PKK hareketinin en önemli özelliklerinden bir tanesi açıklık ilkesi ve özeleştiriden çekinmemesidir. Bu iki hususun tüm PKK tarihi boyunca bizi ayakta tutan en önemli özellikler olduğu bilinmektedir. PKK militanları olarak en yoğun ve vahşi yönelimler altında bile, hata yapmaya zorlayan koşullara rağmen yaşanılan kayıpları, yerinde olmayan pratikleri, eksik ve yetmezliklerin nedenini salt düşman saldırıları ile değil, kendi yaklaşımlarımızla ölçmeye çalıştık. Yaşanan her kaybın, yerine getirilmeyen bir kural hatasından kaynaklandığı bu nedenle bizler açısından çok nettir.
Askeri alanda yürütülen mücadelede tüm tarihimiz boyunca böylesi kural hataları yaptığımız olmuş, bunları yürütülen araştırma ve soruşturmalar ardından aydınlattığımız oranda halkımızla ve demokratik kamuoyuyla paylaşmışızdır. Bu konuda aleyhimize olan gelişmelerde bile dürüstlüğümüzden taviz vermeyerek attığımız her adımın sorumluluğunu kaldırdığımızı ortaya koymuşuzdur. Fakat bunun karşısında hareketimizin her zaman kendinin savunma hakkı olduğu, yalan ve çarpıtmalar karşısında kendini koruması gerektiği de ortadadır.
Uzun bir süredir kamuoyunda tartışılan birçok hususun hareketimiz ile halkımız arasında bir çelişki yaratmaya dönük bilinçli çarpıtmalar olduğu ortadayken salt bu tartışmaların görünen yüzleriyle ilişki kurmamak, bu tartışmaların arkasındaki nihai amacı da anlamak önemlidir. Derin tarih bilinci, güncel politik akıl her zamankinden daha fazla böylesi pratiklerin anlaşılması için bu zamanlarda gerekmektedir.
Unutulmamalıdır ki ulusal birlik her şeyden daha fazla istediğimiz, arzuladığımız, uğruna mücadele ettiğimiz bir husustur. Bu amaçla hareketimizin ilk günlerinden itibaren Kürdistan’da var olan tüm Kürt hareketleriyle ittifak ve birlik arayışlarımız olmuş, fakat düşmanla işbirliği temelinde saldırılar bu amacımıza ulaşmamız önünde engel yaratmıştır. Özellikle 2008 Zap direnişi ardından sömürgeci faşist TC devletinin tüm Kürtlerin kazanımlarına göz diken yaklaşımı deşifre edilmiş, güney halkımızın direnişi ve hareketimize sunduğu destek ile de kendilerine çok ciddi bir cevap verilmiştir. Güney halkıyla gelişen ilişkiler farklı Kürt örgütleri ile aramızdaki ilişkilerde de etkili olmuş, ulusal birlik amacımız her zamankinden daha fazla imkan dahiline girmiştir.
Bu gerçeği yalnız biz görmüyoruz. Kürtleri statüsüzlüğe mahkum etmek isteyen bölgesel ve uluslar arası güçler de bu ortak akıl ve ruhun varlığından rahatsız olduklarından yeni ve değişik yöntemlerle ulusal birliği zedelemeye, yine halkımızla bu birliği yaratmakta türlü fedakarlıklarda bulunan hareketimizi karşı karşıya getirmeye çalışmaktadır. Kafalarda birçok soru işareti var ve özel savaş yöntemleriyle bu soruların cevapları hakikatten uzak bir şekilde verilmeye çalışılıyor.
Şunun çok iyi bilinmesi gerekiyor. Hareketimiz şu anda Kürdistan ve Kürdistan’ı egemenlikleri altında tutan tüm devletler ve bölgede var olan demokrasi düzeyinin oluşmasında yürüttüğü mücadeleyle temel etkileyici güçtür. Eğer bugün Türkiye faşist 12 Eylül diktasının etkilerini kırabilmiş, tüm Arap halkı bölgedeki dikta rejimler karşısında güç haline gelmiş ise bunda Kürt Özgürlük Mücadelesinin yürüttüğü mücadele oldukça büyük etkide bulunmuştur. Bu gerçeği dost düşman herkes bir şekilde dillendirmesine rağmen sadece kan davası güden insan psikolojisinde yer alan yaklaşımlarla Kürt hareketinin başarısını görmemek, görse bile bunu ters yüz etmeye çalışarak sonuç almasını engellemek amaçlı yaklaşımlar halen eksik olmamaktadır. Halkımız eğer bugün halen sokaklara dökülmüyorsa, dünyanın en gerici rejimi karşısında mücadelede istenilen performansı yakalayamıyorsa bunda kesinlikle bu yaklaşımların etkisi büyüktür.
Herkes iyi bilmelidir. Mücadele bitmemiştir. Kürt halkı üzerindeki katliam riski kalkmamıştır. Asimilasyon sonlanmamıştır. Kürdistan’daki askeri işgal devam etmektedir. Kültürel yozlaşma ve ahlaksızlaştırma politikaları Kürt çocuk ve gençleri üzerinden sürdürülmektedir. Sivil katliamların en büyüğü olan iradenin kırılması, teslim alma politikalarının bir uygulaması olarak tutuklamalar, gözaltılar, haksız davalar son hızıyla yürürlüktedir. Dağlarımız, köylerimiz, insanlarımız binlerce kiloluk bombaların altında inlemektedir. Köylerini terk etmekte, yerinden yurdundan edilmektedir. Ve en ağır tecrit ve izolasyon altında Önderimiz, varlık gerekçemiz cezalandırılmakta, iki ayı aşkın bir süredir kendisinden haber alınamamaktadır.
Artık herkes şunu iyi anlamalı. Çözüm filan yok. Çözüm üretecek kimse yok çünkü. Böyle bir siyasi irade şu anda Kürdistan’ı egemenliği altında tutan hiçbir ülkede yoktur. Çünkü Kürt sorunu çözümsüz bırakılsın diye uluslar arası güçlerin ve bölge gericiliğinin ciddi bir ittifakı söz konusudur. Buna karşı direniş Kürdistan dağlarında hem de çok amansız bir şekilde devam ediyor. Otuz yılı aşkın bir süredir yürütülen mücadeleyle Kürtlerin varlığı kabul ettirilmiş fakat varlığı üzerindeki tehditler kaldırılamamıştır. Özgürlüğünün kazanılması görevi çok yakıcı bir şekilde önümüzdedir.
Bu böyleyken sanki birçok şey halledilmiş, haklarını elde etmeye çok yakınlaşmış fakat bunun önünde hareketimiz engeldir gibi bir yanılgı yaratılmaya, savaşımızın etkisi kırılmaya çalışılıyor. Bu düşünce ve yaklaşımı, karşısında mücadele ettiğimiz düşmanın yaklaşımı, propaganda malzemesi olarak görmek kadar bu yaklaşım ve düşüncelerin zeminini her bireyin kendisinde ve omuz omuza verdiği insanlarda araması da gerekmektedir. Çünkü şu anda kazanılmaya çalışılan, kafası karıştırılarak değerlerine karşıt pozisyona getirilmeye çalışılanlar tam da bu kesimler oluyor. Düşünmek, sorgulamak önemli ve gerekliyken bunun hangi temeller ve değerler üzerinden yükselmesi gerektiğinin iyi netleştirilmesi gerekmektedir. Yoksa niyette hiçbir karşıtlık olmamasına rağmen insan kendi değerlerine ihanet eder pozisyonda bulabilir kendisini. Bu durumda da kaybeden değerler değil, onlara bağlı olduğunu iddia edenler olur.
Ayrıca!
Dost düşman şunu çok iyi bilsin. Hareketimiz hiçbir zaman mücadeleden yılmayacak, saldırı ve yönelimler ne denli ağır olursa olsun Apocu ideoloji ve demokratik modernite paradigmasından taviz vermeyecektir. Bunun için gerekli bilinç, donanım, tecrübe, mücadele azmi, öfke ve en önemlisi halk desteğine sahibiz. Belki darbe vurabilirsiniz, belki yalanlarınızla insanlarımızın kafasını bir müddet karıştırabilirsiniz. Ama hiçbir zaman bu hareketin zaferini engellemeye kadir olamayacaksınız.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 5 Ekim günü saat 13.00 sularında Bitlis ile Siirt’in Baykan ilçesi arasında Zizek karakolu ile Dahola alanı arasında 3 dağ geyiği ve cephane taşıyan 5 kamyon aracından oluşan konvoya yönelik olarak gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 4 Ekim günü 19.00-21.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Kandil’in Kani Cengê, Lewcê köy ve Dola Şehîdan alanlarına yönelik olarak işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları tarafından hava saldırısı gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 2 Ekim günü Maraş’ın Pazarcık ilçesine bağlı Narlı Beldesinde göreve giden bir grup gerillamıza komplo yapılmış, bunun sonucunda düşmanın pususuna giren gerillalarımız ile düşman askerleri arasında bir çatışma yaşanmış, yaşanan bu çatışmada Rojhat – Sadık Kaya arkadaşımız kahramanca direnerek şahadete ulaşmıştır.
