HPG

Kurdistan Halk Savunma Güçleri

2011 Yılının 10 Nisan sabahıydı. Bu sabah keşifçi bendim. Dorşin’nin Kelasor vadisi sisten görünmüyordu. Sabah saat 8’e kadar etrafı keşfetmiştim. Yakın çevrelerin dışında hiçbir şey göremeyince kendimi noktaya arkadaşların yanına bıraktım.

Nokta küçük bir vadinin içinden akan bir dereciğin kenarında idi. Renas, Fırat, Erdal arkadaşlar beni gördüklerinde çarberin içine dizilmiş odunları tutuşturmaya başladılar. Hava çok soğuktu. İki gündür yağmur durmuştu fakat soğuğun etkisi halen kırılmamıştı. Özellikle sabahları çok soğuk oluyordu. Rênas arkadaş bölge komutanımızdı. Kendisine keşif sonuçlarını aktardıktan sonra yavaş yavaş yanan ateşin etrafına büzüştüm. Saat 9’da hepimiz noktanın 40 metre yukarısında bulunan bir ceviz ağacının altındaki bir manga genişliğindeki düzlükte eğitim görecektik. Heval Rênas keşif sonuçlarından pek memnun görünmese de bu havada eğitim görmemizde bir sakınca görmemişti. Ayrıca cevizin orda da şayet sis kalkarsa etrafı keşfedebilirdik.

Saat 9’a çeyrek vardı. Bayan arkadaşlar yavaş yavaş mangalarından çıkıp eğitim göreceğimiz ceviz ağacının altındaki düzlüğe doğru hareketlenmeye başladılar. Kadın arkadaşların hareketlenmesi üzerine bizde harekete geçtik. Planladığımız saate göre eğitimimize başlamıştık. Eğitim süresi boyunca Rênas arkadaş’ın boynundaki dürbünü gözlerine götürerek etrafı gözetlemesi benimde içime kurt düşürmüştü. Sanki birazdan kıyamet kopacaktı gibi bir hava vardı. Havanın bu durgunluğu bizim yoğunlaşmamızın üzerinde de etkide bulunuyor, eğitime katılımımızın önünde engel teşkil ediyordu. Sırf bundan dolayı Heval Rênas eğitime ara verdi. Güvenlikten sorumlu arkadaş nöbet listesini yazıp nöbetçimizi çıkarmıştı. İlk nöbetçi olarak Heval Jiyan belirlendikten sonra diğer arkadaşlar kendilerini tekrar noktaya bıraktılar. Bende yanımdaki fazlalıkları saklamak için bulunduğumuz vadiden yukarı çıktım. Silahımı ve raxtımı kendimle götürmedim. Çünkü yanımdaki kıştan kalma fazlalıkları gömeceğim yeri çok fazla uzak olduğunu düşünmüyordum. Daha kırk elli metre kadar uzaklaşmamıştım ki bir mermi sesi geldi. Ardından ikincisi onunda ardından üçüncüsünün sesi gelince geriye döndüm. Nöbetçi olan Heval Jiyan’ın üstünde yirmi metre ilerisinde 2 kişi silahını doğrultmuş ona ateş ediyorlardı. Hemen onların üzerine doğru koşmaya başladım. Beni gördüklerinde kaçmaya başladılar. Onlara tam yaklaşmıştım ki silahsız olduğumu fark ettim. Tam bir şaka gibi… Silahımı almak için kendimi noktaya bıraktım. Noktadaki arkadaşlar ne olduğunu anlayamamışlardı. Fırat ve Erdal önünde dünden toplayıp bu öğlen pişirmeye hazırladıkları gulik otunu doğruyorlardı. Rênas arkadaşta ayakta ne olduğunu anlamaya çalışan gözlerle etrafa bakıyordu. Jiyan’ın kadın arkadaşlara doğru koştuğunu görünce tehlikeyi sezmiş ancak silahını eline almıştı. Fakat ben düşman deyince arkadaşların hepsi intişar konumuna geçti. Ben ve Erdal noktanın hemen üstündeki kayalıklara çıktık. Mahkûm kayalıklardı. Yani orda kendini ciddi anlamda savunabileceğin bir mevzilenme yoktu, ama yine de elimizdekinin en iyisi buydu. Yani en azından kayalıklar araziye hâkimdi. Benden kaçan bu iki kişi şimdi tam karşıma düşmüşlerdi. Patikadan ilerleyerek noktamıza girmişlerdi. Fakat tekrardan patikadan geri çekilmeyi göze alamadıklarından kendilerini yamaçtan vadiye bıraktılar. Vadinin asi olduğunu gördüklerinde ise ne yapmaları gerektiğine karar veremediklerinden etrafa görüntü veremeyeceklerini düşündükleri yamaçtaki bir cevizin arkasına gizlendiler. Ben ise onların bu düşünmedikleri ayrıntıyı düşünmüş üzerinde bulunduğum bu kayalıkları erkenden tutarak onları tam olarak karşıma almıştım. Açılan ilk atışlardan ikisi de etkisiz kılındı. Bulundukları yamaç ise çok sarp olduğundan dereye yuvarlandılar.

