HPG

Kurdistan Halk Savunma Güçleri

Geçen haftaki yazımızda özellikle tarih bilinci üzerinde durmuş ve Alevilerin tarih bilincinin çarpıtılmasına yönelik yapılan ve sonuç alıcı da olan bazı hususları belirtmiştik. Bu ve bundan sonraki yazımızda bu bilinç çarpıtmasının hangi yollarla yapıldığını, Alevî sorunu denilen olgunun ne olduğunu ve pratikte yapılması gerekenlerin ne olabileceğini dile getirme çabasında olacağız. Konuyu hatırlatmak amacıyla geçen yazımızdan bir alıntıyı buraya alıp, bunun üzerinden konuya devem etmek istiyoruz.

“Alevilik Kürt ve Türkmen halkı içinde günümüze kadar taşınmış bir yaşam biçimi, düşünce ve eylem birlikteliği, bir tarihsel var oluş gerçekliği, insanın kendi toplumsallığıyla birlikte yaşamada ısrarın, direnişin, direngenliğin, özgürlük ve var olma bilincinin kimliği, kendisidir. Bu yönüyle bakıldığında Alevilik sadece bir inanç değil, insanlık özünün bir coğrafyada ve farklı etnik yapılarda vücut bulmasıdır. Toplumu toplum yapan temel ahlaki ve politik değerlerin, zihniyetin bileşkesi, bunun tarihsel akışı, bu akış içinde iyi, güzel, doğru olanı bağrına alan ve bunu zamanda farklı biçimlerle an’a kadar taşıyan insanlığın ta kendisidir. Mezopotamya ve Anadolu halklarının her türlü baskıya, sömürüye, zulme, haksızlığa, yani devlet ve devletli olan her şeye karşı bir başkaldırı, alternatif sistem olma duruşu, bunun toplum içindeki örgütlenmesi olmaktadır.”

Evet, bu alıntıda dile getirildiği gibi, her şeyden önce, Aleviliğin bir kimlik olduğu, tarihi arka planının bulunduğu, bir felsefe ve ideoloji (yaşam biçimi) olduğu açıktır. Bu nedenle günümüzde Alevilerin sorunlarını tartışırken, ya da Aleviler kendi sorunlarını tartışıp ortaya koyarken, her zaman var olan düzene karşı mücadele eden bir geleneğin sahibi olduklarını, bu egemen düzene asla baş eğmediklerini, bunun içine çekilmek istenildiğinde nasıl karşı koyduklarını, bu karşı koyuş nedeniyle egemen sistem, yani devlet tarafından nasıl katliamlara uğradıklarını unutmadan bu sorunlara çözüm bulmaları en doğrusu olmaktadır.

Hem Osmanlı döneminde, hem de Türkiye Cumhuriyeti döneminde Türk ve Kürt Alevilerin katliamlardan geçirildiğini bilmekteyiz. Katliamdan geçirilmek, o toplumun veya topluluğun bir tehdit unsuru olarak görüldüğü, onun varlığına dahi tahammül edilemediği, egemen olanın bundan büyük bir korku duyduğunu gösterir. Demek ki bu toplumun hem düşünce sistemi, hem inanç yapısı, hem yaşam biçimi egemen sistem tarafından tehlikeli görülüyor. Bu husus çok önemlidir.

Neden? Çünkü var olan devletçi sistem kendisini mutlak görme gibi bir saplantı içinde hareket etmektedir. En doğru düşüncelere kendisinin sahip olduğunu söyler, en iyi yaşam sisteminin kendisinin oluşturduğu sistem olduğunu iddia eder, en iyi yönetim biçiminin ona ait olduğunu, kısacası toplumsal yaşama dair ne varsa kendi sistemi ve örgütlülüğü tarafından sağlandığı iddia ve saplantısı içinde bulunur. Ve devlet olmaktan, yani zor ve baskı tekeli olmaktan kaynaklı olarak kendisini toplum üzerinde zorla, baskı araçlarıyla hakim kılar ya da kılmaya çalışır. Bu nedenledir ki, eğer Aleviler devlete büyük bir korku veriyorsa, demek ki bu topluluğun temsil ettiği düşünce, yaşam sistemi, dünya görüşü ondan daha ilerde, daha doğru bir öz taşımaktadır.