- Ayrıntılar
AKP siyasetinin temel iki özelliği oluyor korkaklık ve yalancılık. Bu özellikler de Başbakan ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın kişiliğinden kaynaklanıyor. Fakat Tayyip Erdoğan bu gerçeği gizlemekte gerçektende ustaca davranıyor. “Ustalık dönemi”nin marifetleri herhalde bu oluyor. Bu konuda hakkını yememek lazım. Korkaklığı kabadayıca görüntülerle, yalancılığı ise demogoji ve göz yaşıyla kapatmayı başarıyor.
Son dönemlerde kendine “liberal” diyen bazı çevrelerce “Cesaret timsali”, “Dünya lideri” gibi bazı kavramlarla haddinden fazla pohpohlanmaya çalışılsa da, gerçek budur. Ne kadar boyanır ve cilalanırsa cilalansın esas cismi değiştirmek mümkün değildir.
“Liberal demokrat” olmakla pek fazla övünen sözkonusu çevrelerin Tayyip Erdoğan’a övgüleri, özellikle Devlet-PKK görüşmesine dair tutanakların yayınlanması ardından ziyadesiyle artmıştır. PKK ile görüşme yapmış olmak, “Cesaret” ve “Risk alma” kavramlarıyla değerlendirilmektedir. Fakat burada izaha muhtaç iki husus vardır: Birisi, PKK ile görüştü diye Tayyip Erdoğan’ı öven çevreler, her nedense aynı övgüyü PKK’ye de yapmamaktadır. Tersine Tayyip Erdoğan övgüsü, PKK yergisiyle paralel yürümektedir. Diğeri ise, PKK ile görüşülmüş olması nedeniyle Tayyip Erdoğan’ın kendisini övmemesidir. Dahası Tayyip Erdoğan sözkonusu görüşmelere sahip çıkma cesaretini bile gösterememektedir.
Baştan beri Tayyip Erdoğan’ın “Görüşme olmuyor” dediğini herkes biliyor. Gizli görüşmeler açığa çıkınca da “Devlet yapıyor, hükümet yapmıyor” diyerek sorumluluktan kaçmaya çalıştığını yine herkes bilmektedir. Yani Başbakan Tayyip Erdoğan, kendi yönetimi altındaki devletin PKK ile yapmış olduğu görüşmelere sahip çıkma cesaretini gösterememiştir. Aslında Tayyip Erdoğan’ın bu tutumu tüm Kürt sorunu kapsamında böyledir. Örneğin, “Düşünmezsen Kürt sorunu yoktur” diyen odur. Yine halâ “Kürt halkı”, “Kürtler” diyememektedir; tersine büyük bir dikkatle hep “Kürt kökenli vatandaşlarım” demektedir.
Kısaca Tayyip Erdoğan, Kürt sorunun çözümünü dayattığı bir ortamda politika yapar ve sözde sorunu çözen başbakan olarak kendini göstermeye çalışırken, aslında inkâr ve imha sisteminin bir gün kendisini suçlayabileceği hiçbir iz bırakmamaya büyük özen göstermektedir. Diyarbakır’da sarfettiği sözde bir cümlelik Kürtçe ifade ise, hem doğru söylenmemiş, hem de “Arapçadır” diye savunulabilecek bir tarzda söylenmiştir.
Peki gerçek böyleyken, “Kürt sorununu çözme cesareti gösteren lider” nasıl denebilir? Unutmamak gerekir ki, AKP iktidarının dokuz yılı dolmaya bir ay kalmıştır. Dokuz yıl da iktidarda küçümsenecek bir süre değildir. Peki bu dokuz yılda AKP iktidarı Kürt sorununda ne yapmıştır? Bol bol “Kürt sorununu çözecek iktidar” beklentisi yaratmaktan öteye somut olarak çözüm yolunda yapılan nedir? Tayyip Erdoğan “Kürt kökenli vatandaşlarım” demektedir, o kadar. Demirel’de 1992 başında “Kürt realitesini tanıyoruz” demişti. AKP bir de TRT-6’yı kurdu, PKK’ye bir de Kürtçe olarak bol bol küfredebilmek için!
Başka yapılmış somut ve kalıcı bir şey var mı? Yoktur. Buna karşılık 2005 yazında “Kürt sorununu çözeceğim” demiş, 2006 baharında “Çocukta olsa, kadında olsa güvenlik güçlerimiz gereğini yapacak” noktasına gelmiştir. Şimdide o güvenlik güçleri “gereğini” bol bol yapmaktadır. Yine 14 Nisan 2009’da Kürtlerin “Siyasal soykırım” dediği Kürt demokratik siyasetini tasfiye operasyonunu başlatmıştır. Bugüne kadar geçen ikibuçuk yıl içinde dörtbine yakın Kürt siyasetçi tutuklanarak zindanlara konmuştur. BDP Eşbaşkan Yardımcısının yaptığı açıklamaya göre, son altı aydaki tutuklama sayısı 1350 civarıdır. DTP kapatılmış, BDP’de 15-20 kişilik bir milletvekili grubu düzeyine düşürülmüştür.
Peki Kürt sorununun çözüm yolu bu mudur? Tutulup zindanlara tıkılan bu insanlar “Eli silahlı terörist”midirler? 14 Nisan 2009’da bu operasyon başlatılırken PKK şiddet mi uyguluyordu? Bu soruların hepsi cevap bekliyor. Bu soruların cevapları gerçeği ifade ediyor. Herkes çok iyi biliyor ki, AKP iktidar olurken savaş yoktu, ateşkes vardı. PKK’liler sınır dışına çıkmışlardı. Peki AKP o zemini siyasal çözüm için değerlendirdi mi? Hayır! AKP hükümeti 14 Nisan 2009 “KCK Operasyonu”nu başlatırken, PKK bir gün önce “Kürt sorununun demokratik siyasal çözümüne şans tanımak için tek yanlı ateşkes ilan ettiğini” açıklamıştı. DTP-BDP’lileri tutuklayan operasyonlar işte bu açıklamaya karşı başlatıldı.
Bunları niye yazıyoruz? Belleğimizi yenilemek, yakın tarihi hatırlamak ve AKP gerçeğini tarih karşısında doğru okumak için. Çünkü şu an o denli bir kirli psikolojik savaş yürütülüyor ki, gerçekler tamamen tersyüz ediliyor. Yağdanlıklar AKP’yi cilalamak için her türlü yalanı çok kolaylıkla söylüyor. Dolayısıyla toplum doğruyu öğrenemiyor. Yaşanan olaylar aydınlatılmıyor. Özel savaş merkezi nasıl istiyorsa topluma “bilgi” öyle sunuluyor.
Elbette bunu kraldan daha kralcı geçinen özel savaş medyası yapıyor. Yalan propaganda denen psikolojik savaş ayyuka çıkarılıyor. Fakat bu psikolojik savaşı da hükümet örgütlüyor ve yürütüyor. Yalanı en başta AKP hükümeti söylüyor. Örneğin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın, kameraların karşısına geçerek “İran Murat Karayılan’ı yakalamış” açıklamasını herkes hatırlıyor. Peki daha sonra ne oldu? Gerçeğin böyle olmadığı, bu açıklamanın tamamen yalan olduğu, Bülent Arınç’ın bu yalanı bile bile söylediği ortaya çıktı. Peki koskoca Başbakan Yardımcısı bile bile yalan söyler mi? Söylüyor işte! AKP devrinde bunlar da oluyor. Dahası toplumun karşısına çıkıp özür dileme nezaketini bile göstermiyor. “Çamur at, izi kalır” tutumunu izliyor.
Aynı şeyi geçen gün Başbakan Tayyip Erdoğan da yaptı. PKK’nin “Geçen kış beş kadın gerillanın jeneratör egzozundan zehirlenerek şehit düştüğü” açıklamasını alarak, “Beş kadını infaz etmişlerdir” dedi. Peki cenazeler ortada! Yarın otopsi yapılır da PKK’nin açıklaması doğru çıkarsa Tayyip Erdoğan ne yapacak? Belliki hiçbir şey yapmayacak. Bülent Arınç gibi, o da pişkin pişkin yeni yalanlar söylemeye devam edecek.
Zaten devam ediyor da! Şemdinli’de askerler halkı vuruyor, “Teröristler yaptı” diyor. Batman’da polis kadın ve çocukları vuruyor, “PKK yaptı” diyor. Siirt’te polis okulunda ne işlerinin olduğu halâ belli olmayan dört kadının polis sanılarak PKK’liler tarafından vurulması olayını diline dolamış, kendi zulmünü, faşizmini, terörünü, soykırımcılığını bununla örtmeye çalışıyor. Bir de Kürt halkını ve özellikle Kürt kadınlarını “PKK’ye karşı direnişe” çağırıyor. Peki yüzlerce Kürt kadınını zindanlara tıkan sen değil misin? Seçilmiş kadın vekilleri, Sevahir Bayındır’ı, Ayla Akat Ata’yı, Sebahat Tuncel’i yaralayan senin polisin değil mi? Sokakta beyaz tülbentli Kürt kadınlarına gaz ve copla terör estiren senin polisin değil mi? Dağlarda onlarca Kürt kızını katleden senin askerin değil mi? Bütün bunlar bizzat Tayyip Erdoğan’ın emriyle olmuyor mu? Yetmiş gündür Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile görüşmeleri yasaklayan sen değil misin?