Sonra dürbünü elime alıp etrafa baktığımda düşmanın arazide yoğun olarak mevzilendiğini gördüm. İlk temas yaşandığında ise yavaş yavaş üzerimize yürümeye başlamışlardı. Sayıları çok fazla idi.

Bizden sonra diğer arkadaşlar da yerlerini almışlardı. 150-200 metre aralığındaki bir mesafede Rênas ve Fırat arkadaşlar konumlandılar. Sonra Erdal arkadaşta onların yanlarına gitmek zorunda kalmıştı. Çünkü bulunduğum yer çatışmaya hiçte elverişli değildi. Fakat mutlak bırakılmaması gereken bir yerdi. Çünkü çok stratejik ve alana oldukça hâkim bir yerdi. Fakat yine de ikimizi koruyacak güvenlikte olmadığı için Erdal arkadaş buradan ayrılmak zorunda kalmıştı.

Bir süre sonra düşman kobra ve skorsky tipli helikopterlerle üzerimize geldi. Skorksyler indirme yaparken, kobralar da bizi vurarak hem ateş etmemizi engelliyor hem de piyade olarak üzerimize gelen güçlerinin güvenliklerini alarak önlerini açıyordu. Diğer taraftan daha önce arazide konumlanan düşman güçleri ağır silahlarla bizi vururken, öncü birlikleri de önlerini tarayarak üzerimize doğru geliyorlardı. İlk etapta atış menzilimizin dışında olduklarından ateş etmedik. Fakat bir süre sonra menzilimize girdiklerinde ise arkadaşlar, üzerinde yürüdükleri patikayı mezbahaneye çevirdi. Rênas, Erdal ve Fırat’ın atış menzilinin içerisine düşman adım atamıyordu.

Zamanın öğlen saatlerini ramak geçtiği bir anda hemen karşımdaki sırtın üstünde bir karaltı gördüm. Bu karaltıyı akşam saatlerine doğru netleştirinceye kadar çok merak ediyordum. Şayet oradaki düşman ise hayatımı her an kaybetmem imkân dâhilinde idi. Bir şekilde benim savaş dışı kalmam, Rênas arkadaşların durumunu da tehlikeye sokabilirdi. Çünkü düşman en öndeki mevziiyi düşürüp arkadaşlara karşı üstünlük sağlayacaktı. Düşman benim mevziimi ele geçirseydi diğer arkadaşların pek bir şansı kalmayacaktı. Boynumda dürbün de olmasına rağmen düşmanın yoğun atış temposu karşısında başımı kaldıramıyordum. Her başımı kaldırdığımda ise bana ancak bir ya da iki mermi atma fırsatı doğuyordu. Benim bir mermime karşı her halde düşman bizim elimizdeki cephanenin tümü kadar cephane kullanıyordu. Bu şekilde akşam 4’e kadar çatıştık. Bir ara düşmana etkili vuruş yapıp onları bir kademe geriye püskürttük. İşte böylesi bir anda karşımdaki sırtı kontrol etmek için fırsat doğuyordu.

