Devrimde yoğun bir savaş gelişmesine yol açmak, hele önemli siyasi sonuçları doğurabilecek bir aşamada çözüm gücü olarak yüklenmek, insan yaşamını yaşamaya ne kadar elverişli, güç getirebilir ve bununla en büyük umutları, özlemleri gerçekleştirebilir, ulusal, sınıfsal düzey kadar uluslararası gerçekleri de etkileyebilir sorularına çarpıcı cevabı verme şansını sunar. Bu, irade gösterisi, iradenin kendini amaç bellenilen, gerçekleştirilmek istenilen doğrultuda en büyük güçle gösterime sokmasıdır. Sanıldığından daha fazla savaşa güç getirebilmek, onun sorunlarını yakından görmek kişilik çözümlemesini mümkün kılar, kişilik gerçekleştirilmesine çarpıcı, çok yoğun, hızlı bir tempoda cevap vermeye götürür.
Savaş sorunlarına bütün yönleriyle güç getirenler, oldukça güçlü kişiliklerdir.
Savaşın dayandığı siyasi, hatta felsefi dayanağı inkâr etmezse, yaşama en yetkin yaklaşmayı ve bu anlamda da önderlik gerçeğini sağlam yakalamayı en açık ifade eder. Şu anlama geliyor; gerek parti olarak, gerek öncülük ettiği halk savaşımı içindeki halk olarak yaşamaya ne kadar yatkınız, düşman ne kadar ölüme mahkûm? Bunu biraz daha çok çarpıcı göstereceğiz. Ölmeye mi yatkınız, yaşamaya mı? Ölmesi gerekenler kimlerdir, yaşaması gerekenler kimlerdir? Sorularına hiçbir dönem bu kadar açık bir cevap imkânı vermedi. Halk gerçeğimizin elle tutulur, onun özellikle umut, rüya, hayal gibi değerlendirilecek özellikleri şimdi biraz gerçekleşmeye yüz tutabilir ve bu anlamda sağlıklı kişiliklerle doğrulara sahip insanlardan bahsedebiliriz, kaç paralık olduğumuzu ortaya koyabiliriz. Köklü yanılgılardan sıyrılmak kadar, gerçek gücümüzü gösterme şansını kullanabiliriz. Ve sanıldığından daha fazla bunlar hayati gelişmelerdir. Bunun dışında yaşama fazla değer biçilemeyeceği, birçok kişilik beklentilerinizin, hayal, tasavvurlarınızın, olanaklarınızın, hatta fazla kıymetli olamayacağını görüyoruz. Ve şu anda genel bir umut, herkesi saran bir rüya olarak işte bu savaş yılına nasıl bir başarı şansı verdirebiliriz? Büyük umut yılı, büyük kazanım yılı haline nasıl getirebiliriz? Halk iktidarını hangi oranda geliştirebiliriz, her düzeyde öncülük sorunlarımıza layıkıyla nasıl cevap verebiliriz hususları, hiçbir dönemde bu kadar yakıcı çözüm şansı vermedi denilebilir.
Bizim ne kadar doğru hareket ettiğimiz şimdi daha iyi anlaşılıyor. En geri topluluklara uygulanamayacak her türlü yaklaşım altında yaşamayı kabul etmek demek, bütün insani yeteneklerinden başından itibaren vazgeçmek demektir. Şimdi bunun da ne kadar vahim bir suç olduğunu, aşağılık, utanılacak bir durum yarattığını bilmek lazım. Zaten sizin temel çelişkiniz, bu utanmazlığınızın farkına varmamanız, bu utanılası statüyü normal adam statüsü olarak kabul etmeniz oluyor. Öyle bir boy atmışsınız ki sanki şerefli, onurlu ve hatta özgür bir kişiymişsiniz gibi yaşamaya cesaret etmişsiniz. Bu bir yanılgıdır. Esasta öyle bir durum yok, ama kabul etmişsiniz veya size kabul ettirilmiş. Tabii bu hastalıklı kişiliği ifade eder ve hastalıklı kişiliklerin de fazla yaşam şansı olmadığını, kendi ülke, halk gerçeğimizden iyi biliyoruz.
Boşa giden yaşamlar, çabalar, her türlü acılar, sıkıntılar, kendini yerden yere vurmaların büyük bir isyan nedeni olduğu ve bizim esas itibarıyla yaşamımızı bu kabul edilmezliğe göre ayarladığımızı ve halen gece-gündüz bunu bir an önce aşıp yaşayacaksan, biraz kendin için zorlanacaksan, bunun bir amaçla bağlantısı olursa kabul edilebilir. Sıkıntıya da düşeceksen bir şeylere değmeli, öleceksen de bu doğru yolda olmalı. Yoksa yaşama en büyük hakareti yapanlara biz nasıl tahammül edebiliriz, sizlere nasıl tahammül edebiliriz? Şimdi siz bu soruları hiçbir zaman sorma gereği bile duymadınız, ama kendi gerçeğini yakalama, kendi yürüyüş tarzını belirleme, yolunu bile belirleme, her şeyiyle ihanete koyul, suça koyul ondan sonra da “gel birbirimizi normal kardeş, yoldaş, eş, dost, ahbap-çavuş olarak selamlayalım” de! Şimdiye kadar benim aklım bunu almadı. Her şeye kuşkuyla, öfkeyle ve şüpheyle baktım ve bu dediğim gibi biraz doğrulara yaklaşma imkânına yol açtı.
Şimdi savaş bunun en gelişmiş, en yoğunlaşmış ifadesi oluyor. Savaş gerçeğine böyle çarpıcı yaklaşma durumu en kestirmeden cevabı verme şansını ortaya çıkarıyor ve bu açıdan eğer gerekleri yerine getirilirse, yasalarına uygun hareket edilirse gerçekten kişiye kendini yeniden ve kesinlikle doğru temellerde gerçekleştirme, çelişkilerini en temel yöntemle çözme ve böylece amaç olarak belleme, yolda fazla itiraz, tepki doğurmayacak imkanı değerlendiren bir kişi olarak kabul görme şansı oluyor. Aynı zamanda halk olarak, birey olarak kabul edilebilir bir yaşam tarzı oluyor diyoruz. Hiç şüphesiz bu yaklaşım savaş doğasını, onun neyin çözümü peşinde olduğunu çünkü en şiddetli bir mücadele biçimidir. bütün yönleriyle kavramlarda bir açıklık olmazsa, çok kötü ve nitekim anlamsız kayıplarda görüldüğü gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar.
Yıllardır savaşıyoruz, ama halen savaş felsefesini, savaş doğasını izah etmeye çalışıyoruz. Hâlâ sağlam bir savaş doktrinini, kurumlaşmasını sağlayamamışız. Bu nedenle oyuna geliyorsunuz. Önümüze koyduğunuz savaş amacına bünyeniz ne kadar uygun, bu konuda parti ne söyler, gerçekler neyi söyler, bunu yüzeysel ele alırsanız felaket getirir, bu nedenle habire eğitici çabaları çok yönlü verme gereği duyuyoruz. Ciddi bir kurumdan geçmemişsiniz, savaş kurumundan geçmemişsiniz, yine teorik birikiminiz yok, kavga sanatında tecrübe sahibi değilsiniz, siyasi bir mücadeleyi, ideolojik bir mücadeleyi bile fazla anlamlı verememişsiniz. Dolayısıyla yapmak istediklerinize güç getirememeden tutalım, birçok gerçeklerine ulaşmadan kaybetmeniz işten bile değil. Bütün bunları önlemek için bu çabalar ardı arkasına sıralanıyor. Tarihte hiç eşi görülmemiş bir çalışma olarak biz, on bini aşkın kişiye bu sahalarda, kutsal bir savaş üzerine dersler verdik ve tüm yaşamımızı buna adadık. Ama yine ortaya çıktı ki çok azı gereklerini kavramış ve üzerine düşeni yapıyor.
Dediğim gibi sorumlu, “haydan gelmiş, huya gider” dercesine, kolay kazanılmış gibi gözüken veya çok yaşamı çok ucuz ele alarak çabalarımıza karşılık vermeyebilirsiniz, bu sizin için ciddi bir sorun da olmaz, ama gerçekten bir kutsal savaş, mutlaka verilmesi gereken bir savaş görevi var. Buna ucuz yaklaşmakla, kendini erkenden tasfiye ettirmekle sorumluluktan kurtulma olmuyor. Bu, sadece kaybetme, düşme oluyor. Şimdi bunun insafa sığdırılacak bir yönü yok, buna kendinizi ikna etmelisiniz. Bu, eğer ciddi bir savaşsa, bütünüyle kutsal ve hatta tek yaşam seçeneğimizse o zaman bunu nasıl yapacağız, görevler, roller nasıl başa düşer? Bahane mi buluyorsunuz, kendinize dikkat edin, şimdiye kadar yaramaz çocuklar gibi bahaneler uydurmaktan başka elinizde gerekçe yok. “Neden başaramadık, neden geliştiremedik, neden kolay kaybettirdik? ciddi bir savaşçının kabul edeceği gerekçeler değildir, kendine yedireceği gerekçeler değildir. Ama hepsi böyle söylüyor.