Bir de kalkmış “Ciğerim yanıyor” diyor. Gerçekten ciğerin yanıyorsa o zaman durdur bu zulmü! Herkes iyi biliyor ki, Tayyip Erdoğan asker ve polisine “ Operasyonları durdurun” dese, yaşanan savaş anında durur. Fakat Tayyip Erdoğan bunu yapmıyor, tersine “Bitirmekten, kök kazımaktan” söz ediyor. Dolayısıyla “Ciğerim yanıyor” sözü de Diyarbakır cezaevi önündeki sahte göz yaşından öteye bir değer taşımıyor. İktidar hırsı Tayyip Erdoğan’ın gözünü döndürmüş. Bukalemun gibi renkten renge giriyor. İnanılırlığını ve güvenilirliğini tamamen kaybetmiştir. Ne zaman insanın elini tutacağı, ne zaman sırtını hançerleyeceği belli olmuyor. Mübarek’ten Kaddafi’ye, Esat’tan İran’a kadar yaptıkları bunu açıkça gösteriyor.
Kürt halkının bu gerçekleri iyi görmesi ve AKP’yi çok iyi tanıması gerekiyor. Çünkü, halk olarak çok kritik bir süreçten geçiyor. Her an sırtından hançerlenebilir. Onbinlerce şehit kanıyla yaratılan değerler, eğer korunup geliştirilmezse bir anda yok olabilir. Ağır katliamlarla yüzyüze gelebilir. Bu tehlikeler ciddi düzeyde vardır. AKP fırsatını bulursa her türlü kötülüğü yapabilir. Bu noktada BDP’nin meclise gidişi de yanıltıcı olmamalı ve gevşekliğe yol açmamalıdır. Böyle bir durum tarihi bir tehlike yaratır. Bu tür yanılgılara düşmeden, AKP saldırganlığına karşı demokratik özerkliği inşa ve Önder Abdullah Öcalan’a özgürlük direnişini her yerde yükseltmeyi bilmek gerekir. Kürtleri var edecek ve özgür kılacak tek doğru tutum kesinlikle budur. Bunun dışındakiler aldatıcı boş laftan öteye bir değer taşımaz!..
Selahattin ERDEM
- Ayrıntılar
Kıtırcı “Çok yalan söyleyen kimse” oluyor. Müptelayı ise biz düşkünlük olarak ele alalım. Yani “yalan söylemeye düşkün kimse”dir başlığımız.
Uzun zamandır yalan kelimesinin çok ötesinde adeta hastalık düzeyinde sarf edilen, onsuz edilemeyen, söyledikleriyle yaptıklarının birbirini tutmayan, özü ile sözü bir olmayanı karşılayan bir kelime arayıp duruyorum. Bizi takip edenler bilirler ki saygı değer psikologlardan yazılarımız aracılığıyla yardım bile istemişizdir. Tüm sözlükleri araştırdığımızı söyleyemeyiz ama elimize geçenleri baktığımıza inanabilirsiniz.
Çok küçük yaşlarda rahmetli Aziz Nesin’in Zübük kitabını okumuştum. Orada içiyle dışı bir olmayan iyi bir tip çizilmişti. Özüyle sözü bir olmayan tiplemeye iyi bir örnekti doğrusu Zübük. Daha sonraları ise Aziz Nesin’in bu kitabını çok değerli sinema oyuncusu Kemal Sunal ekrana taşımıştı. Doğrusu Kemal Sunal Zübük’ün hakkını vermişti. Mimikleriyle, söylemleriyle, gestikleriyle vücuduyla derken ne kadar dil varsa bu dilleri kullanarak bir sahtekarı iyi verebilmişti. Ama Zübük sadece bir sahtekar değildi ki!
Zübük, yalancı. Zübük sahtekar. Zübük mukkalit, yani taklitçi. Zübük ahlaki olarak dibe vurmuş. Zübük ikiyüzlü. Hatta Zübük hiçyüzlü. Yani arsız. Yani bukalemun. Zübük iyi bir duygu sömürücüsü.
Filmi ve kitabı okuyanlar bilir. Bir keresinde Belediye binasında namazı tartışırlarken, muhalif partiyi temsil eden kişi “sen camide namazını kılmıyorsun” der demez, bizim Zübük “elhamdubillah Müslüman’ım. Biz evimizde namazımızı niyazımızı kılar” dedikten sonra muhalif partinin ne kadar din dışı, anti İslami olduğunu dualar arasında veriştirmeye başlar. Ve cümle cemaat muhalif partinin sözcüsünü yuhalamaya başlar. Halbuki Zübük değil camide evde bile bir gün namaz kılmamıştır. Namazı bir keresinde kılmıştır o da onu öldürmek için mezarlığa götürenleri oyalamak için, “ölmeden” önce kıldığı namazdır. O da saatleri alan, onu vurmak isteyenleri atlatarak kaçtığı namazdır.
Tuhaf ama filmde baştan sona kadar kim Zübükle ilişkilenmişse hep kazık yer. Hep aldatılır. Hep kandırılır. İstisna olarak kandırılmayan tek kişi filmde eşi rolünde oynayan başarılı oyuncu N. Serezli’dir. Aslında o da kandırılmıştır, ancak aldatılan ve bir nevi düşürelen N. Serezli Zübük’ün kafasına silahı dayatarak onunla evlenmesini bilir. Zübük’ün faka bastığı tek olay budur. Başka da ne kadar insanla, partiyle, kuruluşla ilişkilenmişse mutlaka kazık atmasını bilmiştir.
Örneğin Ankara’ya Zübük’ü ziyaret etmeye gelen akraba mı diyelim, tanıdıkları mı diyelim –ki içlerinde kayın babası da bulunmaktadır-lokantada çıkarken salt kaçırılmış süsü vermek için, hasta numarası yapacak, ona yaklaşan gazeteciyi de “aman görüyorsun bak konuşamıyorum” diyerek gerekli yerlere gerekli mesajları vererek “kaçırılmış” olacak. Daha sonra sözde polisleri onu kurtarmaya geldiklerinde ise “aman beni kaçırılanlara kötü davranmayın” diyecek ardından da tutuklanmışları yani onu “kaçıranları” bıraktırarak büyük adam olacaktır.
İşte Zübük budur. Aslında yalancı kelimesi, olup biteni karşılamaya yetmiyor. Bir yalancı bu kadarını yapamaz.
Yalan söyleyip de renk atmama mümkün mü?
Yalan söyleyip de insanın mimiklerinin değişmemesi mümkün mü?
Yalan söyleyip de yine bu kadar kabul görme herkese nasip olur mu?
Yalan söyle hem yalanlarını dinleyenler inansın, hem de yalanlarından etkilenenler duygulansın, bunu kimse başara bilir mi?
Yalan söyle ama yalan söylediğin bile anlaşılmasın mı diyelim?
Evet tüm bunlar ve daha fazlası için “yalan ötesi” ya da “üstü” kelimesi için yeni bir kelimenin bulunması şarttır. “Ultra yalancı” diyeceğiz ama sanki bu dıştan getirilmiş gibi oluyor. Yerelde kullanılan, bölgemizde kullanılan “yalan ötesi” kelimesi için bir sözcük gerekiyor. Şimdilik biz bu “yalan ötesi” ya da “yalan üstü”ne KITIR diyoruz ve bu yalan üstü yetenekli adamada KITIRCI diyeceğiz.
Bir müptela kıtırcının söylemleri olarak Erdoğan’ın BM’de yaptığı konuşmayı ele alarak birkaç yazı yazalım.
Örneğin:
“Bizim açımızdan Birleşmiş Milletler, kaba kuvvet ve zulüm yerine, uluslararası hak ve adaleti; çatışmayı değil barışı, basit çıkar ve denge arayışlarını değil, insanlık vicdanını hakim kılmaya çalışması gereken bir idealin adıdır. Ben Birleşmiş Milletler'i böyle anlıyorum.
Bu idealin gerçekleşmesinin önündeki en büyük engel ise, yarım asrı aşkın süredir devam eden Arap-İsrail ihtilafıdır. Bu sorunun halen çözülememesi, aksine her defasında hak ve hukukun siyasi dengeler uğruna heba edilmesi uluslararası adalet duygusuna vurulan en büyük darbedir” diyor.
Peki biz bu söylenenleri Kürdistan için tercüme etsek o zaman bu kıtırcı müptelanın inandırıcılığı kalır mı? Yani desek ki Kürt Türk ihtilafının önündeki en büyük engel BM’dir ve BM Kürt Sorununa el atsın. Adaletsiz davranmasın. Mazlumun yanında yerini alsın.
Devam edelim:
“Daha da acısı, Birleşmiş Milletler, Filistin halkının yaşadığı insanlık dramının sona ermesini sağlayacak hiçbir adımı atamayacak kadar aciz kalmaktadır” demektir. Peki biz BM’nin Kürt ve Kürdistan sorununa karşı hiçbir adım atmayarak aciz kaldığını söylersek ne olacaktır?
Ya da:
“İşgal altında olan, Filistin topraklarıdır, İsrail toprakları değil... Bunun İsrail toprakları olduğunu söylemek, tarihle ters düşmektir. Orada Filistin toprakları işgal altındadır. Orantısız güç kullanan, İsrail'dir” demektedir.
Biz Filistin yerine Kürdistan diyelim ve İsrail yerine ise Türkiye diyelim.
