HPG

Kurdistan Halk Savunma Güçleri

onderlik foto_2Eğer bir halk, kendi kurtuluşunun doğru yolundan saptırılmışsa, çağın dışına itilmişse, gelişen insanlık ailesi içinde kendisine bir yer bırakılmamışsa, çağdaş insanlık ailesinin üyesi olmak için, o halkın kollektif iradesinin bu amaç doğrultusunda seferber edilmesi, ayağa kaldırılması, o halkın siyasal doğrultusunu ifade eder. Bu, o halkın hayati çıkarlarının tespitidir, bu çıkarların bilinciyle harekete geçmesidir, kendine sahip çıkmasıdır. Bu, kendi topraklarında bağımsız yaşaması ve kendi emek değerleri üzerinde özgür tasarrufta bulunmasıdır. Bunun çağdaş ulusal ve toplumsal ölçüler içerisinde gerçekleştirilmesidir.

Bir halkın siyasete hakim olması demek; o halkın çağ içinde kendi yeri konusunda karar ve yürüyüş sahibi olması demektir. Eğer bu halk, ya da ulus, bağımsız ve özgürse, çağ içinde seçkin bir yerin sahibi olması anlamına gelir. Hatta bu, önder konumda olan uluslardan, halklardan birisi haline gelmesini ifade eder. Eğer o halk baskı altındaysa, yolu karartılmışsa ve yolundan saptırılmışsa, böylesine halklar ve uluslar için siyaset demek, kendisini çağdaş ailenin içine götürebilecek yolun sahibi olmak demektir. Yanlış yoldaysa yolunu düzeltmek, yolu karartılmışsa yolunu aydınlatmak anlamına gelir. Siyaset, bundan daha fazlası olarak bu halkın maddi bir güç haline gelmesini, onun örgütlülüğünü de ifade eder. Yine bundan da öteye, bu yürüyüşünü, kendisine dayatılan tüm engellemelere rağmen başarıyla götürebilecek bir öncülüğe bağlı olarak yürütmesidir.

Siyasal önderler, eğer böylesine halkların başında yer alıyor ve bu temelde çıkarlarını temsil edebiliyorlarsa, büyük önderlik sıfatına ulaşırlar. Siyasal önderler, halk, ulus veya önder güç olarak hangi sınıfı, ulusu, halkı temsil ediyorlarsa, onun önderleri olarak temsil ettikleri sınıfın, halkın veya ulusun çıkarlarını çağ içinde, uluslar topluluğu içinde ve ulusun içinde en gözüpek bir biçimde temsil etmek, yürütmek zorundadırlar. Örneğin, daha dün ABD'nin başına yeni bir başkan geldi. Bu başkanın görevi Amerikan ulusunun çıkarlarını, emperyalizm ve emperyalizme karşı gelişen proletarya ve ulusal kurtuluş devrimleri çağında ve emperyalist sistem içinde birinci sırada temsil etmek ve birinci sırada tutmaktır. Amerikan ülkesini dünyanın en ileri ülkesi halinde tutmak, ABD ulusunu temsil ettiği sınıf çıkarlarına göre 'en onurlu', 'seçkin' bir ulus konumunda tutmak, önderlik ettiği sınıfın çıkarlarını, ABD ulusu içinde ayrıcalıklı ve dokunulmaz kılmak, bunun için devleti çok güçlü idare etmektir. Bu amaçla and içer, söz verir ve böylece başkanlık görevini icra eder.

Bir Castro'nun önderliği, Küba halkının ve ulusunun lideri olarak, ABD'nin yanıbaşında, sosyalist bir ulusun, bağımsız ve özgür bir halkın çıkarlarını temsil, ya da en azından Latin Amerika'da, Küba'nın bu siyasal önderliğini çağ içinde sürdürmektir. Emperyalist tehlikeye karşı Küba'yı çok dikkatlice yönetmek, Küba halkının esenliğini sağlamak, maddi ve manevi kalkınmasını sürekli geliştirmek, bu konuda hiç taviz vermeden siyasetini yürütmek, çok hassas, çok duyarlı olmak anlamına gelir.