Alevî felsefesinin ve yaşam biçiminin en büyük özelliği: Devletsiz olmayı düşünmeye cesaret etmesi ve devletsiz bir yaşam örgütleyebilmesidir. Elbette bunun da altında yatan gerçeklik, devletsiz toplum döneminin temel değerlerini kendi bağrında bulundurması ve bu değerleri günümüze kadar taşımış olmasıdır.

Günümüzde Alevilerin bu gerçekliği her zaman göz önünde tutmaları, akıllarından hiç çıkarmamaları ve bu gerçeklikten güç alarak örgütlenmelerini geliştirmeli, toplumsal ve siyasal alana müdahale etmelidirler. Diğer yandan ise, günümüzde gelişen ve kendi düşünce yapılarıyla paralellik arzeden, kendi düşünce sistemlerine daha fazla katkı yapacak ve günümüzde kendilerine yol gösterecek olan görüşlere de kendilerini açık tutmaları gerekmektedir. Bu hususta bunları belirtmekle birlikte, daha pratik hususlara da değinme ihtiyacı hissetmekteyiz.

Hiç kuşkusuz ki, Aleviler kendi tarihlerini, kültürlerini hem bilmeli, hem de onları gelecek kuşaklara aktarmalıdır. Bu onların hem en doğal hakkıdır ve hem de görevleridir. Bunu yapmazlarsa, günümüz kapitalist modernite sistemi içinde asimile olmaya ve bir yok oluşa doğru gideceklerdir. Dolayısıyla hem eğitim gördükleri, hem de inançlarına uygun ibadetlerini yerine getirdikleri, kültürlerini yaşattıkları örgütlenme ve kurumlara kavuşmaları gerekmektedir. Bu yönlü her türlü girişim ve çabaları kutsaldır, doğru olandır. Bu nedenle bir halkın veya topluluğun en doğal haklarını kullanması gibi, Aleviler de farklı bir inanç ve kültüre sahip olmaktan kaynaklanan her türlü haklarını kullanmaları gerekir. Bunun önünde engel oluşturan her tür girişim bir hak gaspıdır ve buna karşı mücadele etmek de en demokratik ve meşru bir haktır. Aksine, eğer bu hakları için mücadele etmezlerse, işte o zaman kendilerine karşı yapılacak olan her türlü olumsuz girişime kapı açmış, onay vermiş olacaklardır.

İkinci husus, Türk devletinin kimliği Türk-İslamcı(Sünni İslam) bir kimliktir. Dolayısıyla Alevilerin kendi ihtiyaçlarını, ya da taleplerini karşılamak amacıyla devletten medet ummaları kadar abes, yanlış bir davranış olamaz. Türklük, milliyetçilik temelinde bir Türklük olduğu için, faşizan karakterlidir ve farklılıklara tahammülü yoktur. İslamcı yani Sünni İslam olduğundan, Alevileri zaten düşman gören, sapkın bir düşünce olarak tarif edip, bu inançta olan insanların katledilmesi için fetvalar çıkaran bir karaktere sahiptir. Dolayısıyla günümüzde Alevilerin devlete yaklaşması, devletten kendi sorunlarına duyarlı olması ve çözüm bulmasını istemek boşa kürek çekmek anlamına gelmektedir.

Üçüncü husus, Türkiye'de ciddi bir demokratikleşme sorununun olduğu, demokratikleşmenin önünde ciddi engellerin var olduğu hususudur. Türkiye cumhuriyeti devleti demokratikleşmeden hiçbir toplumsal, etnik, inançsal, kültürel sorunun ciddi anlamda çözüme kavuşmayacağı gerçeğinin bilinmesi gerekmektedir. Türkiye cumhuriyeti devleti bir sistem krizi yaşamaktadır. Kriz bütünseldir, dolayısıyla çözümü de bütünsel olmak zorundadır. O nedenle Alevilerin sorunlarının çözülmesi ancak Türkiye'nin bir bütün demokratikleşmesiyle çözülebileceği gerçeğinin Alevî toplumlu ve onun örgütleri tarafından görülmesi gerekmektedir. Dolayısıyla Türkiye'de yürütülen demokrasi mücadelesine, günümüzde Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku olarak gelişen demokrasi gücüne katılmayan, bunun yanında yer almayan hiçbir etnik ya da inanç topluluğunun, çeşitli toplumsal kesimlerin sorunlarını gerçekçi temelde çözemeyecekleri iyi görülmelidir.

