Söyledikleri kadar varsın. Bu Sırat değil, seni onlara, onları sana bağlayan söz köprüsüdür. Senin için seni söyledikleri yüzüne en az iki yürekten kan dolmuyorsa yıllar cam ayazlarına konuşur. Kendi çizgileriyle oynarken uçarıdır, sert gece ayazının yalnızın ölümüne güzellemesi kadar hazin. Başladığı yere dönen delişmen dere, her akış biraz da aklın zorudur. İnadın bir nedeni var; sabırsız yara kabuğu gibi kıyısını aşındırırken tanımamak aksini. Aynasına küskündür acı su. Aç gönlünü artık gece bilgisine, çürümeden önce olgunluk gelir.
Ellerine dokunur gibi yap. Sevgiyle öptüğün yüreği yıkar gibi. Bir eşyasını al birinden ve kullanırken kendini oyna. Tuzdan deniz süz, kendini senin olmayanı yitirme korkusundan. Sormadan bulamazsan yalanı, gül aldanışlarını unut. Zar ağlasın, erisin arı kanatların. Zakkum düşlerine konuk altıgen uçuşlara deli bal erisin. Gizli hatıralara gülümseme beyazı jestler çiz, yeşil göllerde yel dokunuşları silsin yanlışları. Al, kar harfleri damıtılmış yalnızlığın, emzirdiğin çoğunluğun zehirli tadından bir damla. Evleriyle hüznü de boşalmış yasak mıntıkalar dışında bulamayacağın tasvirler. Birbirinden unutkan renklerde geçirgen gövdenin bize uzak ışığı sorgusunu bul.
Ve su, bir tek şimdi varız, sen bizden önce ve bizden sonra. Seni tanrı gönderdi, kovduğu bizim gibi, cennetinden kovduklarının yanına. İhtimalin sonu kapıdaki yüzler, bir aşiret deneyi, suskunluğunun demlendiği izbe bataklık. İçeri girmek için birer bahane unutman gereken. En güzel bahane kapı önlerinde bulunur, çitte savurgan, kirpiğin sıkı naz geceleri. Kaç yıkamada aklanacak eski giysilerin yaması, kaç Elvan gül solunca belleğinde, can özgesi yansıdıkça paslı kılıçlarda sen temiz türbelere mi akacaksın? Toprağa gömük uğultu katliam, içe dönük her söz sesini aramaktır, figan buluşamadığınız pişmanlık, pişmanlıkla başlayan bir başka buluşma. Yalnız kendini ağlatmaksa yine de marifet. Kalıntı sözcüklerdir bizi, seni yürüten, başkasının kolları gibi düğümlü ağaçlar arasında, arasında sanki gerçeğin iki hayalinin, her birimizi ayrı yöne çeken gölgelerin bıraktığı buluşmaya istekli tek sıra sözcükler, sıra bozan sevimli, birkaç adım ötede ilerleyen söz demek buluşma;
Bitince solgun günler, dudaklarımızdaki başkasının sessizliği, ayıp, zulüm, suç gibi eksiksiz bu düşüş ve üç dört gün daha…
Kıyıda bir gölge sana bakacak, geçip giden bulutlardan kalan sözcüklerle
SÖZ KIZILDERE SÖZÜ!
“Ölmesen yenileri doğmazdı. Annem abimin kulağına küpe fısıldamazdı adını.” Bu, bundan on iki yıl önce bir duvar gazetesine Mahir Çayan’a ilişkin yazdığım yazıdan bir tümceydi. Yazıdan hatırımda kalan bir başka ayrıntı Mahir Çayan’ı bir otobüste Samsun’dan Ankara’ya doğru üniversite okumaya giden bir gencin uzak aklına ulaşarak betimlemeye çalışmamdır. İmgelemim onun kafasını bir otobüs camında tersine akan ağaçlıklar içinde bırakmadığı kendi yansımasıyla bir arada buluvermişti. Onun hayaline doğru utana sıkıla yol alırken şöyle demiş olabilirim: “Yansımada ne bulmuştu? Merak daha dayanılır bir işkence yolu muydu düş söktüren bilmenin gölgesinin yanında? Bir kez bildikten sonra düşüncesiz durmaya hangi yürek dayanırdı?”