Devamla:
“Ama yaptırım uygulanmayan, yine İsrail'dir” diye ekliyor. Biz ise terörist ilan edilen Kürtler ve Kürdistan diyelim.
Bir de bir soru soralım: BM’de Filistin için söylediklerini Kürdistan için Kürtler için söylemeye var mısın? Yok eğer yoksan tek bir kelimeyle içinle dışın bir değildir. Tek kelimeyle bir sahtekarsın. Tek bir kelimeyle yalancısın. Tek kelimeyle bir KITIRCI’SIN hem de müptela bir KITIRCI.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kıtırcı “Çok yalan söyleyen kimse” oluyor. Müptelayı ise biz düşkünlük olarak ele alalım. Yani “yalan söylemeye düşkün kimse”dir başlığımız.
Uzun zamandır yalan kelimesinin çok ötesinde adeta hastalık düzeyinde sarf edilen, onsuz edilemeyen, söyledikleriyle yaptıklarının birbirini tutmayan, özü ile sözü bir olmayanı karşılayan bir kelime arayıp duruyorum. Bizi takip edenler bilirler ki saygı değer psikologlardan yazılarımız aracılığıyla yardım bile istemişizdir. Tüm sözlükleri araştırdığımızı söyleyemeyiz ama elimize geçenleri baktığımıza inanabilirsiniz.
Çok küçük yaşlarda rahmetli Aziz Nesin’in Zübük kitabını okumuştum. Orada içiyle dışı bir olmayan iyi bir tip çizilmişti. Özüyle sözü bir olmayan tiplemeye iyi bir örnekti doğrusu Zübük. Daha sonraları ise Aziz Nesin’in bu kitabını çok değerli sinema oyuncusu Kemal Sunal ekrana taşımıştı. Doğrusu Kemal Sunal Zübük’ün hakkını vermişti. Mimikleriyle, söylemleriyle, gestikleriyle vücuduyla derken ne kadar dil varsa bu dilleri kullanarak bir sahtekarı iyi verebilmişti. Ama Zübük sadece bir sahtekar değildi ki!
Zübük, yalancı. Zübük sahtekar. Zübük mukkalit, yani taklitçi. Zübük ahlaki olarak dibe vurmuş. Zübük ikiyüzlü. Hatta Zübük hiçyüzlü. Yani arsız. Yani bukalemun. Zübük iyi bir duygu sömürücüsü.
Filmi ve kitabı okuyanlar bilir. Bir keresinde Belediye binasında namazı tartışırlarken, muhalif partiyi temsil eden kişi “sen camide namazını kılmıyorsun” der demez, bizim Zübük “elhamdubillah Müslüman’ım. Biz evimizde namazımızı niyazımızı kılar” dedikten sonra muhalif partinin ne kadar din dışı, anti İslami olduğunu dualar arasında veriştirmeye başlar. Ve cümle cemaat muhalif partinin sözcüsünü yuhalamaya başlar. Halbuki Zübük değil camide evde bile bir gün namaz kılmamıştır. Namazı bir keresinde kılmıştır o da onu öldürmek için mezarlığa götürenleri oyalamak için, “ölmeden” önce kıldığı namazdır. O da saatleri alan, onu vurmak isteyenleri atlatarak kaçtığı namazdır.
Tuhaf ama filmde baştan sona kadar kim Zübükle ilişkilenmişse hep kazık yer. Hep aldatılır. Hep kandırılır. İstisna olarak kandırılmayan tek kişi filmde eşi rolünde oynayan başarılı oyuncu N. Serezli’dir. Aslında o da kandırılmıştır, ancak aldatılan ve bir nevi düşürelen N. Serezli Zübük’ün kafasına silahı dayatarak onunla evlenmesini bilir. Zübük’ün faka bastığı tek olay budur. Başka da ne kadar insanla, partiyle, kuruluşla ilişkilenmişse mutlaka kazık atmasını bilmiştir.
Örneğin Ankara’ya Zübük’ü ziyaret etmeye gelen akraba mı diyelim, tanıdıkları mı diyelim –ki içlerinde kayın babası da bulunmaktadır-lokantada çıkarken salt kaçırılmış süsü vermek için, hasta numarası yapacak, ona yaklaşan gazeteciyi de “aman görüyorsun bak konuşamıyorum” diyerek gerekli yerlere gerekli mesajları vererek “kaçırılmış” olacak. Daha sonra sözde polisleri onu kurtarmaya geldiklerinde ise “aman beni kaçırılanlara kötü davranmayın” diyecek ardından da tutuklanmışları yani onu “kaçıranları” bıraktırarak büyük adam olacaktır.
İşte Zübük budur. Aslında yalancı kelimesi, olup biteni karşılamaya yetmiyor. Bir yalancı bu kadarını yapamaz.
Yalan söyleyip de renk atmama mümkün mü?
Yalan söyleyip de insanın mimiklerinin değişmemesi mümkün mü?
Yalan söyleyip de yine bu kadar kabul görme herkese nasip olur mu?
Yalan söyle hem yalanlarını dinleyenler inansın, hem de yalanlarından etkilenenler duygulansın, bunu kimse başara bilir mi?
Yalan söyle ama yalan söylediğin bile anlaşılmasın mı diyelim?
Evet tüm bunlar ve daha fazlası için “yalan ötesi” ya da “üstü” kelimesi için yeni bir kelimenin bulunması şarttır. “Ultra yalancı” diyeceğiz ama sanki bu dıştan getirilmiş gibi oluyor. Yerelde kullanılan, bölgemizde kullanılan “yalan ötesi” kelimesi için bir sözcük gerekiyor. Şimdilik biz bu “yalan ötesi” ya da “yalan üstü”ne KITIR diyoruz ve bu yalan üstü yetenekli adamada KITIRCI diyeceğiz.
Bir müptela kıtırcının söylemleri olarak Erdoğan’ın BM’de yaptığı konuşmayı ele alarak birkaç yazı yazalım.
Örneğin:
“Bizim açımızdan Birleşmiş Milletler, kaba kuvvet ve zulüm yerine, uluslararası hak ve adaleti; çatışmayı değil barışı, basit çıkar ve denge arayışlarını değil, insanlık vicdanını hakim kılmaya çalışması gereken bir idealin adıdır. Ben Birleşmiş Milletler'i böyle anlıyorum.
Bu idealin gerçekleşmesinin önündeki en büyük engel ise, yarım asrı aşkın süredir devam eden Arap-İsrail ihtilafıdır. Bu sorunun halen çözülememesi, aksine her defasında hak ve hukukun siyasi dengeler uğruna heba edilmesi uluslararası adalet duygusuna vurulan en büyük darbedir” diyor.
Peki biz bu söylenenleri Kürdistan için tercüme etsek o zaman bu kıtırcı müptelanın inandırıcılığı kalır mı? Yani desek ki Kürt Türk ihtilafının önündeki en büyük engel BM’dir ve BM Kürt Sorununa el atsın. Adaletsiz davranmasın. Mazlumun yanında yerini alsın.
Devam edelim:
“Daha da acısı, Birleşmiş Milletler, Filistin halkının yaşadığı insanlık dramının sona ermesini sağlayacak hiçbir adımı atamayacak kadar aciz kalmaktadır” demektir. Peki biz BM’nin Kürt ve Kürdistan sorununa karşı hiçbir adım atmayarak aciz kaldığını söylersek ne olacaktır?
Ya da:
“İşgal altında olan, Filistin topraklarıdır, İsrail toprakları değil... Bunun İsrail toprakları olduğunu söylemek, tarihle ters düşmektir. Orada Filistin toprakları işgal altındadır. Orantısız güç kullanan, İsrail'dir” demektedir.
Biz Filistin yerine Kürdistan diyelim ve İsrail yerine ise Türkiye diyelim.
Devamla:
“Ama yaptırım uygulanmayan, yine İsrail'dir” diye ekliyor. Biz ise terörist ilan edilen Kürtler ve Kürdistan diyelim.
Bir de bir soru soralım: BM’de Filistin için söylediklerini Kürdistan için Kürtler için söylemeye var mısın? Yok eğer yoksan tek bir kelimeyle içinle dışın bir değildir. Tek kelimeyle bir sahtekarsın. Tek bir kelimeyle yalancısın. Tek kelimeyle bir KITIRCI’SIN hem de müptela bir KITIRCI.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Bu cümleyi TC’nin başbakanı Erdoğan Almanya ziyaretinde Alman yetkililerinin gözlerinin içine baka baka ifade etmişti.
Kürt halk Önderliği: “Asimilasyon kavramı uygarlık toplumlarında iktidar ve sermaye tekellerinin kölelik statüsü altına aldıkları toplumsal grupların üzerine uyguladıkları ve kendi eki, uzantısı durumuna indirgemek için tek taraflı ilişki ve eylemini ifade eder.
