“dağ Çiçeklerim”
“Her sömürgeci ulus, faşist eğilim tohumunu bünyesinde taşır” derler.
1712 doğan ve 1778 ölen Jean Jacques Rousseau Toplumsal Sözleşme isimli kitabında “Yalnızca gücü ve güçten doğan etkiyi dikkate alacak olsaydım, derdim ki bir halk eğer boyun eğmek zorundaysa ve boyun eğiyorsa iyi ediyordur. Fakat boyunduruğunu silip atabilecek duruma gelir gelmez silip atarsa daha iyi eder. Çünkü özgürlüğü elinden alınan bu hangi hakka dayandırılarak yapılmışsa aynı hakka dayanarak onu geri alma hakkı vardır. İnsanın özgürlüğünden vazgeçmek demek insan olma niteliğinden insan haklarından hatta ödevlerinden vazgeçmesi demektir. Böyle bir vazgeçiş insan doğasıyla bağdaşmaz. Çünkü özgürlük elde edilebilir, ama kaybedildi mi bir daha ele geçmez” der.
Kürtleri sömürgecilik statüsünde tutanlar Kürtleri sadece sömürgeci statüsünde tutmamışlardır. Onlar birde Kürtlere biçtikleri sömürgeci statüyü özendirmek için ne kadar da büyük uğraşlar sergilemişler…
Bir halkı adeta belleksizleştirmek için giriştikleri uğraşları üstelik kitaplaştırarak alay etmekten de geri durmamışlardır…
Durmamanın da ilerisinde adeta alay ederler, nasıl bitirdiklerini birde alandıra ballandıra tüm dünyaya anlatarak ne kadar da büyük bir medeniyet eylemi yaptıklarını anlatırlar…
İşte “Dağ Çiçeklerim” adlı kitap tam 20 yıl boyunca Kürdistan’da öğretmenlik yapan bir hanımın öyküsüdür. Üstelik bu yıllar 1930’lı yıllardır. Yani Kürdistan’da fiziki soykırımın diz boyu yaşandığı yıllardır. Daha doğrusu fiziki soykırımı gerçekleştiren TC devleti bu kez fiziki soykırımı-kızıl katliamı-kültürel soykırımla-beyaz katliamla-tamamlamak istediği yıllardır. Dersim katliamının bir numaralı uygulayıcısı ve Kürt halkının düşmanı olan Abdullah Alpdoğan’ın Kürdistan’da görev yaptığı yıllardır…
Kitapta Kürdistan’ın kızıl katliam ardından nasıl Türkçeye yani Türkçe diline açıldığını sayfa sayfa görüyoruz. Köylerde çocukların nasıl zoraki alınıp yatılı okullara getirildiğini görüyoruz. Adım adım Türkçenin nasıl benimsetildiğini ve kendi ana dillerinin nasıl adım adım unutturulduğunu da çokça görüyoruz.
Eksik olan: “Her şey kusursuz olurdu … yerliler olmasaydı,” demeleridir. Ama kolonyalist, sömürgeleştirilen olmadan sömürgenin hiçbir anlamı olmayacağını bilir.” Ve bunun için yerlinin kalması, ama kendine benzeşerek kalması, kendisini inkar etmesi, kendisinden uzaklaşarak tam kullanılacak bir hale getirilmesi gerekir ki sömürgecilik para etsin.
İşte sömürgeciliği tümden yerleştirebilmek için ise öncelikle çocukları-özelde de kız çocuklarını-alıp dillerini Türkçeleştirmek gerekir. Dillerini onlarda çalarak yabancı olan bir dilli onların ağızlarına, beyinlerine ve yapabilirlerse dünyanın tüm hileleriyle yüreklerine şırınga edebilmelidir. Başka türlü sömürge insanı sömürgecinin hizmetine koşturulamaz, koşturulamayacağı gibi günün birinde mutlaka bu yaşadığı topraklarda yabancı olanlara karşı bir duruş içerisine girer.
Evet: “Üstelik sömürge insanının ana dili, duyguları, düşünceleri ve rüyalarıyla ayakta kalan dili, yumuşaklığını ve merakını ifade ettiği o dil, yani en büyük duygusal etkiyi yapan dil, aslında en az değer verilen dildir. Ülkede ya da halkların birliğinde bir statüsü yoktur. Bir işe girmek, kendine bir yer edinmek, toplulukta ve dünyada var olmak isterse, önce efendilerinin diline boyun eğmek zorundadır. Sömürge insanı içindeki dil çatışmasında, ezilen anadil olur. Bu zayıf dili bir kenara bırakmaya, yabancıların gözünden saklamaya bizzat kendisi koyulur” hale getirmek için sömürge insanını çok uğraşmak gerekir.
