HPG

Kurdistan Halk Savunma Güçleri

Doğanın en genel kurallarından biri olan etki-tepki olayını açmak gereksiz olsa da toplumsal sorun ve olgularda da bunun çok geçerli bir kural olduğu herkesçe bilinir. Kürt halkının değerleri, ilkeleri ve varlığının tehlike altında olduğu, fiziksel tehditle sindirilmeye çalışıldığı bir ortamda tabii ki savunma ilkelerinin, diğer bir deyişle savunma reflekslerinin gelmesi gayet doğal, insani bir tavırdır.

Her gün yeni bir ölümün altına imza atan devlet karşısında tabii ki Kürt iradesi de kendi tavrını sergileme, savunmasını sağlama yükümlülüğüyle karşı karşıyadır. Bu savunma saldırının niteliğine ve şekline göre tabii ki karşılık alacaktır.

Kürt halkının bu bilinci geçen 32 yıllık PKK mücadelesinden çıkardığı dersler sonucunda edindiği bilinse de Kürt halkının davasının yanında olduğunu iddia edenlerin yaklaşımlarının halen üç maymunlar üzerinden gidiyor olması yürütülecek savunmayı içten bölen, zedeleyen bir konuma karşılık geliyor.

Hem savaşın, haksızlığın, sömürünün, kanın durmasını isteyeceksin, hem de sorunun çözüm kaynağına yönelerek bunu boşa çıkaracaksın. Saldırganın değil, saldırıya uğrayanın elini bağlayacaksın. Bir nevi katilin, tecavüzcünün, hırsızın tarafında duracaksın.

Son günlerde gelişen kimi olaylar karşısında üslubumuzun sertleştiği, kimi noktalarda ‘kibar’ devlet yetkilisi ve yarenlerini rahatsız edecek bir düzeye geldiği eleştirisi alıyoruz. Haklarımızı “talep” etmekten, “elde etme” sürecine geçişimiz zorluyormuş. Haklılığımızı daha uygun, ikna edici bir dille de savunabilirmişiz. Hassasiyetleri gözetmeliymişiz…

Kusura bakmayın ama sanırım biraz geç kaldınız. Bu, bir.

Hatırlanırsa 1 Haziran 2010 tarihinde kaldırılan eylemsizlik sürecinin açıklamasında hareketimiz yeni bir döneme adım attığımızı belirtmişti. Üçüncü dönem dediğimiz ve barışçıl, demokratik siyaset ve diyalog yöntemiyle çözümün artık zeminini yitirdiği gerçeğine vurgu yapılarak yaşadığımız bu değişimin gerekçelerini de ortaya koymuştuk.

Kör bir şiddetin, fazladan acının ve kanın dökülmesinin meşrulaştırılması olmayan bu stratejik değişim Kürt iradesinin kendi sistemini, yaşam koşullarını, kültürünü, haklarını bir yerlerden beklemeden ve istemeden kendisinin yaratmasını öngören bu stratejik döneme en somut haliyle Kürt halkının “varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma” dönemi dedik. Çünkü Kürt halkının katliam riskiyle karşı karşıya olduğu ve artık çektiği tüm acıların sonlandırılarak bir toplum ve halk olmaktan kaynaklanan haklarına kavuşması gerektiği gerçeğiyle yüz yüzeydik.

Bu dönemin karakteri ile birlikte yöntemleri, dili de değişti. Kaçıranlara hatırlatalım. Bu, iki.

Bu da üç… Geçmiş dönemde kullandığımız, hassasiyetleri gözeten, çoğu zaman alttan alan, niyetleri ve amacı kavratmaya çalışan üslup, hep kendinden taviz veren yaklaşım ve oldukça sınırlandırılmış taleplere alışmış olanlar tarafından bu değişime alışmak zor olacaktır. Ama olacaktır.

Herkes buna her şeyden önce dilini ve üslubunu düzelterek başlayacaktır.

Dünyayla, en faşist devlet ve sistemlerle hem de Ortadoğu gibi bir coğrafyada mücadele etme yeteneğine sahip bir hareket karşısında, onun lideri karşısında söylenecekler, kırk defa oturup düşünmeyi gerektirir.  Eleştiri yapmak, öneri sunmak, görüş belirtmek ayrı, kalkıp yol göstericiliğe soyunmak ayrıdır. Unutulmasın ki PKK’nin yıllardır yürüttüğü mücadele ve yarattığı siyasi, teorik, kültürel, askeri birikim şu anda kalkıp da Kürt sorununun kaderi hakkında atıp tutanların tahayyül edemeyecekleri enginliktedir. Ve bu birikimin sentezlenmiş hali Önderliğimiz şahsında yaşam bulmaktadır.

Eğer on binlerce yeminli militanı, milyonlarca insanı tek bir söylemiyle harekete geçirebilecek bir insan, yıllarca her türlü eziyete rağmen direnerek barışın yolunu göstermeye çalışıyor, mütevazıca diyaloga ve tartışmaya, eleştiriye açık olduğunu söylüyorsa bunun ne anlama geldiğini gelin bir daha düşünün.

Önce tanıyın. Hakkında konuştuğum, yazdığım, tartıştığım bu şey, kişi, olgu ne diye bir sorun kendinize. Kalkıp Abdullah Öcalan gibi özgür bir insanın, Önderliğimizin yaşadığı koşullardan kaynaklı sağlıklı düşünemeyeceğini bile iddia edecek kadar kendini kaybetmiş, nerede ve ne olduğunu unutan kimseleri biraz daha düşünmeye davet ediyoruz.

Ve sonuç yerine;

Açıkça söylemekte bir sakınca yok. Biz, artık bir şey beklemiyoruz. Ne devletten, ne hükümetten, ne düzen partilerinden, ne onlarla işbirliğiyle yaşayan kurum ve kuruluşlardan, ne bürokrasiden hiçbir şey beklemiyoruz. Yıllarca kapı kapı gezerek barışçıl çözüm için desteğini almaya çalıştığımız, adeta yalvarır olduğumuz, gelin birlikte barışı kuralım dediğimiz kesimlerden de bir şey beklemiyoruz. En azından kendimiz adına bir şey beklemiyoruz.

Eğer yaşadıkları ülkede boşa geçirilen, saptırmalara uğrayan her geçen gün ile birlikte ihtimali artan şiddetli çatışma ve savaş halinden kendileri ve birlikte yaşadıkları toplumun etkilenmesini engelleyecek yolları bulmak istemiyor ve bundan vicdanen de rahatsızlık duymuyorlarsa onlar adına yapabileceğimiz bir şey de yok.

Yok, ben duyarlıyım, bu ülkenin sorunlarına karşı ilgiliyim, ben de barışta çaba sahibi olmak istiyorum diyorlarsa o zaman kendilerine saflarını bir kez daha gözden geçirmeleri gerektiğini hatırlatalım. Ve herkesi biraz da edepli olmaya çağıralım. Haklının yanında olmanın bir talep, istem ve dilekle gerçekleştirilebileceği yanılgısından vazgeçmelerini dileyelim. Eğer biraz da olsa Kürt halkının taleplerine saygılıysalar Che’nin sözünü hatırlatalım “İlerici insanlığın iyi dilekleri pleblerin gladyatörleri alkışlamasına benziyor. İyi dilek değil, zafere ya da ölüme kadar omuz omuza yürümek gerekir.”

Gerisi boş…

Pir Kemal