Asimilasyonda esas olan iktidar ve sömürü mekanizmasına en az maliyetle köle oluşturmaktır. Asimile edilen grubun öz kimliği ve direnci dağıtılıp kırılarak hakim elit içinde hizmetlerine en uygun kölelerin derlendiği konuma düşülür. Burada asimile edilen köleye düşen temel işlev efendisine mutlak benzeşme, eki, uzantısı olma uğruna her tür çabayı göstererek kendini kanıtlamak ve böylelikle sistemde kendine yer yapmaktır. Başka hiçbir çaresi yoktur. Yaşayabilmek için eski toplumsal kimliğini bir an önce terk etmek, efendilerinin kültürüne kendini en iyi adapte etmek tek seçenek olarak sunulmuştur. Asimilasyonu yaşayan toplum en uysal, en çalışkan ve uşaklıkta yarışan vicdansız, ahlaksız ve zihniyetsiz insan taslaklarından oluşur. Özgürce hiçbir karar ve eylemi yoktur. Tüm toplumsal kimlik değerlerine ihanet ettirilmiştir. Hakim elit, asimilasyon toplumuna bu kimliksizliği dayatmak için iki temel silah kullanır; birincisi çıplak fiziki zor’dur. En ufak isyan ve başkaldırıda imha kılıcı başında sallanmaktadır. İkincisi açlıkla, işsizlikle karşı karşıya bırakmaktır...
Şu demirden kanun geçerli kılınmaya çalışılır: Eğer kültürel kimliğinde ısrar eder, dilediğim gibi bir hizmetçi olmazsan başın gider, aç kalırsın!”
Asimilasyonun bir adım ötesinde ise duran Soykırım’dır.
Kürt halk Önderliği devamla: “Asimilasyon yöntemleriyle üstesinden gelinemeyen halkın, azınlıkların, her türlü farklı din, mezhep, etnik grupların fiziki ve kültürel olarak tamamen tasfiyesini amaçlar
Fiziki soykırım yöntemi genellikle hakim elit kültürüne, ulus-devlet kültürüne göre üstün konumda olan kültürel gruplara uygulanır. Bunun tipik örneği Yahudi kültürüne ve halkına uygulanan jenositlerdir. Tarih boyunca Yahudiler hem maddi hem manevi kültür alanında en güçlü kesimleri oluşturduğundan karşıt kültürlerin fiziki darbe ve imhalarına maruz kalıp sık sık pogrom denilen soykırımlara da uğratılmışlardır.
İkinci soykırım yöntemi olan kültürel soykırım denemeleri ise daha çok hakim elit ve ulus-devlet kültürüne göre zayıf ve gelişmemiş durumda bulunan halk, etnik ve inanç gruplarının üzerinde uygulanır. Temel mekanizma olarak hakim elit ve ulus-devletin dil ve kültürü içinde tümüyle tasfiye olmaya amaçlayan başta eğitim olmak üzere her türlü toplumsal kurumların cenderesi içine alınıp varlıkları sona erdirilmeye çalışılır. Fiziki imhaya göre daha sancılı ve uzun sürece yayılmış bir soykırım türüdür. Yarattığı sonuçlar fiziki soykırımdan daha felaketlidir. Bir halk veya herhangi bir topluluk için yaşamda karşılaşabileceği en büyük felaket niteliğindedir. Varlığını, kimliğini toplum doğasının tüm maddi ve manevi kültürel unsurlarını terk etmeye zorlanmak, uzun sürece yayılmış kitlesel çarmıha gerilmekle özdeştir.”
Yukarıda dile gelenleri dikkate alıp değerlendirdiğimizde bugün Kürdistan’da tümden uygulanan bir kültürel soykırımdır. Kültürel soykırımın en başlıca amacı Kürt dili üzerinde uygulanan baskı ve yasaktır. Kürt dili ve kimliği üzerindeki yasağı daha da güçlendiren temel sömürgeci kurumların başında ise eğitim gelir. Bugün sömürgeci eğitim sistemini Kürdistan’da ayakta tutanlar ise öğretmenlerdir. Öğretmenler bir nevi Kürt toplumsal yapısını en ciddi tahribat eden, tahrif eden yapıların başında gelir. Öyle ki sömürgeci kültürü Kürdistan’ın en ücra köşelerine taşırarak orada onarılmaz tahribatlara yol açarlar.
Bunun için diyoruz ki öğretmenler lütfen yeşil faşistlerin ya da kızıl elmacı faşistlerin oyunlarına gelerek Kürdistan’da sömürgeciliğin dilini ve kültürünü yaymayın. Kürdistan’a gelmeyin. En azından tarihin bu durağında Kürdistan’dan uzak durun. Çünkü bilinçli ya da bilinçsizce olsun yaptığınız asimilasyondur. Asimilasyonun ise bir insanlık suçu olduğunu kendi başbakanınız söylüyor. Bir yerde insanlık suçu işleniyor ise orada bizim gözlerimizi yummamız beklenmemelidir. Özgürlük savaşçıları olarak Kürt halkına karşı işlenmiş suçlara karşı her zaman duyarlı olduk. Şimdi de aynı duyarlılığımızı koruyoruz.
Evet saygı değer öğretmenler-Kürt’te olabilirsiniz-lütfen Kürdistan’da Türkçe öğretmenlik yapmayın. Çocuklarımızı ve gençlerimizi asimile ederek kendi kültürlerinden uzaklaştırmayın. İnsan olmaktan çıkarmayın. Asimilasyonun bir adım ötesi kültürel soykırımdır. Lütfen faşist bir devletin soykırımcı uygulayanları olmayın.
Kimileri neden şimdi öğretmenleri götürüyorlar diyorlar. Böyleleri tek bir kelimeyle yalan söylüyor. Yıllardır kültürel soykırımın aleti olmayın diyerek herkesi uyardık, özelde de öğretmenleri uyardık. Yine Kürt dilinin kendini serbestçe ifade edebilmesi için Kürtçe eğitimi dile getirdik. Ancak faşist zihniyet ısrarla Kürtleri, dillerini ve kültürlerini soykırımdan geçirmekten karar kılmış. Ve maalesef bu soykırım uygulamasını da sizlerin eliyle yürütmek istiyor. Ve biz işte bunun için onlarca kez Kürdistan’da asimilasyon suçuna bulaşmayın diye uyarılarda bulunduk. Ve uyarılarımız dikkate alınmadığı için insanlık suçlarını yargılamak için kollarımızı sıvamışız.
Asimilasyon insanlık suçu ise yapılması gerekli olan bu insanlık suçuna dur demektir. Bizim yaptığımız sadece ve sadece insanlık suçunu durdurmaya dönük insani bir eylemdir.
Sonlandırırken: lütfen Kürdistan’da çocuklarımızı eriten, soykırımdan geçiren siz öğretmenler ülkemize gelmeyin. Dediğimiz gibi en azından bu süreçten gelmeyin.
Rojhat Bluzeri
- Ayrıntılar
“Osmanlı’da oyun çoktur” diye bir halk deyişi vardır. Bu söylem, Osmanlı iktidar elitinin kendi çıkarı ve geleceği için her türlü hileye, oyuna başvurduğunu ifade etmek için kullanılmıştır. Öyle ya, devletin bekası için kardeş katlinin vacip olduğu, baba, amca, kardeş, oğul demeden iktidar için aile içi ölümleri meşrulaştırmış olan bir iktidar geleneğinin, kendi dışındaki insanlara karşı her türlü katliamı yapabileceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Günümüzde Osmanlının devamı olduklarını övünerek dile getiren AKP hükümeti yetkilileri, bu söylemleriyle aynı zamanda onun oyun ve hile dolu iktidar anlayışını da devraldıklarını dile getirmiş olmaktadırlar. Hile ve oyun dolu Osmanlı devlet yönetiminin bugün iyi bir takipçisi olan AKP devleti ve onun kadroları, Kürt halkına karşı geliştirdikleri yeni saldırı konseptiyle, bu katliamcı geleneği çok iyi temsil ettiklerini bizlere göstermektedirler.
AKP hükümeti için böyle bir tanıma gitmemizin elbette birçok nedeni var. Çünkü özellikle son süreçte Kürdistan'da gelişen bazı olaylara bakınca, durup düşünmek ve “acaba öyle mi? diye sormak gerektiği iyice kendini açık etmektedir. Bu nedenledir ki, bu andan itibaren Türkiye ve Kürdistan'da gelişebilecek olaylarda “Osmanlı’da oyun çoktur” deyimini kendimize kılavuz yapmak, her olayı değerlendirirken bu söylemi hep hatırlamak ve buna göre fikir beyan etmek en doğrusu olacaktır.
Bilindiği gibi PKK'nin askeri kanadı olan HPG, Türk devletinin Önder Abdullah Öcalan’a, Kürt halkına ve özellikle de kendilerine yönelik geliştirilen saldırılara cevap vermek amacıyla askeri eylemliliklerini üst bir sınıra çıkardı ve ağırlıklı olarak da şehirlerde eylem yapmaya başladı. Bu eylemlerde başta Türk ordusunun üyeleri ve AKP hükümetinin kadrolu elemanları olan polislerle birlikte, Türk devletinin diğer kadroları da hedef alınmaktadır. HPG’nin böylesi bir süreci neden ve nasıl başlattığı da biliniyor.