Nereden bakarsak bakalım, eğer bir halk, ya da ulus, çağdaş uluslar ailesinin bağımsız ve özgür bir üyesiyse, bu halklar mutlaka böyle bir düzen içinde ve hem de büyük bir rekabet içinde daha da fazla ilerlemeye açıktırlar. Bu rakabet, hem kapitalistemperyalist sistem içinde vardır, hem de sosyalist sistem içinde vardır. Fakat bağımlı uluslar, halklar veya ezilen, sömürülen sınıflar içinse durum daha da farklıdır. Onların ilk plandaki görevi, bu kabul edilemez konumlarını değiştirmektir. Bunun için siyasete sahip olmaktır, bu siyaseti örgütlemektir ve kendilerine dayatılan köleliği parçalayıp özgür iradelerini, kendi konumlarında, eşitlik ve özgürlük içinde belirlemektir.

Biz, bu konuda dünyanın en sonunda yürüyen ulusuyuz. Kürdistan halkı için siyaset yapmak demek,  bu ister ulusal ister sınıfsal düzeyde olsun bu böyledir  siyasete sahip olmuş, hemen hemen tüm uluslar topluluğunun en kuyruğunda yüzeni olarak yürümek demektir. Daha da kötüsü bu halk dünya halkları içinde yaşıyor mu, yaşamıyor mu? Yaşamaya hakkı var mı, yok mu? Bu ve daha bir çok hayati önemdeki sorulara daha yeni yeni cevap verebilen, "bu dünyada biz de yaşıyoruz, bu dünyanın insanlık ailesi içinde bizim de yerimiz olmalıdır" bilincinin çok sınırlı geliştiği bir ülkedir Kürdistan. Ve çoğunun da "pek yaşamasa da olur" biçiminde haksız bir hükmün verdiği bir konumu yaşamaktadır. Dolayısıyla kendisi için bağımsız ve özgür bir siyaset, bir karar sahibi olması pek de ciddiye alınmadığı gibi, kendi içinde de güçlü bir siyasete sahip olmak, bunu yürütmek için güçlü önderlere sahip olmak istediği de pek dikkate alınmadı. Bu iş için şimdiye kadar varolanların da, bu işleri kötü bir oyun olarak icra etmekten öteye gitmedikleri bilinmektedir. Dolayısıyla da bugün dünyanın en geri konumundaki halkı olmaktan kurtulamama gibi yüz karası bir durumla karşı karşıyadır.

Böyle bir halk için siyasetin ifade ettiği anlam, öncelikle gözünü dünyaya ve dünyada geçerli olan çağa açmaktır. Bununla birlikte bilincini uyandırmak, bir halk olarak yaşam belirtilerini canlandırmak, uyuşmuş yaşam damarlarını taze bir kanla yeniden kan alıp veren, yaşamından daha umut kesilmemiş, sağlığına kavuşmayı göze alan duruma getirmektir. Buradan giderek irade birliğini yaratmak ve bu temelde bir yürüyüşe girmektir. İşte, Kürdistan halkı için siyaset bunları içeriyor. Yani öncelikle aydınlanmak oluyor. Kısaca yolsuz, yolundan saptırılmış, üzerinde her türlü yabancı siyasetin kol gezdiği bir durumdan  ki, hepsinin de dayattığı imhadır  bunları benimsemeyen, yaşamayan; onun yerine kendi kimliğini esas alan, özgür gelişmesine olanak tanıyan bir politika için çabalarını yoğunlaştıran bir konuma ulaşmak, bir yolun sahibi olmak ve bu yolda yürümektir.

Şimdiye kadar böyle olmadığımız iyi biliniyor. Dünyada var mıyız, yok muyuz belli değil. Yani daha gözümüzü dünyaya açmamıştık. Dünyanın nasıl yaşadığının bile farkında değildik. Yaşama kudretinde miyiz, oralı bile değildik. Bizim için yol ne olmalıdır? Üzerimizden geçen yollar kimin yollarıdır? Bu yolda kimin için çalışıyoruz? Bu konularda hiç oralı olmayan ve bütün bunların bir sonucu olarak son derece kararsız bir insanlar topluluğuyduk. Siyasetsiz insanlardık, gayri meşru yollarda bin parçaya bölünmüş, bazılarının yediği leşler gibi, her kolu bir tarafa çekilmiş, ucube gövdeler gibiydik. Ulusal bağımsızlık anlamında, halk kişiliği anlamında beyinleşmemiş, bir vücuda kavuşmamış, peltemsi bir varlıktık. Elbetteki böyle bir varlığı sadece avlarlar ve yerler. İşte kişiliğimizin içinde derince şekillendiği, tarihsel ve toplumsal organizma budur. Örneğin, bir TC'yi düşünürsek, her gün bizi avlamıyor mu? Hem de balıklardan daha kolay bir biçimde avlıyor. Balıkçı denizde balığı avlamak için korkunç fırtınalara ve rüzgarlara karşı büyük zahmetler çeker ve ancak bir kaç balık avlar; TC ise hem keyfini sürüyor, hem de her gün de zenginlik avlıyor.