Bu yalnız benim meselem değildir. Tamam, biz baştan bugüne kadar böyle getirdik ama benden daha fazla bu şimdi sizin meselenizdir. Ben yapacağımı biraz yaptım, tarihsel olarak da, güncellik olarak da bir şeyler kurtarıldı, fakat bunu sizin için, yeni başlayanlar için aynen böyle belirtmek mümkün değil. Mutlaka yapmanız, başarmanız gereken işler var. Vicdan rahatlığı, tarihe biraz hesap verme, değer bellediğiniz bazı gerçeklerin önünde sorumluluklarınızı yerine getirmenizle, bunu yapmanızla, başarmanızla mümkündür. Belki “çok geç” diyebilirsiniz veya çok yeniyiz diyebilirsiniz ama yaklaşım, görev, yeterlilik ister. Hele savaş olayına yaklaşım kesinlikle çözümlenmiş kişilik, kendini en üst düzeyde kararlaştırmış, çok disipline etmiş kişilik ister.
Bunun artık anlamayla da fazla ilgisi yok. Pratik hazır cevap dışında hiçbir seçeneğin olmadığını kendine yedireceksin. Yıllara tekrar bakarak cevap arıyorsan, sırf bu soruya biraz daha özlü yaklaşmak içindir, yoksa başarısızlıklarına, yetersizliklerine kılıf uydurmak için değil. Düşman gerçeğidir, güncel her şeye bakışının da seni hızlı bir çekişe imkân vermesi içindir. Yoksa bu düşman yenilmez, baş edilecek birisi değil veya “çok ucuz yaşarız, geçeriz” anlamında değildir. Yine, kendi gerçeklerini görmeden bir şövalye gibi veya çok temelsiz bir yaklaşımla “ben her şeyi yapabilirim” anlayışı temelinde savaş gerçeğine yaklaşımların olumsuz doğurduğunu biliyoruz. Ve ne yazık ki bizde de çoğunun yaklaşımlarında bu hususlar etkilidir. Tarih boyunca savaş ve ordu, yine bir olgu olarak savaş ve ordunun ne olduğunu gördünüz, onu anlamanız zor değil. Genel kavramları biliyorsunuz. Bizim sorunumuz bu değil. İsteyen istediği kadar da öğrenebilir. Bu ana kavramlardan bizim çıkardığımız sonuçlar, kendi gerçekliğimize ne kadar uygulayabildiğimizdir.
Eğer bir ordu ve savaş kavramı varsa, insanlık tarihi kadar eskiyse ve bu yöntemle uygarlıklar kurulup uygarlıklar yıkılmışsa, uluslar devrilip uluslar kazanmışsa ve hatta insan gelişiminde en temel bir mücadele aracı olarak en büyük sonuçlara bu kavramlar, olgular kurumlarla ulaşılmışsa haklı olarak şunu soracağız: “Biz bunlarla ne yaptık? Tarihimizde savaş gerçeği, ordulaşma gerçeği ne kadar var? Hatta kendimiz için bir savaş yaptık mı, bir ordu kurduk mu? Hangi ordulara kaydolduk? Kimlerin savaşını kime karşı verdik?” Çok acı ve utanılası bir tarihimizin olduğunu hemen anlayacağız ve en acısı da kendimize karşı savaştığımızı ortaya çıkaracağız. Ve bütün bunlar yüz kızartıcıdır. Yine, halk olarak düşkünlüğümüzün onunla bağlantılı olduğunu şimdi bir çırpıda söyleyebileceğiz.
Bunlar bizim savaş gerçeğine kısa bir tarihi bakışla verebileceğimiz cevaplardır. Yine savaş-ordu kurumlarını gerçekleştirmemekle neleri kaybettiğimizi bir çırpıda anlayabilecek durumdayız ve nedenlerini anlatmaya koyuldukça “kimler sorumlu?” diyerek bunun işgal, istila, sömürgecilikle ve onun her türlü işbirlikçileriyle ilişkisini koymaya çalışacağız. Daha da yakın günlere gelirsek, daha da somut Türk egemenliği, sömürgeciliği bize ne yaptı? Savaşlarla, kendi ordularıyla bize ne yaptı ve bizi nasıl kullandı? İslamiyet adı altında işgal, istilalar nasıldı, bizi nasıl kullandı, ne verdi, ne götürdü? Köleci Roma’dan tutalım Roma, Bizans, Sasaniler, Persler... Hepsi tarihimizde halk tarihimizde veya ulusal gelişmemizde az çok nasıl bir role sahip?
Tarihin en kördüğüm olmuş ve mutlak çözüm isteyen davaları ancak bizi savaşa kaldırabilir. Bunun dışında hiçbir gerekçeyle savaşa yaklaşım gösteremeyiz. Ama bir de yaklaştın mı, gerekçe tam da mutlak savaşı dayatıyorsa, o zaman buna öyle hazırlanacak, öyle tanıyacaksın ki çünkü doğuracağı acılar büyüktür, sıkıntılar çok ileri düzeydedir. Hazırlıksız kişinin savaş yaklaşımı, onu bütün yönleriyle değerlendirmeden katılımı başa beladır ve sonraki pişmanlık da fayda etmez, çünkü geri bir adım ölümdür, affedilmez bir suçtur. Savaş kavramına hâlâ ne kadar çarpık, yetersiz yaklaştığınızı göz önüne getirerek söylüyorum. “İstersem girerim, istersem bırakırım, istersem sağ yaklaşırım, istersem sol yaklaşırım, istersem en önünde, istersem en kuyruğunda giderim” demek felakettir ve zaten kişiliklerinizin gayri-ciddiliği de böylesine bir kavrama oldukça duygusal, her türlü niyet düzeyinde yaklaşımla bağlantılıdır.
Ben sizin için yaşamı zora sokmam, sokuyor muyum? Tam tersine. Sizi kandırıyor muyum? Tam tersine. O zaman sözle pratiğiniz, bizimle benzer bir yaklaşım sahibi olduğunuzu gösterecek ki birbirimizin yakasını bırakalım, düşmanın yakasına yapışalım. Bunu vurgulamanın nedeni var, “oynarım, benim yanımda kâr kalır, gereklerini yerine getirmem, unutulur, gidilir” sandılar. Düşünler düştü, ben bunlara artık fazla bir şey söylemeyeceğim. Ya düşmeyenler kendini nasıl savunacak? Büyük bir zaferden başka kimse kendini savunamaz. PKK’nin savaş çizgisi budur. Büyük bir başarıdan başka hiç kimsenin kendisini metelik kadar savunma değeri yoktur ve hele bu aşamaya geldikten sonra, bu kadar gerekçeyi sıraladıktan sonra, ölmek bile mahkûm edildiğine göre başarı tek savunma gerekçenizdir. Hiçbir yere sığınmadan bu aşamada biraz başardıysanız eskiden biraz başarı ama bu yıl tam başarı ve saygı diye bir şeyden bahsediyorsanız, ben kolay ölmeyeceğim veya ölsem bile bir başarı temelinde öleceğim diyorsanız, kabul etmeleriniz bu temelde olabilir, saygının kaynağı budur. Bu aşamanın bundan sonra hiçbir affedici tarzı olamaz. Başarmak mümkündür de.
Önder APO
- Ayrıntılar
Cephe; bir halkın devrime kalkmış gerilla dışındaki her şeyi demektir. Ulusal kurtuluş, toplumsal özgürlük yolunda ilk uyanış adımlarından tutalım en yoğun eylemliliklere kadar, onun örgütlü çalışmalarına, genel olarak cephe adı verildiğini biliyoruz. Hiç şüphesiz buna bir öncü güç öncülük eder ve parti-cephe birlikteliğinden bahsedilebilir. Kölelik derecesi ne kadar yoğun yaşanıyorsa, öncü gücün de ihtiyacı, vazgeçilmezliği ve köklü gelişmesi gereği o oranda ortaya çıkar. Bir anlamda hareket bu toplumlarda, uluslarda parti-cephe iç içeliği biçiminde ortaya çıkar ve parti-cephe iç içeliği, ulusal kurtuluş cepheleri veya halk cepheleri biçiminde biçimlenir. Ağır ulusal kurtuluş sorunları varsa cephenin adı, Ulusal Cephe olur. Kendi hakimlerine karşı esas alınan yönü varsa da Halk Cephesi olur. Örneğin Türkiye’de daha çok bir halk cephesi, Kürdistan’da ise bir Ulusal Cephe diyoruz. Neden? Çünkü Türk hakim sınıfları Türk halkının başındaki beladır, onların iktidarı söz konusudur. Ona karşı bir hareket, halk hareketidir. Bizde ise çok zorbaca bir sömürgecilik var, ona karşı cepheleşme, ulusal yönü ağır basan cepheleşmedir Tabii ki halkçı yönü de vardır, Türkiye’de de ulusal yönde vardır. Bunlar aynı zamanda emperyalizme bağlı güçlerdir, yine Kürdistan’daki işbirlikçiler sömürgecilere bağlı güçlerdir.
Bu genel kavramları biliyorsunuz, bunları hiç şüphesiz burada tartışma gereği duymuyoruz. Ama PKK’nin, başından itibaren bir parti-cephe çekirdeği biçiminde geliştiği, net sınıf-parti ölçülerinden ziyade, bir çok sınıfın ve cephesel özelliklerin iç içe gelişmesi biçiminde bir özelliği taşıdığını da belirtelim. Evet, bir partidir, tamamen emeğin ölçülerini esas alır. Sosyalist ölçüye sıkı sıkıya bağlı olan bir partidir, fakat toplumsal gerçeğe, ulusal soruna uygulandığında, keskin sınırlar yerine iç içe geçmiş, netleşmemiş sınırlarla hareket ettiği ve sürekli bir ayrışmayı, sınırları, netleşmeleri sağlamak zorunda olduğunu bilen bir tarzda ortaya çıkıyor. Bu halen bu yönüyle kendini gösteriyor. Grup döneminde iken de adı, bir sosyalist hareket gibi gelişse de mensuplarının, üyelerinin büyük bir kısmı çok çeşitli toplumsal özellikleri olan ve henüz sosyalistleşmemiş kişiliklerdir.
