HPG

Hêzên Parastina Gelê Kurdistan

Sivas’ta iki erkek, iki bayan arkadaşın şehit düşüşüne baktığımda, yine yaşam tarzınızla bağlantısını kurmaktan kendimi alıkoyamadım. Düşman o cenazeleri sergilerken, yaşamınızda bu gerçeği tespit etmek hiç de zor değil.

Yaşamdan kaybettiler. Baharın bu günlerinde gerillanın kaybetmesi, kesinlikle koşulların elverişsizliğinden değil, kendini doğru yaşamsallaştıramaması ile çok yakından bağlantılıdır.

Tabii burada eskisi gibi öfkelenmem de, çünkü kazanabilme imkanını yakalamışken büyük oynayamamak, büyük savaşamamak tamamen o kişinin sorunudur. Böyle bir ölüme razıysa, olsun. Sanılıyor ki, biraz kendilerini yaşarlar, dünyalarından bir gam alırlar gibi... Belli ki, yaşam çözümlenmemiştir. Kendinizi biraz akıllı mı sanıyorsunuz, ama yaşam hakkını da yanlış değerlendiriyorsunuz. Sonuç, beklenmedik yerlerde ve biçimlerde kaybetmedir. Bunu kırmanız gerekiyor, yoksa sizlere yazık oluyor.

Alışkanlıklarınız ne kadar güçlü olursa olsun, yine geriliklerin üzerinizde ne kadar etkisi olursa olsun, hiçbir şey özgür yaşam kadar etkileyici olamaz. Özgür yaşamın da gerçekleşmesi, gerçekçi bir irade ve yapılması gerekenler hususunda düşünce gücü ister. Bunları mutlaka çözmeniz gerekiyor, yoksa kendinizi yaşatamazsınız. Kendinizi bu halinizle nasıl rahat ele aldığınıza şaşıyorum. Sözde kendinizi akıllı da sanıyorsunuz. Alınması gerekenler konusunda sizi buradan bile izledikçe, bu insanlar başaramayacak diyorum. Geriliklerinizin ne olduğuna bakıyorum; bu kişi ülkesinden, tarihten, özgürlükten fazla bir şey anlamamış diyorum. Tabii insan, sizin adınıza üzülüyor. Bana göre bunlar olmaz değil, kayıp da olur, ama bu biçimleriyle bana hep büyük bir eksikliği, yanlışlığı yaşıyorsunuz gibi geliyor. Yani şu çok açık, kendini derinliğine düşünmekten alıkoyan, verilmesi gereken savaş konusunda kendisini bir türlü yoğunlaştıramayan tabii ki sizin düştüğünüz duruma düşer. Çaresiz olacağınızı da sanmıyorum. Bütün deneylerimiz, mevcut durumda hiçbirinizin çaresiz olamayacağı, kolay kaybetmeyeceği ve çok işler başarabileceği yönündedir. Siz bu tespitle çelişiyorsunuz. Bunun adını da kendini yormama, yoğunlaştırmama, ikirciklik, darlıktan kendini kurtarmama koyuyorsunuz, ama bunlar ölüm getirir. Bu haliyle düşmanın elinde çok basitçe ölüme razı olmak herhalde ölümlerin en kötüsü, en acısıdır. Sürekli buna bir son verin diyorum. Bir de yıllardır savaştasınız, onun asgari gereklerine bir gelişmeyle cevap verememeyi nasıl kabul ediyorsunuz? Bu nasıl kişiliktir ki, yıllardır savaş sahasındadır, doğru dürüst bir-iki gerilla kuralını uygulayamıyor? Bu anlamda kendinizden nasıl sıkılmıyor, öfkelenmiyorsunuz; doğru bir mevzilenmeyi, doğru bir hareket tarzını bile oturtamıyorsunuz? Bu büyük bir ayıp değil mi? Bu, ayıptan da öte, ölüm getirir. Buna karşı halen rahat oluşunuz çok tuhafıma gidiyor. Köye dayalı veya kendini fazla zorlamamaya dayalı tarzın basit bir rahat yaşamı bile getireceğini sanmıyorum. Ama siz böyle bir kandırmaca içinde sözümona felekten bir gün çaldınız! Peki daha sonra başınıza geleni nasıl izah edeceksiniz? İşte orda da büyük bir körlük, yani burnunun ötesini görememe var. Bu sizin gerçeğiniz oluyor.

Siz bu dünyadan ne istiyorsunuz veya bu dünyadaki gerçekliğinizi, bu korkunç öğretmelerimize rağmen neden öğrenemiyorsunuz? Hatta aldıklarınızla öyle yetiniyor veya onunla kendinizi öyle beğeniyorsunuz ki, yine buna şaşmamak elde değil. Bunu çözmek gerekiyor. Hiç olmazsa burada fırsat eldeyken, kendinizi bir güzel çözün. Kısa bir süreniz var. Bazılarınız çok zor da olsa, ülkeyle, savaş gerçeğiyle mutlaka yeniden tanışacak, temas edecek ve rol oynayacak. Ama her gün gelen haberlere baktığımızda, olmadık yerde eyleme girilmiş, olmadık yerde kayıp verilmiş, olmadık yerde tuzağa düşülmüş. Başarılı bir gerilla planına dayalı hiçbir savaş yok veya o anlamda “biz gönlümüzce savaştık; kayıp verdiysek de, hatta yenildiysek de gönlümüzce planladık ondan sonra bunlar oldu” diyen bir durum yok. İşin ilginci veya zor anlaşılanı burasıdır. Aylardır mevzilenmesini yapmamış, nereye nasıl üsleneceğini belirleyememiş, bir eylem gelişecek onun hakkında bir tasarısı, planı yok. Hep düşmanın dayatmaları, hep olmadık yerlerde tıkanma, daralma, sözde mevzilenme; ya karda kendini yitirir ya bir yol alışta hep düşmanın pususuna takılır, ama hiçbirisi “ben düşmanı düşürdüm, plan benimdi, ben hazırlamıştım, o temelde bekliyordum, geldi düştü” demez. Gerçeğinizde buna pek yer verilmiyor.

Siz o kadar çaresiz olamazsınız. Bu kadar parti desteği oluştuktan sonra bunu normal kabul edemezsiniz. İnceleyin, göreceksiniz ki, kayıp nedenleriniz kadar, birçok gelişme sağlayabilecekken buna ilgi duymayışınız bencilliğinizden dolayıdır. Bu bencillik, Kürt tipinde, genelde de küçük burjuvalıkta var ve bunun iki arada bir derede veya iki sınıf iradesinin gölgesi altında hep izdüşümü içinde kalmasına yol açar. Yani katıksız, en zavallı bir küçük burjuva kişiliğisiniz. Küçük burjuva kişiliğinin sistemi bireycidir, dardır, çok yüzeyseldir, kandırmacadır ve hep başka iradelerin izdüşümünü yaşar. Şimdi bizde buna bir de çok kötü bir feodal işbirlikçilik, faşist sömürgecilik eklendi mi, sizin gerçekliğiniz içinden çıkılamaz bir hal alır. Sorguluyoruz, neden en küçük bir tedbir almadın diyorum, izah edemiyor. Orada biraz bencilliği yaşamış, nedeni odur. O yere yıkılsın, kırılsın, sen onunla kaybettirdiklerini düşünüyor musun? İşte orada körlük, orada böylesine korkunç bir bencillik karşımıza çıkıyor veya daha da ötesi, fazla umudu da yok. Ne istediğini kendisi de bilmiyor. Aslında cehalet veya kendini bir şey sanan cahil.

Böyle sorunlarınız var gibime geliyor. Sizin bu gidişatınızı normal bulmuyorum. Engel nerede diye örgütün içini, dışını çok zorluyorum. Sonuçta engel gelip kişiliğinize takılıyor. Siz kendiniz sorumlusunuz. Örneğin ben küçük bir adımın daha sahibi olmak için bu yaşımda günlük olarak halen kendimi evirip çeviriyorum. Sizin kendinizi beğenme tarzınıza bakıyorum, ilerlemeniz mümkün değil. Kim bilir belki umutlarınız bile yok. Belki bazı heveslere kapılmışsınız, aslında tam bununla da izah edilemiyor, ne de olsa bu ayaklar üzerinde o kadar dağları, taşları dolaştınız. Hatta bir sigaraya yüksek ilgi gösteriyorsunuz. Fırsat düşse, bir bencilliği yaşamaya dair gözükara oluyorsunuz. Bununla da büyük bir çelişki teşkil ediyorsunuz. Madem bu kadar yaşama düşkünsünüz, o zaman yücesine neden göz dikemiyorsunuz? Neden akıl gücünüze sığınmıyorsunuz? Geriliklere sığınacağınıza, akıl gücüne, örgüte neden sığınmıyorsunuz? Tümüyle buna vereceğiniz cevap “ben bireyciyim”dir. Tabii bunun da altında karşınıza “düşmanım çok güçlüdür ben bir hiçim” anlayışı çıkar. Bu nokta da teslimiyet noktasıdır. O zaman da bütün devrimciliğiniz boştur ve PKK’den de hiçbir şey anlayacağınızı sanmıyorum. PKK tırnak hareketidir, iğne ucu hareketidir. Hatırladığım kadarıyla bazı provokatörlerin ve TC’nin deyişiyle olmazın hareketidir, ama onlar açısından. Bizim açımızdan ise insanlığını hareketidir. Siz bunu anlayamıyor, anlamaya yanaşmıyorsunuz. Yani söylediğim gibi kendinize göre bir günlük yaşam olsun, varsın gerisi ölüm olsun.