14 Temmuz’da Demokratik Toplum Kongresi Demokratik Özerklik ilan ettiğinin ertesinde İran-Türkiye ittifakı temelinde İran ordusu Kandil’de PJAK-HRK gerillalarına karşı bir askeri harekat başlattı. İran’ın taşeronluğunda yapılan bu saldırıda asıl amaç Kandil’in ele geçirilmesi ve PKK'nin yönetim kadrosunun tasfiye edilmesiydi. Bu askeri saldırıya karşılık Kürt Özgürlük Gerillaları büyük bir direniş geliştirdiler ve bu saldırıyı kırıp, İran ve Türk ordusunun ortak operasyonunu boşa çıkardılar. Ve bundan sonrasında HPG gerillalarının karşı saldırısı başladı. Bu saldırı öyle bir tarzda geliştirildi ki, adeta Türk ordusu, polisi, bir bütün faşist AKP hükümeti şaşkına dönmüş bir hale geldi. Dağda, şehirde, kırda yapılan her eylem AKP’yi sarsmaya başladı. Buna karşı AKP hükümeti de giderek daha saldırganlaşan ve özel savaş yöntemlerini derinleştirme temelinde hem gerillalara, hem de Kürt halkına saldırılar geliştiren bir konuma kendisini getirdi. Özel savaş yöntemlerinde giderek gelişme kaydeden AKP hükümetinin yeni buluşu ise şu oldu: “Sivilleri öldürerek PKK'nin şehir eylemlerini durdurmak”!
Evet, özel savaş kapsamında geliştirilen yeni önlem ya da yöntemlerden biri de sivil insanların hedef alınması ve öldürülmesi olmaktadır. HPG gerillalarının şehirlerde yapacağı her eylem sonrasında Türk devleti, kadın, çocuk, yaşlı demeden sivil Kürt insanlarını hedef alacak ve bunları katledecek. Bu katletmeyi de “PKK sivilleri öldürüyor” yalanıyla PKK'nin üzerine yıkacak. Bu yöntem AKP hükümeti tarafından uygulamaya da geçirilmiş durumdadır. Şemzînan’da, Batman’da yaşanan sivil katliamlarının devlet eliyle yapıldığı gün gibi açık. Gerilla karşısında tutunamayan, ona karşı koyamayan asker ve polis, öfkesini sivil Kürt insanlarını katlederek gidermektedir.
Dikkat edilirse Batman olayının sır perdesi bir türlü aralanmıyor. PKK'ye ait olan bir eylem çok kısa sürede netleştirilebiliniyorken, ne hikmetse Batman’da gelişen silahlı saldırıda öldürülen anne Mizgîn, kızı Sultan ve sekiz aylık bebeğin kimler tarafından ve nasıl öldürüldüğü bir türlü netleştirilemiyor. Olayda yaralanan Baba’nın hastanede tutulması ve kimseyle görüştürülmemesi de düşündüren bir başka husus oluyor.
Peki, bu olay niye çözülmüyor? Çünkü olay devletin faşist polisleri tarafından gerçekleştirildi de ondan! Polis suçüstü yakalandı da ondan! Olayın tanıkları ve mağdurları manidar bir dille “yapanları bildiklerini, ama söyleyemeyeceklerini” söylüyorsa, olayın kim tarafından yapıldığı çok açık olmuyor mu? Peki, hastanede tutulan baba niye basın mensuplarıyla görüştürülmüyor? Olay hakkında söz söylemesi neden engelleniyor? Eğer olayı PKK yapmış olsaydı, tüm kanıtlar bunu gösteriyor olsaydı, insanlar neden konuşmaktan çekinir olurlardı ki? Dolayısıyla bu andan sonra Batman olayı hakkında devlet tarafından yapılacak her açıklama tamamen inandırıcılığını yitirmiş, yalan ve saptırma amaçlı olacaktır. Açık olan şu: Bu olay polisler tarafından gerçekleştirildi. Gerilla saldırısı karşısında bunalan asker ve polis, öfkesini sivil Kürt insanını öldürerek gideriyor. Bunu da AKP hükümetinin özel savaş konsepti temelinde geliştirdiği yeni yöntemi uygulama adına yapıyor.
Burada asıl belirtmek istediğimiz husus devletin katil olduğu değildir. O zaten devletin temel karakteridir. Buradaki amacımız, devlet bu niteliğini Türk toplumuna kabul ettirmiş bir vaziyette ve Kürt Özgürlük Hareketine saldırısında bu özelliğini meşrulaştırarak yapmaktadır. Adeta, “ben katilim, ama senin (Türk halkı) çıkarların için katillik yapıyorum” demeye getiriyor. Bu özelliğini topluma kabul ettirmiş olması ise ayrı bir vahamet. Birinci husus bu.
İkinci husus ise, AKP hükümeti ve devleti, ordusuyla, polisiyle, medyasıyla, aydın taslaklarıyla, yazar-çizer tayfasıyla PKK'ye ve Kürt Özgürlük Hareketine yönelik bu saldırılarını gerçekleştirirken Kürtler içinde de destek bulma arayışına girmektedir. Türk toplumundan yeterince destek bulamamış olacak ki, Kürtlere de seslenmektedir. Kürtlere PKK'yi lanetlemeleri, kendilerini ondan kurtarmalarını salık veriyor Tayyip Erdoğan. Kürtlerin PKK'ye artık dur demesini, artık yeter demesini istiyor. Oysaki işbirlikçiler dışında Kürt Özgürlük Mücadelesine gönül vermeyen, bunun içinde yer almayan Kürt insanı yok denecek kadar az olmaktadır. Bunu Tayyip Erdoğan da çok iyi biliyor. Yine de işbirlikçi Kürd’e çağrılarda bulunuyor. Gerçi bunlara çağrılarda bulunmasına pek gerek yok, ama öyle anlaşılıyor ki Tayyip Erdoğan ne yapacağını bilmez bir hale gelmiş konumda.
Tayyip Erdoğan işbirlikçi Kürd’e çağrıda bulunur da durmak olur mu, buna cevap vermemek olur mu, diyen ve hemen atağa geçen, devletten daha devletçi olan bazı ‘Kürt!’ler hemen renk vermeye başladılar bile. Gazetelere röportajlar verip PKK’ye küfreden yeminli PKK düşmanlarından tutalım da nereden çıktıkları ve kime hizmet ettikleri belli olmayan “benim için öldürme”, “benim adıma öldürme” girişimcileri sahne almaya başladılar. “Bir kedim bile yok, ama devlet korumasıyla geziyorum” diyerek övünen zat PKK'ye ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a dil uzatmaktan çekinmezken, PKK'yi Kürtler için kan döken, adam öldüren bir örgütmüş gibi lanse etmeye çalışan bazı kesimler Türk medyası tarafından rağbet görür oldu.
Öncelikle bu kesimlere yine bir halk deyişini hatırlatmakta yarar vardır. “Osmanlının ipiyle kuyuya inilmez”. Siz siz olun Osmanlı geleneğinin takipçisi olan AKP hükümetinin aklıyla hareket etmeyin. AKP’nin galeyanına gelip de söz söylemeyin, etkinlikte bulunmayın. Belli olmaz, sizi kullanıp sonrasında bir kenara itiverir. Varsa onurunuzu beşparalık eder, insanlıktan düşürür, insan içine çıkılmaz kılar, rezil eder sizi. Bizden söylemesi!
Sanırım bir kedisi bile olmayan, ama devlet korumasıyla dolaşan birisi için bu sözlerin pek de etkili olması mümkün olmasa gerek. Fakat “benim için öldürme”, “benim adıma öldürme” diyerek internet sitesinde boy gösteren ve kendilerini Kürt olarak tanıtan kişi veya kişilere de bir-iki söz söyleme hakkımızın doğduğunu düşünüyor ve birkaç söz söylemeyi uygun buluyoruz.
Kendilerini Kürt olarak niteleyen ve “benim için öldürme”, “benim adıma öldürme” girişimi başlatan siz gençler! PKK’nin 1968 devrimci gençlik hareketinin geleneğinden geldiğini, sosyalizm inancı ve bilinciyle donanmış gençler tarafından kurulduğunu biliyor olmalısınız. PKK'nin kurucu kadrolarından üç tanesinin; Haki Karer, Kemal Pir ve Duran Kalkan’ın Kürt olmadığını da iyi bilmeniz gerekir. Kuruluş felsefesinde halkların kardeşliğinin olduğu, Kürt ve Türk halklarının kaderinin bir olduğu, Kürt ve Türk halkının birlikte mücadelesiyle demokratik Türkiye'nin gerçekleşebileceği ilkesinin olduğunu da iyi bilmeniz gerekir. Dolayısıyla PKK'nin bir Kürt partisi olduğunu, sadece Kürtler için mücadele ettiğini, üyelerinin Kürtlerden oluştuğunu söylemek kadar abes, saçma bir düşünceye nasıl kapıldığınızı merak ediyoruz. Dahası Kürdistan sadece Kürtlerin yurdu değil ki, PKK de sadece bir Kürt partisi olsun. PKK Kürdistanî bir harekettir, Ortadoğu'nun kalbinde yer alan Kürdistan'ın özgürlük partisidir.
