HPG

Kurdistan Halk Savunma Güçleri

Sağlık durumuma ilişkin; gözlerim sürekli sulanıyor, biber sürülmüş gibi yanıyor, kızarıyor ve kaşıntı var. Neden bu kadar uzun zamandır devam ettiğini bilmiyorum. Daha önceleri doktor her gün rutin kontrol yapardı ama bir süredir sistem değişti, artık her gün gelmiyor, gelenler de göz uzmanı değil. Belki alerji olabilir ama bilemiyorum.

Muğla’da yaşamını yitiren Kürt öğrenci Şerzan Kurt’un yakınlarına başsağlığı dileklerimi sunuyor, acılarını paylaşıyorum. Tokat’ta da Kürt öğrencilere dönük benzer saldırılar var. Sindirmeye çalışıyorlar, bunlar sindirme amaçlıdır. Bu saldırılar daha da artarak devam edebilir, buna karşı tedbirler alınabilmelidir.

Bu saldırıların, linçlerin planlı olduğu, halkımızın ve gençliğin iradesini kırmak için bu tür linç kampanyalarının giderek yoğunlaştığı, toplumu katliama hazırlamanın hedeflendiğini herkes söylüyor. Evet, öyledir. Kürtlere uygulanmak istenen siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel bir soykırımdır. İşte görülüyor 1500 Kürt siyasetçisi içeride, yüzlerce çocuk, kadın içeride. Bu saldırıların hepsi birbirleriyle bağlantılı ve tek merkezlidir. Siirt’teki olaylar, bu linç olayları, operasyonlar, hatta İran’daki idamlara kadar hepsi aynı merkezi kararla gerçekleşmektedir.

Bir kez daha söylüyorum. Karşımda muhatap olmadığından dolayı bu süreci daha fazla devam ettirmemin ne anlamı ne faydası ne de şartları vardır. Bir muhatap bulamadığımdan dolayı da 31 Mayıs’tan sonra çekiliyorum. Bu yanlış anlaşılmasın. Ben bir savaş çağrısı değil bir savaş falan başlatmıyorum. Benim sağlığım ve şartlarım da ortada. Bu şekilde sürecin ne Kürtlere ne KCK’ye ne de devlete bir faydası vardır. Bundan sonra sorumluluk KCK’dedir, hatta BDP’de ve devlettedir. Sonuçta ben burada yönetemem. Ne yapacaklarına kendileri karar verecekler. Bayık, Karayılan, Abbas, Haydar onlar samimidirler, halkın önderliği rolünü üstlenmişlerdir. Artık bu ağır sorumluluk onlardadır. Bulunduğum şartlardan dolayı haklarında olumlu, olumsuz bir şey demek istemiyorum. Osman-Botan gibi alçaklar ise yanlarına kadın ve milyonlarca para alarak kaçtılar. Görüyorsunuz bunların izi hala Avrupa’da çıkıyor. Bunlar binlerce kişi de yanlarına alarak gittiler. Bunlara da çağrı yapıyorum kendilerini bir şekilde affetirsinler, yoksa bunları bu haliyle bundan sonra ne yer, ne gök kabul eder.

Bana dayanarak bir şey yapılmamalıdır, ne yapılacaksa, herkes kendisi için yapsın artık kendi siyasetlerine kendileri karar vermeliler. Bir kez daha belirtiyorum, ben muhatap bulamadığım için çekiliyorum. Eğer şartlar değişir ve muhatap çıkarsa ben görüşmeye hazırım.

Kürtler arasında birlik çok önemlidir. İran’da, Türkiye’de, Kerkük’de, Erbil’deki saldırılar, Ezidi katliamları hepsi aynı merkezden yapılıyor. Türkiye-İran-Suriye ittifakının sonucudur bunlar. Tüm Kürtler hedeflenmektedir. Bu nedenle dört parçadaki tüm Kürtlerin kendi iç birliklerini sağlamaları, bir Ulusal Birlik Kongresi’nin Erbil’de düzenlenmesi bu süreçte önemlidir.

