HPG

Kurdistan Halk Savunma Güçleri

Üç yıl sonra. Yıl 96. İçinde olduğum tabur Avaşin'den Ertuş'a doğru geceleyin yol aldı. Bahar takvimlerde bitmiş, yaşamda ise hala hüküm sürüyordu. Bir su çıktı önümüze, kabaran, yatağından taşan, gürültülü bir su. Karanlığın içinde el ele tutuşup gruplar halinde geçtik suyu, dizin üzerine kadar ıslanarak...

Önümüzdeki tepelerin operasyon birliklerince tutulduğunu geç vakit anladık. Sabaha karşı taburumuz mevzilendi.

Bir grupla birlikte bir yere yollandık. "Çete noktası" olarak anılan, iki tarafında kaya kümelerinin yükselip uzandığı, ortası düz, çimenlik bir saha. İleride bir grup bayan görünüyor. Onların üst tarafındaki tepeleri de operasyon birliğinin bir kolu tutmuş... Gördüğümüz bayan takımı önlerini tutmak, pusulamak amacıyla aralarında düzenlemelerini yapıp yeni bitirmişler. Yarısı üstteki tepeyi tutarken, öbürü ihtiyat olarak geride duracak... Geride kalanlar homurdanıyor, mızmızlık yapıyor, hoşnutsuzluklarını itiraz eden sesle komutanlarına duyuruyorlar. Komutanları Zelal.

Bir gerilla grubunun çimenli sahadan kendilerine doğru yol aldığını görür görmez yerinden hızla fırlayıp karşılamaya geldi. Elimi sertçe sıkıp duygularla dopdolu, ama sessizce "hoş geldin!" deyip hemen birden dönüp yarı bağırarak: "Tepe grubu hadi kalkın, tez olalım." Sonra yeniden dönüp ardımdan gelenleri eliyle göstererek:

"Heval siz, şu karşıdaki tepenin arka tarafına gideceksiniz. Sık ağaçlı, kapalı bir vadidir. Bir mağara da var orada. Burada durmayın, durmayın..." Sesi gidenlerin ardından gidiyor: "Biraz hızlı yürüyün, mesafe, mesafe!"

 Sonra düzenlemeye karşı çıkanların yanına koşup vararak: "İtirazın sırası mı şimdi? Düşman tepemize çıkmış, birbirimizle uğraşmayalım... Hadi siz de giden grubun peşine takılın."

 Oradan da bir grup erkek gerillanın ekmek pişirme hazırlıkları yaptığı yere varıp: "Heval, hamuru toplayın, kazanı, yağı her şeyi katıra yükleyin... Giden arkadaşları görüyorsunuz, orada mutfağı kurarsınız!"

Ben heykel gibi ayakta donakalmış, hayret ve hayranlık içinde seyrediyorum. Tepeye doğru yol alan grubunun başına geçmek için çevik, hızlı adımlarla arkalarından giderken bana bakıp hoşça gülümseyerek el salladı: "Sonra görüşürüz!"

Yürürken onu düşünüyordum: "Şuna bak hele. O ufak tefek şeker kız, general olmuş da haberim yok. Kısacık bir an içinde farklı duygularla birkaç yaşam cephesini yönetti, şimdi de tepeyi tutup çarpışmaya gidiyor..."

Operasyon sona erip de geri çekilince, iki gerilla taburu bir araya geldi. Deniz'i yanıma alıp Zelal'in takımına konukluğa, O'nu görmeye gittik.

Sayısız yaprakları yeşil yeşil açıp güneşte parıldayan asırlık bir ceviz ağacının altından kalkıp gülümseyerek karşıladı bizi. Son ayrılıştan sonra nerelerde ne yaptığını soruyorum. O'nu dinlerken, gözlerim de boş durmuyor, tepeden tırnağa süzüyor. Yılların üzerinde yarattığı değişimleri şaşkınlık içinde daha somut görmeye, daha bir canlanmış, zenginlenmiş yüz ifadesini okumaya çalışıyorum. Ayrılıkların gözü daha iyi görür; değişim çizgilerini, farklılıkları... Albümüne göz gezdirdim, sonra başımı kaldırıp O'na bakarak: "Adın güzeldi, niye değiştirdin?" diye sordum. Sevinçli anlarda O'nda hep bir alışkanlık halini alan gözlerini sevimli bir biçimde kırpıştırıp açarak hoşça gülümseyişiyle: "Zelal çocukluğumu çağrıştırıyordu, veda ettiğim çağın adıydı..."

"Peki, neden özellikle Faraşin? Faraşin'i gördün mü hiç?"

"Gitmedim ama çok bilgi edindim. Hani daha görmeden sevdiğimiz insanlar, diyarlar olur. Ben de böyle sevdim Faraşin'i... Düşlerimi süsledi çoğu zaman. Düşlerimde hep gittim, gördüm Faraşin'i."

"Peki, Faraşin seni gördü mü?"