Bu konuda şöyle bir görüş ileri sürülüyor: “Alevî örgütlerinin kendi içinde birlik olmaları gerekir, ama bu örgütlerin Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’na katılmaları ya da buna destek vermeleri zordur; çünkü çeşitli Alevî örgütleri bu konuda farklı yaklaşım içindeler, ya da değişik siyasi oluşumlara daha yakın durmaktadırlar.” Şimdi böylesi bir görüşü savunmak ve bunun da Alevî toplumunun temsilcisi olduklarını söyleyen kişilerce dile getirilmesi tabi ki anlaşılması zor bir yaklaşımdır. Bu görüşün altında devlete yaklaşma, çözümü devlette bulma arayışının yattığını görmek zor olmamaktadır.

Elbette Aleviler çeşitli siyasi örgütlenmelerde yer alabilirler, buna ilgi de duyabilirler. Ama devletin parçası olan ve insanları devlete bağlayan siyasi oluşumların peşine takılmaları asla kabul edilemezdir. Bunu yapmak geçmişini unutmak olur. Zaten devletin kurduğu CHP gibi bir parti de günümüzde Alevileri devlete bağlama görevini sürdüren bir parti konumundadır. Fakat biz Türk ve Kürt Alevilerin şunu sorgulamalarını isteriz: 1920’de Koçgîrî’de başlayan, 1937-38 Dersîm Katliamıyla süren, 1970’lerde Maraş, Malatya, Sivas, Tokat, Çorum’da, en son da Gazi Mahallesi’nde yapılan Alevî katliamlarında kendisine sosyal demokrat diyen, günümüzde temsilini CHP’de bulan bu siyasetin ne kadar rolü, parmağı ve suçu vardır?

Eğer bu durum sorgulanırsa CHP’nin bir devlet partisi olduğu, (bünyesinde gerçekten dürüst ve inanarak yer alan Aleviler olsa da), aslında Alevîleri devlete bağlamaya, Alevîlerin sorunlarını çözmek değil de onları oyalamayı, sömürmeyi ifade eden bir yaklaşım içinde olduğu görülecektir. Dolayısıyla Alevîlerin emekten, özgürlükten, demokrasiden yana olan, bunun mücadelesini verenlerin yanında saf tutması kendi geçmişlerine uygun olandır, doğru olandır.

Unutmayalım ki, 1970’lerde Alevîlere yönelik yapılan katliamların, yine 1993’te Sivas katliamının en temel nedeni; devletin Alevîleri başta Kürt Özgürlük Hareketi olmak üzere, devrimci-demokrat, ilerici akım ve örgütlere doğal sempati duyan, onlara zemin ve güç kaynağı olan, güç veren bir konumda görmeleri ve bunu ortadan kaldırmak için böyle bir yönelime girmiş olmaları gerçeğidir. Ama işin ilginç ve tezat olan yanı, devlet Alevîleri böyle görüp, buna göre karşı tedbirler geliştirirken, Alevîler neredeyse bu gerçekliklerini unutmak istercesine farklı arayışlara girmekte veya buraya yönlendirilmek istenmektedirler. Bu da üzerinde yoğunlaşılması gereken bir husus olmaktadır.