Uluslararası kamuoyu, aydın ve demokrat çevreler Kürt sorununa sadece bir etnik mücadele olarak bakmamalılar. Kürt devrimi Ortadoğu’nun kalbindedir. Öyle Filistin, Afganistan falan gibi değildir. Bu devrimin sonuçları en az Fransız Devrimi, Rus Devrimi gibi geniş, kapsamlı sonuçlar yaratacaktır, ancak onların aksine milliyetçilikten arınmış olacaktır. Benim çözüm projem demokratik özerkliği esas almaktadır. Benim demokratik özerklik projem bir yandan kendi içinde sınırlarla çatışmayan bir çözüm, öte yandan esasında evrensel hegemonyayı  reddeden ama çatışmayan, kendi ilkelerini korumak şartıyla, “imparatorluk” da denen Küresel hegemonyanın içinde erimeden, varlığını sürdürebilen bir çözümdür. Bu çözüm demokratik konfederalizmin ilkelerini de ihtiva ediyor. Siyasal, sosyal-kültürel, ekonomik, diplomatik, güvenlik beş ilke demiştim, bunları ihtiva eder. Bu meselenin demokratik özerklik temelinde çözümü bütün Ortadoğu’yu aydınlatacak, İtalya için de, İspanya için de bir model olacaktır. Benim devlet ve iktidar konusundaki görüşlerim Gramsci’nin görüşleriyle paraleldir. Marks, ulus-devleti kabul etmişken, ben bunu kabul etmiyorum. Avrupa’nın şu an yaşadığı krizin sebebi de yine bu ulus-devlet yapılanması, anlayışıdır.

Anayasa referandumuyla ilgili olarakta: Kürtler AKP’nin bu sahte anayasa refarandumuna gitmemelidir. Bu anayasa değişikliği Kürtlere yönelik gerçekleştirilen siyasal ve kültürel soykırım örtbas eden, soykırımı gizleyen sahte bir adımdır. Ayrıca yeni demokratik bir anayasanın koşullarını ortadan kaldırıp, öteleyen bir girişimdir. Buna karşı BDP, Kürtler bir alternatif yaratabilirler. Kendi anayasalarını, demokratik özerkliklerini ilan edip bunu referanduma götürebilirler. Halkın oyuna başvurulur, bizim de alternatif çözüm paketimiz budur, diye halka sorulabilir. Bu bir anket tarzında da olabilir.  Bu anayasa değişikliği içinde Kürtlere dair bir şey yoktur. Yapılan, tamamen bir iktidar, yargının kontrolünü ele alma savaşıdır. AKP bürokrasiyi kendi eline almaya çalışıyor. Yargının kontrolünün CHP’nin veya AKP’nin elinde olmasının Kürtler açısıdan hiç bir farkı yoktur. Hatta bu şekilde yargı daha da kötüye gidecektir. Şunu anlamak gerekir. Kürtlere karşı AKP, CHP ve MHP arasında faşist oligarşik bir ittifak vardır. Normalde bu ittifaklar fazla uzun sürmezdi, en fazla bir yıl sürebilirdi. Oysa bu ittifak 2002’den günümüze kadar 8 yıldır sürmüştür. Şimdi Deniz Baykal’ın gitmesiyle birlikte bu ittifak da çözülmeye başlamıştır. Kılıçdaroğlu ile ilgili ise şu anda kesin bir şey söylemek istemiyorum. Başbuğ’un temsilcisini yönetime almış; olumlu da olabilir, olumsuz da olabilir, ama sonuç itibariyle bu üçlü faşist ittifak çözülmüştür.

Aslında AKP’nin iktidara geldiği süreçte ordu AKP’yi tasfiye etmeyi amaçlamış ve buna karşı planlar da hazırlamıştı. Bu 27 Nisan’daki muhtıra da AKP’yi korkutmaya yönelik bir adımdı. Fakat Amerika bu kez Erdoğan’a sahip çıkmıştır, ABD’nin bu desteğiyle birlikte askerler tutuklanmış ve Genelkurmay da buna ses çıkaramamıştır.