Sembolik olarak sosyalistiz ama, pratik olarak bir çok sınıfın özellikleriyle birlikte yaşayan bir hareketiz. Resmen parti ilanı döneminde de bu böyledir. Ve partileşme sorunlarının bütün yakıcılığıyla kendini dayattığı gerilla döneminde de bu böyledir. Neredeyse diğer sınıf etkileri ele geçirmek istediğinde bunun bir cephe karakterinde olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Ve hatta günümüzde partileşme dersini işlerken, karşıt-faaliyetler dediğimiz kısımdakiler aynı zamanda PKK'nin sosyalist özelliğini, emeğe dayalı özelliğini, küçük-burjuva özellikleriyle, ağalık özellikleriyle ve hatta bir Kemalist özellikle ele geçirmek istiyorlar. Düşmanla irtibatlarının olması şart değil. Bize katılırken düzen kişiliğiyle katılmış, Ortaçağ kişiliğiyle katılmış, geliştirilen kişilik bu kişiliklerdir.
Hiç şüphesiz cephe partisiz olmaz, PKK olmadan Ulusal Kurtuluş Cephesi olmaz. Olmadığını bu reformist çevrelerin denemelerinden gördük. Ama cephesel olabilecek her şeye de PKK’liliktir dememiz, kendimizi mahvetmemiz demektir. Partililik çok önemli bir husustur, onu uzun süredir işliyoruz. Parti ölçüleri diye tabir ettiğimiz ölçüler gittikçe netleşiyor ama, onun dışında da geniş yurtseverlik mücadelesine çekilecek kesimler vardır. Hatta yüzde doksan beşi cepheli kesimlerdir, dolayısıyla cephe içinde çalışma başlı başına büyük bir parti görevidir ve parti politikasının temelinde cephe politikası vardır. PKK’nin halk politikası cephe politikasıdır veya halk politikasıyla kast ettiğimiz bütün sınıf ve tabakaları, grupları ulusal kurtuluş savaşımına çekme politikasıdır.
Bu konuda sekter olmama, dar olmama, çok geniş, esnek olmak kadar işbirlikçilerin, hainlerin bol olduğu bir ülkede yol açabilecekleri zararları, reformistlerin egemenlik çabalarını göz önüne getirmek de o kadar önemlidir. Yani esneklik, ihtiyatlılığı veya denetimi iç içe götürmek büyük önem taşır. Cephe politikasına esnek yaklaşmadan olmaz. Ama işbirlikçi reformistlerin bunu çok kısa sürede ele geçirme ve hatta bozma, savaşın aracı olmaktan çıkarma ki, reformistlerin hep bunu bize dayattıklarını son dönemlerdeki bütün cephe girişimlerine çağırdığımız halde onların cepheden anladıkları işte “siyasal yöntem” diyorlar. Siyasi yöntemden kast ettikleri aslında sömürgeciliği zorla gerileterek ve bazı işte reformları da bu temelde sağlayarak değil, savaşımı dışlayarak, sadece görüşmeler yoluyla düşmandan bir şeyler alacağını sanıyorlar. Bu da tam bir reformizmdir ve teslimiyettir.
Son bir kaç yılda orta kesim de katıldı, kentsel kesim başta olmak üzere orta sınıf kesimi yoğun bir biçimde katıldı. Bu anlamda da cephe genişledi ve direk PKK sempatizanlığı biçiminde gelişti. Reformistler bu kesime oynamak istiyorlardı ama, başaramadılar. Bunlar da PKK’ye kayınca PKK’nin gövdesi, öncülük ettiği cephe gövdesi az-çok ortaya çıktı. Buna rağmen son dönemlerde bir adım daha atmak istiyoruz. O da çeşitli sınıfların sözcüleri biçiminde ortaya çıkar, ama bir türlü o sınıfları da örgütleyememiş ilkel-milliyetçiler, küçük-burjuva reformist gruplar -ki, bunlarla uzun süre ideolojik, siyasi mücadelemiz var- bir anlamda mücadeleyi kaybettiler ama, yurtseverlikte ısrar eden kesimleri, düşmanla birleşmek istemeyen kesimleri, her zaman düşündüğümüz gibi yine cepheye almak, bunlara da Ulusal Cephe içinde yer vermenin doğru olabileceğini düşünmek ve zaman zaman bunlara çağrı yapmak yerinde idi.
Biz son zamanlarda yeniden böyle bir çağrı yaptık ve işte cepheyi genişletme biçiminde bir tavırla bu örgütlenmeye, görüşmeye de girdik. Fakat halen bunların cepheyi tamamen bir savaşım cephesi görme yerine, yine halka dayanan, geniş yığınlara, işçi, köylü, gençlik başta olmak üzere onlara dayanan bir cephe olarak görme yerine, sözüm ona ortada örgütler var, -ki nemenem örgütler oldukların ayrıca değerlendirmek gerekir- fakat güçleri, hatta böyle tutarlı kadroları olmadığı da çok açık. Bir tekke biçiminde, bir dergi çevresi, bir aile çevresi biçiminde varlıklarını sürdürmeye çalışan gruplardır. Bunlar, kitleye dayanarak, onların savaşımına dayanarak herhangi bir sonuç alamayacaklarını biliyorlar. Dış güçlerin, -sömürgecilerde girer- onlara dayanarak direkt veya dolaylı özellikle Avrupa’nın, ABD’nin bölgesel hatta sömürgeci devletlerin gücüne dayanarak bir koz elde etmek istiyorlar. Ve bunu PKK’ye dayatıyorlar. “Diplomaside gelişmek istiyorsanız bize ağırlık vereceksiniz, yer vereceksiniz, hatta öncülük vereceksiniz, aksi halde biz sizi asla dışta geliştirmeyiz, sömürgeci TC’ye karşı işte sizi geliştirmeyiz veya mücadelenizi frenleriz”. Şu anda böyle bir dayatmaları var.
Güney işbirlikçiliği bu işin başını çekiyor ve Kuzeyli reformist örgütleri de onları bu temelde bize karşı kullanmak istiyor, tabii ki esnek yaklaşacağız, onlar da çok sıkışmış, PKK’nin artan siyasal gücü, emperyalistleri bile ilişki aramaya zorluyor. Sömürgecileri bu konuda zorluyor. TC’yi bile neredeyse siyasi çözüm yoluna zorluyor, bunun belirtileri ortaya çıkıyor. Bu nedenle bunlar “artık PKK ile bu işi ancak yapabiliriz, PKK’den ayrı oluşturulan cephe fazla yaşama şansına sahip değildir” diyorlar ve eskiye göre daha ılımlı davranmaya ve PKK ile boğuşarak değil anlaşarak, uzlaşarak kendi varlıklarını korumaya çalışıyorlar, böylesine bir zorlayıcı dönem var. Dolayısıyla bunları düşmana fazla alet etmeden, emperyalizme alet etmeden ulusal çerçeveye çekmek ama, ihtiyatı da elden bırakmadan çekmek bir cephe dönemi olarak önümüze çıkıyor. Cepheyi genişletmeyi de bu çerçevede anlamak gerekiyor.
Bunu daha çok Kürdistan genelinde bir Ulusal Kongre biçiminde sağlayabiliriz dedik. Bu konuda bazı adımlar atılmaya çalışılıyor. Kuzey Kürdistan için de yine Ulusal Kurtuluş Cephesi veya Kongresini geliştirerek karşılık verebiliriz diyoruz. Bunları bu çerçevede bağlamak mümkün olabilir. Olmasa da yine Ulusal Kongre olur. Kuzey Ulusal Cephe Kongresi de olur. İkinci bir husus, cepheyi genişletme ve legal düzeyde ortaya çıkan gelişmeler var. Yine genel seçimler meselesi, Ulusal Meclis seçimi meselesi var. Legalite ile seçimler iç içedir. Dikkat edilirse, daha başlangıçtan itibaren legalite ve seçimler meselesi, 1990’lardan itibaren artan kitle gücümüzün saptırılması için düşmanın devreye bazı işbirlikçi Kürtleri sokma girişiminde olduğu veya burjuva partilerin kitlemizin potansiyelini çekmek istediği görüldü. Bizim bunu rahatlıkla karşılamayacağımız, bazı tedbirleri geliştirmemiz gerektiğini dolayısıyla halk politikamızda açılımlara başvurduk.
Biz bu temelde hepinizi bir kez daha parti-cephe-önderlik gerçeğinin iç içeliğini derinden kavramaya ve mutlaka üzerinize düşeni eksiksiz olmasa da asgari ölçülere bağlı olarak geliştirmenizi, bu gücü, bunun disiplin gücünü, yaklaşım gücünü, üslup gücünü, yeterli çabayı, hemen her koşulda somut olabilmeyi göstermenizin önemini bir kez daha vurguluyoruz. Yerine getirilmesi gereken çok önemli görevler var, onlara ulaşmayı bilmenizi söylüyoruz. Cephe söz konusu olduğunda en az gerilla kadar önemli görevlerin var olduğunu söylüyoruz. Bunun için her şeyin ortaya konulup başarılmasının göz ardı edilemeyeceğini söylüyoruz. Nitekim Önderlik çalışması da bir anlamda cephe çalışmasıdır. Gereklerini bütünüyle görmeli, yerine getirmeli ve mutlaka başarmalısınız.
