Dönmek. İnsan nereye döner? Neye döner? Nedense bir şeylere, bir yerlere ağız dolusu küfür ederek ayrılanların sevmediği bir lafı kullanmak sinmiyor içime. Döndüm. İşin en çıplak söze dökülmüş hali bu olabilir diyordum. Dağa döndüm. Gören herkes ‘tekrar hoş geldin’ diyor. İçine tükürmek dışında bana çok az şey hissettiren uzak diyarlardan dağlara yaptığım yolculuk ne kadar sürdü? Mesafeleri hangi ölçüyle ifade edeceğime şaşırıyorum. Zamanı ölçülebilir zamanların hangi takviminde ölçüye vuracağımı bilemiyorum. Hem dönmek nedir? Dönmek ayrıldığın yere geri gelmektir. Mecburi ayrılıklar mutlu dönüşlere gebedir. Bazen dönmek yeniden doğmaktır. Tercih edilmiş gidişlerden geri dönmek ise acılara gebedir. Bunun için de tercih edilmiş ayrılıklardan dönmek çoğunlukla acılı bir ölümdür.
İnsan yaşadığı zamanı ve mekanı aklının ve yüreğinin hangi mekanizmasında anlama dönüştürür? Hayatı acılara boğulmuş bir toplumun evladı olmak güzellikleri rüya düzleminde algılamaya mahkum eder insanı. Bu bir algı yanılsamasıdır. Yine viran edilmiş toprakların çocuğu olmak her kötülüğü ve çirkinliği kabus olarak algılamaya zorlar insanı. Yitirilmiş güzellikler ve dayanılmaz acılar insan aklının anlam üretme mekanizmalarını param parça eder. Bu yüzden bu halkların algısı rüya-kâbus denkleminde çalışır. Güzel rüyadan uyanmak korkusu kâbustan uyanma sevinciyle at başı gider çoğu zaman. O yüzden hayatın hakikatlerini yitirmiş olmanın çaresizliğinde debelenip dururlar bu halklar. Kendi gitmelerimi ve dönmelerimi sevinç-özlem denkleminde tarttığımda uyanık kalamadığımı hissediyorum. Nerden geldim? Nereye gittim? Ne yaşadım? Şimdi neredeyim? Ne yapıyorum? Sorularına cevap ararken bütün zaman ve mekan ölçülerini neden bu kadar karıştırdığımı anlamaya çalışıyorum.
Döndüm. İnsan nereye döner? Elbette ayrıldığı yere. Peki ben ayrıldım mı? Ayrılmadığın bir yere nasıl dönersin? Ayrılmadıysam o hasret, o özlem, o yürek burkan, akıl donduran acıları bana yaşatan neydi? Bir kabus mu gördüm? Şimdi bir rüyada mıyım? Uyandım mı? Döndüm mü? Gözlerini açtığında etrafında güzellikler görüyorsan uyanmak güzeldir. Koparıldığın bir yere dönmek de güzeldir. Huzur verir insana. Döndüm lafını sevmiyorum. O yüzden uyandım diyorum kendi kendime. Hoş geldin diyenlere size de rojbaş diyesim geliyor. Oysa çoğunlukla onları benden önce uyanmış ve rojbaş zamanını geçmiş olarak buluyorum. Bunu hissetmiş olacaklar ki, en uzun yolculuk insanın kendine yaptığı yolculuktur. Uyanmak kendine dönmektir. En güzel dönüş kendi özüne dönüştür. En güzel uyanış kendine uyanmaktır. Bedenine ve yüreğine hoş geldin diyor gibiler.
Bir yıl oldu. Gittim mi? Döndüm mü? Yoksa kısa bir uykuda uzun bir rüya mı gördüm? Bir ağacın altında bir dağın tepesinde dünyaya tepeden bakarken aşağı düşme korkusunda içim geçerek bir kabus mu gördüm? Hangi analitik akıl bunun cevabını verebilir? Hangi bilim laboratuarı bu soruya cevaplar üretebilir? Avustralya’nın Alice Springs çölündeki Aborjin kardeşlerim soğuk gecelerin ateş başı sohbetlerinde bir cevap üretmişler. Buna ruhun bedenden ayrılıp gezmeye çıkması diyorlar. Uyanışa da ruhun bedene dönmesi diyorlar. O yüzden onlarda rojbaşın diğer anlamı da hoş geldin’dir. Ruhsuz beden çürür. Bedensiz ruh ise bilinmezliklerinde kaybolur. Ruh-beden bütünlüğü bilebildiğimiz yaşamın gerçek anlamıdır. Her ruh kendine bir beden arar. Uygun bedeni bulunca huzurlu yaşar. Uygunsuz bedenler içindeki ruhlar hep huzursuzdur. O yüzden kendine dönmek, ruhun kendine uygun bedene kavuşmasıdır aslında. Yitmekten korkan ruhun çürümekten korkan bedene kavuşması inanılmaz bir zevk verir insana. Sanırım Budist rahipler buna uyanış diyorlar. Uyanmak doğmaktır aslında bedenini yitirmiş ruhlar için.
