Hastalığın en basit anlamı; herhangi bir canlı organizmada yaşanan aksaklık ya da çeşitli nedenlerden ötürü ortaya çıkan sağrılı durum hali olmaktadır.
Toplumun kendisinin de canlı bir organizma olduğunu düşündüğümüzde; toplumsal hastalığın sağaltılmadığı müddetçe nasıl nevroz haline dönüştüğünü son günlerde bir kere daha canlı bir şekilde görmekteyiz.
Özellikle son günlerde başlatılan cemaat-PKK ilişkilerine yönelik aslı astarı olmayan yorumlarda ve görüşlerde, toplumsal katman olarak ne kadar hastalıklı bir haleti ruhiyenin mevcut olduğunu da çok iyi bir şekilde görebilmekteyiz.
Bu hastalık hali özellikle PKK veya Kürt sorunu kelimeleri karşısında hep nüksetmektedir. Bunun kendiliğinden olduğunu elbette kabul edebilmek veya varsaymak mümkün değildir.
Bununla birlikte toplumsal hastalık dediğimiz bu durumun yelpazesi de çok geniş ve grift olmakta. Örneğin bu kesimlerin birçoğu, sorunun çözülmesinden ve barış’ın gelişmesinden her daim dem vurmaktadır. Hatta bu konuda önleri açıldığında mangalda kül bile bırakmazlar.
Bunlara bu konu hakkında çözümünüz nedir diye soru sorulduğunda ise genelde nabza göre şerbet vermeye çalışırlar. Yani öyle kökten bir yaklaşımları veya adam akıllı bir yol haritaları yoktur.
Gün olur çözüm için silahı-uçağı, tankı-topu gösterirler, gün olur çözüm için bütün aktörlerin inisiyatif alması için yarım ağızla çağrılarda bulunurlar.
Bu kesimlerin tutarsızlıklarını, bir dediği bir diğerini tutmayan civanmertliklerini! Yüzlerine vurduğunda ise kuyruklarını bacaklarının arasına kıstırarak, bir köşeye sinerler. Ondan sonra da hümaniter argümanlarla kendilerini, fikir savaşçıları ve düşünce adamları olarak göstermeye çalışırlar.
Örneğin bir tanesi ya da bir kesim çıkıp da; Hükümetin bu konu hakkında şöyle bir çözüm planı var diye herhangi bir şeyi söyleyemez.
Ama aynı zamanda konu hakkında en çok kafa yoran, gece-gündüz demeden, insanlık tarihinin görmediği işkencelerle bir ada hapishanesinde çözüm için her türlü görüşünü ve eylemini bütün kamuoyuyla paylaşmaya çalışan, Kürt halk önderliğine yönelik de her türlü çarpıtmayı ve ucuzluğu da kendilerinde mahir görmekteler.
Bugünün yönetim biçimi olarak özerklik denildiğinde; “bunlar gizliden gizliye devlet yapıyorlar” diye avaz avaz bağırıyorlar. Bunun yanında Ankara’dan yönetilen Türkiye’nin yetersizliğini de çok iyi bilmektedirler. Devletin gündelik yaşamdaki sınırlarının daraltılması yönündeki “yerel yönetimler güçlendirilsin, halk kendi meclisleriyle kendi sorunlarına çözüm bulmaya çalışsın” denildiğinde, bunlar kıyameti koparırlar; “esas maksatları devleti bölmektir” diye. Ama herhangi bir durumda da, yine bu kesim “nerede bu devlet” diye gazete köşelerinde yazılar yazar ya da ekranlarda bol bol kafa ütülerler.
Yani hem kel’ler, hem de fodul’lar.
Ne bir çözüm projeleri var, ne de siyasi erke bu konu hakkında ciddi eleştirileri var. Fakat çözüm için söylenenlere, ortaya atılan fikirlere ise daha başından set çekerek, rengi belli olmayan söylemleriyle yönelmeye çalışmanın dışında bir duruşu olmayan bu kesim, aslında bu toplumsal hastalığın nedeni olan ur olmaktadır.
Bunların durumları aslında biraz da hani o meşhur görmemişin hikayesine benzemektedir. Bunlar böyledir, barışa yönelik ya da sorunun çözümüne yönelik bir tansiyon artışı toplumda oluştuğunda, hemen efendilerinin serçe parmaklarına, kol bileklerine iki elle sarılırlar.
Halbu ki, tuttukları kendi parçalarının bir uzvu değildir, işte bunun da farkında olamamaları da başlı başına bir içler acısını oluşturmakta.
Barışın, kardeşliğin ve birlikte yaşamanın isim boyutuyla kalmasını isterler hep. Bunların cisme dönüştürülmemesine yönelik her türlü kışkırtıcılığı yaparlar. İnsana ve dünyaya dair sevgileri/görüşleri, nemalandıkları parsanın ebatlarında sıkışık kalmaktadır.
Tüm bu sebeplerden dolayı bunların bu şekilde barışa, kardeşliğe hizmet etmesi, öncülük edebilmeleri ufukta görünmemekte.
Toprak Cemgil