Parti Önderliği
29 Ocak 1994
- Ayrıntılar
“Tüm Partililer, Savaşçılar, Yiğit Kürdistan Halkı!
En Şanlı Olduğumuz Bir Yılda Büyük Özgürlük Hamlesine
Hazırlanalım ve 1992 Yılını Mutlaka Ezici bir Zafer Yılına Dönüştürelim”
Bizim için yeni yıldan bahsetmenin fazla anlamı yoktur. Her geçen gün bizim açımızdan sürekli bir oluşumu ifade eder. Düzene kavuşmuş toplumsal süreçler için, yıldönümlerinin bir anlamı olabilir. Bizim için bütün hızıyla oluşum devam ettiğine göre, bir anlamda yapay başlangıçlar fazla anlamlı olmasa da, bir mantık çerçevesi dahilinde, biz de yeni yıl için biraz daha fazla kendimizi görmeye ve değerlendirmeye çalışırız.
Esas itibariyle bizim için yeni yıl, bahara çıkıştır. Coğrafi ve toplumsal koşullar gereği, kışın ortasında derlenip-toparlanma açısından yeni yıl bir anlam ifade edebilir. Ondan da öteye, özgür yaşam konusunda çabaları yoğunlaştırmaya devam ediyoruz. Dikkate değer bir deneyim sürüp gitmektedir. Olanakların dışına çıkmış, doğal olarak kendine fazla bağlı kılmayan, ama insanlık kadar eski, bazı ilkeleri de göz ardı etmeyen bir doğrultuda mücadeleyi, savaşçı bir yaşamı her geçen gün daha da hamleci ve inisiyatifli bir biçimde götürmeye çalışıyoruz. Sanırım biraz şaşkınlıkla izliyorsunuz. Daha doğru-dürüst kendinizi halletmeden, böyle bir olayın içine girmek sizi boğuyor. İlkenin büyüklüğü de bu noktada ortaya çıkar. Herkesin kendisini yaşaması değil de, genel bir ilkeyi yaşaması, ciddi hareketlerin esaslarından sayılır. Size veya kişilerin keyfine kalsa, buna ilkesel bir hareket demek zor olur; daha çok bireysel hareket denilebilir ki, bunun da pratikte hiçbir işe yaramadığı, düzen yaşamının hiçbir değerinin olmadığı, sonuç alamadığı iyi biliniyor. Parti topluluğumuz, kendisini bir olgu olarak daha da yetkinleştiriyor.
Varlığını kalıcı kılmak, kurumlaştırmak, hatta yenilmez kılmak için çabaları eksiksiz yapmaya çalışıyor. Öyle anlaşılıyor ki, hareketimiz bu konuda günümüzde yıkım ve tahribatı karşılaşmaya çalışıyor. Dolayısıyla çok önemli değerlerin kaybolmasına doğru olumsuz yönde sürüp giden karşı-devrimin bütün çökertici, cüceleştirici, hatta tiksindirici etkilerine karşı, hareketimizin bu denli varlığını sürdürmesi, adına devrim değerleri dediğimiz, özgürlük değerleri, kahramanlık değerleri dediğimiz yüce değerleri esas alması, büyük bir inatla savunması, günün genel ölçülerine veya gelişmelerine baktığımızda, evrensel düzeyde bir anlama da bürünebiliyor. Veya böylesi bir anlama gelmesi gerektiği anlaşılıyor.
İçte ve dışta, dolayısıyla parti hareketine yönelik dayatmaların anlamı hayli kapsamlı olduğu gibi, değerlerin savunulmasının anlamı da o denli büyük olmaktadır. Salt bir ulusal kurtuluş öncüsü olmaktan da öteye, evrensel değerlerin öncüsü olmanın da gereği ve dolaylı olarak bu değerlerin de kurtuluşunda ileri düzeyde bir rol oynamaktan kendini kurtaramayacağı da iyi anlaşılıyor. Dolayısıyla bu çalışmalarımızda siyasi çerçeveler, hatta basmakalıp yaklaşımlar, yine gerek bilinçli hazırladığımız ve gerekse dolaylı olarak bizi içten ve dıştan etkileyen her olguya daha bir derinliğine anlam verme, sürekli bilimsel bir temelde de olsa çıkış yolları aramaya daha zengince bakacağız. İnsanlık kadar eski, ama bir o kadar da kendini dogmalardan, günümüzün gerek ulusal ve geleneksel çerçeveleri olsun, gerekse uluslararası hukuki, siyasi, hatta askeri, ahlaki ve kültürel çerçeveleri olsun, tüm bu etkenlerden gelebilecek zincirlemeleri de tanımayarak, bir özgürlük hareketi olmak büyük önem taşıyor. Bu temelde düşünceyi geliştirmek, davranışa kadar götürmek, sanıldığından daha fazla zordur. Bu, görev ve savaştan da öteye anlamlı çabalar istiyor.
Karşı-devrim çok yönlü sonuç almaya çalışırken, tüm insanlık değerleri üzerinde bir yıkım veya kendine göre bir düzen tutturmaya çalışırken; adına devrim denilen olayın sürekli koruyup geliştirdiği değerleri de yaman savunması gerektiği açıktır. Karşı-devrim karşısında bu denli zayıf kalınıyor veya değerler tahrip edilebiliyor ve çoğunuz güçsüz kalabiliyorsa; bunun anlamı üzerinde çok iyi durmak gerekir. Devrim adına kurtarılacak, geliştirilecek ne varsa geliştirebilmek, devrimci sorumluluk taşıyan her sorumlu militanın, en başta yerine getirmesi gereken bir görev olmaktadır. Aksi halde, kendiyle oynama, devrim içinde bir kendini bilmez olma ve dolayısıyla kendi başına bela olmaktan öteye gidememe durumu çok açık gözükür.
Savaş en yüksek eylem biçimidir
Tam bir savaş eylemi içinde yaşanıldığı biliniyor. Dolayısıyla savaşımın çok yönlü sorunlarına, böylesine kapsamlı bir teorik gelişmeyle bağlantılı ele alacağımızı hiç unutmamalıyız veya göz ardı etmemeliyiz. Eylemin kendisi en yüksek düşüncedir veya hayat bulmuş düşünceler sistemidir. Savaşı geliştiren beyin ve yürek, düşüncede de, moralde de o denli bir gelişmeyi ifade eder. Kesinlikle kendiliğinden savaş, kendiliğinden eylem diye bir olgudan bahsedemeyiz. Savaş, en soylu düşüncelerin ürünüdür. Günümüzde devrimci savaşa karşı faşist çığlıkların atıldığı biliniyor. Hele bu savaş Kürdistan gibi kendi başına yaprağın bile kıpırdamayacağı kadar terörle susturulmuş bir ülkede gelişiyorsa, bileceğiz ki, böylesine bir ülkede, böylesine bir uluslararası gerçeklik içinde devam etmekte olan devrimci savaş, en yoğunlaşmış düşünce ve beyin gücü kadar, yürek gücünün de ifadesidir. Dolayısıyla ona rasgele yaklaşmak, basit bir teknik mesele gibi ele almak içine girilecek en yetmez yaklaşımlardan birisidir. Bunu kendi pratiğimde de çok yoğun yaşıyor, düşünce ve moral açıdan olduğu kadar, eylemsel açıdan da en üst sorumluluk düzeyinin de ifadesi olmaya, amansız kılmaya çalışıyorum. Eylemin kendisine düşünceyle, vazgeçilmez moralle ve büyük bir bağlılık temelinde yaklaşacağız. Hatta eylemimizi bundan daha ağırlıklı olarak değerlendireceğiz. İşin özü böyledir.
Buna ne kadar varsınız? Ne kadar buna güç getiriyorsunuz? Eğer kendinizi bir eğitim adayı olarak veya bir sorumlu olarak görüyorsanız; sorunları halletmeyi bilmek için, kendinizi biraz harekete geçirme, gerekirse ayaklandırarak bunlara ulaşabilmeyi bileceksiniz. Bu işin kuralı gereğidir. Rollerinizi oynamanız gerekiyor. Kişiler, kendilerini ancak role uygun hale getirirlerse bir anlam ifade ederler. Yoksa rolleri kendilerine uydururlarsa en kötüsünü yaparlar. Kesinlikle gerçekler konusunda birbirimizi yanıltmamaya büyük özen göstereceğiz. Bazı ayrıntılar üzerinde durduğumuzda göreceğiz ki, kendini kandırmacı anlayışlar hayli etkilidir. En kendini kandırmacı, dolayısıyla "kazanıyorum, iyi yürüyorum" diyenin, en hızlı kaybedenin kendisi olduğunu çok daha iyi göstereceğiz. Bu tutumda olanların ince kurnazlıklarına rağmen, fazla gelişmeye ve yaymaya güç getiremeyeceklerini örnekleyeceğiz.
Çıkarılması gereken tek sonuç; PKK'deki özgürlük hamlesinin başarılmasıdır.
Burada belirgin olarak dikkate alınması gereken bir husustur; PKK'de sosyalizmin ne dogmatik bir temelde alınarak sakatlanması söz konusudur, ne de ulusal ve geleneksel çerçeveyle kendisini sağlaması söz konusudur. PKK, bunları dikkate almamakla birlikte, özgürlüğün özünü yakalayabilmiş ve onu varlık haline getirebilmiştir. Güncellik içinde özgürlüğün özünü ayakta tutmak büyük önem taşıyor. Bizim için bir gün, bir ay, bir yıl çok anlamlıdır. Esasta bunu yakalamalısınız. Bu güçle özgürlüğe böyle yaklaşmayı becermelisiniz. Sizler gençsiniz ve yapabilirsiniz. İşin esas özü budur. Özlem ve umutlarınızın, düşünce ve inançlarınızın esas yoğunlaşması, bir öze kavuşması gereken yanı burasıdır. Buna ulaşırsanız, adadığınız yaşamın bir anlamı olur. Eğer olmazsa, gerçekten iflas etmiş, yenilmiş olmaktan kurtulamazsınız.