Bu, PKK gerçeğiyle çelişiyor. Tabii bunun üzerine en son partimizi değiştirmeye, dönüştürmeye, düşmana teslimiyet zemini haline getirmeye kadar gidildi. Bu zeminden beslenmek istediniz, bu zeminle uzlaştınız, şimdi karşımızda hırsı da, öfkesi de büyük olmayan, başarıya fazla göz dikemeyen, yani sıradan bir yürüyüş sahibi kişiler gibi kalıyorsunuz. Bu da dediğim gibi sizi yarı yolda tüketecek. Büyük öğretmeye çalışıyoruz, büyük öğretme konusunda bir eksikliğimizin olduğunu sanmıyorum. Birkaç dersi bile doğru özümserseniz, eğer bu işe anlayış diyorsanız size kesinlikle temeli verecektir. Sanırım sorun bu değil. Siz büyük öğrenmeye de yanaşmıyorsunuz, yani öğrenmeyi istemiyorsunuz. Öğrenmekten kaçıyorsunuz, yoksa öğrenme imkanları çok fazla, olağanüstü bir öğreticilik gerçeğimiz söz konusu. Öğrenmeye karşı çok güçlü bir tepkiniz var. Örneğin benim gerçeğimde çok faklı, yani “Önderlik” diyorsunuz, “tanımaya çalışıyoruz, yakından izlemeyi istiyoruz” diyorsunuz, ama artık bu sözlere de anlam veremiyorum. Benim öğrenme tarzım çok açık ve bunun üzerinde çok durdum, yani nereye bakarsam oradan bir şey öğrenirim. Sadece öğrenme değil, hislenme, duygulanma, tabii onları bir yaşam fırtınasına dönüştürme ve gerekirse savaşa dönüştürme, bütün bunlar Önderlikte anı anınadır ve hep gelişim halindedir. Bunu çok anlattık. Şimdi biraz size bakıyorum, gerçekten tarzınız biraz öküzün trene bakıp öğrendiği tarza benziyor. O ne kadar anlıyorsa, siz de söz konusu bu gerçekliğimize biraz öyle bakıyorsunuz. “Devenin kılını gördüm, devenin boynunu gördüm, bacağını gördüm” deyip kalkıp bununla deveyi izah etmeye çalışıyorsunuz veya “gözümün önünden bir şeyler geçti” gibi. Öğrenme işinde korkunç olamayanın eylemi kesin fecaattir, yani trajiktir. İki cümlelik öğretme işini söylüyorum. Kendinizi öğrenme işine korkunç vermezseniz, öğrenmeyi son sınırına kadar zorlamazsanız -ki, bu yapacağınız işle; eylemle, savaşla, örgütle ilgilidir- siz bunun hakkını veremezsiniz, o savaşı yapamazsınız, yani o örgütü yürütemezsiniz. Size açık belirtiyorum, benim gücüm korkunç öğrenme ve o öğrenmeyi öğrendiğim konuda korkunç yürütmedir. Önderlik bir anlamda budur. Ama dağlar kadar öğrenseniz de, bunun konuyla bir ilgisi yoktur. Hatta konu, obje, yani nesne, yani ilgilendiğiniz iş söz konusu olduğunda, örneğin bizde meşhurdur, “ben teoriden hoşlanmıyorum, ama savaşı istiyorum” diyorsunuz. Halbuki teori en büyük öğrenmedir, öğrenmenin en yoğunlaşmış ifadesidir. “Ben siyasileşmekten hoşlanmıyorum, ama askerlikten hoşlanıyorum” diyorsunuz. Oysa ki, askerlik siyasetin en yoğunlaşmış ifadesidir. En yoğunlaşanlar siyasileşenlerdir, daha öncesi de ideolojikleşenlerdir, yani düşünce gücü olan siyasileşir, siyasileşen de çok yoğunlaşırsa askerileşir, eylemselleşir.

Gerçek bu iken, bizim bütün savaşçılarımıza, komutanlarımıza bakıldığında, gerçekten teoriyle, ideolojiyle, bunun siyasal ifadesiyle bağını koparmış, aslında bir yerde kendini tehlikeli bir konuma getirmiş, ama yine de “pratikçiyim” diyor! Yalan. Onun o pratik dediği, fecaattir, tehlikedir. Buna hiç pratik yaptırmamak gerekir. Bunu bin defa haykırdım, ama maalesef bir tek akıllı adamımız “bunun pratiği teoriden kopuk, çizgiden kopuk, örgütten kopuk” diyemedi. Örgüt bir tarafa atıldı, teori, siyasal anlayış, siyasi kişilik bir tarafa atıldı. Neymiş de eylemciymiş! İşte kontra komutanlıklar çıktı. Televizyonlarda izledik, “bu da komutanları Fidel’dir” diyorlar. Subay onu halka götürüyor, “konuş Fidel, bu iş nasıl kötü” diyor. Fidel de bizim Zagros’un “ünlü komutanlarındandı!” Elli kez, bu öküzün tekidir, bunun komutanlıkla bir ilgisi yok dedim, yine de lanet şeyi başımızda tuttular. “Pratikten anlar” demişler, o da onlarca genç militanımızı karakollara bu anlayışla yollamış ve buna da “eylem” demişler; yine o kadar değerimiz çürütülmüş. Böyle birçok sahte komutan, şimdi hepsi düşmanın elinde bir itirafçı, bir kontradır. Bu, önemli oranda sizin de gerçeğinizdir. Bu neden böyledir? Fidel denilen olayda düşünce yok, ideoloji yok, moral yok, bu olsa olsa kimde çıkarını görürse, kim pohpohlarsa onun adamı olur, onun paralı askeri olur. Bundan başka bir şey çıkmaz, ama bir tane siyasi adamımız bu gerçeği tespit edemedi, edip de tedbirini alamadı. İşte benim en çok öfkelendiğim konu budur. Bu konuda size canavarsınız derken, bazı gerçekleri göstermek istiyorum. Sizdeki nasıl vicdandır, nasıl imandır, nasıl bağlılıktır ki, bunları görmüyor? O zaman sizi kim besleyecek, siz kendinizi nasıl yaşatacaksınız? Kim size, savaş büyük düşünce olmadan, büyük yoğunlaşma olmadan yürütülür dedi? Bunu hangi kitaptan öğrendiniz?

 

Savaş Yücelerde Seyreden Kişilerin İşidir

Savaş toplumlarda en zor iştir. Toplumlar tarihinde savaş, en yetenekli olan, en kendini eğiten, en iradeli, en soylu, yani yücelerde seyreden kişilerin işidir. Komutan da bunda en önde yürüyenin adıdır. Kendinize bakın, bütün bu kavramlarla çelişki halindesiniz. Artık bu işi bırakın, bu haliyle olmaz. Kendinize karşı biraz dürüst olun, tutarlı olun. Doğru öğrenin, lümpenizmi bir engel olarak karşımıza dikmenin anlamı yok. Öğrenmekten neden kaçıyorsunuz? Sizin istediğiniz, özlem duyduğunuz her şey ancak yüksek öğrenmeyle kazanılabilir. Bir de öğreteceksiniz. Bütün komuta güçlerimize bakıyorum, hepsi eğitimden kaçıyor, hepsi gücünü yetiştirmekten kaçıyor ve benim bu güce verdiğim moralle, verdiğim inançla bu gücü savaştırıyorlar. Bir de canları sıkılıyor, “bunlar kitabidir, yani dolduruşa gelmiş” diyorlar, o da olmazsa hepsi kaçıyor, kimse kalmıyor. Ondan sonra da karşımda iflas bayrağını çekiyor. Tabii bu, büyük bir oyundur veya tasfiyeciliktir ve sonuçta bana yenilgiyi dayatmaları kalıyor. Bunları çözeceksiniz, “Önderlik, bağlılık, gelip görmek istiyoruz” diyorsunuz. Önderlik gerçeği budur, bunun anlaşılmayacak fazla bir yanı mı var?

