Yağan yağmurun altında, çalınan savaş davulların sesleri çok uzaklardan geliyordu. Sislerin arasından sızan kırmızı ışıklar, ışıltılar… Çaresizliği anımsatan esrik duygularla bezeli, bilinmezliğin yarattığı gizli korku… Taşların arasından usulca sızan su gibi kendinden emin ve gittikçe artan bir tempoda ilerliyor sesler. Bir yani çığlık, bir yani isyan, bir yani umut ve hayal. Seslerin çokluğu, karışıklığı kadar hissettirdiği sabit duygu da şaşırtıyor. Sanki binlerce, milyonlarca dil ayni çigligi, ayni notalarda yansıyan bir orkestra uyumunda atıyordu… yaklaşan savaşın tam tamları öylesine hissettiriyor ki kendini…
Her yer savaş kokuyor. Her kes savaşıyor. Haklısıyla, haksızıyla, sömürgecisiyle, direnişçisiyle, gizli, açık, konvansiyonel, orta yoğunluklu, psikolojik, özel… özel mi özel. Bir oyun gibi göreni de var, macera ya da is olarak bakanı da. Neden başladığı ya da nerede biteceği artik o kadar da önemli değil. Öylesine derine işlemiş, öylesine emin ki kendinden. Anlamazlık, anlayışsızlık duvarları örmüş insan toplumu varken, etrafındaki şehir kalabalıklarından, magazinsel dünya anlayışından hoşnut, mesut geçmişsiz ve geleceksiz insanlar varken hiç de öyle ayrı, özgün bir neden aramaz ki şiddet.
Tutturmuş gidiyor herkes, “ya çocuklar” diye.” Savaş en çok onları vurur, yapmayın efendiler, kıymayın fidanlarımıza” yakarışları anaların derin hisseden yürekleri dışında, yıldırım hızında akıp giden duygulanmaların söylettiği sözler olmaktan kurtulamıyor.
Bir çocuğun yasayacağı dünyanın nasıl olması gerektiği konusunda oturup düşünmek yerine, savaşsız, özgür, eşit bir dünya yaratmak yerine, itin kopuğun ne yaptığı ve ne söylediğine endeksli düşün dünyaları ile zaten başka bir şey de beklenmez ya…
Tarih içinde, geçmiş yıllarda neler yaşandı, neler yapıldı güzellik adına çocuklar için, bilmiyorum. Ama son birkaç senede neler yapıldığı az çok akıllardadır. Uğur Kaymaz kurşunlandı, Ceylan havan mermileriyle parçalandı, Medine canlı canlı toprağa gömüldü. Kolu kırılan, kafasına dipçik yiyen, gaz bombalarıyla, tazyikli sularla bayramlarını kutlayan, yaşıtlarıyla katıldığı gösteriden baba dayağıyla götürülen, sinir hatlarında hayvan otlatırken ‘bulduğu bir cisim ile oynayan’ mayınlarla dans eden, büyüklerinden gördüğü şamarları, küfürleri yaşamın bir gerçeğiymiş, hakkıymış gibi gören çocuklar bir de…
Var mi bunlar dışında yapılan güzellikler.?
Olmaz mi?
Dilin, konuşmanın ne olduğunu unutuyor çocuklar. Satılıyor çarşı mezat. Kültüründen, geleneklerinden uzaklaştırılıyor. Kardeşini, abisini, ablasını, oyun arkadaşını zindanlara, işkencehanelere atıyorlar çocukları. Ve daha neler neler…
Savaşın ve savaşın yarattığı bir militarist düzenin dolaylı etkilemeleriyle şekillenen duygu ve düşünce dünyalarından söz etmek zaten gereksizleşti.
Bir de utanmadan, bir de bir şey bilmezmiş gibi, bir de şuursuz bir nöbete tutulmuşçasına “Tas Atan Çocuklar” nakaratını söylüyorlar tekrardan. Bu tanım bir gerçeğin tanımlanması olarak söylenmiyor. Yasamdan, yaşıtlarından koparmanın bir ilanı. Bir kriminalize etme çabası. Kategorize edilerek dışlanması toplumdan. Bir ayıp, bir günah, bir suç algılamasını oturtmak için yapılan bir tanımlama.
Ve yine utanmadan, sahtece duyarlılıklarla çözüm arıyorlar tas atan çocuklara. En son icatları, iste karsınızda. “Molotof atan ile tas atan birbirinden ayrılarak yargılansın.” Gerçi bu da biraz gelişme olarak görülebilir. En azından artik parayla kandırılmış, ‘teröristlerin’ öne sürdüğü edilgen pozisyondan çıkıp, polis karşısında kullanacağı silahı tercih eden pozisyona gelebilmişler.
Ama yine de tutamıyor insan kendini. Bu “Avêl’lik” karşısında şapka çıkarılır. Bravo size. Saflıktan mi, art niyetten mi, cahillikten mi yapıyorsunuz bunları? O çocukların, hayalleri kadar büyük çocukların eline aldığı şey her ne ise, onunla kategorize edilemeyeceğini anlayamıyor musunuz? Gerçi anlasanız bunları söyler misiniz?
Siz çocukların göğüslerinin ortasında duran o askla, tutkuyla bezeli kini ve öfkeyi anlamadan;
daha sevgiyi doyasıya yasamadan alınan, koparılan ebeveynlerinin yaşattığı acıyı görmeden;
kendilerine küçük komutanlarımız diyen ağabey ve ablalarının elde silah asi dağlarda ölümüne sundukları bağlılıklarının onlar için anlamını çözmeden;
onlara bir dil, onur, tarih, gelecek kazandırmış Güneş’lerinin her gün türlü işkence ve baskıyla tehdit edilmesinin ve buna karşı bir şey yapamamanın verdiği çaresizliğin tedirginliğini hissetmeden;
özgürlük ve barış dışında hiçbir seçeneğin yer almadığı hayal dünyalarını anlaşılmaz bir duyarsızlık ve şiddetle yıkan türlü devlet erkanının, kolluk kuvvetlerinin onların gözünde bir sistem, bir düzen kadar köklü temsiller olduğunu ve atılan her neyse bundan bir parça kopardığını bilmeden;
tabii ki o çocuklar için bir şey yapamazsınız ki.
“İnsan, hayallerinin büyüklüğü kadar özgürdür” diyor büyük devrimci önder CHE. Kürt çocukları, her şeye ve herkese rağmen hayallerini büyüterek, onları koruma mücadelesi yürüterek yaşıyorlar. Güncel aklin imkansız olarak gördüğü, güncel karmaşıklığın ötesindekini görebilenin yaptıklarını yapıyorlar. Yani bir mucize gerçekleştiriyorlar. Çocuklar ellerine aldıkları her ne ise, onunla bir sistemi yıkıyorlar…
Umut Yenigün