Dürbünü gözüme götürerek karaltıya baktım. Karşımdaki düşman gücüydü. Fakat bu her kimse dört saat boyunca uzanarak elindeki suikast silahının dürbününden bana bakıyordu. Silahımı dizlerimin üstüne indirdim. Gerçekten de yapacak bir şey yoktu. Ne arkasına atlayabileceğim bir taş vardı ne de bunun imkânı. Sırt en fazla 150-200 metre benden uzaktı. Bir nişancı için kaçırılmaz bir hedefti. Dürbünden ben ona o da elindeki suikast silahının dürbününden bana bakıyordu. Ne zaman ateş edeceğini merak ediyor ve onu bekliyordum. Fakat beklediğim o an gelmiyor adam tetiğe basmıyordu. Zaman ilerliyordu. Dürbünü onun bulunduğu alanın etrafından gezdirdim. Acaba ondan başka kimseler de var mıydı diye merak ediyordum. Onun hemen 20 metre solundaki yüksek uçurumlu kayaların tepesinde şok olabileceğim bir şey daha gördüm. Kayaların en üstünde bir insan silueti vardı. Gördüğüm bu siluet bir kadına aitti. Ayakta dimdik durarak batmakta olan güneşe bakıyordu. Aslında bakmak da değil; sanki bir şey gösteriyordu. Biraz daha dikkatli bakınca bu kadının bir arkadaş (gerilla) olduğunu ve sağ elinde tuttuğu çok uzun olmayan saç örgüsünü güneşe uzattığını gördüm. Daha önce bu kadın arkadaşla hiç karşılaşmamıştım. Bizimle beraber olan diğer kadın arkadaşlar vadinin hemen biraz üstündeki kayalıklarda mevzilenmişlerdi. Peki, kimdi bu arkadaş? Hadi gördüğüm bir rüya olsun… Peki, bir insan nasıl olurda daha önce görmediği başka birini tasavvur ya da hayal edebilirdi? Peki, kimdi bu ve orada ne işi vardı? Ne yapmaya çalışıyordu? Bu ve bunun gibi sorular kafamı allak bullak etmişti. Hadi diyelim ki oradaki yaşananlar bir gerçek olsun… Peki, nasıl olurda orada halen durabiliyordu. Daha az önce kobralar o kayalıkları delik deşik etmişti ve oradaki kayalıkların her metre karesine bir saniye içinde en az onlarca mermi düşüyordu. Ya oradaki normal bir şey değildi ya da ben rüya görüyordum. Bu yoğun çatışmanın içerisinde gözümün önünde dürbün ve diz üstü bir vaziyette uyumuş olabileceğime inanmıyorum. Bu kadın arkadaş sonra başına sağ tarafa çevirip, yerde uzanıp bana nişan alan düşmana çevirdi, baktı. Adama dönüp baktım. Sanki bu iki siluetin arasında bir etkileşim yaşanıyordu. Çok fazla sürmedi adam silahını yerden kaldırıp eline aldı. Önce dizüstüne sonra da ayağa kalktı. Bana bile bakmadan bulunduğu sırtın üstünde kendini aşağıya bıraktı. O an silahımı hemen elime alarak nişan alıp önümden yavaş yavaş süzülüp giden bu askeri vurabilirdim. Ama duygu ve düşünce dünyamın çatışma esnasındaki savaş benliğime gönderdiği bütün komutlar bunu yapmamam gerektiğini bana söylüyordu. Bu asker yürüyerek yavaş yavaş gözden kaybolurken aklıma tekrar kayalıkların üstündeki siluet geldi. Dönüp oraya baktığımda ise bir daha onu göremedim.

