Gençler, demokratik toplumunun üzerine beton gibi yığılan ulus devlet ve onun araçlarının “demir kafesini” kırıp, toplumu demokratik ve özgür özüyle buluşturmak için mücadele etmiyor diyenlere kızmamak elden değil.
Bu görüşü taşıyanlar, gençlerin mücadelesini nasıl görmezden gelebiliyorlar hayret doğrusu. Eğer gençler mücadelenin içinde yerlerini almıyorlarsa, nasıl oluyor da her gün onlarca genç tutuklanıp ağır hapis cezalarına çarpıtılıyor? Gençlerin iç dünyalarına inersek bu soru sadece küçük bir örnek olur. Sisteme karşı savaşan her gence sorduğumuzda eminim birçok şeyi sıralayacaktır: Tüm riskleri göze alıyorum, hayatımı tehlikeye atıyorum, yeri geliyor ailemi karşıma alıyorum, iş ve okul hayatımdan vazgeçiyorum vs. mücadele için yaptıklarını sıraladıkça sıralar. Haksız mıdırlar? Elbette hayır, bunların hepsi doğru. Peki öyleyse gençlerin bu emeği neden görünür değil ya da küçümseniyor?
Bu sorunun can alıcı cevabı, gençlerin yanlış yerde duruşlarıdır. Yani gençler, yanlış yerde mücadele ettikleri için hak ettikleri büyük sonuçları elde edemiyorlar. Adorno’nun meşhur bir sözü vardır “yanlış hayat doğru yaşanmaz.” Gençlerin durumunu bu söz çerçevesinde inceleyecek olursak, eminim daha aydınlatıcı oluruz. Gençler, yanlış yerde durdukları için doğru sonuçlar elde edemiyorlar. Gençler köy, mahalle, kent gibi küçük yerlerde kaldıkları için büyük başarılar kazanamıyorlar.
Bilindiği gibi insanın durduğu yer, onun yeme içmesinden tutalım duygu ve düşünce dünyası, hayalleri, rüyalarına değin yaşamıyla ilgili hemen hemen her alan üzerine büyük etki yapar. Bu da pratiğin sonucunu büyük oranda belirler. Dolayısıyla köy, mahalle, kent gibi küçük yerlerde yaşayanların, hayalleri de pratikleri de sıradan ve küçük olur. Kendi küçük dünyaları içinde yaptıklarını çok büyük görürler ve bu da onları yanılgılı yaşamaya götürür. İşte bunun için savaştıkları düşmanı yeterince tanıyamazlar, mücadelelerinin gerekliliklerini yeterlice yerine getirmezler. Dolayısıyla başarısızlık kaçınılmaz olur. Gençlerin yaşadığı bundan başka bir şey değil. Gençler, büyük devrimciler gibi giyinmekle, siyasi kitaplar okumakla, kafeler de, kahvehanelerde ya da okul bahçelerinde hararetli devrim diliyle her gün onlarca devrimi sohbetlerde gerçekleştirmekle, birbirlerine ateşli devrim mesajları çekmekle, belirli gün ve haftalarda gösterilere katılmak gibi son derece küçük şeyler yaparak, büyük işler yaptıklarını sanırlar. Oysa durdukları yer küçük oldukları için, samimi niyetlerine rağmen yaptıkları büyük olamaz.
Eğer gençler kendilerine en çok yaraşan dağlarda olsalardı, elbette yaptıkları da durdukları dağlar gibi büyük, yüce ve anlamlı olurdu. Yüksek ve özgür dağlarda duyguları, düşünceleri, hayalleri ve yaşamları da özgür, yüksek ve anlamlı olurdu. Eğer gençler dağlarda olsalardı, en kof bir polisten köşe bucak saklanmazlardı, ama kale gibi korunaklı sistemin korkulu rüyası olurlardı. Eğer gençler doğru yerde yani özgür dağlarda olsalardı, her şeyden önce yaşamın her şeyiyle nasıl sarsılmaz bir inanç ve iradeyle bilenip doğru yaşandığını anlayacaklardı ve göreceklerdi ki, bir zamanlar büyük sandıkları çabalarının ne kadar yetersizmiş. Bu yetersizliği bir an önce neden aşamadıklarına hayıflanacaklardı.
Eğer gençler, küçük yerlerde devrime basit, sıradan ve şekilsellikle yaklaşmayıp, devrimin kalbinin attığı yüksek ve özgür dağlarda yerlerini alsalardı devrimi sözde değil özde yaşayacaklardı. Böylece doğru yerde doğru yaşayıp, doğrusunu yapacaklardı.
Gençler yanlış yapıyor olabilir. Ama hiçbir şey için geç değil. Zararın neresinden dönersen kardır derler ya, gençlerde vakit kaybetmeden yanlışlarından vazgeçip hak etikleri ve kendilerine yaraşanı yapıp özgür dağlara çıkmalıdır. Çünkü gençler en çok dağlara yaraşır, dağlar da en çok gençlere yaraşır…
Mem Amed