Kendilerini Kürt olarak niteleyen siz gençler! Bu Kürdistan denilen ülke dört bölge devleti ve bu devletlerin de bağlı olduğu uluslararası sistem tarafından 1925’lerden itibaren sömürgeleştirilmiş ve bir sömürge halk ve ülke haline getirilmiş durumda. İran, Irak, Suriye, Türkiye devletleri değil sadece, İngiltere, ABD, Fransa, Almanya başta olmak üzere sömürüden pay kapan tüm güçlerin ortak sömürge ülkesidir. Bunu da biliyor olmalısınız! Burada bulunan Ermenilerin soykırımdan geçirildiğini, Asuri halkının da buna benzer yöntemlerle giderek bu coğrafyada bitme aşamasına getirildiğini biliyor olmalısınız! Ve bildiğiniz gibi bu sömürgeleştirmeye karşı İran’da, Irak’ta ve özellikle de Türkiye'de Kürt dede ve nineleriniz başkaldırdılar, direniş hareketleri geliştirdiler, sömürgeleştirilmeyi ve köleleştirilmeyi kabul etmediler. Her direnişleri kanla, katliamla bastırıldı. Kimisi öldürüldü, kimisi sürgüne gönderildi. Erkekler katledildi, kadınlar ve genç kızlar tecavüze uğradı, çocuklar asimile edilmek için eğitim zindanlarına alındı. Ama her şeye inat bu insanlar direndiler, bazen suskundular, bazen öfkeliydiler, ama asla geçmişlerini unutmadılar. Çünkü bir halk olarak kendilerine yapılanların intikamının alınması gerekiyordu. İntikam almak için ise öncelikle yaşananların unutulmaması, kuşaktan kuşağa taşınması gerekiyordu ki, kendilerinden sonra gelen kuşaklar İNTİKAM alabilsin. Nuri Dersîmî’nin İNTİKAM adlı yazısını okumuş olmanız gerekir. Ey Kürt gençliği diye başlayan ve Kürdistan'ın kısa dönem tarihini çok çarpıcı bir dille anlatan bu yazıyı Kürt gençleri olduğunuz için mutlaka siz de okumuşsunuzdur.
Kendilerini Kürt olarak niteleyen siz gençler! PKK bir İNTİKAM hareketi olarak doğdu. Kürdistan tarihine PKK adı böyle yazıldı. Bunu Kürt halkı böyle kabul etti. Binlerce Kürt erkek ve kızı bu harekete bu inançla katıldı. Binlercesi bu inançla şehit düştü. Binlercesi de bu inanç temelinde mücadelelerini sürdürüyorlar. Çünkü tarihten kendilerine kalan bir görev, sorumluluk vardı ve bu da “tüm sömürgeci güçlerden yaptıkları katliamların hesabını sorma, intikamını alma”ydı. Şimdi PKK'nin Kürdistan'da yaptığı tamamen bu tarihi görev ve sorumluluğu yerine getirmektir. Eğer Kürt nedir, ne değildir diye sorulacaksa, her şeyden önce ninelerimizin ve dedelerimizin bizden beklediği bu görevi yerine getirmek olduğu, bunu kim yerine getiriyorsa onun Kürt olduğu gerçeğidir. Çünkü onlar bu sömürgeleştirmeye karşı direniş geliştirirken, birileri çıkıp da “durun, bizim adımıza direnmeyin” demedi. Bu direnişlere karşı olanların kendi halkına ihanet eden ve egemenlere işbirlikçilik yapanlar olduğunu da biliyorsunuzdur.
Kendilerini Kürt olarak niteleyen siz gençler! Peki, siz Kürt müsünüz? Sizler damarlarınızda Kürt kanı dolaştığından dolayı mı kendinize Kürt diyorsunuz? Kürtlük kanla ilgili olsaydı, o zaman biz bir kedisi bile olmayanın, Abdulkadir Aksu’nun, Hüseyin Çelik’in de Kürt olduğunu kabul etmek zorunda oluruz. Ama herhalde bunların da Kürt olduğunu söylemeyeceksiniz değil mi? Buna kargalar bile güler çünkü. O halde sizler PKK hareketini sadece Kürtler için adam öldüren bir parti olarak lanse edip, sonrasında Kürt olduğunuzu öne sürerek PKK'ye karşı kampanya geliştirirken neye dayanarak bunu yapıyorsunuz? PKK gibi bir hareketin bu kadar düşmanı varken, bir de siz gençlerin buna eklenmesi neyin nesidir? Eğer Kürt gençleriyseniz, öncelikli olarak kendi tarihinizi iyi bilmeniz, günümüzde yaşananların arka planında nelerin olduğunu, bunun sorumlularının kimler olduğunu iyi anlamanız gerekmiyor mu? Tarih bilinci olmadan yetişen kuşaklar-ırk önemli değil- her zaman kendi toplumlarının başına bela olur, başkalarının hizmetine koşarlar ki, bunun da kabul edilecek ve onaylanacak bir durum olmadığını sizler de çok iyi biliyorsunuz.
Kendilerini Kürt olarak niteleyen siz gençler! PKK hareketi Kürt halkının, Kürdistan'da yaşayan halkların özgürlük partisidir. Sömürgeleştirmeye karşı direnen, soykırıma karşı direnen Kürt halkının direniş ve özgürlük partisidir. Kürdistan'da yaşayan diğer halkların bu coğrafyada birlikte kardeşçe bir yaşam sistemi içinde yaşamalarını sağlamak için her türlü faşist, sömürgeci, milliyetçi anlayış ve güçlere karşı direnen halkların öncü partisidir. Her türlü katliamı gerçekleştiren ve şiddet tekelini elinde bulundurmayı bir hak olarak gören devlet sistemlerine karşı, geliştirdiği gerilla ordusuyla bu güçlere karşı meşru savunma mücadelesini yürüten bir direniş partisidir. Dolayısıyla ezen, katleden, baskı ve zulüm uygulayanlara karşı direnişi en üst düzeyde sürdüren PKK hareketinin mazlum olanın, ezilenin, köleleştirilmeye çalışılanın hakkını savunan bir parti olduğunu da iyi biliyor olmalısınız. Dolayısıyla zalime ve zulme karşı direniyor diye PKK'yi suçlamak kadar haksız, vicdansı, ahlaksız bir yaklaşım göstermek ne kadar doğrudur diye siz gençlere soruyoruz? Soykırım kıskacında olan, varlık-yokluk mücadelesi veren bir halkın direniş hareketi olan PKK'yi, Kürt halkının kendi varlığını korumak ve özgürlüğünü kazanmak için kendi bağrından çıkardığı ve üzerine titrediği PKK'yi “niye direniyorsun, niye ezene, sömürene, baskı uygulayana, katledene karşı direniyorsun” diye karşı çıkmak ne kadar doğrudur?
Kendilerini Kürt olarak niteleyen siz gençler! Ezenin söylediğine değil, ezilenin sözüne ve eylemine bakın ve gerçekliği orada arayın ki, ahlaki, vicdani ve insani olandan nasip aldığınızı bilsinler! Sizler inanarak, yaşanan ölümlere karşı çıkmak ve onları engellemek amacıyla böyle bir girişim başlatmış olabilirsiniz. Eğer böyle ise, girişiminizin özel savaş odaklarınca özünden saptırıldığını ve AKP devletinin savaş konsepti temelinde psikolojik savaş malzemesi yapıldığını görmeniz gerekir. Eğer PKK'nin yaptığı eylemleri kınamak için, yani PKK'ye karşı bir girişim başlatmış iseniz, size söyleyecek çok sözümüz, ama size harcayacak hiç vaktimiz olmadığını bilmeniz de gerekir. Çünkü PKK'ye saldırmak, küfretmek, hakarette bulunmak adeta bir meslek halini almış gidiyor. Oturduğunuz yerden internet üzeri girişimler başlatmak da bunlardan sadece biri olmuş oluyor.
Son olarak şunları belirtebiliriz. Bugün bir halkın varlık-yokluk ikilemini yaşadığı bir dönemde bulunuyoruz. PKK verdiği mücadeleyle Kürt halkının varlığını korumaya ve onun özgürlüğünü sağlamaya bu kadar yakın duruyor. Kürt halkı ilk defa bu kadar umut dolu ve inançlı, bilinçli olarak mücadeleye katılıyor. Önderliğiyle, partisiyle, gerillasıyla, demokratik siyaset alanıyla bir bütün olarak dimdik ayakta ve direniyor. Bu direniş başarıya da ulaşacaktır. Bunun bedeli ne olursa olsun verilecektir. Dolayısıyla bir halkın varlığı ve özgürlüğü uğruna verilen mücadeleyi birilerinin çıkarına dokunuyor diye bırakmak, bunu talep bile etmek en hafif deyimle aklını yitirmiş olmak demektir. Aklı olanın da bunu yapmayacağı açıktır.
Edîp Koçgiri
- Ayrıntılar
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın son dönemlerde artan tehdit ve bağırmaları Kürtler üzerinde ciddi bir etki bırakır mı? Zor görünüyor! Zira Kürtler artık bu tür tehditlerden etkilenmeyecek kadar bilinçli ve örgütlü.
Peki Başbakan’ın Kürt halkına ve özellikle kadınlarına yönelik “PKK’ye karşı direnin” çağrısı karşılık bulur mu? Neredeyse imkânsız gibi! Çünkü Kürtlerde çocuğu PKK’li olmayan aile bulmak bile çok zor.
Dolayısıyla Başbakan Tayyip Erdoğan’ın tehdit ve çağrıları çözümleyici olmadığı gibi, bir güçlülük işareti de olmuyor. Çünkü çoğunlukla zayıflık ve zorlanma işareti olarak yorumlanıyor. Yani Nazım ne güzel de söylemiş, “Mussolini çok korktuğu için çok bağırıyor” diye!