Kendi halkımın ruhunu hissetmeye çalıştıkça soykırım kıskacında yitmekten korkan acılı bir ruh görüyorum hep. Kendi yurdunda sürgün olmak, kendi bedeninden sürülmek olsa gerek. Belki de bundan bir türlü uyanamamaktır her halkın korkusu. Korku ya sindirir insanı, ya da direnişe zorlar insanı. Kimi sinmiş, kimi direnen bir ruhla kavgada yaşayan halkımın rüyasını anlamaya çalışıyorum. Anlamak, görmek, hissetmek ruhsal algılarsa eğer, bu kadar anlamsız, kör ve duyarsız kılınmak istenmemizin nedenini bulmaya çalışıyorum. Sürgün yolculuklarımda yaşadığım yitme ve yitirilme korkusunun nedenini bu uyanışta daha iyi gördüm. Nerden sürülmüştüm? Ruhumdaki bu huzursuzluğun nedeni neydi? İnsanın ülkesinden kopması ruhunun bedeninden kopması gibidir. Ruhumu yanık bir tenin altındaki bu gövdede neden huzura kavuşturamadığımı, dağlıların bedensel ölümü neden bu kadar küçümsediklerini şimdi daha iyi anlıyorum galiba. Her insanın gerçek bedeni, bedenine uygun ruhu bulması aslında ruhun yurt edinmesidir. Bedensel ölüm eğer gerçek bedene gömülmeyle sonuçlanıyorsa ruh huzura kavuşacaktır.
Peki Kürt ruhunun bedenine en uygun gövde hangi yurttur? Ovalar sinmiş ruhların mekanı, şehirler yitik ruhların mekanına dönüşüyorsa gerçek beden hangisidir? Şimdi daha iyi anlıyorum. Kürt ruhunun bedeni kendi yurduysa, bu yurdun dağları direngen ruhların tek bedeni olabilir. Bu yüzden dağlar korkusuz, dağlar direngen, dağlar huzur veriyor insana. Sinmiş ruhların, korkak yüreklerin dağı öcü gibi görmesini anladıkça bir cam ekranın karşısında bile kendi yurdumun dağlarına özlem, hasret, sevinç ve huzurla bakan halkımı daha iyi anlıyorum. Dağa çıkmak bir ruh göçüdür aslında. Bedeninden kopmuş ruhların bir uyanışla bedenini fark etmesinin, yaşamı hissetmesinin sevinci ve huzuru.
Döndüm. Sevinçliyim. Huzurluyum. Bedenimde olduğumu hissetmek için yıldızlara bakıyorum her gece. Ve hiç sönmeyen Çobanyıldızı’na bakmanın neden bu kadar hüzne bulaşmış bir sevinç, ürkek bir huzur yarattığını daha iyi anlıyorum şimdi. Yıldızlarla arama bir şeyin girememesinin yüksekliği ve yakınlığı ruh-beden birlikteliğinde yaşamı hissettiriyor insana. Çünkü biliyorsun burada ölmek bile bir ruh yitimi değil, insanın kendi bedenine gömülüp huzur getirecektir.
Döndüm. Uyandım. Yıldızlara baktım. Huzurluyum. Yolculuk nasıl mı geçti? Kâbusta rüya gören biri gibiydim. Kâbus gibi bir yolculukta savrulan bedenim acılarda kıvranırken ruhum hep kendi gerçek bedenime kaçıyordu. Hani derler ya yediğin-içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat. İnsan aklının kendini teselli mekanizması kabusları çabuk unutmak biçiminde çalışırmış. Ya da kâbusları başkalarına da anlatarak hafifletilebilir korku. Uzun bir kâbustu. Toprağa basamamak, yollarda yürüyememek, ışık kirliliğinde yıldızlarını yitirmek, izbelerde kendi aklından kaçma çabası, huzuru hasretlik sohbetlerde aramak. Ve en kötüsü kâbusta olduğunu bilmek ama uyanamamak. Kaçış olarak kendi kâbusunda çaresizce kendi rüyalarına sığınmak.
Gün doğumunu ilk karşılayan bir tepede son nöbetçinin rojbaşına uyanmak. Dönmek bu olsa gerek. Ya da doğmak. Dönmek, uyanmak ve doğmak. Hangisidir yaşama başlamak? Bilemiyorum. Uyku sersemiyim. Közde yanmış ekmeğin yanına koskoca bir lalik mercimek koyup dibini silmek kabus gördürüyor adama galiba. Son bir yıl ki halim kabus görmüş olma yorgunluğuyla yaşama yeniden uyanma huzuru ve sevincinde gidip geliyor. Her gece ayazda Çobanyıldızı’na bakıp titreyen bedenimle uyumadığımı kendi kendime ispatlamaya çalışıyorum. Ve her sabah kendi bedenime uyandığımı ispatlamak istercesine mağaranın tünelinden fırlıyorum güneşin doğuşunu izlemeye.
Döndüm. Ayaz gecelerde gökyüzünün berraklığı huzur veriyor ruhuma bedenim tir tir titrese de. Bulutların üzerinde bir ada gibi yüzen dağların arkasında doğan güneşin ilk ışıklarının vurduğu taşı okşarken sıcacık ellerim. Güneşin ulaşmadığı her şey haram. Yıldızları göremeyen her göz kör. Haramda yaşamak haramsa ve yaşamak görmek ise yaşıyorum. Helal, huzurlu, sıcacık.
Döndüm. Ne mi buldum? Çoğalmış kendimi. Bedenini bulmuş ruhumu. Ve hasret kaldığım huzurumu. Huzuruma döndüm. Hoş mu geldim? Evet! Rojbaş…
Jêhat Bêrtî