Tabii burada yine sınıf engelleri var. Öğrenmeyi küçük burjuva tarzında yapıyorsunuz. Küçük burjuva veya cahil, geri tarz öğrenme böyle sonuçlanır, ben ne yapayım? Yani umut yok, yoksa bazı yerlerde yüzlerce fedai var, onların üzerinde bir hafta durulsa, -bizde bunun bütün koşulları hazır- her savaşa gelebilirler, ama bir tek komuta kişiliği bile yok. “Ben bu güce sahip çıkacağım, bu güçle büyük bir savaşı düzenleyeceğim” diyen namuslu bir adamımız yok. Hepsi birbirlerini boşa çıkarıyor, uzlaşan sahte bir yönetim, ağırlaştırılmış bir yapı, savaş mevzisi dışında bir yere yığılmış güç, tabii yapı da yüksek savaşa güç yetiremediği için kendini bunalım içinde tutuyor, yani hasta. Böylece numara yapıyor ve gününü gün edeceğini, işten sıyrılacağını sanıyor.

Savaş tanrıların işidir, korkunçtur, başına şimşek gibi çakarlar ve seni öldürürler. İnsan her yerde ağır bu duruşu kabul eder, ama savaş ortamında kabul edemez. Gerçek bu iken halen hayret ettiğim nokta, “ben büyük bir parti içindeyim, büyük bir arayış içindeyim, kendime dikkat ediyorum” diye bir sesin çıkmamasıdır. Bize söz verip gidenlerin verdikleri yanıtlar hep, o dağların ilkelleştirici etkisiyle bencil, daha da gerilemiş ve ondan sonra da karşımıza kendini ceset gibi çıkarma biçiminde olmaktadır. O zaman buna karşı nasıl saygılı olunacak? Her şeyden önce bu büyük bir ayıptır, buna inanmıyorum. Dağ ortamı, gerilla ortamı bana göre eşsiz özgürleşme ortamıdır, insanımızın kendini eşsiz yaratma yeridir. Belirttiğimiz gibi eğer hakkını veremezsen kırsal alanın geriletici etkisi var. En kurnaz, kandırmacı, işi gücü bencillik, gözünü şuraya buraya, kolektif değerlere diken, onunla gününü gün eden kişi, sonuçta kendisini ele verir. Şimdi büyük çabalarla yine sizlerle buluşuyoruz. Önderlik, temel okul diye geldiniz, kendi kendinize bunun gibi birçok söz veriyorsunuz. Biz de size güveniyoruz, inanıyoruz ve kendimizi katıyoruz. Eskiden olsaydı, bu kadar net konuşmazdım. Biz o süreçlerde hiçbir zaman kimseye yüklenmedik. Tamamen kendimize yüklendik. Ama şu aşamada, bir kapitalist kurumda, hatta köy ağalığında bile görülmemesi gereken davranışları sergilemek oportünizmdir ve bu sizde çok gelişkindir.

Partileşmede ve savaş çizgisine doğru gitmede yaşadıklarınız ağır bir oportünist gidişi ifade ediyor. Tabii bunun altında birçok sosyal, sınıfsal nedenler var. Demin vurguladığım gibi öğrenmeye, incelemeye bir türlü doğru yaklaşmama, yine varolan süreci sorumlu, militanca değerlendirmeme, bir de buna kurnazca ve bireycilikle yaklaşma var. Bu sınıf kişiliğinizle de birleşince karşımıza böyle bir topluluk çıkıyor, ama ben de bu topluluk feci bir biçimde ezilir diyorum; zaferin eşiğinde bile olsa ancak kaybettirir. İç savaşı dıştaki savaştan daha şiddetli, hem de çok ince ve akıllıca yürütmek zorundasınız.

Birçok militanı müthiş bir çabayla dağlara ulaştırdık ve verilmesi gereken yanıt şu olmalıydı: “Ben geldim, burada birçok dar, geri durumu değerlendirdim, aştım, hatta bir takım oportünist anlayışlar vardı onları yıktım. Yine sorumluluklarına sahip çıkmayanlar vardı, sorumlulukların hepsini kendim üstlendim ve tamamen göreve hazır halde yürüyorum.” Dikkat ederseniz böyle kişilikler yok. Ya gider uzlaşır, ya gider bir çekişme yaratır. Ondan sonra raporları şikayetlerle doldururlar. Şuanda dünyada başka bir örgüt kurumunda sanmıyorum ki bu kadar şikayet gelişsin. Halen bu şikayetçilik acaba neyi kurtaracak diye anlamaya çalışıyorum.

Bir kez daha sizin yaşam gerçekliğinize gelelim. Yani yaşamınız var mı, yok mu diye de soruyorum. Bana göre yaşanmamışlığın yaşamı diye bir durumunuz söz konusu, sadece yaşıyor gibi gözüküyorsunuz. Kabul edilebilir bir yaşamınızın olduğunu sanmıyorum, yaşamda bir sahtekarlık etkilidir. Yani yaşar gibi gözükmek, yaşamın tüm aldatıcı yönlerine kaymak... Bırak savaşı, siz yaşamayı bile çözmemişsiniz. Size yaşam diye belletilenlerin hepsi aslında birer tuzaktır.

Bu, edebiyatla daha iyi ortaya konulabilir, ben sadece özünü belirtiyorum. Bu yaşama tepki duymayan, kendindeki sözümona bu yaşama savaş açmayan iflah olmaz. Çünkü, bu yaşam yeniktir. Bu yaşamın kendini savunma ve örgütleme gücü yok. Bu yaşamın herhangi bir hakkı da yok. Şimdi bu durum Türkiye’deki insan haklarına benziyor. Onlar da sadece lafını ediyor. İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı’nı (Akın Birdal) gördük. İnsan haklarına karşı en büyük katliam ona karşı gerçekleşti. Bu kişi Türkiye’de insan haklarını arıyordu. Türkiye’de insan hakları, ölüm haklarıdır. Yani demokrat bir şahsiyet böyle vurulduktan sonra kimin yaşam hakkı olabilir. Bu, gerçekleri kanıtlaması açısından son derece öğreticidir. En çok insan haklarından yana birisine uygulanan vuruş tarzına bakın. Ki Başbakanı da “boşu boşuna gitmiştir. Kendi içinde vurulmuş” diyor. Ama kendi içi diye bir şey de yok. İşte Türkiye’de kendini insan haklarına adayanların en dürüstü, en özlüsü. Aslında bu durum şunu gösterdi: Yaşam hakkı diye bir şey yok, bu bir aldatmacadır. İnsan Hakları Derneği’nin kanıtladığı en önemli gerçek, Türkiye’de insan haklarının olmadığı veya onun hakkının en kötü bir katliam olduğudur. Peki bu böyleyken, siz kendinizi yaşama hakkına nasıl layık görebilirsiniz?

Bunların hepsi tespit, ben edebiyat yapmıyorum. Derinliğine araştırırsanız insanca yaşama hakkının olmadığını görürsünüz. Ama siz sallanıyorsunuz, kendinizi rehavet içinde fazla savunma gereği duymadan yaşatabileceğinizi sanıyorsunuz. Bu anlamda burada rahat olmayan tek bir arkadaş yok. Fakat ben, örneğin son zamanlarda gittikçe artan bir stres altındayım, neredeyse çılgına döneceğim. Halbuki benim gibi birisi yaşamaya en yakın tip olabilirdi. Hani derler ya, yaşamayı hak etmiş, işte böyle olabilirdim. Fakat tam tersine, benim için yaşam daha korkunç bir durumda seyrediyor. Sizin çıkardığınız sonuç ise, “Başkana dayanarak kendimizi biraz daha onurlu yaşatabiliriz”dir. Hayır! Başkana dayanarak sadece savaş kişiliğinde bir adım ilerleyebilirsiniz. Başka seçenek yok. Çünkü Başkan da kendini bir türlü yaşatamıyor. Zindandaki arkadaşlarımızın da her gün “ilerici kamuoyu duyarlı olsun, üzerimizde insan haklarıyla bağdaşmayan baskılar var” demesinden nefret ediyorum ve bunu bebeklerin viyaklamasına benzetiyorum. Bu bir adım ötesinde sizin de bebekliğinizi ortaya çıkarıyor. Şimdi gerçekten öyle bir kamuoyuna inanıyor musunuz? Gerçekten size karşı duyarlı olacak insanlar var mı? Burada bir aldanmışlık, insanın kendisini kandırması var. Bunlar dua etsin ki, biz burada düşmanla denge durumu tutturmuşuz, bunun bir ürünü olarak da düşman seri idamları yürütmüyor.