ABD bu süreçte AKP’ye her türlü desteği vermiştir. Şimdi bu Silivri’deki yargılamadaki darbe planları Özal ve Erbakan’a zaten uygulanmıştı, ABD sahip çıkmasaydı aynı ekip Erdoğan’a da bu planları uygulayacaktı. 27 Nisan açıklamasından sonra Dolmabahçe Sarayı’ndaki görüşmeyle Büyükanıt’a “sizi de yargılarız” mesajı açıkça verilmiştir. Bunun karşılığında da Kürt hareketinin tasfiyesi konusunda anlaşmışlardır. Bu anlaşma gereğince AKP tasfiye edilmeyecek, bunun karşılığında AKP de Kürtlere yönelime ses çıkarmayacaktır. Kürtlere karşı üçlü faşist ittifak bu temelde kurulmuştur, sahte açılım öyküsü de ondan sonra başlamıştır. AKP içinde bu konuda iyiniyetli olanlar olabilir ama etkin değiller.

Ben buraya getirildikten sonra da öncesinde de yirmi yıldır belki benim de layıkıyla yerine getiremediğim bir devrimci önderlik pozisyonum var. Aynı şekilde yirmi yıldır devlet de çözüm konusunda üzerine düşeni layıkıyla yerine getiremedi. Önceleri muhatap vardı. Özal, Erbakan bu konuda dürüst insanlardı, ya bir şeylere evet ya da hayır derlerdi. Ama Erdoğan’dan farklı olarak arkalarında ABD’nin bu denli desteği yoktu. Özal’ın çok pratik bir zekası vardı, Özal yaşıyor olsaydı, sorun bu noktada olmazdı, çözümlenmiş olurdu ama tasfiye edildi. Erbakan da ben Suriye’deyken sorunun çözümü için Suriye Devlet Başkanı üzerinden bana üç kere mektup göndermişti, çözümde samimiydi ama engellendi, tasfiye edildi. Ecevit de bir şeyler yapmaya çalıştı, af çıkarmaya çalıştı ama Bahçeli engelledi ve Hükümeti düşürmek suretiyle süreci tıkattı. Bahçeli öyle sıradan biri değildir, özel harbin adamıdır. Oysa Erdoğan, Dolmabahçe görüşmesinde bu güçlerle uzlaşmıştır, bunlara taviz vermiştir, dürüst davranmamıştır, Kürtlere yönelik tasfiyenin bir parçası olmuştur. Biz sekiz yıl boyunca çözüm için AKP’ye sabrettik, muhatap arayışındaydık, muhatap bulamadık, bulamıyoruz.

Az önce de anlattığım gibi ‘90’lı yılların başından beri devletin içinden bazı kesimler, kurumların çözüm yaklaşımları oldu. Hem ordu içerisinden hem de hükümetlerden bu yaklaşımları gördük ama hiç biri sonuca ulaşamadı. Bugün gelinen noktada devletten öte AKP hükümeti çözüm istemeyen taraf konumuna düşmüştür, oy kaybetmemeye çalışıyorlar.

Bir anımı paylaşayım. Ben 1999’da buraya ilk getirildiğimde havalandırmadayken Çevik Bir olduğunu tahmin ettiğim kişiyi merdivenin üzerinde gördüm. Belki başka bir şey için gelmişti, beni de öyle bir–iki dakikalığına görmüş oldu. Ona hitaben “Gelin, bu sorunu çözelim, artık bu ölümleri durduralım” dedim. O da bana hitaben “nasıl dağa çıkardıysan öyle indireceksin” dedi. Devletin hakim görüşü hala bu şekilde görünüyor. Şimdi anlaşılıyor ki Çevik Bir göründüğünden daha etkiliymiş, Bir yanda Karadayı, öte yanda Çevik Bir, Orduda bir ikilik sözkonusuymuş. Hasan Cemal’in kitabından da bu anlaşılıyor. Çevik Bir’in Karadayı’dan daha etkin ve güçlü olduğu anlaşılıyor. Ben de bu cevap üzerine “bu meseleye ciddi yaklaşmak lazım öyle basit değil, yardım edin birlikte çözelim” dedim. Ve çekip gitti. Zaten kendiliğinden gelişen kural dışı bir karşılaşmaydı.