Peki Başbakan Tayyip Erdoğan’ın sık sık tekrarlamaya başladığı PKK’ye yönelik “Cinayet şebekesi, taşeron” gibi kavramlar Türk ve Kürt toplumlarını etkiler mi? Bana göre bu da çok zor bir şey! Zira insanlar sorarlar: Madem cinayet şebekesiydi, o halde Oslo salonlarında neyi tartışıyordunuz?
Diğer yandan, son dönemlerde artan çatışma ve acılı olaylar nedeniyle medyanın hemen PKK’yi suçlamasına, daha olayların aydınlatılmasına bile fırsat vermeden PKK karşıtı propaganda yapmasına, basıncılık ve Kürt sorununun demokratik çözümü açısından bir değer verilebilir mi? Bence verilemez! Çünkü, “Vur abalıya” misali basit propagandadan öteye geçmemektedir. Esas olarak da gittikçe yoğunlaştırılan psikolojik savaşı ifade etmektedir. Tam da Başbakan’ın ve hükümetin çağrısına cevap olmaktadır.
Son aylarda yoğunlaşan çatışmaların kaygı verici düzeye ulaştığı bir gerçektir. Fakat sorunu sadece son aylardaki silahlı çatışma olarak görmek hiçbir çözüm üretmemektedir. Zira mevcut silahlı çatışma durumu bir anda ve durduk yerde ortaya çıkmamıştır. Bunun bir öncesi ve yaratan etkenleri vardır. Ancak öncesi ile birlikte ele alınır ve mevcut çatışmaları yaratan nedenler giderilirse silahlı çatışma sorunu çözülebilir.
Son günlerde öğrendik ki, yaşanan çatışma öncesinde Devlet-PKK görüşmesi varmış. Bu görüşmeler her nedense tıkanmaya uğramış. Sonrasında da malum savaş durumu gelişmiş. Anlaşılıyorki mevcut çatışmaların gelişmesinin bir nedeni bu.
Fakat tek neden olarak bu görülemez. İkinci bir neden olarak da yaşanan siyasi mücadele var. Zira 14 Nisan 2009’dan beri ikibuçuk yıldır Kürt demokratik siyasetine yönelik bir bastırma ve tasfiye operasyonu yürütülüyor. Sadece siyasi nedenlerle ikibuçuk yılda dörtbine yakın insan tutuklanmış! Son altı ayda tutuklanan insan sayısı 1350! Bunların bir kısmı seçilmiş belediye başkanı, bir kısmı milletvekili! DTP kapatılmış, BDP’nin kapatılması da yolda. Her gün onlarca insanın tutuklanması devam ediyor. AKP hükümetinin yürüttüğü bu sindirme ve tasfiye operasyonuna karşı Kürt halkı yediden yetmişe müthiş bir direniş gösteriyor.
Peki yaşanan silahlı çatışmalar bu siyasi saldırıdan kopuk ele alınabilir mi? Hayır, alınamaz. Demekki son aylarda yoğunlaşan silahlı çatışmaların ikinci önemli nedeni, AKP’nin Kürt demokratik siyasetine yönelik yürüttüğü sindirme ve tasfiye operasyonudur. Bu operasyonda esas olarak bir “Suyu kurutma” uygulamasıdır.
Bilindiği gibi, suyu kurutma taktiği, gerilla hareketlerine karşı geliştirilen bir kontrgerilla taktiği olmaktadır. Buna “Bataklığı kurutma”, “Denizi kurutma” da denmektedir. Esası gerilla-halk ilişkisini koparmayı, gerillayı halktan tecrit etmeyi, bunun içinde halkı yok etmeyi ifade etmektedir. “Balığı tutabilmek için suyu kurutmak” denmektedir. Yani gerillayı bulup yok edebilmek için halkı yok etmek anlamına gelmektedir.
AKP hükümetinin 14 Nisan 2009’dan bu yana Kürtlere karşı uyguladığı politika suyu kurutma taktiği olmaktadır. Kürt halkına ve demokratik siyasetine yönelik uygulamalar tamı tamına böyledir. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın son tehditleri ve Kürt halkına yönelik çağrıları da bu politika temelinde değerlendirildiğinde bir anlam bulmaktadır. Bir yandan baskı, diğer yandan çağrı! Kamçı-şeker politikası oluyor bu.
Aslında suyu kurutma taktiğini ilk olarak AKP hükümeti de uygulamıyor. Bu taktiği ilk olarak Kenan Evren cuntası uyguladı. Türkiye genelinde 1970’li yıllarda gelişen sol devrimci hareketleri tasfiye edebilmek için bu taktiğe başvurdu. Özellikle sol hareketlerin geliştiği yörelerin, mahalle ve kasabaların halkını boşaltmayı esas aldı. Buralardaki halkın bir kısmını tutukladı, bir kısmını büyük şehirlere göçertti, bir kısmını da yurt dışına yöneltti. Böylece halk tabanını kurutarak sol hareketleri tasfiye etmeye çalıştı.
Suyu kurutma taktiğini ikinci olarak 1993-94 yıllarında Demirel-Çiller-Güreş yönetimi uyguladı. Doğal olarak bu sefer taktik sadece Kürtlere karşı uygulandı. Çünkü gerilla hareketi Kürdistan’da gelişmişti. Dağda mücadele veren gerillayı halk desteğinden yoksun kılabilmek için, özellikle kırsal alanda, köylere yönelik uygulandı. Bu dönemde 4000 civarında köyün çeşitli yöntemlerle boşaltıldığı biliniyor. Kürt köylülerinin bir kısmı “PKK’ye yardım ve yataklık”tan ya katledildi ya da tutuklandı, bir kısmı şehirlere göçertildi, bir kısmı da yurtdışına kaçırtıldı. Kürtler bu biçimde köysüz toplum haline getirildi.
Üçüncü olarak da bu taktiği AKP hükümeti 14 Nisan 2009’dan bu yana uyguluyor. Kürt demokratik siyasetini tutuklayarak ve örgütlülüğünü dağıtarak Kürt sorununun siyasi çözüm zeminini kurutmaya çalışıyor. PKK’yi bu biçimde toplumdan ve siyasetten tecrit etmek ve yenilgiye uğratmak istiyor. PKK de işte bunu kabul etmiyor ve direniyor. Son aylardaki kaygı verici çatışmalar işte bu nedenle ortaya çıkmış bulunuyor. Çatışmaların şehre, toplumun içine yönelmesi de bu gerçeği ifade ediyor.
Şimdi bu noktada AKP hükümetinin şapkayı öne koyup derin derin düşünmesi lazım. Geçmiş tecrübeyi sadece “Nerede hata yapıldı?”, “Bu taktiği ben başarılı nasıl uygularım” yaklaşımıyla değil, tüm sonuçlarıyla birlikte irdelemesi gerekli. En azından son ikibuçuk yıllık kendi pratiğinin sonuçlarını irdelesin! O zaman görecekki Kürt demokratik siyaseti bitmiyor, dolayısıyla PKK bitirilemiyor, çünkü koskoca Kürt halkı bu mücadeleyi yürütüyor!
Kenan Evren cuntası suyu kurutma taktiği kapsamında insanların bir kısmını hapse koyar, şehirlere sürer ve Avrupa’ya yollarken, az bir kısmı da Ortadoğu’ya-Filistin’e gitti ve PKK buradan gelişti.
Demirel-Çiller-Güreş çete yönetimi Kürt köylerini boşaltma kapsamında toplumun bir kısmını katleder veya hapse koyar, şehirlere sürer ve yurtdışına kaçırtırken, bir kısmı da dağa çıktı ve Güney’e geçti. Kürt direnişi işte bu temelde halklaştı ve tüm Kürtleri kucaklar hale geldi.
Şimdi AKP hükümeti Kürt demokratik siyasetini tutuklayarak Kürtleri bitireceğini mi sanıyor? Büyük yanılgı işte burada! AKP hükümeti her bir kişiyi tutukladıkça yerine on kişi geçiyor. Şehirde gösteri yapamayan Kürt genci dağa çıkıp savaş yapıyor. Yani neredeyse “gerillayı AKP büyütüyor” diyesi geliyor insanın!
Geçmişte bu görüşü dillendirenler daha çoktu. Gerekçe olarak da, AKP iktidarı “Ordu-PKK çatışmasını istiyor” deniyordu. “Kendini bu çatışma ortamında beslediği” söyleniyordu. Doğru veya yanlış, ama bu da bir görüştü. Fakat artık AKP-Ordu ayrımı kalmadığına göre, o halde AKP eski siyaseti izleyemez. Buna bir de Oslo görüşmeleri eklenirse, bu durumda AKP hiç kimseyi çatışmaya ikna edemez. İşte AKP’nin ızdırabı buradadır. İşte Başbakan, bu durumun yarattığı zorlama nedeniyle bu kadar bağırmaktadır.
Bu gerçeği artık tüm demokratik güçler görmelidir. AKP zorlanmış ve demokratikleşmenin önü açılmıştır. O halde yaratılan demokratikleşme imkânlarını değerlendirebilmek ve ülkemizin ihtiyaç duyduğu demokrasi hamlesini geliştirebilmek gerekir.
Adil BAYRAM
- Ayrıntılar