Bir iki saat sonra akşam karanlığı çöktü. Heval Fırat bu karanlığın belirginlik kazanıp uzak alanları görünmez kılmasıyla birlikte koşarak yanıma geldi. Heval Rênas’ın çekilme talimatını verdiğini ve benimde acil gelmem gerektiğini söyledi. Bende iletilen talimat üzerine Rênas arkadaş’ın yanına gittim. Bütün arkadaşlar orada toplanmıştı ve hepsi de sağlamdı. Birkaç dakika geri çekilme hattını tartışıp netleştirdikten sonra harekete geçtik. Düşmanın az önce indirme yapmak isteyip de indirme yapamadığı bir boğazı geri çekilme hattı olarak kararlaştırdık. Evet, düşman oraya indirme yapamadıysa kesinlikle orası boş olmalıydı. Bu nedenle ben ve Erdal arkadaş öncü olarak boğaza doğru ilerlemeye başladık. Düşman çember atabileceği son noktaydı boğaz. Boğazdan sonra ise bir düşman hareketliliğini pek düşünmüyorduk. Rênas arkadaşlar bizden 10 dakika sonra harekete geçeceklerdi. Ben ve Erdal boğazın 30 metre yakını denilebilecek kadar bir mesafeye geldik. Boğazın ne sağındaki ne de solundaki kayalıklarda bir hareketlilik yoktu. Boğaza kadar toplam yolu bir saatte kat etmiştik. Ve son kırk dakikadır sağanak halinde, şiddetli bir şekilde yağmur yağmaya başlamış ve iliklerimize kadar bizi ıslatmıştı. Ben ve Erdal arkadaş boğazı hemen aşıp yüksek dağ silsilesinin arka tarafına geçtik. Boğazda bekleyemiyorduk. Çünkü yağmurla beraber çok şiddetli ve soğuk bir rüzgâr esiyordu. 10 dakika sonra ise aynı duyarlılıkla Rênas arkadaşların grubu bize ulaştı, sonra hepimiz kendimizi derin Lîçik vadisine bıraktık. İki saatlik yürüyüşten sonra büyük bir kaya kütlesinin yanına ulaştık. Rênas arkadaş geceyi bu kaya kütlesinin dibindeki boşluklarda geçirebileceğimizi söyledi. Bizde uygun bulduk ve bu kayalıkların dibindeki boşluklarda yerimizi yapmaya başladık.

Herkes yerine yerleştikten sonra dinlenmeye başladık. Hava çenelerimizi titretecek kadar soğuktu. Ben ve Erdal iki kişilik bir yer yaptık. Üstümüze de çok ince yağmurluklarımızı attık. Üstümüze attığımız yağmurluklar ancak bir sera naylonu kalınlığında idi. Fakat rüzgâr geçirmiyordu. Birde Erdal’la sırt sırta verip yatınca yağmurlukların içi kalorifer gibi ısınmaya başladı. Soğuğun etkisi de kırıldığına göre artık yatabilirdik. Erdal zaten kendisini uzatmaya başladığı andan itibaren horlamaya başlamıştı. Heval Erdal bugün çokta yorulmuştu. Daha bu yaz katılmıştı gerilla saflarına. Ancak 5-6 ay’ı olmuştu. Uzun boylu, esmer ve yapılıydı. 25 yaşında bir minikti. Başını dizlerimin üstüne ya da göğsüme koyarak yatmaktan büyük zevk alıyordu. Tam bir espri, şaka makinesiydi. Arkadaşlar bu Amedli arkadaş için; “şayet bir gün Erdal ölse bile son şakasını yapıp öyle öteki tarafa yelken açacaktır” diyorlardı.

Bir gün bir jeneratör zehirlenmesi kampımızda yaşanmıştı. Kamptaki sayının yarısından fazlası bayılmıştı. Erdal da bu mağdurların arasında idi. Fakat o diğerlerinin aksine olduğu yerde bayılmamış, koşarak aşağıya bizim yanımıza gelmişti. Güler bir yüzle Kürt sanatçı Seyda Perinçek’in Kanê Em Bire Hev bûn şarkısını söyleyip Şaban gibi kendini yere bıraktı. Biz Erdal yine şaka yapıyor sanmıştık. Oysa gerçekten bayılmıştı.

Erdal’la birlikte yattığımız uyku modunu diğer arkadaşlar da esas almışlardı. Öyle sanıyorum ki onlarda Erdal gibi yatmışlardı.

Ben ise o geceyi hiç uyumadan geçirdim. Çatışma esnasında gördüğüm o esrarengiz tablo karşısında halen şoktaydım. Erdal’ın en komik halleri bile gördüğüm bu hayal seremonisinden beni alamıyordu. Ama açıkça söylemek gerekirse bu kadın arkadaşı bir daha görmek isterdim. Her şeyiyle tam bir gerillaydı, kumral orta boylarda ve yapılıydı. Dolgun yüzlü ve bu dolgun simayla özdeş ufacık gözleri vardı. Daha önce kesinlikle görmediğim bu kadın arkadaş neden bana bu kadar aşina gelmişti? Geceyi bu ruh haliyle hiç uyumadan geçirdim. Çünkü varlığı bile bilinmeyen bu insan profiline kendimi borçlu hissettiğimi de bilmiyordum. Ama sanki burada şu an onu düşlememi bile ona borçluyum.

Sabah erken arkadaşların hepsi uyandı. Dibinde yattığımız bu büyük kaya kütlesinin etrafında 5 gün geçirdik. Operasyon kapsamının genişleyeceğini düşünerek alanı çok kullanmamaya özen gösterdik. Bahardı, daha tomurcuklar bile patlamamıştı. Ve yine adımlarımızı attığımız her bir toprak parçasında derin izler açılıyordu. Bu da bir deşifrasyona yol açtığından güvenlik hususların dikkat etmemiz gerekiyordu. Öte yandan yanımızda hiç erzağımız yoktu. 5 gün boyunca arkadaşlar araziden topladıkları gulik otunu daha yaşken fazla dövüp közledikten sonra yiyorlardı. Baharın ilk otu olan gulikin birde yan etkileri vardı. Boşaltım ve sindirim sistemlerimizin hiç zorlanmadan sindirdiği bu besinler şutiklerimizi baya sıkmamıza neden olmuştu. Yani açıkça söylemek gerekirse ishal yapıyordu. Beşinci günün sonu yediğimiz bu otların derin etkilerinden dolayı Erdal’ın deyimiyle bırakın tenimizin bile yeşile çaldığını, sanki dünyaya yeşil camlı gözlükten bakıyor gibi olmuştuk. Altıncı gün erzağımızın bulunduğu elverişli gerilla alanlarına gittiğimizde ise arkadaşlar daha önceden gömdükleri un çuvalını çıkararak hamur yaptılar. Sonra fırıncı arkadaşlar çıkarak bu hamurda 2 torba ekmek yaptılar. Fırıncı arkadaşlar daha sonra torbalara koydukları ekmekleri heval Erdal’ın önüne koyarak “ye Erdal ye çuvalımızı da ye” diyerek takılmaya başladılar. Nezaket icabı, Erdal arkadaşta; “beni düşündüğünüz için teşekkür ederim arkadaşlar” diyerek ince bir taciz ya da espri yaptı.

Hani OZAN- ŞAİR der ya, “hayatta en acı şey merhaba diyerek birleşen elerin, elveda diyerek ayrılmasıdır,” kastedilen ayrılık eğer fiziksel bir kopuş ise gerilla olmak daimi bir yolculuk halinde olmak demektir. Bir diyardan ötekine demektir. Bu anlamda sınırsız bir ayrılıktır gerilla.

Ama gerillanın özsel ayrılığı asla ve hiçbir zaman tümden bir kopuş olmamıştır. Vuruldukça çoğalanlar, öldükçe yaşayanlar olduğumuz gibi AYRILDIKÇA BULUŞANLARIZ DA… Her bir son yeni bir başlangıçtır. Daimi bir bahardır gerilla.