Savaşta sadece ve sadece zor vardır. Türkiye gerçeğinde katliam vardır. Bu tip savaşlarda katledilmediğine şükredeceksin. Hem yaşam, özellikle insan hakları konusunda, hem de zindan da gerçek budur. Şimdi toplumda da birçok avanak ortaya çıkmıştır “insanca yaşamak istiyoruz” diyorlar. Bunu Sakıp Sabancı, Koç ve bunun gibileri yaşar. Bu hak onlara özgüdür. Böyle bir çılgınlar toplumu yaratmışlar oynatıp duruyorlar. Televizyonla, filmlerle, sporla, sözümona böyle birçok dinle uyuşturmuşlar. Çılgınlar toplumu! Her gün insanın midesini bulandıran, içinden çıkılmaz bir toplum gerçeği! Bu toplum ihanete uğramış, bu toplum kendisine ihanet etmiş, bu toplumda yaşanılmaz. İşte Önderlik bakış açısı budur. Ben bunu on yaşımda tespit ettim. Siz ise bu yaşa gelmişsiniz, halen ne yaşanılmaz, yaşam nasıl kabul edilebilir tercihlerini bile yapamamışsınız. Hatta bir provokatör “yaşamımızı bizden çalmak istiyor” diyordu. Sizin felsefeniz biraz budur. Sanki bir yaşamınız var da ben bunu sizden çalıyorum. Bu büyük bir aldatmacadır, sömürgeciliğin, faşizmin büyük bir yalanıdır. Gidin sorun sülalenize, herhangi bir yaşam gerekçeniz bile yoktur. Kimse yaşam için önünüze fazla olanak vermedi. Sadece görüntülere bakıp “ah bende şöyle yaşasaydım” diyorsunuz. “Pavlov’un Köpekleri”nin öğrenme tarzı var. Balıklar da böyle avlanır, sadece uzanırken avlanır. Yaşamı yanlış öğretmişler. Yani buna düzenin şartlanması denir. Düzenin, faşizmin şartlamasına da yaşam diyemezsiniz.

Yaşam tanımınızı doğru yapmazsanız, savaş gerekçeniz gelişmez ve doğmaz. Yaşamı doğru tanıyamadığınız için, savaş kararınızı güçlü geliştiremiyorsunuz. Zaten güçlü savaş kararı olmayan büyük hazırlık yapamaz. Bu da, sizin gerçeğinizi yine diğer bir biçimiyle karşımıza çıkarıyor. Bu noktada “neden ben böyle doğdum” diye küsüyorsunuz. Ben anama da on, on iki yaş civarında şu yanıtı verdim: Ey, anacığım! Beni doğurmakla suçlusun dedim. Buradan çıkardığım sonuç; özgücüne güvenmek ve anadan bile umudu kesmektir. Yaşatacaksan, sen kendi kendini yaşatacaksın. Bu toprakların ihanete uğratılmışlığı, sana ancak bunu söylettiriyor. Size göre ise bir sigaraya, bir dedikoduya sarılmak, bir ahbap çavuşluk sizi ömür boyu yaşatır. Aslında bu da sadece ne kadar küçüldüğünüzün kanıtıdır. Bir hayal uğruna on tane ömrü feda edebilirsiniz. Hepsi de boş hayaller. Bir lakırdıya yıllarınızı verebilirsiniz. Ve hiç zorlanmıyorsunuz da. Ondan sonra bunalım üstüne bunalıma giriyor, şikayet üstüne şikayet ediyorsunuz. Şimdi herkes, bütün toplum, milyonlar bana geliyor. Tabii ben kendimi hazırlamışım, kolay çözülmem. Ama bu sizin sadece ayıbınızı ortaya çıkarır.

Şimdi düşünün tüm bir halk benden istiyor, hatta şimdi bir de devletler var. Her devlet kendi politikasının gereklerini istiyor. Tabii devlet çıkarları en tehlikeli çıkarlardır. Bireylerin, halkın, hatta ulusların çıkarları devletin çıkarlarından daha tehlikeli olamaz. Bir de onların çıkarlarını dengelemeye çalış. Hele hele kendinizi tümüyle “ben nasıl yaşayacağım” gibi bir dayatma durumuna sokun, bütün bunları birleştirin ve Önderlik gerçeğine yöneltin, ortaya ne sonucu çıkar? Yirmi dört saat içinde patlama noktasına gelinir. Eğer ben böyle olmuyorsam bu, benim bazı özelliklerimle veya kendimi hazırlama tarzımla ilgilidir. Her zaman söylerim; bir kişiyi benim görev fonksiyonlarımın içine yerleştirin. Varsa bir kişiliği dayanabileceğini sanmıyorum. Zaten anlamaz, anlasa da yığılır kalır gibime geliyor. Tabii bunları bir olumsuzluk durumunu ortaya koymak için değil, sadece gerçekleri neden müthiş öğrenmek zorunda olduğunuzu göstermek için belirtiyorum.

Siz ise bu noktada her köylünün, her kurnazın yaptığı gibi bir kavrama sarılıyorsunuz. Anlamadığınız gerçeği Allahlaştırıyor, ilahlaştırıyor, övüp göklere çıkıyorsunuz. Şimdi dikkat edin köylü psikolojisinde Allah fikri, anlayamadığı, çok zayıf olduğu noktada, çok zora girdiği ve bir de kendine bir çıkar bulduğunda “Allah’ım sen yardımıma koş, Allah’ım sana çok şükür”dür. Çok şükür dediğinde ya bir hırsızlık yapmıştır ya beklemediği bir durum, gelişme ya da bir ürün ortaya çıkmıştır. Çok zorlandığı yerde de bir anlayışsızlık, bir güvensizlik ortaya çıkmıştır. İşte Allah’ı o kadardır. Tabii bu doğru değildir. Bu Allah anlayışıyla hiçbir yere varılamaz. Bunun içine daha başka şeyler de yerleştirebiliriz. Bunlar da sahte örgüt, sahte komutanlık anlayışıdır. Toplumdan biraz daha çarpıcı yönleri yansıtabiliriz. Örneğin babalık, reislik, muhtarlık, işte Türkiye’de “devlet baba” gibi anlayışlar. Bütün bunlar daha da sürüp gider, bunların hepsi, toplumun özgüvenden düşürülüşünü, kişinin kendi özgücünden yoksun bırakılışını ifade ediyor. Sizin yaşam konusundaki gerçeğiniz son tahlilde böyle izah edilebilir. Ben, “ben buyum, benden adam çıkmaz” anlayışına hiç inanmam. Ben bunu diyen köylüyü çok iyi tanıyorum. Bu örneği de defalarca veriyorum. Bir defa benim toplumda en büyük devrimi gerçekleştirdiğim kişilik buydu. Hepsi aklımda. Bütün o köylülerle, o toplum bireyleriyle savaşarak bu devrimciliği buraya kadar getirdim. Siz ise bana “biz bu kadarız” dayatmasında bulunuyorsunuz. Sizin “bu kadarız” dediğiniz noktadan nefret ediyor ve buna savaş açıyorum. Gerçeğimizde insan bu kadar olamaz, bu suçtur. “Bu kadarım” diyen kişi her tür boyun eğmeye, her türlü küçüklüğe, hiçliğe ve insanın cüceliğine dair her şeye kapıyı açık bırakmış demektir. Bu bir insanlık suçudur. Çünkü gelişmeyi peşinen mahkum ediyor. Tabii diğeri de bunun zıddıdır. O da birden bire kendini her şey sanmadır. Ucuz komutanlar, ucuz başarı sahipleri, bizde bunların hepsi çıktı, hem de aynı kişilikte. Ve bu saflarımız da yaygındır. Sonuç feci bir şekilde kaybediyorlar, emeklerimizi de çok kötü bir biçimde bitiriyorlar.

 

Komutan En Yüksek Anlayış Gücüdür

Sizi anlamıyorum ve durumunuza üzülüyorum. Bunlara neden bu kadar yükleniyorsun diye kendime sormazlık da etmiyorum. Fakat sizi ben dünyaya getirmedim. Üzüntünüzü ana ve babanıza söylemeliydiniz. “Ana, baba, sülale, hatta ey insanlık, biz hazır olmadan neden bunu bize yapıyorsunuz” demelisiniz. Ben kendimi bundan sorumlu tutamam, tam tersine buna biraz yanıt olmaya çalışıyorum. Sanırım tarihte böyle felaket yürüyüşleri vardır. Lanetliler yürüyüşünün böyle toplulukları vardır. Maalesef durumunuz böyledir; durumunuz derken de yalnız sizler değil, bir toplum var, Türkiye de dahil birçok böyle halk var. Onlar çağdaş lanetlileri temsil ediyorlar. Gerçekleri görmek zorundasınız. Şimdi Endonezya’da bir ayaklanma oluyor, o, lanetlilerin ayaklanmasıdır. Hepsi çılgınlar gibidir.