Bahsettiğim Kürt karşıtı üçlü faşist ittifakın aynısı AKP tarafından uluslararası alanda da Türkiye-İran–Suriye üçlemesiyle hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Bu ittifakın amacı da Kürtlere dönük soykırımdır. Hatta bu halka daha geniştir; Suudi Arabistan başta olmak üzere Arap Birliği de bu ittifakın içinde sayılabilir. Daha geniş yorumlarsak Çin ve Rusya da bu ittifaka dahil edilmeye çalışılıyor. Ben boşuna yaşanan süreç 3. Dünya Savaşı’dır demiyorum. Fakat Suriye Devlet Başkanı Esat, İstanbul’daki açıklamasında, “müzakereyle çözüm esas alınmalı” demek suretiyle bu ittifaktan çekilmiştir, bu işte ben yokum demiştir. Türkiyenin savaş yoluyla çözüm arayacağını anladı ve buna girmek istemedi.Türkiye ve İran arasında bu ittifak devam etmektedir. Daha doğru bir deyişle bu anlaşma Erdoğan ve Ahmedinecad arasında yürümektedir. 5 Kasım Bush-Erdoğan görüşmesinde Türkiye her ne kadar PKK’nin etkin bir şekilde tasfiyesiyle ilgili söz almış ise de beklediğini bulamamıştır. Çünkü Türkiye, ABD’nin Barzani’yi de kullanarak PKK’yi tasfiye etmesini beklemiştir. Ama gerek ABD gerekse Güneyli güçler bunun silahla yoluyla mümkün olmadığını gördüklerinden sonuç alınmamıştır. Bu arada AKP Türkiye’deki çözümü de kendi içindeki Kürtler üzerinden, bazılarını yanına çekerek işi götürebileceğini düşündü ama başaramadı. Bunlar gerçekleşmeyince Türkiye İran’la anlaşmıştır. Yapılan operasyonlar, idamlar, kesinlikle bu anlaşmanın sonucudur. Ben Tayyip beyi daha önce bu konuda uyardım, ona da Cumhurbaşkanı’na da mektuplar yazdım, bu şekilde olmaz dedim. Ama Tayyip bey beni dinlemedi, tabi Başbakandır dinlemeyebilir de, onun bileceği iş, yanlış ata oynadı.

Ben bu ittifakı 2.Dünya savaşındaki Almanya-Japonya-İtalya ittifakına benzetiyorum. İtalya o zaman şu an Suriye gibi ittifaktan çekilmişti. Japonya’ya da atom bombası atılmıştır. İran’a da bu bir yıl içinde bombardıman olabilir diye tahmin ediyorum. Erdoğan ve Davutoğlu bir yandan Suriye ve İran ile ittifak yaparken diğer yandan ise İsrail ve Amerika ile görüşmelerini sürdürmeyi amaçlıyor. İki kocalı kadın misali iki tarafı da idare etmeye çalışıyor ama bu mümkün değil. Zaten İran’a verilen bir süre var, bu süre de dolmak üzere. Erdoğan’ın daha fazla dayanabileceğini sanmıyorum. Belki İran biraz dayanabilir ama Erdoğan bir-iki aya kadar bu ittifaktan çekilmek zorunda kalacaktır. Tıpkı Japonya’ın bombalanmasından sonra Almanya’nın teslim olması gibi.