Biz bu temelde değerlere sadakatle bağlı olmaya devam edeceğiz. Başta şehitlerimiz olmak üzere, işkenceyle yaşamı yoğrulanların özlem, inanç ve düşünce değerlerine bağlılığı esas alacağız. Yalnız ulusal çerçevede değil, bütün uluslararası çerçeve için bu temelde olacaktır diyoruz. Tabii ki bu gücümüz oranında olacaktır ve dolayısıyla yürütmekte olduğumuz hareketin hiçbir yanlış anlamaya yer vermeden, nerede ve nasıl icra edilmesi gerektiğini daha somut olarak göstereceğiz. Hem de daha iddialı, daha güçlü olarak bunu yapacağız. Bu temelde diyoruz ki, bu önümüzdeki yıl, süreci daha inisiyatifli ve hamleli karşılamaya çalışacağız. Adına ne dersek diyelim, özünde ne birikmiş olursa olsun, başlangıçtan inanılmaz ve kimsenin de asla değer vermediği veya iyi bakmadığı vuruş tarzımızı şimdi daha iyi görme, görmeden de öteye etkilenmiş, karşı koyma veya katılma biçiminde bir konuma geçtiği çok açıktır.
- Türkiye şu anda tam bir kördüğümdür. Özellikle egemen sınıfın sınır tanımaz anlayış ve uygulamaları var. Belki de dünyada eşine ender rastlanan sorumsuz bir tutum içindedir. Özellikle halkın çıkarlarını savunmayı esas alan sözcüsünün, gücünün olmayışı, egemen sınıfların çılgınlıklarına daha fazla ortam veriyor. Türk gerçeğindeki o yüzyıllardan beri süre gelen ve aslında tarihte vahşetiyle, barbarlığıyla ün salan egemen sınıf tarzı, hakim ulus tarzı bu hızından hiçbir şey kaybetmeden, hatta günümüzde Sovyetlerdeki çözülüşten sonra kendine yeni umutlar edinerek kendisini yaşatma çabası içerisindedir. Aslında başta devrilmesi, aşılması gereken bu egemen sınıf karşısında, halkın kimliğini, gücünü, çıkarlarını elde etmeye çalışmasından ötürü kendini yalnız hissetmektir, görmektedir. Partinin savaştığı bir gerçek olarak, sömürgeciliğe "dur" demeyi artık salt bir taktik olmanın da ötesinde, Türkiye halkının da hayati bir sorunu olarak değerlendirmek gerekiyor.
Bizim de yakından tanıdığımız ve güvendiğimiz Türkiye devrimci ortamının bir türlü bu yönlü görevlerine sahip çıkamayışı durumu vardır. Kaldı ki, yirmi yıldır çok can alıcı devrimci görevler vardı, örgütlenme ve eylem görevleri söz konusuydu. Anlamlı bir tarzda, sonuç alıcı bir biçimde bu görevlere başarı şansı verdiremeyişi, bizi yirmi yıldan sonra da olsa, bir kez daha dönüş yapılması gereken nedir, nasıl yapılmalıdır sorusuna cevap vermeye zorluyor. Çünkü çok kan döküldü, işkenceler yaşandı. Halen iddia ve umutları var. Kimdir bunlar, ne yapılabilirdi? Güvendiklerimiz, dayanmak ve desteklemek istediklerimizin sorumsuz çıkmaları, başarısız çıkmaları; bizim açımızdan da durumları aslında kabul edilmezliği ifade eder. Aynı zamanda dayatılması gerekenin ne olduğunu da ortaya çıkarır. Bu çalışmaya yüksek bir değer biçerek hakkını vereceğiz. Türk egemen ulus ve sınıf gerçeğinin hesabını iyi vermek gerekir. Bu, çok yaman ve aynı zamanda yapılması gereken bir görevdir; zor olduğu kadar en iyi devrimci görevdir.
PKK Genel Sekreterliği
15 Ocak 1992
- Ayrıntılar
Baharın Nisan ayı, canlanmanın alabildiğine hızlandığı ve yaşamak isteyenlerin büyük bir tutkuyla kendini aştığı ve anlam bulduğu birçok canlının yaşam günleri oluyor. Yıllardır bizde böyle Newroz günleri, Nisan günleri, ulusal çözümlenmeyi, onunla birlikte diriliş, yaşamı geliştirmeyi temel görev bellediğimiz günler oldu ve halen üzerinde duruyoruz.
Direnme tarihimizde önemli bir aşamayı teşkil eden 1987 Mart ve Nisan çözümlemelerinde de benzer bir başlangıcımız vardı. Değişik biçimlerde, onun 1985-86 karşılanışı anlamlıdır. Daha da geriye gidebiliriz. 30 Mart Kızıldere şehitlerinin anısına bağlılık ve protestomuz, 7 Nisan’da tutuklanmamız vardı. Daha o zamandan beri baharın, çok önemli, anlamlı karşılandığını gösteriyor. 1974-75 baharları yaşama özgürce ve iddialı yaklaşmayı denedik. Başkentte imhamızın planlanıp hayata geçirildiği, Ankara’da tam bir Kürdistan bilinciyle ayrılışımız ve özgürlük tohumlarını bu aylarda serpmemiz söz konusudur. Hem düşüncede, hem pratikte 1976 ve 77 bahar ve Nisan ayları epey anlamlıdır ve çok önemlidir.
1977 ve 1978 partiyi ilan etme ve onu yaşatmanın çarelerini oldukça düşündüğümüz Mart-Nisan ayları söz konusudur. 7 Nisan 1979’da Ferhat Kurtay’la Mardin’e geldik. Bizi yepyeni bir süreçle karşılayan bir bahardı. Onun verdiği canlanma, iyimserlik duygu ve düşünceleriyle çıkış yapmamız söz konusudur. Yine 1980-81’i bu sahada karşıladık, düşmanın büyük imha yönelimini, 1980’in o ilk anlamlı eğitim birliğimizi hazırlayıp Kemal Pirlerin komutası altında yola koyduk. 1982-83’te kapsamlı bir biçimde tekrar ülkeye yönelmemizin baharını yaşadık ve Botan’a yöneliş, 1984-85’le bilindiği üzere, 15 Ağustos Atılımı’nın ertelenemez, anlamlı baharıydı. Hem de 1985’in sonuçlarını mutlaka başarıyla getirmenin ağır sorumluluğuyla karşılanması söz konusuydu. Agit arkadaşla yakın ilişkimiz altında 1985 Newroz’unu karşılamamız söz konusuydu ve bizzat kaleme aldığı Newroz umuduyla başlamıştık.
Böyle anlamlı bulunan Nisan karşılamamız var. Kimler ne kadar anlayıp hakkını verdiler? Herkesin kendine soracağı bir sorudur. Biz yaşamaya saygılıyız, yaşama saygısı olmayanların herhangi bir yaratıcılığından, üreticiliğinden bahsetmek zordur. Bizim için yaşamın neredeyse başına yıkıldığı bir halk gerçekliğiyle, bahar müjdesi gibi yaşamı müjdelemek çok önemlidir ve böyle olduğunu göstermeye çalıştık.
Halen gerçeğimize bireysel tutkularınız, egoizminiz korkunç çaresizliğiniz, yaşama ters düşmüşlüğünüz yansıyor. Sözüm ona bayramlara hazırlanıyorsunuz ama bayramların hiçbir anlamını bilmeden bir katılımınız oluyor. Kendine saygıyı yitirmemek çok önemli! Her yetersizlik bir saygısızlıktır, her yaşamaya hakkını vermemek tüm kötülüklerin kaynaklandığı durumu yaşamaktır, durumu böyle olanların da yaşamına saygı gösterilmez. Onlar istedikleri kadar demagojik davranışlar sergilesinler, istedikleri kadar çalıp-çırpsınlar, siyaset dilinde, yiğitlik, mertlik gerçeğinde onlar beş para etmezler. Hiç bir kurnazlık, sahtekarlık bu gerçeği değiştirmez, lafazanlık, körce pratik bunu başka türlü göstermeye yetmez.
Bütün çabalarımıza rağmen, yiğitlik yaklaşımları çok sınılırdır, kurnazlık, ölüm kokan davranışlar, ucuz yaşama göz dikenler veya en önemlisi de yaşama ilgi duymayan, yaşama karşı saygısızlıklar çok fazla. Tabii sizin umurunuzda değil, mühim olan sizin alışkanlıklarınızdır, bir sigaradan aldığınız zevki, bir dedikodudan aldığınız zevki sanmıyorum yüce bir değerlendirmeden alasınız; ikili bir diyalogdan aldığınız zevki sanmıyorum bir yüce yoldaşlar topluluğunun tartışmasından alasınız. Bütün bunlar sizin düşkünlük düzeyinizi belirliyor.