"Hemen dönelim diye düşünmeyin, ben dut kızartması yapacağım."

Ocağın üzerine tabağı yerleştirip yağı kızarttı. İri ballı beyaz dutları pişirip yere indirdi. Simsiyah çaydanlığı iki metre ötede küçük bir taşın dibinden kendi halinde akan pınardan su doldurup ocağa koydu. Üç kuru dal parçasını da közlerin üzerine... Ceviz ağacının o serin gölgesinde birlikte yedik.

Doğanın sayısız güzelliklerinden, son operasyondan mantık silsilesine uymadan daldan dala atlayarak, aklımıza ne gelirse onu konuşarak zamanın nasıl geçtiğini anımsamadık bile. Dut kızartması için teşekkür ettik. Faraşin "Hele bir elma, incir, eriklerin zamanı gelsin, hiç kimsenin yerini bilmediği ağaçlarım var..." dedi, yan yana bembeyaz boncuklar gibi dizilmiş dişlerini gösteren bir gülümseyişle. Bir şeyler söylemiş olmak için: "Ne demek ağaçlarım, sen daha şimdiden özel mülkün temelini atıyorsun."

"Yemişlerini yalnız kendim için toplamıyorum ki" dedi bu kez gülümseyerek...

* * *

Birkaç gün sonra Betrot tepesine birlikte çıktık. İki tabur birleşik bir eylem düzenleyecekti. Saldırılacak tepenin son keşfinden sonra düzenleme yapıldı: Savaşçı ve komutanların mevzilendirilmesi, alay yönetiminin toplantısında Faraşin düzenlemeye karşı çıktı. Bütün itirazına rağmen kendi yeri değiştirilmedi, eylem koordinesinin yanında kalmasını herkes uygun görmüştü. Sona doğru gelen, resmi havadan uzaklaşan ve artık bir söyleşiye dönüşen toplantıyı terk edip bir meşe ağacının arkasında insan boyunu aşan bir kayanın dibinde durup oturdu. Kendi kendisiyle baş başa kaldı. Gecenin karanlığı içinde duygularıyla yapayalnız. Müthiş bir sessizlik vardı ortalıkta. Fırtına öncesi sessizlik. Durmak nedir bilmeyen, cırcır böceklerinin düdük çalışı sessizliği bozmaktan çok adeta özel bir anlam yüklüyordu. Eylem grupları belirlenen yerlerine gitmek üzere karanlığın içinde siyah gölgeler halinde hareket ettiler. Havada şurada burada uçuşan ateş böcekleri bir yanıyor, bir sönüyor, gecenin güzelliğine renk katıyorlar...

Faraşin çekildiği köşesinde içine büsbütün kapanıp hayata küsmüş bir halde kendi kendine acıyarak, karanlığa karışan sessiz gözyaşları döker. Her gün bir parça daha büyüttüğü iç dünyasında kendi kendisiyle konuşur. Konuşuyor mu, yoksa düşünüyor, duygulanıyor mu? Belki de hepsi:

"Karşımda biraz ötede bir savaş patlayacak ve ben yardıma koşamayacağım! Olur, şey değil! Gönlüm razı olamaz, elimde değil... Kendimi avutamam. Devrimin kalbi nerede atıyorsa ben orada olmalıyım. Ben oradaa! Ateşten uzak olmaya yüreğim dayanmıyor, dayanmıyor. Birazdan silahlar patlayacak ve ben parmağımı kımıldatmayacağım! Süs için mi taşıyorum bu silahı? Yoldaşlarım mayınların içinden mevzilerin üstüne gidecek ve ben uzakta duracağım, sadece kurşunların sesini dinleyeceğim, sadece havadaki izlerini seyredeceğim... Hayır, hayır, kabul edemem! Nedir bu yakamı bırakmayan himaye... Yaşamdan daha çok sevdiğin arkadaşların can verecek ve sana düşen yalnızca yaralıları taşımak... İşte ben bunu yapamam. Niye anlamıyorsun komutan? Niye acılarım dinsin değil, çoğalsın istiyorsun? Niye? Niye? Tutup başımıza komutan kesiliyor, keyfi adam, hep bildiğini okuyor... Her şeyi zaten kendine göre... Ah... Doya doya savaşamıyorsun, her adımın bin bir engelle..."