Demek ki, siyaset sahibi olmak bizim için her şeydir. Siyasetin olmazsa, başka siyasetlerin kurbanı olursun, yenilirsin ve yutulursun. Türk faşizmi gelişmiş bir sömürgeci güç olmadığı için, bizi midesinde tam eritemiyor, aksi halde şimdiye kadar bizi çoktan yutmuştu. Fakat ağzında evireçevire de bizden geriye pek bir şey bırakmamıştır. Durum bu. Halen hepinimizin başında sallanan "keser seni, yerim" siyasetinden başka bir şey değildir. Gerçekleri daha derinliğine ele almak zor değildir, ama gerçeklere sadakatle bağlı olmak daha da önemlidir. Siyasetsizliğin bizdeki sonuçları üzerine çok şey söylenebilinir. Siyasetsiz bir halkın, bir ulusun, kendini kurdakuşa yem ettiğini bilmek gerekir.

Bir sınıf için de kendi siyaseti geçerlidir. Bu ezilen sınıf için bin kat daha geçerlidir. Türkiye'nin emekçi sınıfları da, dünyanın en çok kuyrukta yüzen ve üzerinde her türlü faşist siyasetin, baskı ve sömürünün uygulandığı bir kesimdir. Elbette ezilen sınıfın da durumu budur. Birbirleriyle son derece bağlantılıdır. O zaman bizim için siyasetin anlamı geçmiş süreçten beri oluşmuştur. Ve devam ettirilmek için de, düşmanın günlük olarak büyük bir duyarlılıkla yürüttüğü yok etme uygulamalarına, onun mantık yapısına, onun her türlü kuruluşuna karşı koymak, onu tanımamaktır. Sadece bununla da yetinmemek, içinde bulunduğumuz bu durumdan kurtulmak için elimize geçirdiğimiz her araçla buna karşı savaşarak durmaktır. Biz bunu yürekten mahkûm etmekten tutalım taşlamaya kadar, bıçaklardan tutalım her türlü öldürücü silaha kadar, elimizde ne varsa, yüreğimizde ne bitiyorsa, beynimizde hangi yöntem çıkıyorsa, onunla dağıtmak zorundayız. Zaten bu dayatmalara karşı koymak isteyenlerin başka bir savaş türünden bahsetmeleri beklenemez. Halkların geliştirdikleri savaş türü, halklara dayatılan baskı ve savaş türüne göre vücut bulur. Eğer düşmanın halka uyguladığı baskı hiçbir yaşam olanağı vermiyorsa, o halk bütün yeteneklerini savaşa göre ayarlar. Bütün bu yetenekleriyle savaşır ve sonuç alır.

Partimiz'in siyaseti, tanımını belirlemelerden alır. Bu demektir ki; tamamen siyasetsiz bırakılmış, ondan da öteye, dünyada en tehlikeli, baskıda sınır tanımayan, görülmemiş sömürüyü mümkün kılan bir siyasetin kurbanı olan bir halka, bu durumunu öncelikle göstermek, ardından bunu büyük bir öfkeyle red etmek, giderek kendi bağımsız ve özgür doğrultusunu geçirmek olacaktır. Bu önce programdır, daha sonra bu yolda yürümektir ve örgütlenmedir. Düşmanın bütün taktiklerine karşı kendi savaşımını dayatarak bu yürütmeyi mümkün kılmaktır. Bu da halk savaşıdır. Böyle bir konum, halk siyasetinin sahibi olma konumudur. Belli bir siyaset altında, bağımsızlık ve özgürlük siyaseti altında birleşip yürütebilen bir konuma gelmedir ve kurtuluş da bu yoldadır.