Tabii kendimi şu anlamda bir tersliğe, ihanet demeyeyim de, gerici bir dayatmanıza karşı zorlanmış olarak hissediyorum. Böyle niteleyebileceğimiz gerçekliğinizi sürdürme cesaretini göstermeniz, aslında bize en büyük olumsuz dayatmadır. Yani bu dayatma tarzınızın izahı bana göre olamaz, kabul edilemez. Aslında bunun içinde birçok şey de var. Tekrar vurgulayabilirim, bir sınıf gerçekliği, bir iflas kişiliği var, bir sahte yaşam, bir iddiasızlık var; bir bencillik, çaresizlik, bir tükenmişlik var. Bunun hepsine bir defa düşmüşsünüz. Yalvararak “aman biz ettik, sen etme” diyorsunuz

Şimdi bu halinizle örneğin şu anda bir işkencecinin yanına giderseniz; “yalvarıyorum” diye ayaklarına kapanacaksınız. Veya işkenceciye değil de, örneğin Demirel’e gidersiniz bu kez; “vay baba” diye sarılacaksınız. Aynı kişilik. Bu kişilik bize gelir, böyle bir duruşa sahip olur. “Sen de bize razı ol, bizim devrimciliğimiz bu kadardır” der. Bunun altında derin toplumsal özellikler vardır. Kabul edebilir miyiz? Edersek kim memnun olur? Kimin memnun olacağı açıktır, sistemi sürdürenler memnun olur. Zaten bu hale geldikten sonra yaşam hakkı da hiç olmaz. Bunları biraz anladığınızı varsayalım, peki o zaman kendinize çare bulacak mısınız, bulmayacak mısınız? Size öyle zorla bir savaş kararı dayatmayacağız. Karar sizin olsun diyeceğim. Burada namusluca aylarca tartışın. Ne olmak istiyorsanız kararınızı kendiniz verin. Ama bu karar son derece gerçekçi olmalıdır. Herhalde haince, düşmanca bir karar vermeyeceksiniz. Çünkü düşmanca bir karar verdiniz mi, biz ona karşı savaşırız; ya sen beni öldürürsün ya da ben seni. Düşmanca bir kararın karşılığı bu olur. Dostça bir karar verebilirsiniz. Dostça bir karar kabul edilebilir. Benim durumum dostluk yapmaya elverişlidir. “Dua ederim, sizinle gider üretim çalışması yaparım, ayda birkaç kuruş para yardımı yaparım.” Bunlar da değerlidir. “Yaman bir savaşçı olacağım” şeklindeki kararınız aslında en büyük karardır. Savaşçı kararlılığını küçük göstermek istemiyorum. Ama acaba siz bu kararın farkında mısınız? Bu karar nasıl bir karar olacak? Bu kararın gücü olduktan sonra gerçekten anlık olarak nasıl eseceksiniz? Bu anlamda her düzeyde bir karar gücünüz var mı? Şimdiye kadarki savaşçılarımızın kararlılığı gibi değil. Bizim her konuda açıklığa kavuşturduğumuz karar şimdi verildi. Bir an sonra, bir saat sonra, bir gün sonra, yeri hiç önemli değil, bu karar her yerde geçerlidir. Çünkü her yerde yapılacak iş vardır. Böyle bir kararı verebilir misiniz?

Daha önemli kararlar, komutanlık kararı var. Örneğin “ben ileri düzeyde bir komutanlık kararı vermeye hazırım” diyenleriniz var mı? Değil böyle onlarca, bir düzineye kadar diyelim, içeriği çok dolu veya tam karşılayabilecek, karar veren kişi de tabii ki komutandır, adı üzerinde kılıçtır, en yüksek anlayış gücüdür, yürürken anında çözendir. Bir de adalet terazisinde belirttiğimiz gibi elinde kılıçla kendini tartarak büyüyendir. Kılıç askeri vuruş tarzıdır, her sözü bir kılıç darbesidir, her adımı savaşta bir mesafe almadır. Komutan böyledir. Çoğunuz kendinize komutan da diyorsunuz, ama lütfen biraz anlayışlı, biraz vicdanlı olun. Komutanı doğru tanımlayalım. Halen hatırlıyorum, 1986 sonu, ’87 başı, ’84 Atılımı’nın komuta gücü olunamadığını gördüğüm zaman, komutan kimdir, ana özellikleri nelerdir, görev anlayışı nasıl olmalıdır hususlarında çözümleme geliştirmeye ihtiyaç duydum. Çok da zor bir kıştı, onu geliştirmeye çalıştım. Ama hiç kimse de kalkıp, o tanıma göre bir komutanlaşmaya ilgi göstermedi. Tam tersine, başta bu çete (Şemdin Sakık) dahil, korkunç bir çetecilikle ideolojik-siyasi çizgiden koparak, büyük zorlukları hiç görmeden -ki, en dürüstleri öyleydi- onun farkına bile varmadan kendilerini nasıl kaybettiler. Hep hatırlatırdım, bir dağ keçisine baksalardı iyi gerillacılık yaparlardı. Dediğim biçimde bir keçi marifetini bile gösteremediler, hiç anlamak da istemediler.

Aylardır, yıllardır çaba harcıyorum, yine de beklenmedik vuruluşlar ve kişiliğinizde gittikçe durduramadığım sahte komuta kişilikleri gelişti. Beyefendi, bu işin başı benim, her şeyi tırnakla söktük, sen kim oluyorsun? Ben bile kendimi senin kadar bir şey, komutan sanamıyorum, sen kendini nasıl böyle sandın diyorum. Tam bir ucube. Ben böyle bir yönetici olamıyorum diyorum. Yetki sahibi olmuş, “bu birlik benim, şu bölge benim, bu mevki benim” diyor. Başını kopartsan vazgeçmiyor. Tabii, eğer ölçüler aşındırılırsa sonuçta böyle tipler olur ve bu tiplere de düşman şimdi çağrı yapıyor; “oğlum yanılgı içindesin, gel gel” diyor. Bir de şaşıyorsunuz, “Önderlik bizi neden anlamıyor, biz kendimizi ne sanıyoruz da, bize ne söyleniyor” deniliyor. Ama bak, düşman sana çağrı yapıyor, sen yarı kontrasın ve bizim “ünlü komutan” (Şemdin Sakık) çıkmadı mı? Komutan Sıfır. Onu inceleyin. Belgeleri var, kendinizi orada görün. Çok ilginçtir. Aslında bu yönüyle daha da öğreneceğiz. Yüzüne baksan, iğrenirsin ve insan bir parça ekmeği bile vermeye gücenir, bu kez de kendini dünyanın en “akıllı komutanı” sanıyor. Tek bir laf geçiremedik. Şimdi düşmanın bir askeri karşısında ancak put gibi durabilir. İşte kişilik. İşte hepinizde az çok mevcudiyeti bulunan sözümona sahte komutanlık özelliklerinin insanı getirdiği nokta. Çok açık, siz yıllarca bunun en amanı-yamanı olduğuna inanmadınız mı, öyle sanmadınız mı? Sonuç ortada. Bizim eleştirilerimiz ve bizim doğruları dayatmamız vardı, bunlara ilgi duymadınız. Ama ilgi duymadığınız şeyler sizi yaşatıyor.

İlgi duyduğunuz tarz, şu anda düşman karşısında en bitik ve korkunç durumdadır. Bu, sizin gerçekliğiniz oluyor. Kimisi katlediliyor, kimisi teslim oluyor, kimisi yalvarıyor, ama ben öyle değilim. Durumum şu ana kadar fena değildi, aç kalmadım, yalvarmadım, ağlamadım. Herhalde şu andaki durum iyi bir şeydir. Siz bunu da çözemeyeceksiniz, gereklerini yapmayacaksınız. Bu suç, bu ayıp sizindir. Ve bu kadar ayıbı olana da değil komutan demek, kimse insan bile diyemez. Sizi neden adam yerine koymuyorum? Yaşı otuz, kırk olanlar var, bunlara bebek, bunların adamlıkla fazla ilgileri yok diyorum. Çünkü bu konuda kendimi aldatamam. Söz vermişim ve halk da bize biraz inanıyor. Bu durumda benim milyonlara karşı ikiyüzlü olmam ayıp değil mi? Bu işte büyük anı da var. Siz bunu aşındırmak istiyorsunuz. “Sen de bizim gibi ol, biraz kendini kandır, ne olur biraz oyalan, biraz alttan al Başkan, biraz fasa-fiso, biraz böyle sıkma kendini. Kendini böyle dolu kılmaya gerek yok. Biraz bize benze.” Dayattığınız bu. Ama bunun içinde de ölüm var, her şey yirmi dört saatte elden gider diyorum, siz ise “olsun, zaten yaşamdan beklediğimiz fazla bir şey yok” diyorsunuz. Hayır, hiç olmazsa ben, milyonların umutlarına bir şeyler sunabilirim veya hiç olmazsa o umutlara zarar vermem. Neden sana alet olayım? Kaldı ki alet olsam, belki içinizde bazıları yaşayabilir, o zaman onlar da elden gider. Yani bizim vicdan gerçeğimiz biraz böyle. Sizinki yaşam, savaş gerçekliği konusunda “başımıza ne gelirse kabulümüzdür” gerçeğidir. Bunda da o kadar zavallı, bazen de o kadar kör inatçısınız ki, öfkelenmemek elde değil.