Şimdi yansımanın gözündeki Mahir Çayan’ı görmeye çalışıyorum. Üç görüntü ediyor hesaplarıma göre…
Anımsayabildiğim en eski zamandan birkaç yıl sonrası seksenlerin başına denk düşerken ben bir ilkokul öğrencisiydim. Tipik cennet bir köy yerinde en ayırt edici olay köyümüzü ortasından ayıran dereydi. Derenin özel bir adı yoktu; adı Dere idi. Dere denmesi en çok da kaynağın olduğu yere yakışıyordu. Ovada adını yadsıyan dere, aşağıdan yukarıya doğru dağ uçurumuna yaslı ve şaşılası ada dayalı Dere’ye dönüşüyordu. En az dere olduğu yerde. Bu ad sıra dışı bir yanının olmamasından da ileri gelebilirdi. Munzur dağlarından doğan tüm dereler gibi yeni silinmiş akvaryum camı görünümü ve eşsiz alabalıklar. Adı gibi katışıksız, soğuk suyunun ona armağanıydı. Başka herhangi bir takı, sıfat bulandırır endişesi. Yatağında özgür akmak böyle mi olurdu? Onu oluşturan bölümlerin birer adı vardı, ola ki bu adların toplamına eşitlenmekti Dere. Köy yerinde bir yatakta akan bir şeyi toplamak için kaynağa inilirdi. Buna yağmur duası da denebilirdi.
Dere dağdan kopardığı çağıltısı, köpükler oluşturan minik çavlanlarıyla aşağıya ilerlediğinde sola doğru bir rota izler ve Fırat’a karışırdı. Benim solum iyimser. Doğaya bağımlı köy halkının, solcu diye bilinen oluşumlara yakın durmasında o derenin de payı olduğu yönündeki kuşkularımda gram deseniz gerileme yoktur. Düşünceme göre Mahir Çayan otobüste başını sola devirmiştir, sonra yansımasının sağa yattığını görünce gözlerini kapamıştır.
Anneme dönmek istiyorum. Annem kendisinin başka bir ad verdiği abime üç veya dört kez kesintisiz olarak Mahir derdi. Belki abimi biraz erken doğurmuş olmasının açığını böyle kapatıyordu. Abim, Çayan’ın ölümünden sonra doğsa bir şey değişir miydi? Bence güzel gelen aynı adı vermek değil, onu ara sıra hatırlamaktı, oğul söz konusuysa bu bir anne için her an demekti. Ardı ardına aynı tonda, bir sonrakini gücendirmeden çıkan “Mahir, Mahir, Mahir!” dizisi küçük camlara vuran yağmur sesi gibiydi. Ya “Mahir Çayaaan!” diye noktalanan sevgi seline ne demeli... Ben gücendim mi camdan sessiz akan damla gibi? Mahir adının kutsandığını o günlerde anlamıştım bizim evde, abimde cisimleştiğini, kanımca buna itirazım olmadı. Bu adın abimde anımsanmasının fonetik bir karşılığının olduğunun da bilincindeydim, başka nedenlerin de. Abimle yarışmak gibi bir derdim yoktu. Tek sorun benim adımın fonetik olarak karşılık bulduğu bir kahraman adının hazırda bulunmayışıydı. Sadece o olsa hadi neyse… Besbelli bu kahramanlar nasıl yapmışlarsa, söylemin hangi inceliğini, sivri ucunu bulmuşlarsa bu uzak köye ulaşmışlardı. Ve ben onların adlarına bile uzaktım. Bunun üzerine bu kahramanları kendimle özdeşleştirdim. Eski bir solcunun öğüdünde bulduğum yeni kimlik sayesinde.