Partimiz'in başından beri bütün çabasının yoğunlaştığı temel amaç, öncelikle alacakaranlık içinde lime lime edilen bir halk gerçeğine, aydınlık bir ortam getirmektir. Bu ortam içinde halkın kendini görmesi ve değerlendirmesini sağlamaktır. Halk nasıl yarabere içindedir. Bunu halka göstermek, ikinci bir adım olarak bu kötü durumdan kurtulma istediğini yaratmak, kurtuluş umudunu yaratmak, baştan beri Partimiz'in siyaseti olmuştur. Bu bir kader değildir, kurtulmak mümkündür. Bu uyanış isteğidir; yani "çok kötü düşürülmüşüz, kötü dövülüyoruz, bunu kabul etmemeliyiz" biçiminde bir tutku yaratmaktır. Yeni bir dünyanın mevcut olduğunu halka sürekli göstermek, "bu karanlıklar dünyası bir kâbe değildir, daha özgür bir dünyaya açılma imkanı vardır" demektir. Onun da ışığını sürekli halka yansıtmak, onu hep aydınlığa çeken bir dünyayı hissettirmek gerekir. Bu, geleceğimizin programı olur. Gelecekte halkın kendisini şekillendireceği toplumsal yapının özellikleri böyledir. Bunlar hedef belirlemedir, uyanış gerçeklerini yaratmaktır ve ancak işin bu aşamasına kadar bir uyanış çağı başlar. Bu uyanışın tam sağlanması değil, ilk adımıdır.

Bizim halkımız açısından daha da fazlası veya özgün olarak yerine getirmesi gereken görev, düşmanı bütün özellikleriyle doğru tanıtmak olacaktır. Çünkü düşman, bizi her bakımdan yiyip bitiriyorsa, biz yalnızca "bizim bir kolumuzu kesiyor" diyemeyiz. Böyle söylemek ne anlama geliyor? "Yalnız bizim emeğimizi sömürüyor" anlamına geliyor. Hayır! Sadece emek değil, bütün ulusal özelliklerimizi inkar ediyor, imha ediyor. Bütün sınıf ve tabakalar üzerinde sömürü uygulayıp onların bütün emeklerinin sonuçlarını yok pahasına ellerinden alıyor. En azından böyle bir düşmandır. Bir ABD düşmanlığı da vardır, ama o çok sınırlı değerleri alıp yemekle uğraşır. Onun ulusal çıkarları daha sınırlıdır. Ama Türk sömürgeciliğinde bu sınırsızdır. Biz böyle bir düşmanı, diğer sözüm ona kurtuluş siyasetlerinin ifade ettikleri gibi tanımlayamayız. Onlar, düşmanı tanımlarken, onun bu niteliğiyle tanımlamazlar, onun politikalarını yumuşatarak, rahatlıkla yaşayabileceklerini sanırlar. Bunlar da en tehlikelileridir.

M. Kemal bile "düşman dayatmış hançerini, yok mudur kurtaracak bahtıkara kaderini?" der, böyle ortaya çıkar ve savaşır. Bize dayatılan ise yalnız hançer değil, her türlü savaş aracıyla yöneliniyor ve yok ediliyor. Eğer tam da böylesine bir konumu yaşayan halkın önüne çıkıp da, "hiç tehlike yok, biraz gözyaşı dökelim, ricaminnet edelim, 'fazla bizi vurma' diyelim, seninle tarihi bağlarımızda vardır, bize uyguladığın baskıyı biraz yumuşat, birlikte yaşarız" dersek, neyi ifade etmiş oluruz? Bu, ancak zalim bir ağanın emrinde çalışan bir köylünün yalvarıp yakararak, biriki çuval un almak, belki biraz daha fazla tahıl almak veya küçük bir arazi parçası üzerinde küçük bir ev yapmak gibi basit bir anlam ifade eder. Ama bu özgürlük değildir. Kaldı ki TC'nin dayattığı bu kadar da değildir, hiçbir şekilde varlığımızı kabul etmiyor. Dolayısıyla diğer güçlerin siyaset olma niteliği yoktur. Bir sızlama veya bunu istismar etme hareketidir. Yani bazı hastaların hastalıklarını tedavi edelim derken, aslında onların üzerinde ticaret yapan üç kağıtçı doktorlara benziyorlar. Bugün bunlar çokça ortaya çıkmıştır. Hastahaneler görülmemiş bir sömürü kaynağı olmuştur. Bunlar da Kürdistan halkının hastalığı üzerinde, Kürdistan hastahanesinde çok çirkin bir ticareti yürütmektedirler; yoksa bu halk adına yüce bir siyaset çizmek, siyasi bir faaliyet yürütmek değildir.