 

Bizim Yaşam ve Savaş Felsefemizde İnsan En Büyük Güçtür

Anladığım kadarıyla özgür yaşam konusunda kararı aslında halen geliştirememişsiniz ve bu size çok zor geliyor. Değil verme, özgür yaşam kararını geliştirememişsiniz. Özgür yaşam kararından ne anladığınız belli değil. İkincisi, bunun için gerekli olan savaşı kararlaştıramamışsınız. Özgür yaşamın doğru kararı olmazsa, onun için doğru savaş kararı da verilemez. Verilse de serseriler, kabadayılar, eşkıyalar gibi verilir. Onların yaşam kararı zorla çalıp çırpmaktır; kabadayıların, hırsızların ve lümpenlerin savaş biçimlerinin nasıl olduğu biliniyor. Ağız dolusu küfürlüdür, sille-tokat birbirine girme biçimindedir. Sonuç; polis gelir, ensesine yapışır, it gibi bir köşeye atar. Bunlar sözümona düzene kafa tutanlardır. Bir de düzene uyan, ona teslim olan var. Teslim olanın veya düzene bağlı olanın yaşam kararı ise en alasından bir küçük burjuva memur veya bir köylü, bir işçinin yaşam tarzıdır. Eğer işçiyse düzende bulduğu iş, ona göre her şeydir. İşi elinden gitmesin, dünya yıkılsın, umurunda bile değildir. Onun kararı odur. İş de karnını ya doyurur ya doyurmaz. Köylü zaten iflas halindedir, günü ya kurtarır ya kurtarmaz. Ama bir karış toprak veya bir iki çuval ürün köylü için her şeydir, bütün ömrü ona eştir. Küçük burjuva memur için maaşı neyse dünyası o kadardır. Onun dışında her şey ona basit ve anlamsız gelir. Yani gerçeğinizdeki düzene bağlanışa bakarsak aslında çok küçük bir karardır, o da karın doyurmuyor. Bir diğer nokta, hep yalan hayallerle kendini oyalar; bir de çok yalancıdır, yani boş yere konuşur. Bir de güçsüzdür, hiç kimseyle geçinemez. Zaten bir eşkıya kadar, bir lümpen kadar da ne sert bir söz söyleyebilir, ne de böyle bir eylemi olur. Yani sürekli boyun eğmecidir, gelene ağam, gidene paşamcıdır. Hele bir de üstü oldu mu, ona yaptığı tümüyle kul-köleliktir. İnsan haklarıymış, toplum haklarıymış, onu hiç ilgilendirmez. Gelen faşizme de bin selam, kazara bir devrim olsa da, ona da bin selam diyebilir, ama hepsi sahtedir. Normal düzen kişiliğinin yaşam sınırları böyledir.

Bu kişiliğin diğer bir tehlikeli yönü var, ucuz hayaller kurar. “Şu artist gibi olsaydım, şu patron gibi olsaydım, şu filmdeki sahnedeki gibi yaşasaydım” diye hayaller kurar. Peki bu, saflarımızda kendini nasıl gösteriyor? Belirttiğimiz gibi; rüyası gerçekleşmiş, eline silahı almış, insanlara hükmediyor, para da bol, kendisine göre “evden kaçmış kadın, erkek” de var. İşte “rüya” geçekleşti, ama bu da sadece sahte bir rüyadır. Bu anlamda sizde gerçekleşen özgür yaşam felsefesinin yüzde doksanı yalan, dolandır ve düzen dahilindedir.   

Gerçekçi özgür yaşam tanımına henüz ulaşmış değilsiniz. Kendimi örnekleyerek bunu belirtebilirim, sizden daha fazla özgür yaşam sahibiyim. Ama kesinlikle henüz bu noktada olmadığımı da görüyorum. Burada biraz rehine gibi, bu dünyanın rehinesi gibiyim. Belki zincirleri açık, ayakta taşınmıyor, ama bu dünyanın zincirlisi gibiyim. Yani o size çokça hissettirmeye çalıştığım gibi, ah özgürlük dağlarında bir olabilsem diyorum. Siz “bu ne biçim söz, biz zaten o dağlarda çok bulunduk” diyeceksiniz. Ama siz gerçekten orada özgürlüğü anlayamadınız. Halen hatırlıyorum, ben bu eylemi başlattığım yıllarda, daha İstanbul’dayken bir gün dağlara ulaşabilsem sözüyle başladım. İşte dağlara o kadar şeyi ulaştırdık, o kadar kişiyi yaşattık, ortaya dağın enayisi çıktı. Başka bir şey çıkmadı. Oysa ki, bizim en büyük rüyamız oraya ulaşabilmekti ve bu anlamda sizi büyük bir suçlu gibi gördüğümü unutmayın. Dağlarda bu kadar kalıp da orada özgür yaşamı, kişiliğini geliştiremeyen, benim için asla affedilmez. Affedilmemesinin nasıl gerçekleştiğini biliyor musunuz? Bu kadar sabrı burada bunun için gösterdim. Ben burada yaşayacağım, siz orda öleceksiniz! Neden ölüyorsunuz? Özgür yaşama değer vermediğiniz, özgür yaşamın savaşını doğru ele almadığınız için ölüyorsunuz. Düşmana gitseniz orada da öldürülüyorsunuz. Bu ne demektir? Bu, kutsal özgürlük imkanını doğru ele almadınız, siz ona layık olamadınız, onun için yüzünüz karadır demektir. Ama ben halen rüyamdan vazgeçmeyeceğim. Rüyam da bu işi dağda layıkıyla sonuçlandırmamdır. Bunu çok istiyorsunuz, sülalenizin size veremeyeceğini ben veriyorum. Bana göre bu dünyada bir insana verilebilecek en büyük değer, ona böyle bir özgürlük yaşamı, şansı, silahı ve örgütü-orduyu vermektir, bunlar da verilmiştir. O aşağılık teslimiyetçinin bir ömür boyu kırk yıl da takla atsa bulamayacağı bir yaşamı, biz bir çalışmayla kırk kat fazlasını ona verdik ve bunu az çok hepinize de verdik. Biz çalışmasını biliyoruz. Halkımızı ikna ettik, biz şehidimizi, hatta dünyayı ikna ettik ve bir özgürlük imkanı ortaya çıkardık. Siz buna da aldandınız, şaşkınlığınız buradadır: “İşte bak özgürlük silahı, çata-pata biraz sıktım, biraz da kendimi bir şey sandım, demek ki anlı-şanlı birisiyim.” Siz hatayı böyle yaptınız.

Tekrar belirtiyorum, halen bu kadar çalışıyorum, yine de beğenmiyorum; yaptığım iş tam sonuca gitmiyor, yenilgisi her an mümkündür diyorum. Biraz daha zamanı kazanmak, biraz daha imkanı arttırmak ve dikkat ederseniz bu, hepinizi yaşatan eylemdir. Siz ne yaptınız? Ki bu daracık bir yer, yani burası bizim özgürlük alanımız değil. Dağlar size dar geldi, ilkelleştiniz, bozgunculuk yaptınız, doğru dürüst bir yoldaşlık ruhu gelişmedi, on binlerce silahı düşmana kaptırdınız. Hiçbir gerilla hareketine nasip olmayacak donanımla donattık ki bu, sizin için tek yaşam olanağıydı, onu da kolay elden bıraktınız. Ondan sonra da iflas ederek bize geliyorsunuz. Yani bu anlamda, emeklerimizi boşa çıkartmanın militanlığını yapıyorsunuz.