“Anlatılanlar sonra gelir, düzensiz, telaşlı yazgıdan da sonra. Anlatılmak izdüşümü olmaktır unutma; tarife uğrayan gölgelerdir. Çokça bulunurlar, çabuk da kaybolurlar. Gerçeği en iyi yansımalar bildirir ama bunun kendilerine yararı olmaz. Sende bugüne sürgün yılların kokusu sinmiş uzaklık, sırtını döndüğün her şeyde senden ayrı bir varoluş, bu ikisinin öyküsüdür. Gel bugün öyküyü dinle, sonra ayaklanırsın. Ayaklanmasan bileklerini kesen zinciri başka türlü anlatamam.” Bunu ciddiyetle düşündüm. Ne olduğunu o günlerde anlamaya başladığım geleceğin ağır baskısı altında. Ondan kaçarken ona sürükleyen etkili bir baskıydı. Araya yıllar girdi, ne değişti bilmiyorum, annemin abime art arda Mahir deyişi ise kulaklarımda capcanlı.
Onlar bizdendi. Artık üç devrimcinin (Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya) bizde neden o kadar tutuldukları, “gençler” denerek bağırlara basıldığı anlaşılıyordu: Ölümün üç değişik biçimini altın tepside sunmuşlardı gözden düşmüş, her anı eli kolu bağlı ölümü kıskandıracak bitirilmelerle yüz yüze insanlara. Tek başına işkence acısı, üç kişilik darağacı, kurşunlarla delik deşik olmuş on beden. Ancak bu yolla aralanabilmiş yaşam umutları.
Kızıldere de böyle bir yerdi. Tokat ili Niksar ilçesine bağlı bir köy. Diyelim bir deresi vardı, tan kızıllığından almıştı adını. İnsanları hep yoksul ve suskundu, bitkin yüz çizgilerinden hemen silinebilecek kuşkudan bile çekiniyorlardı. Köy Türkmen köyüydü. Alevilerdi. Bir zaman yenilmiş Baba İshakların torunlarıydı kim bilir. Kapıları zorba düzene karşı durmuş herkese açıktı. Bu nedenle kapılar hemen açıldı, aynı dramatik nedenle de ihbar yapıldı.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edileceklerdi. Onlar THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) önderleriydi, Mahir Çayan ise THKP-C’nin (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi). Mahir Çayan ve yoldaşları 27 Mart 1972 günü Ordu Ünye’deki NATO üssünde görevli üç İngiliz teknisyeni yanlarına alarak Kızıldere’ye getirdiler. Amaçları pazarlık yoluyla idamları engellemekti. Eğer bunu başaramazlarsa kanlarının son damlasına kadar savaşacaklardı.
68 kuşağının ruhu dipdiriydi. Ayrışmalar henüz bir ağacın küçük dalları kadar uzaklığı anlatıyordu. Öyle olmasa ne olur? Türkiye şimdilik yarı sömürge ya da tam sömürge değildi. Dikta mıdır, oligarşi midir sorunsalından çıkışta Milli Demokratik Devrim ve Sosyalist Devrim anlayışlı günlerindeydiler. Kırdan kente mi, kentten kıra mı devrim tartışmaları bir hafta soluklansa kıyamet kopmazdı. Kıyamet Ankara Merkez cezaevinde koptu kopacaktı. Ya da daha yakında Kızıldere’de. Örgüt dedikleri şu durumda ilkelerini başka türlü yorumlamaya ve diğeri için yapılacak her girişime göz yummaya saygılıydı. Söz konusu olay suyun içinde eriyen şekerin durumuna benziyordu. Kimlikler birbirine karışarak yeni biçimler alır ama asla kendi varoluş gerçeğini yok sayamaz; su bir şekilde sudur, şeker de nasıl olmuşsa o suyun içine girmiş şeker; ıslak şeker, tatlı su. Öncü savaşı vererek kendini feda eden devrimciler devrimin önkoşuluydu. Bu o gün devrimcilerin ayrım gözetilmeksizin devrimci olmasıyla çelişmiyordu, kendini kanıtlamak için de bulunmaz fırsattı bir eylem. Zaten biri ölürse diğerinin yaptığına yaşamak denmezdi, devrimcilik hiç denmezdi. En önemlisi onları bir araya getirenin düşman bilinci kadar dost, yoldaş, halk sevgisi olmasıydı. Buna siper kardeşliği-yoldaşlığı diyorlardı.