Partimiz'in bu konudaki siyaseti yerindedir. Çünkü halkın konumunu gerçekçi bir biçimde gösteriyoruz. Bundan sorumlu güç olan  düşmanı bütün doğrularıyla ortaya koyuyoruz. Ayrıca diğer siyasetler de demeyelim, siyasetsizlerin yaptıkları gibi, kesin ameliyatla sağlığına kavuşturulacak bir hastaya hap vererek tedavi etmek biçiminde yaklaşmıyoruz. Çünkü hasta kanrevan içindedir, köklü bir ameliyatla sonuç almayı amaçlıyoruz. Bu bir yığın en değerli uzmanını, yani militanını, bu hastalığın tedavisine seferber etmedir. Bu uğurda şehit vermedir. Çünkü hastalık ancak böylesine büyük bir operasyonla tedavi edilebilinir. Bu alçaklar ise aspirin kadar bile etkili olamayacak haplarını  ki, bunlar hap da değil, aslında hastayı daha da fazla bitirecek, ne idüğü belirsiz ilaçlarını  dermandır diye halka satmaya çalışıyorlar. Bunun kocakarı ilaçları kadar bile değeri yoktur. Bununla Kürdistan halkı sağlığına kavuşamaz.

O halde yürüttüğümüz halk savaşı, büyük tıbbi bir operasyondur, hastanın kurtarılması için büyük bir eylemdir. Ustalar da bu konuda, "böylesine büyük savaşlara çekilmeyen halkın, yaşama kabiliyeti yoktur" derler. Dolayısıyla "ölü" hükmünü veriyorlar. Ama bu diğer sahtekar takımı, sahte doktorlara benziyorlar. "Bu halk ölmüştür, tedavi imkanı yoktur" diyorlar. Yani bu halkın halk savaşımına girecek kudreti yoktur, bu halk ölmüştür yaklaşımını sergiliyorlar. Dolayısıyla cenaze töreni yapıyorlar, "gömdürelim, ama bize para verin" diyorlar. Yaklaşımları aynen böyledir. Biz öyle yapmıyoruz. Bu halkın halen yaşama belirteleri vardır diyoruz. Bir operasyonla, bir halk eylemiyle, bir savaşla kendisine getiriyoruz. "Çıkmayan candan umut kesilmez" denilir, işte bizim yaptığımız operasyon da halkı kendine getirebilir. PKK siyasetinin ikincil bir özelliği de burada ortaya çıkar. Bu halkı yaşayıp yaşamama konusunda nihai karar sahibi yapmaktır. Halkı büyük bir operasyon içine çekerek, kendi yaşam olanaklarını harekete geçirerek, savaşım içinde yeniden yaratılmasını sağlamaktır. Bu kadar köleleşmiş halklar, sınıflar, böyle bir savaşı yaşamadan kesinlikle kurtuluşlarını sağlayamazlar.

Dolayısıyla halk için siyaset çizmek, siyaset sahibi olmak, halkın kendi savaşım silahıyla savaşma gücüne ulaşması demektir. Kendi kendini savaştıran bir halk haline getirmek demektir. Kendi savaşımını veren bir halk, doğru bir yola girmiş bir halktır. Doğru yolda yürüyen bir halk da yeni siyasete sahip olan, siyaset kararlılığını sürdüren bir halktır.

Bizim bütün çağa yaklaşım tarzımız, öncelikle halkımıza çağı tanıtmaktır. Çağı tanıttığımız oranda, çağ içinde kendimize bir yer edinme gereği duyarız. Çağ içinde yerimiz neresidir? Yerimiz emperyalist sistem içinde değildir. Emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı savaşım içinde doğacak olan devrimden ve onun sonucunda kurulan ülkeler, inşa edilen yeni toplumsal yapılar içindedir. Sahip olduğumuz siyaset, böyle bir çağda yer tutmamızı amaçlıyor.