Bir komutaya hakkını vermenin tutkusunu, onun coşkusunu görmeyi çok istiyorum. Mumla arasan ya bir tane bulursun ya bulamazsın, ama onunla oynayanlar hem de en anlaşılmaz, en anlamsız biçimiyle sayısız görebilirsin. Bunlar gerçeğimizi ifade eder. Biz böyle olmamanın kavgasın veriyoruz. Ben halen bu noktada, bu direniş kahramanlarının çok anlamlı olduğunu görüyorum en özlü davranışların böyle gösterildiğine inanıyorum. Özlü olanların büyük eylemleri oluyor, fakat böyle değil de daha anlamlı, daha uzun vadeli bir savaşımla gösterselerdi diye hayıflanıyorum.
Bu insanları biraz anlamlı kılmak için, biraz saygılı-sevgili kılmak için çok büyük uğraşı verdik, ama layık olan nerede? Kendilerini pislik kuyusunda çoktan kirletmişler, temizlemeye güç mü yeter. Yetersizlikler girdabında boğulmuşlar, yeterliliğe nasıl getireceksin, eylem yeterliliği, söz yeterliliği, örgüt yeterliliği nerede kişiliklerinizde?
Övünmek gibi olmasın ama bildim bileli kendimi çok zorlamama rağmen, yeterlilik sınırlarını tutturmaya büyük tutkuluyduk, yeterli iş yapmak, yeterli okumak, yeterli koşmak yeterli bilmek ve gerçekten bu tam da insana saygının kendisi oluyor. Çok az ağladığım oldu, ağladığım yerlerde de bir yetersizliğimin olduğunu gördüğümde onu gidermeye, büyük bir öfkeye dönüştürerek karşılık verdiğimde hatırlıyorum. Ağlamam kocakarıca değildi, yetersizliğimi gidermenin öfkesiydi. Böylesi daha doğru oluyor ama çoktan yetersizliklerle kendinizi büyüttüyseniz, gerçekleştirmeniz zor oluyor. Neden kendi işini en güzel, en doğru yapmıyorsun. En hayati konularda bile niye en güzel söz ve eylemi tutturamayacaksın? Çok mu zenginsin, çok mu iş yapmışsın? Yok! Hepiniz Allah’ın fukarasısınız!
Yaşamaya büyük saygı duyuyorum, fazla yaşamasak da yaşama saygı gerektiğini, saygı göstermek için de hemen her düzeyde büyük yeterliliği yakalamak şartı olduğunu biliyorum. Onun için bu şartlara sahip değilseniz, saygı ve sevginin şartlarına fazla talepte bulunmayın. Öncelikle gerekli olan saygıdır, ondan sonra bir şeyler isteyin. Ben halen çok sınırlı bir saygı durumuyla uğraştığım için, kendim için hiçbir şey istemiyorum. Bütün ulaşmak istediğim biraz saygılı olabilmeyi, etrafıma, dostuma, düşmanıma gösterebilmektir. Kolay değil, bu kadar alay konusu olmak, bu kadar inkar konusu olmak, bu kadar insanlık yoksulu olmak kolay değil.
Siz iyi çocuklarsınız veya bir çırpıda ölürsünüz de, ama bütün bunlar saygı yaratmıyor, düzey tutturulamıyor, sadece ölünüyor. Çok çaba harcıyorsunuz, bu çabalar yüksek değer ifade etmediği için, onunla birlikte sizi götürüyor. Yetersiz çabalar, anlamsız çabalar! Benim çabalarımın anlamı sizi saygılı bir duruma getirebilmektir. Ama ne kadar başarıyoruz ayrı bir mesele. Benden mi kaynaklanıyor, sizde mi kaynaklıyor tartışılabilir.
Nasıl da bu yaşamı kendinize yakıştırdınız? Hep kendime sorduğum bir soru da budur; nasıl da sıkılmadınız, böyle yaşamaya güç getirebildiniz. Halen ben, yaşam utancını tam üzerimden kaldırmış değilim. Ele-güne rezil olmamak için ancak kendimi biraz ayarlayabilmişim. Halkımızın dengelerini yitirmemeye çalışıyorum veya onun çok yitirilmiş olan saygı durumunu oluşturmaya çalışıyorum. Fakat burada da bütün bu çabalara rağmen veya başarı gibi gösterilmeye rağmen kendimizi şiddetli sorguluyoruz. Bu kadar diri tutmaya çalışmamızın nedeni; kendimizi halkımızın saygılı yaşamına ilişkin durumunu, dengesini acaba bulabilecek miyiz sorusundan ötürüdür.
Bazı büyük şehitler de bize hep bu baharda güç veriyor. Ben onlara büyük minnettarlık duyduğumu belirtmeliyim. Özellikle en son Newroz şehitlerine şükranlarımızı belirtmeliyiz. Şüphesiz onlar güç veriyorlar. Fakat esas olan kendi gücümüzü de ortaya çıkarmaktır, biz hiçbir zaman başkaları “şöyle adam olursun, böyle yapmalısın” derken kendi halimizi görmezlikten gelmedik, “iyi söylüyorsun, tam da öyledir” deyip kendimizi dogmalara boğmadık. Büyüklerin sözünü her zaman can kulağıyla dinledik, ilgi duyduk, fakat “doğru olmayabilir” sorusuna da açıklık getirdik. “Dediklerine doğru olmayan yönler olabilir, ona da dikkat et” diye kendimize yaklaştık ve halen de öyledir.
Bahara yaklaşırken, çok büyük bir anlayış olarak gördüğüm bu son iki direniş şehidimiz, “çözümlemeler bitmiştir, sıra eylemdedir” der. Tabii bunu çok anlamlı söylüyor ve en büyük örneğini de kendi kişiliklerinde sergiliyorlar. Doğru bir söz aslında! Çözümlemeler bitmiştir, sıra eylemdedir! Ama nasıl bir eylem? Onlar kendi eylemlerini öyle ortaya koydular. Bu herkes için böyledir denilemez, belki de onlar için bile bu fazlaydı. Eylemin bin bir biçimi var. Onlar kendileri için en anlamlı biçimi buldular diyelim, uyguladılar, başkası yapsa belki de zarar verebilir. Mühim olan eylemin yerinde ve zamanında olmasıdır. Ne mutlu onu yakalayana!
Çözümlemeler bir anlamıyla bitmiştir, birçok anlamıyla da yeni başlar. Bu bir yaşamdır bizde. Tatmin oluncaya kadar ister. Biz ona saygısızlık yapmayacağız. Gerekirse büyük savaşarak saygısızlık etmeyeceğiz, gerekirse çok büyük düşünerek saygısızlık etmeyeceğiz. İlla “böylesi de bizim için kabul edilir, yenilsek de layığımızdır” diyorsanız, biz burada büyük sorun çıkarırız. İşlerin tehlikede olduğunu gördüğümüz de kıyamet koparırız, sorun burada. Düşünün; yenilgiden başka, ölümden başka ve yaşam söz konusu olduğunda da alçaklıktan başka hiçbir şeyin olmadığını; o zaman soralım kendimize ne kadar saygılıyız? Yaşama, onun bizdeki dirilişine, canlanışına, serpilmesine ne kadar saygılıyız?
Her şeyin altından çıktığımızı söyleyemem, fakat bütün dayatmalara rağmen halen kolay boyun eğmediğimiz söyleyebilirim. Dostluk adına, yoldaşlık adına dayatmaları, şöyle-böyle adına karşı koymaları yapın bakalım kim düşüyor? Serbestsiniz, ben de serbestim. Siz sizinkileri dayatın, ben de benimkilerini. El mi yaman, bey mi yaman gösteririz. Biz kimsenin hukukunu elinden alacak veya onu çirkinleştirecek tutum içinde olmadık. Ama bazılarının bizi de böyle kullanmalarına fırsat vermedik. Bizi büyük bir hukuksuzlukla, çirkinlikle bağlamalarına fırsat veremem.
Bu bir savaş ve çok amansız olmuştur. Madem bazıları bize bu kadar dayatmış, biz de dayanabildiğimiz kadar dayanacağız. Yoksa kendimi çirkinleştirerek, kendimi anlayışsız kılarak, ağlayarak, sızlayarak mı karşılayacağım? Sizin gibi kolay ölerek, kolay zincirleyerek mi kendimi bırakmayacağım. Ben “mutlak özgürüm, mutlak sağlamım, yürütüyorum işleri” diyemem ama bütün bu darlığa rağmen bu sahada biraz yürütüyorum. Kaldı ki, bu fazla mekansal bir anlamda da değildir. Biz savaşın en büyüğünü ruhta, ilişkide, düşünsel tarzda veriyoruz. Sonuçlarının büyük olduğunu da görüyoruz.
Umarım bir şeyler anlıyorsunuz, o büyük anlayışsızlık duvarları biraz deliniyor. Çok kalın duvarları biraz deldik. Büyük işlere gelmezseniz sürekli dövülürsünüz, delinirsiniz, paramparça edilirsiniz. Ölmemeye çalışmalısınız, yaşama güç getirmelisiniz. Ben bazen halkımız ve dostlarımız için esin kaynağı olduğumu söyleyebilirim, hepsinin taze umudu olduğumu ve bu anlamda da sözümün sahibi olduğumu belirtebilirim. Kimse de bunu inkar edemez. Ama bunun da böyle bir kişilik savaşımıyla, böylesine büyük bir yoğunlukla sağlanabildiğini de çok iyi biliyorum.