Muhtarın evindeki bekleyişin ardından çevrelerini faşist 12 Mart 1971 cuntasının silahlı güçleri tarafından sarılmış halde buldular. Operasyonun başında, Ankara Merkez Komutanlığı görevinde bulunan Tümgeneral Tevfik Türün vardı. Rehineleri umursamayan faşist kelle avcıları belli ki aldıkları kesin bir emri uyguluyor ve teslim olmak dışında bir seçeneğe şans tanımıyorlardı.
30 Mart 1972 gününün şafağından öğlene kadar süren bekleyişin ardından düşman saldırısı başladı. Donanımlı gelmişlerdi. Helikopterler, bir evde kuşatılan on bir kişilik bir grubun ateş gücünü kat be kat aşan silahlarıyla çok sayıda asker, köylülere göre NATO unsurları bile. Yani biraz sonra “mübalağa cenk olundu” dedirtecek her şey.
Devrimcilerin kararlılığı tamdı. Bunu evin damına konuşma yapmak üzere çıkan Mahir Çayan kuşku götürmez biçimde vurguluyordu: "Biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik!" Ezilen, sömürülen insanların çocuklarıyla bir sorunları olmadığını, hatta onların hakları için mücadele edildiğini şu sözlerden daha iyi ne anlatabilirdi; "Sıradan askerleri çekin üst düzeyler gelsin!"
Grubun tartışılmaz önderi henüz yirmi altı yaşındaki Mahir Çayan’dı. Başka kimler yoktu ki. Dev-Genç Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü, Dev-Genç ileri kadroları Hüdai Arıkan, Sinan Kazım Özüdoğru, Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sabahattin Kurt, Saffet Alp. Ayrıca THKO öncülerinden Cihan Alptekin ve Ömer Ayna da oradaydı.
İlk vurulan damın başında bulunan Mahir Çayan oldu. Ardından diğerleri. Evde bulunanlar gerektiğinde kendilerini havaya uçurmak üzere bombalarını çıkardılar. Yoğun makineli ateşi sürüyordu ve faşist sürü hiçbir kural tanımayacağını göstermek istercesine köy evini roketatar ateşine tutmuştu. Bir roketin eve isabet etmesi sonucu ellerindeki bombaların da patlamasıyla kalan devrimciler ve rehineler can verdiler. Yaralı durumdaki Saffet Alp ise gelen askerlerin kafasına sıktığı kurşunla yaşamını yitirdi. Oradan yalnızca Ertuğrul Kürkçü yaralı olarak kurtuldu.
Evet, Kızıldere böyle bir yerdi. Onlar gitmeyene kadar fazla kimsenin adını tesadüfler dışında duymayacağı, duysa unutacağı bir yer. Niksar, Tokat neyi değiştirir. Zaten sonra adını değiştirdiler, Ataköy yaptılar. Niksar’dan alıp Almus’a bağladılar. Belediye de olmuş. Hepsi bir anlam ifade etse de gerçek söz konusu olduğunda Kızıldere son mermi kafaya sıkıldığında haritaların çizdiği çizgileri kanla silmiş, çoktan başka derelere karışmıştır. Sağa akan Karadeniz ırmaklarının Karadeniz tarafından tersine, sola çevrilmesi gibi, kaynağa. Hiçbir düş kırıklığının yok edemeyeceği kesinlikte.