Halk, şimdiye kadar düşman için emek sarfediyor. Halk savaşı, aynı zamanda halkın bütün emek sonuçlarını kendine geri çevirmenin biricik doğru yöntemidir. Yani halk kendi ülkesinde, kendi emeğine sahip çıkmanın yolu olarak, kaybettiği her şeyi yeniden kazanmanın çaresi olarak, büyük emeğini, büyük yaşamını kendisi için kullanmak amacıyla bu savaşı yürütür ve uygular. Halkımız için savaş, herhangi bir şiddet olayı değildir. Halkımız için savaş demek; halkın kendisini yeniden kazanması, yeniden adlandırması, biçimlendirmesi, bütün emeğinin sonuçlarını kendisine yeniden çevirmesi, kendi toprakları üzerinde yeni yaşamın inşası konusunda iddia sahibi olması, olanak sahibi olması anlamına gelir. Bunlar, insanca yaşamdan başka bir şey değildir ve birey de ancak bu yaşam içinde kendisini bulabilir, ölü halden kurtulabilir. Yoksa halkı, toplumu ölü olan bir birey neyi kurtaribilir?

Bizim ailelerin durumlarını kurturmahikayesi, bizim bireylerin durumu kurtarma hikayesi budur. Aslında birey de denemez, çünkü bireyin de biraz anlamı vardır. Biz de hepsi taslaktır. Genelde halk, temel bir siyaset altında hareket halinde olmazsa, birey tamamen baştan çıkmıştır. Ne kadar varsa, o kadar yol veya yolsuzluk vardır. Kürdistan'da bugün birey neyin peşindedir? "Antartika'ya göndereceğim, orada maaş beş bin dolar verilir" denilse, hemen sıraya girer. Antartika neresidir bilmez, orada yaşam var mı, yok mu bilmez, ama ufak bir propagandayla hepsini çekmek işten bile değildir. Bu, baştan çıkarılmışlıktır. Hatta kim kendisiyle oynamak isterse, "al sana şubu" derse, çocuk gibi kanar. Düşmanın bu kadar kandırmasına ne denilir, kökü nerededir? Elbette toplumun çözülüşü böyleyse, halkın durumu böyleyse bireyler bir hiçtir. Bireyler ancak toplumsal dönemeç ve halkların diriliği oranında gönençli ve diridirler. Bireyin siyaset sahibi olması demek, elbette tamamen bu temelde bir siyasete sahip olmaktır. O siyaset benimsendiğinde, herkesi ayağa kaldırdığında, birey de ayağa kalkar ve kurtuluşun yoluna girer. Bu konuda bizde büyük bir sapma vardır. Toplumsal kurtuluş olmadan, ulusal kurtuluş olmadan, bireyin kendisini kurtarması hayaldir. Halbuki bunlar en yalancı hayallerdir. Bilimsel bir hayal olsaydı, yine de hak verebilirdik ve bu yalancı hayal çok yaygındır. Daha da kötüsü ihanet durumu mevcuttur. Sadece kendi kendini aldatmak değil, düşmanın dayattığı her yol ve yöntemi benimsemek, o yolda yürümeyi adam olma sanmak, işini bitirmek, köşeyi dönmek biçiminde almaktır. Bu da çok yaygındır. Böylesine bir toplumun içinden geliyoruz, bu topluma mensubuz. Bunun büyük bir yolsuzluk olduğu, saptırılmışlık ve ihanet yolu olduğu çok açıktır.

Tarihten bazı misallar verirsek; devrimler öncesi dönemin çılgınlık içinde olan toplumlarından bahsedilir: Roma'da yıkılış sürecinin öncesinde Soddom de Gomanaccime vardır, yine Fransa'nın çılgınlıkta sınır tanımayan düşkünlüğü, İslamiyet'te de "Cahiliye Çağı" denilen bir çağ vardır. Bu dönemler korkunçtur, insanlar bir sefaleti, kendi soyuna karşı bir kötülüğü yaşarlar. Bizde de yaşanan durum, herhalde bunların en kötüsüdür. Soyuna, sınıfına karşı ihanet kol geziyor. Koruculuk, pişmanlık, ajanlık yaklaşımlarıyla, bir kaç kuruş karşılığında en değerli insanını satma durumu yaşanıyor. Hatta kendini olduğu gibi satma var. Bunlar bizde boldur, bunlar insanlığın yüz karasıdır. Bundan dehşet duymamak mümkün değil ve bunlar kol geziyor.