Aslında bu karşı devrimciliktir. Hatta öyle bilinçli bir karşı devrimci değil, objektif olarak bir zavallısınız,. Tabi bunun içinde belirttiğim gibi, bir yığın yanlışlık var. Sizi bu haliyle de kabul ettik. Neden kabul ettik? Bu dayatmanızı kabul etmek için değil, bu doğruları, bizdeki doğruları kabul etmeniz için. Etmezseniz ne olur? O zaman yine bizi tanıyacaksınız, beni iyi tanıyacaksınız, “bu insan neyi kabul eder, neyi kabul etmez? Bizim ne kadarımızı, neremizi kabul eder, ne kadarımızı, neremizi kabul etmez” diye kendinizi muazzam bir sorgudan geçireceksiniz. Sizlerle açık konuşalım. Örneğin anam bir zamanlar bana yalvardı, “Senin ananım, bak seni bu kadar büyüttüm, para da kazanıyorsun, bana neden dört metrelik bir bez parçasını almıyorsun” dedi. Ben ise sen ilkelerime göre olmadığın için, başka işlere ilgi duyuyorsun, benim istediklerim farklı, sen onlara ilgi duy, ben sana o zaman alırım dedim. Olmadığı için de almadım. Dikkat edin, henüz ortada siyaset filan yok. Herhalde insan bir ana için de bir şeyler alma gereği duyar. Demek ki bu insanın böyle bir özelliği var; ilkesine göre olmayana, bir kuru ekmek bile vermez.

İster anlayın, ister anlamayın. “Biz hırsızlarız” diyeceksiniz, ama benim ayarlamalarım var, nasıl hırsızlayacaksınız? Ben bu ülkedeki bütün hırsızları tutmadım mı? En büyük hırsızları, şu anda kontrol altında tutmuyor muyum? Hatta TC’yi bile bu kadar sıkıştırmadık mı? O zaman sen hırsızlıkla neyi kurtarabilirsin? İşte zorlanmanız da tam bu noktada başlıyor. “Örgütte dayanamıyorum, örgütte sıkılıyorum” diyorsunuz, ama sen ucuz komutanlığa, yetki devrimciliğine sıkılmıyorsun, o hoşuna gidiyor, sana görev hatırlattığım zaman ise sıkılıyorsun. Davranışlarınızın altındaki psikoloji budur, izah edilmesi zor değil. “Daha da sıkılırsam, ben bozgunculuk yaparım, örgüt tanımam” diyorsunuz. Tanıma, bu işin başındaki de kırk yılını boşuna bu işe adamamıştır. En son pat diye kendinizi ölüme yatırıyorsunuz; başta verdiğim örnek gibi, sere serpilme, cenazesini gösterme. Bana göre bir gerilla böyle kolay ölmez. Ölüyorsa, onda bir bityeniği var. Maalesef PKK’nin binlerce gerillası böyle öldü. Bunlar önlenebilirdi. Benim başardığımı, hepiniz benden, özellikle bu aşamada katbekat fazlasıyla başarabilirsiniz. Benim üzerimdeki tehlike sizinkinden on kat daha büyüktür. Bu çok açık, yüzlerce öldürme planı yapıldı, hem de milyonlarca dolarla, ama gerçekleşmedi. Neden gerçekleşmediğini biliyor musunuz? Öyle sizin sandığınız gibi de değil, planlı, disiplinli, istikrarlı yaşam sayesinde gerçekleşmedi. Yani her attığım adım, genelde örgüt disipliniyle bağlantılıdır. Üç metre yakınımdaki ajan -hatta bazıları da silahlıydı- disiplini egemen kıldığım için, silahını havaya dikemedi. Bu, sistemle ilgili, demek istediğim, kendi tedbirimi kendim almış bulunuyorum.

Bunu yalnız kaba anlamda silah için belirtmiyorum; bozguncular vardı, örgütü boşa çıkarmak isteyen çok büyük provokatörler vardı, hepsini etkisizleştirdim. O da benim örgüt tarzımla ilgilidir. Devletler, hatta Amerika büyük bir inatla sözümona kendini bana hissettirmek istiyor, ciddiye bile almıyorum, çünkü benim disiplinim ondan daha etkilidir. Yani şunu göstermek istiyorum: “Bu kişi nasıl böyle yaşıyor” diye şaşarsınız. İşte böyle yaşıyorum. Peki siz nasıl ölüyorsunuz? İşte onu da yaşam anlayışınızda, onun disiplininde arayacaksınız. Her tarafınız dökülüyor. Belli bir yaşa gelmişsiniz, örneğin topa vuruşlarınızda bile isabet yok; ne kurala, ne gücünüze göre bir topa vurmayı bile biliyorsunuz. Bu açık. Onu bırakalım, örgüt elden gidiyor, “dur” bile diyemiyorsunuz. Açık bir biçimde düşman geliyor veya herhangi bir dağda mevzilenme gereği var, düz yerdesin, bir keçi bile olsa anlar, dağın içine fırlar. İşte sizde bu olmadığı için ölüyorsunuz. Bunun doğallıkla ne ilgisi var? Yani bütün bunlarla ne kolay yaşanılabilir, ne de “artık bu dünyada bu kadar olur” demeye hakkınız olur. Örnek, yine benim durumum, çok ilginç, kendimi neden yaşatıyorum? Sizin gibilere darbe olması için veya “toplumda gelişme olmaz, büyüme olmaz, güç-kuvvet olunamaz diyenlere, gerçekten düşmana inat için yaşatıyorum. Bu ezik-silik kişilikten o kadar tepki duyarım ki, bak, ben gelişerek, güçlenerek yaşıyorum diyorum. Bu beni adeta kendimden geçiriyor. Bayıldığım bir nokta da bu. Yani bu silik kişiliğinize, bu güçlenmeyi bilmeyen kişiliğinize inattır.

Düşman ikinci planda gelir. Onunla da savaşarak yaşamaya bayılırım. Oysa ki, bu iki noktada siz tersini temsil ediyorsunuz. Bana göre düşmanla savaşmak, aşk gibi bir şeydir. Yani insanı kendinden geçirecek bir iştir. Yine zayıflıklarla savaşmak da öyle bir şeydir. İnsanın en çok doyum sağlayacağı bir iştir. Çünkü ikisini de vurdukça, sen yükseliyorsun, bu da çok açıktır. İkisini vurmayı bilirsen, birisinde kendi zayıflığını vur, geliş; diğerin de ise düşmanı vur, kendine gelişme alanı aç. Bundan daha iyisi olur mu? Siz, düşmana karşı etkili olmuyor, vuruluyor; zayıflıklara karşı da etkili olamıyor, onunla da uzlaşıyorsunuz. Sonuçta ölen siz olursunuz.

Şunu demek istiyorum: PKK’de kolay yaşam olmaz, kendinizi kolay aldatmayın. Hele benim sorumluluğum sürdükçe kendinizi kesinlikle kolay aldatmayın. Ben kendimi ve bu kadar çalışmayı bile yetersiz bulan birisiyim. Değil PKK’de öyle ucuz, hakkım olmadan yaşamak, bu kadar yapmama rağmen yine de tam hakkını veremiyorum diyorum. Peki kendisine karşı böyle olan birisi, sizi nasıl kabul edebilir? Sizi ancak müthiş çalıştırmakla kabul eder. Şimdi bir canınız var, bu noktada ortaya çok feci bir durum çıkıyor. Yani bu canınızı koruyor, aslında sizi yaşatmak için değil, devrimin ilkelerine hayatiyet kazandırmak içindir. Örgütün bu kadar elindesiniz. “Kendimi biraz yaşayayım” demek kendini aldatmadır. Bu can çoktan sizin olmaktan çıkarılmış, ilkelerin eline verilmiştir. Ters davranışların olursa, ters davranırsan anında ölürsün.

Artık biraz örgüt yaşamını, örgüt gerçeğini anlayın. Ben birini örgütlerken; düşman dahi “adamı yutar” diyordu. Halen dünyada herkes buna şaşıyor. “Elimizi uzatsak, bu devlet yıkılır” diyor. Bunu en üst düzeyde de söylediklerini biliyorum. “Seninle olmaz, sana el uzatmak eşittir devleti yıkmaktır” diyor. Öyle olmayacağına dair birçok garanti verdim, ama yine de inandıramıyorum. Peki, düşman böyleyken siz kendinizi örgüt içinde nasıl yaşatacaksınız? Bu, örgüte göre olmazsa, mümkün mü? Dev gibi bir devlet bunu başaramıyor, siz nasıl başaracaksınız? Burada büyük bir kara cehaletin olduğunu kabul edin. “Ben kendimi dayatır, yaşatırım, ben kaçarım” deseniz, kaçmanın sonu da yok. Ünlü komutan kaçtı da ne elde etti? Sonunu seyredin.

Bizim savaş meydanı öyle sıradan bir meydan değildir. Açtığımız yaşam bayrağı öyle sıradan bir yaşam bayrağı değildir. Üzerindeki yıldızları sayın. Kısaca anlamaya çalışın. Her birisi neye işarettir. Er meydanı, yiğitlik nedir? Er meydanında boy ölçüşme nedir? Kendinizi sınayın. Bunlar böyledir, bu meydana anlamadan girerseniz, feci ve rezil olursunuz.