“Sıdıka Avar, Türkiye'nin çağdaşlaşması amacıyla, bir ülkü doğrultusunda, sarsılmaz bir iradeyle, zorlukların üstesinden gelebilmek için büyük bir dirençle didinmiştir. Eğitim, insanın yeniden yaratılması ise, bu işi büyük ölçüde gerçekleştirmiştir. Bu nitelikleriyle Sıdıka Avar, öğretmenlerin önünde parlayan bir yıldızdır” denilmektedir kitabın girişinde.
Tuhaf değil mi? Birilerini kültürel olarak yok edeceksin, bitireceksin, yok sayacaksın, yabancı diliyle asimile edeceksin ve bunun adı ya da yapanın adı “parlayan yıldız” olacak. Halbuki böyle bir dil katliamını yapan, kültürel katliamı yapana sadece ve sadece insanlık suçu yapmaktan dolayı uluslararası alanda yargı kurumunun önüne çıkarmak gerekir. .
Yine kitabın girişinde, kitabı tanıtırken:
“Okuyucunun bu gerçek yaşam gizlerinde, kendisini sürükleyecek, düşündürecek, aslında içinde taşıdığı insan - vatan - toprak' sevgisini bütün sıcaklığıyla bir kez daha duyuracak çok şey bulacağına inanıyorum. Okudukça vatanını, insanını, dağını, ovasını, toprağını, taşını, köyünü, komünü, varlarıyla yoklarıyla daha bir başka sevecektir, biliyorum…” denilmektedir.
Vatan dedikleri başkalarının vatanı, dağ dedikleri başka halkların katledildiği dağlar, ova dedikleri talan ettikleri ovalar, taş dedikleri orada yaşayan insanların başına yağdırılan taşlar, komün dedikleri katledilen komünler, varları yokları dedikleri ise yıllarca ellerinde her şeyleri alınarak sürgün edilen insan… ve tabii birde katledilen on binlerce insan…
Yine kitabın girişinde:
“Avar'ı görüyorum; yalçın dağlara yüz vermiş katır sürüyor, geçit vermez kayalarda 'dağ çiçekleri' arıyor... Avar'ı görüyorum; başörtüsü, şalvarını çekmiş, yoksul, toprak damda köy kadınlarına yavrularının gelecek bilincini aşılıyor... Avar'ı görüyorum, okuluna getirebildiği 'dağ çiçeklerinin dikenleşmiş saçlarından bit ayıklıyor... Avar'ı görüyorum; sınıfta, atölyede, yemekhane, yatakhanede, tuvalette 'çiçekleri'ne yaşam yolları öğretiyor... Avar'ı görüyorum; yoksul sınıfında 'çiçeklerinin kulaklarına, kalplerine Türk dilinin müziğini işliyor...” deniyor ve devam ediliyor.
Bir halkın dilinden bu kadar mı rahatsız ve tepkilisiniz?
Bu kadar mı bir halkın diline kin ve nefret besliyorsunuz?
Bir halkı yok etmek için bin dereden su getirerek o halkın evlatlarını, özelde de kızlarını kendi öz kültürlerinden, öz dillerinden yani ana dillerinden kopartmak için neler yapıldığını görünce insan kendinden utanıyor. Öyle ki Kürt çocuklarını asimile ederek, kendi kişiliklerine yabancılaştırmak için müthiş bir sömürgeci azim gösterilirken, bizler bugün bile halen kendi ana dillimiz olanı korumak ya da geliştirmek için sömürgecilerin bizlerin dillerini yok etmek ettiklerinden gösterdikleri ısrarı ve çabayı sergilemiyoruz.
“Dağ çiçeklerim” adlı kitabı okuduğumuzda sömürgecilerin oto asimilasyon dedikleri iletin gerçekleşmesi için ne kadar da çok dağ dağ, ova ova, ev ev dolaştıklarını görüyoruz.
Ve diyoruz ki sömürgeciler bizleri kültürel olarak yok etmek istediklerinden daha fazla ama daha büyük bir kampanya yani mücadeleyle bizler kendi dilimize ve kültürümüze sahip çıkmalıyız. Aksi taktirde Jacques Rousseau dediği: “İnsanın özgürlüğünden vazgeçmek demek insan olma niteliğinden insan haklarından hatta ödevlerinden vazgeçmesi demektir” durumuna düşeriz ki bu da insanlıktan çıkmakla eş anlamlı olacaktır.
Evet, diyoruz ki sömürgeciliği her yönüyle, etraflıca analiz ederek, yaptıklarının karşısına kendi öz kültürümüzle cevap vererek, ruhsal, düşünsel ve beyinsel olarak özgürlüğümüze doğru adım atalım.
Kasım Engin