Hangi insan bu konuda kendisine "normal çağdaş insan statüsü içindeyiz" diyebilir? Başta da söyledik, bizim devrimciliğimizin tanımı şudur; biraz çağdaş olmaya çalıştık, normal insani ölçülerle yaşayalım dedik, baktık ki mümkün değil, mümkün olmadığı için bu devrime yöneldik. Yoksa aşka gelip "biz de bazı eylemleri yapalım, ünümüze ün katalım" diye buna yönelmedik. İnsan olmak için başka hiçbir seçeneğimiz yoktu. Aksi halde büyük bir namussuz olarak, boyun eğmeci olarak, tamamen aşağılık bir yaşamı kendisine kabul ettirmiş birisi olarak yaşamamız gerekiyordu. Almış olduğumuz bilinç, çağa yaklaşma tarzımız, halkımızın ve mensup olduğumuz sınıfın gerçeklerini redetmemiz, giderek bizi kendimize gelmeye götürdü. "Yanlış yolda yürümeyemezsin, ihanet yolunda fazla ilerleyemezsin, kendinize gelin ve doğru yolda yürüyün" düşüncesi bizi bu sonuca getirdi. Çok sınırlı olanaklarla, bir kaç sözcükle, çok geri bir maddi donanımla  donanım da denilmezdi, yoksullukla  çarnaçar bir halde yola çıktık. Başka türlü insanlığın içinde "ben şerefliyim" diyemezdik. İnsanlığa ulaşmak için "biz de bir insanız, biz de şerefli olacağız" diyerek yola çıkmamız gerekiyordu.

Bugün bile, aranızda bir çoğunuzun kendini halen tam olarak veremediği bu büyük kavga ortamına, biz çok umutsuz bir ortamda adım attık. Başka bir çaremiz de yoktu. PKK'de yola çıkmanın özü budur. PKK yoluna adım atmanın ölçüsü budur. Bu çağdaşlık yolu oluyor. Kesin kabul edilmemesi gereken aşağılık bir ihanet yolundan kurtulma, insanlığına sahip çıkma, PKK'nin adıdır. Bu, ne kadar yoksulluk, ne kadar kararsızlık olursa olsun, yürümekten başka çarenin olmadığı sonucuna varmak oluyor ve böylece adımlar atılıyor. Bizim siyasete ilk adım atışımız, siyaset sahibi olmamız böyle gerçekleşti. Eskiden buna din sahibi olma denilirdi, başka koşullarda felsefe sahibi, ideoloji sahibi olma denilirdi. Bizde de gerçekleşen budur ve buna bir yol sahibi olmak, devrimci siyasete ilk adımı atmak da diyebiliriz. Bırakalım halka dayanmak, bırakalım sınıfın, hatta grubun kendisine dayanarak yürümek, ne kadar namuslu ve onurlu birileri varsa onlarla yürümek gerekiyordu.

Bu ölçüler hepiniz için geçerlidir. Madem ki biz o koşullarda, o olanaksızlıklarda bunu bir namus meselesi, bir onur meselesi ve insan olma meselesi olarak gördükse, şimdiki koşulları göz önüne getirdiğimizde, bunların daha rahat görülmesi gerekir. Değil "şöyle sorun çıkarırım, böyle götürüm, biraz da döneklik yaparım" demek, doğrultuyla en ufak bir oynama bile suçtur. Bu suçu işleyen de ortaya çıkar. Yani kanıtlanan gerçeğimiz bu oluyor. Kişide sıradan bir dürüstlük varsa ve yine sıradan bir aydınlanmayı yaşayan biriyse, mutlaka doğrudevrimci yola ve siyasete girecektir. Bu bir insanlık kanunudur. Öyle "keyfimizin estiği gibi biz de coşa gelelim" ya da "halkı ayağa kaldıralım" gibi havai yaklaşımlarla alakası yoktur. Herkes belki macaracı olabilir, ama biz asla olamazdık! Herkes belki hayalleri uğruna, gönlü uğruna bir takım dalgalara kendini kaptırabilir, ama biz asla yapamazdık! Biz kılı kırk yararak, ölçüp biçerek yaptık. Tabii o zaman tutku da vardı, çaba da vardı, ki, bununla biraz ilerleyebildik. Fakat öncelikle yolun doğruluğu konusunda çok emin olmalıydık ve bu yapılıyordu. 

Önder APO