İçinin ferahladığını düşünerek yalnızlık sığınağını andıran köşesine doğru O'nun bezendiği büyülü sessizliği bozmaktan çekinerek, sessiz adımlarla gittim. Nasıl olsa bir aksilik çıkmazsa eylem gece yarısı başlayacak; karanlıkta herkes yerini alacak, ay ışığı çıkanda da saldırıya geçilecekti... Ayakucuna basılan adımların sesinden başını kaldırıp baktı, karanlığın içinde iki küçük yıldız gibi parlayan gözlerle... Başucunda havada ateş böcekleri kıpır kıpır yanıp sönüyor... Gözleriyle ateş böcekleri arasında bir bağ var gibi geldi bana. Bunu yeterince düşünemeden yalnızlık sığınağının eşiğine yetiştim. Saygılı ve son derece yumuşak sözcüklerle:

"Sizi rahatsız ettim, oturabilir miyim?" diye sorunca "oturun!" dedi, sesini yitirmiş gibi kısık fısıltılı bir sesle. Karşısında serin bir taşa oturdum. Milyonlarca yıldız titreşiyordu, sessizliğini dinledim bir süre. Bana bambaşka geldi. Yarattığı hüzün daha derin mi desem, daha zengin mi? Hani bölük pörçük dağınık bulutların toplanıp yoğunlaşa yoğunlaşa şimşek çakımları ve yağmur yağışından sonra göğün açılıp mavi mavi ferahlaması gibi bir rüzgârın etkisiyle ilgisiz duran duygu zerrecikleri toplanıp yoğunlaşıyor, türlü şekillere bürünüyor bu köşecikte... Yalnızlığın özgürlük kokusu ya da özgürlüğün yalnızlığının hüznü...

İç konuşmasının bitmesini, bir sonuca bağlayana değin sessizce beklerken, sessizliği bana da bulaştı... Dil ağırlaşıp uykuya dalıyor burada, konuşmak gelmiyor insanın içinden. Kendimi bir parça zorlayarak damdan düşer gibi: "Nasılsın?" diye sordum.

...

Yanıt vermeyişinden ifadesi zor bir soruyla giriş yaptığımı anladım.

"Üzme kendini. Savaş daha uzun sürecek. Düşmanlarımız çok, bu son eylem değil ki."

"Ama her zaman bu böyle oluyor."

"Belki de böyle olması gerekir ama..."

Anlaşılamadığını ima eden bir sitemle bakarak: "Biliyor musun kaç yıl var ki, doğru, dürüst savaşamadım. Bu alayın belki de en eskisiyim, ama savaş yönünden en yenisi gibiyim, içime sindiremediğim bu."

Ana konudan O'nu bir parça uzaklaştırmak için: "Ne zaman katıldın gerillaya?"

"89'da."

"Seni nasıl kabul ettiler?"

"Bu da uzun bir hikâye. Öyle kolay olmadı..."

"Biliyor musun Kızılderililere ait sevdiğim bir atasözü var: 'Geceler rüya görmek içindir...' Ama biz bu sözü zenginleştirmişiz. Milyonların rüyasını gerçekleştiriyoruz..."

O an eylemin başlangıcını haber veren bir B-7 roketinin patlama sesiyle Faraşin, oturduğu yerden hızla doğrulup ok gibi ileri fırladı...

'Faraşin(Zelal) 97 yılının baharında kendi dayatmasıyla Çarçela'ya gitti. Yüksek, sarp görkemli coğrafya parçalarına tutkunluğu vardı. Ama Çarçela O'nun için daha başka anlamlar yüklenmişti. Canından çok sevdiği tabur komutanlığı yapan Mordem, dağın eteğindeki bir köyde hain bir kurşunla can vermişti. Çarçela'nin o vahşi doruklarına çıkmak, taze otlarına, sayısız çiçeklerine karışmak, mavi göklerde bulutları seyretmeye doyamıyor, süngünün, küfrün hüküm sürdüğü köylerin, kasabaların yanan ışıklarını öfkeli bir hüzünle seyrediyordu. Mordem'in de yüreğinde taht kurmuştu Çarçela. Bu yüzden Çarçela'yı mesken tutmak, kaynaşmak O'nun için Mordem'e yakınlaşmak, bütünleşmek anlamını taşıyordu. Bu karlı yüksek doruklardan, her şey öyle küçük, öyle şirin geliyor ki... Kuşların uçuşunu tepeden, yani bakışlarını aşağı indirerek seyrediyorsun. Sen kuşların ulaşamayacağı yükseklerdesin. Yani yeryüzünün bitip de gökyüzünün başladığı yerde. Aşağıda dereler ince, ışıltılı bir şerit gibi uzanıyor ve göz alabildiğine bir yeşillik denizi. Sonu gelmeyen zincirler gibi uzanan dağlar, birbirine bakan, yüzyıllarca birbiriyle sessizliğin diliyle söyleşen heybetli dağlar...

Faraşin içinden "ben yaşamımı Çarçela'yla paylaşmak istiyorum. Benim ölümsüz yoldaşımdır Çarçela. Yaşarsam burada, savaşırsam burada, ölürsem de burada öleyim... Çarçela'da her şey görkemli..." Doruklara çıkıp da dünyayı ayağı altında serili görünce şair kesilir Faraşin:

"Çarmıha gerelim gerilikleri

Çıkalım Çarçela'nın başına

Verelim rüzgara tüm sevdamızı

Savursun Gever ovasında

Sevdalandırsın tüm yürekleri

Taşsın Baye suyu

Götürsün kirlilikleri"

Faraşin Ayhan