Sonuç olarak, halen kendinize biraz saygınız var, sanırım bunu tümüyle yitirmediniz. İlkel de olsa bazı duygularınız da var. Onlara baş vurun. “Ey can, ey ben, sen yaşamak istiyor musun”, “ey vicdan, ey cılız duygu, sende bir kıpırtı gelişecek mi” deyin. Ama nasıl? En azından düşmanına göre direnecek kadar güçlendirmeye çalışacaksınız; bir yaşam kabulü ise en azından başa bela olmayacak kadar değerli ise “yürek, bunun için çalış” diyeceksin. Biraz beyin varsa, ona da “ey beyin sen de biraz çalış” diyeceksin. Gerisi için örgütten yardım isteyebilirsin. Bu anlamda örgütümüz de, şehitlerimiz de, halkımız ve Önderlik de herkese yardımcıdır. Yeter ki, sen böyle dürüst ve gerçekten ölçülerine göre kararını ver. Gerisi gelir.

Bütün bunlarla acaba bir daha kendinizi, dolayısıyla beni de aldatacak mısınız diyorum. “Nasıl Yaşamalı” sorusuna olduğu kadar, savaşa başlangıç konusunda da, fazla rica gibi kelimeleri kullanmam, ama aldatmazsanız çok iyi olur. İğne ucu kadar bir aklınız varsa, lütfen ona biraz saygılı olun. Gerçekten biraz duygularınız varsa, ona da saygılı olun. Ama bana bu yapmacık kişilikleri dayatmayın, çünkü sizin adınıza üzülüyorum. Ben kendimi yine yürütürüm. Son ana kadar herhalde benim gidişim, beni idare edecek kadar sağlam olur. Ama siz nasıl böyle yürüyeceksiniz? Ailelerinize gidin desem herhalde çok ayıp olur. “Gidecek bir yerimiz yok” diyeceksiniz. Hiçbir şey kazanmadan ölüme gidiyorsunuz. Bu, müthiş bir acı doğurmuyor mu? Kendi lanetli tarzınla yaşama, savaşa başla desem pat diye düşeceksiniz. Bu durumda vicdan nasıl kıyamet koparmasın?

Yani sizi bu halinizle ne yapalım? Eğitime de yeterince ilgi yok veya sizi sarmıyor. Tabii ki bu çok sakıncalıdır. Çünkü sen ölüm kalım süreci içerisindesin. Gereken yanıtı veremezsen, belki iki, üç ay sonra büyük bir kısmınız can verir. Yaşam, sizi mutlak bir yanıt vermeye zorluyor. Yaşayacaksanız da yanıtınız güçlü olacak. Görev alıp da bana ikide bir şikayet iletemezsiniz. Çünkü ben her gün en benim diyen arkadaşı, sözümona en eski, biraz en saygılı olmam gereken arkadaşı gerçekten çok ağır bir söylem altında yürütüyorum. Artık kırk, elli yaşına gelmişler, titriyorlar veya nasıl yaşayacaklarını kestiremiyorlar. Daha da amansız olmayı dayatacağım. Zamanında gerekeni yapamadığı için bu hale gelmişler. Ben ne yapabilirim, çünkü zamanında iyi yap dedim. Yani yaşasa da, yaşamamasından daha tehlikeli. Önderlik söylemi çok amansızdır. “Ben kaçarım” dersen, kaçmanın da sınırı iyi çizilmiştir. O daha da dehşetlidir. En kolayı “ucuz ölüm”; “bunun elinden kurtulmak için, ucuz ölelim” diyeceksiniz Bu konuda kendimi şöyle tatmin ettim: Artık üzülme Apo, bu adam bile bile kendini ucuz öldürdü, buna bir sinek kadar üzülmene gerek yok. Çünkü yaşam hakkını, savaş hakkını doğru kullanmadı. Üzülmüyorum, dolayısıyla hiçbir ölüm bana kar etmez. Bir de yerini katbekat dolduracak tedbirler aldım. Ölse, yerine on tanesi rahat gelir. Bu da beni rahatlatıyor. Bütün bunlar benim kendimi örgütlememdir. Dolayısıyla yaşadığım müddetçe hiçbir şey kar etmez. Bu benim sözüm, benim kendimi onurlandırma anlayışımdır.

Bütün bunlar size artık fazla hata yapma şansı, yaşamda yanlış yapmaya fırsat vermiyor. Savaşta hakeza, hiç vermez. Hiç beklenmedik ölüm nedir? Belki üzerinizde bir silahımız var, o düşmana gidebilir, onların da onda dokuzunu alıyoruz, belki onda biri düşmana gider. Kaldı ki telafisi zor değildir. O zaman, kendinizi acıklı bir gerilla adayı olarak noktalıyorsunuz. Herhalde bunun sorumlusu ben değilim. Yaşayanlar için de tekrar vurgulayalım: PKK’ye dayanarak yaşamak, gerçekten aslanın sırtında yürümeye benzer. Bu benim için de geçerlidir. Aslanın yelesini tuta tuta kollarımda güç kalmamış. Bu, tam da aslanın sırtında yaşamak gibi bir şey. Yaşama sımsıkı sarılmazsan, aslandır, düşersen seni parçalar. Lenin, “Devrim bisiklet yürüyüşüdür” der. Hayır, bisiklet kolaydır. Bisikletin pedalına basarsın, yavaş da, hızlı da gidebilirsin. Bizim gerçeğimizde devrimci yaşam aslan gibidir. Ama tabii, aslana binerek sırtında yaşamak da yiğitçedir, hangi düşmanın üzerine gidersen o da aslandır. Aslanın üstünde bir aslan gibi yürürsen, hiçbir şey ona dayanmaz. Bu, PKK’nin militanlık tarzıdır. Belli bir aşamaya kadar bu böyle gidecek. Bu, aynı zamanda çok zordur, ama yenecek olan bir yürüyüştür. Bana göre bu biraz gerçekleşmiştir. Sizi biraz alıştırdık, yani sizler de aslanın sırtında biraz yürüyorsunuz. Sadece dikkat edin diyorum. Çünkü dikkatsizler düşüyor, parçalanıyor. Buna razı olmalıyız, çünkü başka seçeneğimiz yok. Aslanlı yürümeyi bilemezsek, karşıdaki düşman panter gibidir. Zaten kendisine bozkurt diyor. O da parçalar. Bozkurtu yenmenin yolu, aslanla üzerine gitmekten geçer.

İnsan bu temelde sonuna kadar kendine güvenebilir. Bizim yaşam ve savaş felsefemizde en temel slogan, insanın gerektiğinde en büyük güç olduğudur. Teknik söz konusu olursa, en büyük teknik insandır. Atom bombası kadar patlayabilir. Diğer şeyler; irade, ideoloji de en güçlüsüdür. Yeter ki kendisini örgütlesin, o bir ordudur. Düşünce gücünü kullansın, hiçbir düşman ona ulaşamaz. Bizim mücadelemizde insan böyle bir tanıma sahiptir. “Bunlar çok zor” diyeceksiniz. Başka türlü sen insan olamazsın. Sen insanlık dışına itilmişsin, mevcut faşizmle tarihten silinmişsin. Dünyada en ilkel kabile bile bu yaşamı kabul etmiyor. Mevcut faşizm karşısındaki yaşam bu kadar tehdit altındadır. O zaman yaşamak istiyorsan, yaşamın bu insanca tanımını kabul edeceksin, bu tanım için gerekli olan aslan yürüyüşünü bir savaş tarzı olarak benimseyeceksin, bunun için çok gerçekçi olacaksın ve her türlü tedbirliliği eksik etmeyeceksin.

Dolayısıyla bu temelde yaşamı gerekçelendirip, tanımlayıp onun da savaşını verdiysen, sen en yiğitsin. Yiğitlerin yaşamı da, savaşı da değerlidir. Önderlik gerçeğinde, bu az çok gerçekleşmiştir. Bunu en büyük kazanım olarak paylaşabilirsiniz. Bu anlamda da gerçekten abartmaksızın, ama oldukça da mütevazıca diyebiliriz ki, yaşama bu temelde doğru bakabiliriz, artık yaşamda insan toplumuna göre sınırsız özgürlük düzeyi diyebiliriz. Onun kadar varız. Nasıl ki bir aslan, hayvanlar aleminde en üstündür ve hepsini yenme gücündedir, savaşta da bizim tarzımız o kadar zaferlidir. Burada bunu öğreniyorsunuz. Bu temelde yaşamı da, onun savaşımını da öğreniyorsunuz. Ne kadar yanılgılarınız olursa, başlangıçta önemsemiyoruz. Hatta art niyetli birisi olsanız da, yeter ki tövbe edin, onu da kabul ediyoruz. Ama gerisini de siz böyle özlüce, yüreklice alacaksınız. Bununla sonuna kadar “Yaşamda Özgürlük, Savaşta Zafer” sizin olsun diyoruz.

21 Mayıs 1998