Siz bu gerçeğin neresindesiniz, ne kadar umutsuzsunuz veya umut yıkıcıları kimlere denir? Halkların umudu olabilmek çok önemli. Bütün bunlar anlatılmakla bitmeyeceği gibi, biz yine de siyaset yaptığımızı unutmamalıyız. Fazla edebiyata da kaçmamalıyız, siz askeri adaylarsınız bunu unutmayalım, gerillalar oluyorsunuz. Bazılarınız öyle istedi ama ne kadar hizmet ettik, sonuçları sınırlı. Benim bütün yaptığım, bazıları bir şey istediğinde “onun doğrusu şöyle yapılır”dır. Yoksa ben iyi silahşörsünüz diye karşılamadım, siz istem belirttiniz, herhangi birisi bir istemde bulunuyor, ben de nasıl yapılacağını gösteriyorum. Onu da hizmetle sunuyorum, “al sana bu kadar hizmet ve yürü yolunda” diyorum.
Önder APO
- Ayrıntılar
23 Nisan 1920 TBMM’nin kuruluşunun 76. yılı. Kendi bağımsız siyasetini yaratamayan bir halkın kendi elleriyle nasıl bir tükenişe gireceğinin de en trajik bir tarihi sürecidir. Bu tarih, bir halkın, hatta halkların kaderi konusunda siyasi bilinci, olsa buna sorumluluk düzeyinde yaklaşmayı bilse dönemin en faşist bir cumhuriyet kuruluşu altında yok olmaktansa, en özgür halklar gerçeğine ulaşmayı da sağlayabilirdi.
Türkiye Cumhuriyeti adı altında geliştirilen bu faşist ve dünyada eşi görülmemiş rejim altında, tükeniş yerine belki de Sovyetlerden sonra dünyanın en özgür bir halk cumhuriyeti veya cumhuriyetler birliği olarak Ortadoğu’daki yerini de bulabilirdi. Hiç şüphesiz toplumsal nedenler, ulusal bilinçten yoksunluk, gerici ideolojilerin etkisi, bunun yanında öncülüğe soyunmuş gücün askeri gerçekliği, yine onun sınıf temeli, uluslararası koşullar, bizzat o dönem tarihin somut iç özellikleri, düşünülebilecek olanın en kötüsünün ortaya çıkmasına yol açtı. Bir insan ömrü kadar bir süreçte halklar kötü kaybettiler, Anadolu tam bir halklar mezarlığı oldu. Kazanan da bir avuç, belki de dünyada eşi görülmemiş, hatta 1920’lerdeki kompradorlardan, işbirlikçilerden daha tehlikeli, daha gözü kara bir güruh oldu.
Tarih bir daha geriye çark edilemez, olan olmuştur, fakat çok önemli dersler çıkarılırsa, belki de son derece öğreticidir. Muazzam yol gösterebilir. Bugün de bu kişilikten kurtulun muş olunduğu sanılmasın. Hayır, şu anda da yalnız toplumsal sınıflarda değil, parti içine yansımış kişiliklerimizde de özgürlük iradesini esas alan kişilikler yok denilecek kadar azdır. Bunlara kalırsa, 1920’lerden daha kötü koşulların 2000’li yıllara yaklaşırken de yaşanması işten bile değildir.
Bir halk düşmeye görsün, bir kişilik kendini kandırmaya görsün, onun kolay kolay iflah olması düşünülemez. Bir halk son tahlilde bir kişide dile gelir veya kişilik olayında kendini açığa vurur ki, benim kendi tecrübemden çıkardığım sonuç, şimdi 1920’lerden daha ağır bir durumu yaşadığımızdır. O dönemin hiç olmazsa kendi tarihi kimlik, kişilikleriyle bazı tipler ortaya çıkıp kendilerini savunurlardı, konuşurlardı. Bu gün o da yoktur.
Özel savaşçıların bir savaş tarzı var ve onunla kurdukları bir yaşamları var. Bunu iyi biliyorlar. Ama biz halklar adına ne savaşı anlayabiliyoruz, ne de yaşamı. Büyük vurgunlar ve büyük kaçışlar tarihte çokça görülmüştür. Ama bu 76 yıldır bizde gerçekleşenden daha utanılası, lanetlenesi gerçekleşmemiştir. Tarihte, Yahudi kaçmıştır, Ermeni kaçmıştır, Rum kaçmıştır bizim yakın coğrafyamızdan, ama hiç birisinin bizim tarzımızda kaçtığını sanmıyorum. Daha adını bile koymamak nasıl bir kaçıştır? Başa ne geldi, kimlerle getirildi? Ne yapılması gerekir? Tek kelimeyle doğru düşünüp cesurca konuşmak isteyen bir kişi bulamıyoruz. Haince, lanetlice kaçış dur-durak bilmiyor. Fiziki kaçış burada en zavallı ve en az tehlikeli kaçıştır. Ruhlardaki yitiriliş, hele düşüncedeki kaçışta, teslimiyet, hatta dört dörtlük düşmana olma, ona çalışma, ona düşünmeyi başka bir halk kimliğinde bulmak mümkün değil.
Bu yıllarda bunlar oldu. Benim en büyük utancım bu tabloydu. Aslında denilebilir ki, en erken yaşlarda bu tabloyu görmemek için kendimi çok zorladım. Kaçmak istedim, vazgeçmek istedim, fakat çaresini bulamadım. Neden bu kadar yaramazlık, neden bu kadar çirkinlik, neden bu kadar zavallılık, güçsüzlük tablonun kendisindedir? Onun için kimse cesur bakamıyor. Yüzü yok ki baksın. Anlamaya çalışmıyor. Anlamaya çalışsa kendini keşfeder ki, çokta düşmüş, lanetlinin tekidir. Neden anlamak istesin ki? Yapmaya gelince de zırnık kadar kendine güveni yok. Neyi yapacak?
Bu gerçeği ben öz devrimci pratiğimize bakarak daha iyi anlıyorum. Hazır böyle yaşamın özgür, biraz namuslu diyebileceğimiz yaşamın eşiğine getiriyorsun, lokum gibi onu sunuyorsun, yine tepiyor, yine anlamak istemiyor. O zaman kişilik bambaşka kişilik diyoruz. Bunu yetiştiren iyi yetiştirmiş, köleleştiren iyi köleleştirmiş. Ve bir kölelik biçimine ad bulmak istiyoruz, onu da bulmak da güçlük çekiyoruz.
Yine çok iyi hatırlıyorum; yaşam süresince bu tarihten kaçmak istedik. Zaten adına pek tarih denilesi bir şeyin olmadığını da gördük. Ama nereye kaçacaksın? Şimdi anlıyorum, yaşıyoruz diyenler neden bu kadar sorumsuz. Benim gibi her adımını bin besmeleyle atan bir kişi bile bu durumu yaşadıktan sonra, bu kadar küfürlü yürüyenler nereye varacak, ne olacak? Bir lanetli tarih, bir faşizm ki, eşi benzeri de yok. En kötüsü de onun altında nasıl ezilmiş, yenilmiş, özüne ters düşmüş, hainleşmiş bizzat kendi kendine düşman olmuş ve yine onu savunuyor. Bu hangi halk gerçekliğinde görülmüştür? Bu yıllar bunu böyle hazırladı, yaşattı.
Delirmiş toplum demek istedik olmuyor, sömürge toplum dedik olmuyor. Kimileri sömürgelikten de öteye, ama ne denilmek istendi, o da pek anlaşılır gibi değil. Velhasıl bir gerçek ki anlam verilmesi bile özel bir bilim konusu olabilir. Tabii bunlardan bana ne demeyin. Siz bu tarihin ürünüsünüz. Unutmayın ki, en insani olan, en yaşanmaya değer olan ve mutlaka uğruna bir şeyler yapılacak olanı, en üst düzeyimizde bile tanınmaz hale getirdikten sonra, acaba birey olarak, hatta devrimci militan olarak kendinizi nasıl tanıyacaksınız, kendinize ne ad vereceksiniz? Tam da bu noktada dayattığınız bir gerçeklik “ben anlamam, çok varma üzerime” yaklaşımıdır.
Bu gün başka konuya fazla girme gereği duymuyorum. Daha değişik yaklaşım yöntemi nasıl olabilir diye düşünüyorum. Belli bir aşamaya varılmıştır. Yeni yaşama veya bizzat içinde yaşadığımız sürecin anlamı olduğu kadar, onun yürütülüş tarzını daha yaratıcı yaklaşımlarla değerlendirmek istiyoruz. Bu açıdan da daha anlamlı tartışmalar olabilir. Herkes kendi yeteneklerini daha yaratıcı ortaya koyabilir. En önemlisi de öz gücünüzle ayaklarınız üzerinde yürüyebilirsiniz.
Şunu sona erdirmek istiyoruz; artık hep partinin genel gücüne dayanarak, hep Önderliğe dayanarak yaşama yerine, artık büyüdünüz, öz gücünüzle kendi ayaklarınız üzerinde yürümeyi nasıl sağlayabilirsiniz, bunun artık tutarlılığını göstermeniz gerektiğini vurguluyorum veya geçirilen aşama artık sizi bu noktaya getirmiş olmalıdır diye düşünüyorum. Ben kendi tecrübelerime dayanarak söyleyebilirim ki, aslında büyük bir sabırla büyüttük. Deney ve tecrübeyle yürüyebilecek konuma getirdik. Dönem herkesin kendi öz gücünü düşüncede, ruhta, fiziki değerde olsun, sergileme dönemidir. Bununda anlamı şudur; eskisi gibi yaşayamazsınız, saflarda da bulunamazsınız.