Dördüncü husus, Alevî örgütlerinin pasif bir konumda kalma, suskunlaşma, mağduriyet edebiyatına sarılarak hak arama durumunu bırakmaları gerekmektedir. Bugün AKP hükümeti, 12 Eylül faşist askeri rejimi dönemlerini katbekat aşan uygulamalar yapmaktadır. Hem Kürt Özgürlük Hareketi’ne yönelik imha ve tasfiye saldırılarını her alanda sürdürmekte, hem de Türkiye demokrasi güçlerine yönelik bir baskı, sindirme harekâtı yürütmektedir. Dolayısıyla buna karşı direnmek en temel görevdir. Ne şekilde olursa olsun buna karşı durmak, mücadele etmek, bu yönde güçbirliği yapmak gerekmektedir. Çünkü AKP hem kendi hegemonyasını oluşturmakta ve hem de faşizmi Türkiye'de kurumsallaştırmaktadır.

Fakat bu gerçeklik ortadayken, Alevî örgütlerinin buna yönelik tutumu hiç içaçıcı değil. Elbette tüm Alevî örgütlerin durumu böyledir, ya da bu genel bir durumdur demek istemiyoruz, fakat somut bazı veriler bu konuda değerlendirme yapmayı gerektiriyor. Böyle bir değerlendirmeye neden olan olayı şöyle açıklarsak belki daha iyi anlaşılacaktır. 2 Temmuz Sivas katliamını protesto etmek için bu yıl yapılan yürüyüşte polis göstericileri Madımak Oteline yaklaştırmadı ve göstericilere saldırdı. Bu esnada bir örgüt temsilcisi polise yönelik şöyle bir çağrıda bulundu: “Güvenlik güçleri yapmayın, bize saldırmayın, biz 18 yıldır bir karıncayı bile incitmedik.” Öncelikle bu temsilcinin yaşadığı derin acıyı anlıyor ve de paylaşıyoruz. Fakat biz karıncayı bile ezmedik, bize saldırmayın, bizi niye öldürüyorsunuz, merhamet edin gibi söylemler faşist bir devlet ve hükümet karşısında acaba ne kadar gerçekçi bir söylem ve taleptir. Bu söylemin altında yatan zihniyetin böylesi bir devlete karşı direnme gücü ne kadar olabilir?

Şimdi tarih bilinci derken, işte bu hususu anlatmak için belirtiyoruz. Peki, Aleviler karıncayı incitmezken, Kürdistan dağlarında binlerce gerilla öldürülmedi mi? Hem Kürdistan'da, hem de Türkiye'de binlerce insan faili meçhul cinayetlere kurban gitmedi mi? Aleviler karıncayı incitmezken, bugün AKP iktidara gelip faşizmi kurumsallaştırmadı mı? En ufak bir hak talebinde bulunan Kürtlere, emekçilere, işçilere vahşî bir şekilde polis saldırıları yürütülmedi mi? Demokrasi adına, özgürlük adına, eşitlik adına, insanca bir yaşam adına bin yıllardır direnen Alevî toplumunun, onun felsefesinin bu gerçekler karşısında bireyi direnişe zorunlu kıldığını, bunu esas aldığını bilmiyor mu? Pir Sultan Hızır Paşa’dan hiç merhamet diledi mi? Alîşêr, Seyît Rıza, Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya ve binlerce devrimci demokrat insan bu devletten merhamet bekledi mi? Günümüzde Kürdistan Özgürlük Hareketi ve onun gerillası, Kürt halkı, Türkiye'de devrimci demokratlar tüm baskılara, işkencelere rağmen merhamet diliyor mu? Eğer kimse zulmün karşısında sessiz kalmadıysa, zalimin karşısında elpençe durmadıysa, o zaman Alevîlerin günümüzde bu zulüm sistemine karşı her türlü yol ve yöntemle karşı durmaları, bunun için örgütlenmeleri kendi tarihlerine karşı sorumluluğun bir gereğidir. Dolayısıyla böylesi bir zihniyetin Alevilere kazandırıcı olmayacağı, aksine kaybetmeye götüreceğinin görülmesi gerekmektedir.

Bu yazının son konusu olarak Alevîlere yönelik geliştirilen çeşitli özel savaş oyunlarını, bilinç çarpıtmasına yönelik girişimleri de gelecek sayımızda dile getireceğiz…

Edîp Koçgîrî