Şimdi soykırımla ilgili de bir şeyler söylemek istiyorum. Eğer Japonya Almanya’ya destek vermemiş olsaydı Yahudi soykırımı yapılamazdı. Aynı şekilde Almanya Osmanlı’ya destek vermeseydi Ermeni soykırımı gerçekleşmezdi. Ermeniler ve Yahudiler oldukça bilinçliydiler, bu nedenle soykırımları ancak fiziki şekilde olabilirdi. Türkiye de İran’la anlaşalarak Kürt soykırımını gerçekleştirmeye çalışıyor. Oysa Kürtlerin durumu fiziki soykırıma fazla uygun olmadığından, kültürel soykırıma daha müsait olduğu için bu uygulanmıştır. Anadilde eğitimin yasaklanması kütürel soykırım değildir de nedir. Soykırımla ilgili uluslararası sözleşmlere göre anadilde eğitimin yasaklanması açıkça kültürel soykırımdır. Ama fiziki soykırımlar da denenmiştir, işte Halepçe buna bir örnektir.  Daha önceleri de 1925’lerde Genç-Hani-Dicle olayı buna bir örnektir. İşte İran’daki idamlar, Van-Özalp’ta çocukların bombayla ölmesi son örneklerdir.  Bunlar soykırıma uygun ortam yaratmak için düzenlenmiş tahriklerdir. Balonu erken şişirtip patlatmışlardır. Şeyh Sait’in adamları Diyarbakır’a girdiğinde kadınlara tecavüz olayları bilinçli bir şekilde arttırılarak bunlara mal edilmiştir. Bu tertip nedeniyle Diyarbakır halkı desteğini çekmiştir. Benim yakalanmam da fiziki soykırıma uygun ortam yaratmak için bir tahrikti, ancak bu oyunu görerek boşa çıkardım. Aynı şekilde Siirt’teki tecavüz olayları da bir tahriktir. Halkımız bilinçlidir, oyuna gelmemiştir. Eğer halk bu provokasyona gelmiş olsaydı kanlı şekilde bastıracaklardı. Bu nedenle yine söylüyorum bu tecavüz olayları devletle bağlantılıdır. Psikolojik savaşın, özel savaşın bir parçasıdır.

Kürtlerin bugün yaşadığı bir soykırımdır. Zaten anadilini bile yaşatmıyor. Ermeni soykırımı yapılırken iki yüz kişi tutuklanmıştır ama Kürtlerin 1500 siyasetçisi tutuklandı, aynı zamanda 4000 çocuk tutuklanmıştır, çocuk! Kadınlar içeridedir, kadınlar tutuklanmıştır!

Ben karşımda bir muhatap olmadığı için çekiliyorum ama bu muhatap olursa görüşme olmaz anlamına gelmiyor. Dediğim gibi çekiliyorum, bundan sonra ne olacağına Kürtler kendileri karar verecektir. Türkiye’deki ve diğer parçalardaki KCK örgütlenmeleri kendi koşullarına göre karar verip mücadele yöntemlerini belirleyebilirler. Ben masum-sivil insanların zarar görmemesini umut ediyorum. 1984’te silahlı mücadeleyi başlatmak amacıyla Ülkeye gönderidiğim güçler benim öngördüğüm bir savaş yürütemediler. İşte bu Hogir gibi örnekler var. Benim savaş anlayışım bu değildir. Ümidim sivillerin ölmemesidir. Devlet de savaş hukukuna uymalı, sivillere, kadınlara ve çocuklara dokunmamalıdır. KCK de buna uymalıdır. Ama olur mu olmaz mı bilemiyorum, sorumluluk onlara aittir. Bundan sonra PKK devletle uzlaşabilir de, bir çözüme de gidebilirler, ‘90’lı yıllardaki gibi savaşırlar ve sonuç alamadan tıkanabilirler de. Ya da ihtimaldir PKK yenilebilir, savaşı kaybedebilir, tasfiye de edilebilir, bunları bilemeyiz. Savaş geliştikten sonra ne olacağını bilemeyiz.

Ben Sayın Erdoğan’a yine sesleniyorum. Bu sorunu kendi içimizde demokratik barışçıl yollardan çözebiliriz. Aksi taktirde bundan sonraki tüm sorumluluk AKP hükümetinindir.

Demokratik Özgür Kadın Hareketi’ne ve yeni dönem kampanyalarına başarılar diliyorum.

Diyarbakır, Dicle, Siirt halkına, tüm halkımıza selamlarımı iletiyorum.

* 26 Mayıs 2010 tarihli görüşme notundan alınmıştır…