürlüğünü sağlamayı esas almalıdır.
Halkımızın dostları da, bu dönemde sömürgeciliğe karşı tavrını daha açık bir biçimde ortaya koymalıdır.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar