Yeni bir yıla, yeni bir deftere ve daha umutlu bir geleceğe kapıyı aralamışken merhaba diyorum bizi yaratan kutsal ışığa, hakikatin pirine.
Tüm beyin hücrelerim ışığa kesmişken, yüreğim sevgi ve hasret tanecikleriyle derinden titreşirken ülke olup akıyor benliğim sana doğru ey hakikatlerin piri!
Sesim belki dağlar kadar engin, nehirler kadar taşkın, denizler kadar dalgalı, gökyüzü kadar sonsuz değil ama sana ulaşmaya çalışan, seninle atan şu sol yanımda yumruk olmuş garip bir yürek var. Dağları aşıp sana yetişmeye hazır, nehirlerde sel olup taşmaya hazır, denizlerde fırtına okyanuslarda kasırga olup yıkmaya hazır, gökyüzünün derinliği olup yutmaya hazır…
Evet bilirim. Bazen hüznümün çığlıkları yutar beni, çaresizliğin kara lekeleri üşüşür gözlerime. Ancak yüreğimde taşıdığım ışıktan gerçekliğin geçit vermez, ruh olur dolar tüm bedenime, sarar tüm benliğimi.
Merhaba diyerek sana, başlamak istedim bu temiz sayfalarına defterimin. Ama neylersin ki kalemimiz tutuk, gerçekliği yakalamada biraz beceriksiz. Yine de yürüyorum üzerine gerçekliğin onu olduğu gibi kabul etmeyerek değiştirme çabasıyla…
Dost Ateşi; Soğuk Ateşlerin Karanlığında Yitip Gitmedi
Toprağın, ormanın, dağın tılsımı bozuldu. Ateşe düşen her parça çatırdayan çığlıklara dönüştü. Derin iniltiler, kutsal manalar, akışlar, serzenişler, yakarışlar saf bir sessizliğin anaforunda yitip gittiler. Ama yine de bozulan o tılsımın güzel tınısı ormanların rüzgarda salınan ağaçlarından, derin vadilerde akan derelerden ve yamaçlardan, yamaçlara uçuşan kekliklerin kanat çırpışından ve pepukun dertli, hasretli sesinde yankılanıp duruyor. Yanan evlerin sütunlarının, çêranlarının çatırtılı sesleri kaybolmadı. Anılar derin yıkıntıların altında duyulmayı bekleyen birer çığlıktır. Lozinlerin o sıcak, kucaklayıcı dost ateşi; soğuk ateşlerin karanlığında yitip gitmedi. O; yemyeşil dağların zemheri kışlarında, ayaz gökyüzünün masmavi duruluğunda, tipilerin, boranların nefes aldırmaz vurgununda yanıp durmakta dağ sevdalıların yüreklerinde. Asırlık ziyaretlerin mumlarının ışıltısı belki de hiç sönmeyecek bir meşaledirler, hala dağ başlarında. Öpümlük taşların sıcaklığı, içimlik toprakların ferahlatıcı sevgisi bir daha hangi zamanlarda soluklanacak sığınaklar olacaklar, bilinmez belki de ama umudunu kurak çöl deryasında yağmur damlalarına dönüştürüldüğü bu zalim zamanlarda hangi yürekler toprağın ve dağların bu ruhlarını yüklenirler kim bilebilir ki!
Ey gören göz, duyan kulak, hisseden yürek size sesleniyorum! Neredesiniz? Tılsımı taşıyacak ellerinizle, karanlığa mahkum edilmiş lozinlerimizin ateşini hazırlamak. Dağların doruklarında, derinliklerinde yollarını yitirmiş, sırlı dualara rehber olmak… Yiten yittiğiyle kalmamalı; yanan, yakılan külleriyle savrulmamalı soğuk rüzgarlarda; derin iniltilerle, hawarlarla yok olmamalı kadim kelamlar, qeseler, sanikler. Belki de masalsı zamanların kapkara islerle süslenmiş büyük, devasa ustunlarının çevresinde kendinden geçmiş derweşler semah dönmektedir hala. Kim bilir. Duyulmayacak ses görülmeyecek anı yoktu belki de evrende.
Yollar! Kaderimiz olan yollar… Peşine düşüp habire dolandığımız bizi biz yapan yollar. Şizofrenik bir düş gibi sanki. Yılan gibi dağlara tırmanan, orman kuytuluklarında kaybolan, yayla rüzgarının ılık esintisiyle toprak kokan yollar. Nicesine yarenlik edip de yarıda tüketen yollar. Uzun ve engebeli… Kimisini kavuşturan, kimisin de geri getirmeyen yollar. Yılan pusulu, kör kurşunlara delik deşik yollar. Şarapnel parçalı yollar. Hatıralar ve yaşanmışlıkların ince ince nakışlandığı, gözyaşı olup aktığı, haykırış olduğu taa dağların doruklarına, yıldızlara kadar parladığı yollar. Ve bu yollar, dayanma ister, dirayet ister. Işıl ışıl parlayan gözler ve tertemiz gülüşler ister. Ter oluk oluk olup akmalı tozuna karışmalı, yolu yoğurmalı. Ayaklar sağlam basmalı, hissetmeli sıcaklığını daha önce geçmişlerin. Göz bir şahin keskinliğinde görmeli en ince detayları ve beyin nakşetmeli portre portre. Yolun sıcaklığı cemre kokulu toprak gibi ısıtmalı yüreğini. Yani sen açmalısın yürek kapılarını gerçeğin en nadidesine. Ellerin özgürce salınmalı, bazen namlunun soğuk okşayışlarını aramalı. Bazen de yola dönüşmelisin, hissetmelisin tüm bedeninle onu. Bırak lekesi kalsın bedeninde. Yol dedin mi vadi derinliğinde akmalı ya da yüzlerce zikzak çizerek sonsuzluğa gider gibi kıvrılmalı dağ doruklarında. Bazen sır olmalı ki arayıp bulasın. Yol dediğin suyu takip etmeli, her iki yanı uçurumlu gri kayalık olmalı. Bir zaman sonra ormanlı bir yamaca dayanmalı ki seni sana anlatabilsin. Dereroj’dan Korta Morê Şa’ya gitmek gibi mesela.
Kapkaranlık bir dünyadan rengarenk şehir ışıklarına kesmiş bir dünyaya. Gece karanlığında yolun yorgunluğu nane kokulu, yosun kokulu suyla giderilirken göz ışıkların anlamına kayar. Suskun ve yorgun bir şehir bu. Telaşsız ve viran olmuş yürekler şehri. Yaşlı bir şehir, bu dağ kadar yaşlı. Yaşlılığı yaşında değil yaşanmışlığında…
Defalarca kirletilmiş, ırzına geçilmiş gibi utangaç. Işıklar kendi halinde solgun, asırlık günahlar saklar gibi. Yol uğramaz o yalancı gerçekliğe. Kirlidir, kapkaradır, kalabalık bir yalnızlıktır. Korta Morê Şa yol olup Koyê Sur’a uzanır, halaya durur gibi. Bir taraftan Sakoyu selamlar, Karsini’yi, Duzgin’i. Yol nehir de kesintiye uğramaz. Nehir yolu götürmez sularıyla. O her zaman oradadır.
Sudan sonra da devam eder. Korta Sur’a yol kıpkızıldır, Kortan’a gri. Sonrası Xeceriye, Karsiniye, Vanku ve öylece akar gider yolumuz. Mazgêrt, Xîran’a ve Perî’ye. Bu yollarda nice hatıralar nakış nakış işlendi. Yolun yoldaşlıkları aynı sofralarda tadıldı. Bazen derinden bir ağıt oldu ağlamalar, bazense bir şarkı oldu gülmeler. Gün oldu yaralı ceylanlar gibi yollara tutunarak yolu kanlarla sulayarak yoldaşlık yapıldı. Evet! Yollar, yollar hasret kokulu yollar. Siz kaderimiz oldunuz biz de size yoldaş!