Ben her zaman şunu söyledim; parti sonuna kadar bireyindir, birey de sonuna kadar partinindir. Bu parti benimdir dediğin zaman, ben de her şeyimle ama hastalıklarımla değil ölüden beter kişiliğimle değil, sonuna kadar kazandıran kişiliğimle ben partiliyim. Benim şimdiye kadar kendimi PKK’li hissetmem, sonuna kadar kazandırdığım orandadır. Yoksa en ufak kaybetme olduğu zaman, ben PKK’ye ihanet eder gibi kendimi hissederim. Kaybeden ben, asla PKK’li değildir. Kazanan ben PKK’lidir. İlke budur.
Asker olmanın ilk şartı, kendine hâkim olmaktan geçer. Ama neye hâkim olacaksınız? Çizilen bir yaşam çerçevesi vardır, amacı vardır, aracı vardır, çabası vardır, ona bağlı olmayı bileceksin. Disiplin budur. Gereklerine tam uydun mu, kendine hâkim oldun; kendine hâkim olan asker olmanın ilk adımını çok ciddi bir biçimde neredeyse başarının en kesin adımını atmıştır.
Savaşçılar birbirlerine omuz vererek yaşarlar.
Savaşçıların birbirilerini boşa çıkarma hakkı yoktur.
Tarih bunun bile mucize olduğunu gösteriyor. İsterdim sizin gibi hareket etmeyi, bana da birisinin yol göstermesini ve dağa çıkarmasını ama kimse yok. Bırak dağa çıkarmayı, yol göstermeyi herkes yoldan çıkarıyor. Zaten her şey yoldan çıkarılmıştı. Biz yola koyduk. Sizi de en özgür dağa, onun her türlü silahına kavuşturduk. Siz bunu inkâr mı edeceksiniz. Onu kullanmayan sizsiniz. O zaman olup bitenleri iliklerinize kadar doğru anlayacaksınız.
Bütün bunları ayrıca şunun için söylüyorum; düşman gözüne kestirmiş, sizin bu savaşçılık tarzınızı çok iyi kavrayarak, inceleyerek bitirmek istiyor. İşte hükümetin son politikası da bu. Buna malzemeyi sunan, buna “gerillayı yenebilirsiniz” dedirten sizsiniz, ben değilim. Çünkü benim gündemim değişiktir.
Bundan sonra çok önemli olan, düşmanın da kaldığınız yeri yerle bir edecek kadar çılgınlaştığı bir dönemde iyi iş yapmak istiyorum, sonuç alıcı iş yapmak istiyorum. Düşmanın bu kadar yüklendiği bir aşamaya biz de yüklenip oldukça başarılı iş çıkarmak istiyoruz. Bu hem temel görevimizdir, hem de zor-bela yakaladığımız mevzilerin başarılı kullanılmasıdır. Bunun gereklerini en üst bir sorumlulukla siz de kavrayın ve gereklerini yerine getirin. Sizin şimdiye kadar çektiğiniz benden de zor geçen bir yaşamınız var, onun anlamını hakiki bir biçimde bilince çıkarmış bir savaşçılık iddianız var, komutanlık iddianız var. Onun da çerçevesini artık bulmuş olun. Bu konuda sonuna kadar disiplinliyim, gereklerini yerine getirmede amansızım. Bütün bu yönleri kavrayıp söyledikten sonra, bu işler çok geç de olsa tekrar doğru yola gelir ve başarısı da arkasından gelir.
Önder APO
- Ayrıntılar
Bu, sınıflı toplumun, despotizmin, haksızlığın başlangıcıdır. Aynı zamanda her türlü saygısızlığın, sevgisizliğin, acımanın da kaynağıdır. Bunu anlatmaya çalışıyoruz ama bir türlü anlamaya yanaşmıyorsunuz. Tabii yüreği, vicdanı, sorumluluk düzeyi böyle olanlar, açık düşmandan daha tehlikelidir.
Kutsal dinlerin o kadar insan vicdanına hitap etmeleri boşuna değildir. Kutsal dinler de birer devrimdir. Vicdanlara o kadar hitap etmelerinin nedeni; büyük bir devrim gelişirken, vicdansız insanların, insanlar üzerinde büyük tahakküm kuracaklarını bildikleri içindir. Bu büyük iman meselelerini, iman şartlarını ortaya koymaları bunun içindir. Yoksa bir devrimde vicdansız insanların eline iktidar geçerse, onlar en zalim kişiler olmaktan, iktidarın cazibesine kapılarak kendilerini kurtaramazlar.
İktidarın bir de böyle bir hastalığı yayma durumu var. Büyük vicdan, iman kişiliği olamayanlar, iktidarın sihrine kayılarak birer canavar kesilebilirler.
Benim akıllı tepkilerim, önemli sezgilerim bunlara karşıt gelişti. Anama karşıt gelişti. Baba fazla üzerime gelmiyordu, daha sonra üzerime gelmeye başladı, ona karşı da tavır koyduk. Ama daha fazla hak-hukuk sahibi olduğunu söylemeye geldi. Önemli çocuk savunmasını yaptık. Şimdi anlaşılıyor ki, bu önemli bir savunmadır. Şu anda milyonlarca Kürt çocuğu, dünyanın en perişan çocukları olarak, adeta sahipsiz, başlarına gelecek tüm felaketleri bilmeden yaşama terkedilmişlerdir. Bundan kim sorumludur? Bunu görmemek, görüp de bir vicdanı ayaklandırmamak hangi insanlıkla bağdaşır? Tüm analara, babalara bunu sordum. Ey vicdansızlar! Sözüm ona çok bağlısınız, hepsi de gözü yaşlı.
Peki, ne diye bunları hazırlıksız, eğitimsiz benim üzerime atıyorsunuz dedim. Sizlere de sordum; kim sizi üzerime attı? Ben çağrı, davetiye çıkarmadım. Siz üzerime kendinizi atıyorsunuz, ama çok hazırlıksınız. Tabi bundan da biraz da analarınız-babalarınız sorumludur. Yetiştirme diye, terbiye diye bir şey görmemişsiniz. Tabii benim de terbiye görecek halim yoktu, bana öğretecekleri bir şey de yoktu. Ben kendi kendimi terbiye ettim. Sizden en büyük farkım budur. Bu büyüklüğümü buna borçluyum veya ayakta kalışımı, savaşçılığımı buna borçluyum. Siz kocamış bebek gibisiniz, ciddi bir intikamcılığı olan yok. Ancak cenazenize bol bol ağlanabilir, zamansız, yersiz gitti denilebilir.
İçinizde hangisi adını, ününü amansız konuşturuyor, hangisi kendini zavallılıktan kurtarıyor, problem olmaktan kendini kurtarıyor? Bunu başta analara söylemek istedik. Anama da öyle demiştim. Üzerime gelme dedim ve onu durdurdum. Hem de erken yaşta. Onun bana belletmek istediği gerek değer yargıları, gerek kavgacılık biçimlerini durdurmak gerektiğini erken yaşta fark ettim. Bizzat sezgilerimle, biraz yaşam tutkularımla böyle olmaması gerektiğini bildim ve tavrımı geliştirdim. Anamı konuşturmuşlardı, “dizimin dibinde oturtamadım” biçiminde bir değerlendirmesi vardı. Dizinin dibinde oturmak, boyun eğmeye, teslimiyete çekme anlamına gelir. Yine düşman, “kavgacı ortamlarınız, sevgi, saygının pek gelişkin olmadığı ortamda büyümek” diyor. Tabii, bu ortamı kendisi yok etmiştir.
Sahte sevgi ve saygıyla büyümenin anlamlı olmadığını da erkenden fark ettik. Bize gösterilecek fazla sevginin olmadığı görüldü. Ben o zaman anamdan en ufak bir sevgi beklemedim. Hayret! Beklemediğim gibi, göstermedim de. Bu da oldukça gerçekçi bir tutumdur. Olamayan şeye, niye olur diye kendimi aldatarak cevap vereyim, kabul edeyim? Ama maalesef biliyorsunuz, sahte sevgiler ana kucağında başlar, en gözü kara sevdalarınıza kadar sürüp gider. Hepsi sahte! Birilerinin size verecek sevgisi, saygısı yoktur. Sizin de birilerine göstereceğiniz sevgi, saygınız yoktur. Ama kişiliğinizde aldanma, öyle gözükme hiçbir ulusta görülmemiş biçimdedir.
Biz bu konuda da ikiyüzlülüğe düşmemeyi büyük bir gelişme olarak değerlendiriyoruz. Yoksa ben niye varım diyeyim, öyle değilsem niye kendimi öyle sayayım? Bu bence en tutarlı gerçekliği ifade ediyor. İşte bir de bunu yakalamam, yakıştırmam, gelişmemizin çok önemli bir nedenidir.
Yalan dolan kişilikleriniz olmamış şeyi kendine mal etme ve en kötüsü de kendisine layık, beklentiler, talepler isteme veya istetme durumundadır. Size göre, ne ben, ne birileri beni ne saymalı, ne sevmeli, ne de birileri beni kabul etmelidir. Ya nasıl olmalı? Anlayarak, gerçeğe ulaşarak, mücadele ederek kendinize saygıyı bularak, sevgi denilen olayı bu biçimde yakalayarak olacaksın. Belki böyle olur diye çabaladık ve bunun doğru olduğu da ortaya çıktı. Ben daha fazla saygılı, terbiyeli, sevgili olmaya çalışıyorum. Bu da bir maddi zemine dayanıyor, savaş gerçeğine dayanıyor.
Görülüyor ki, gerçekten insanlar biraz bizde doğru temellerde saygı, sevgi, edep durumuna gelmişler. Bu söylenebilir. Aslında anamdan kalma birçok husus daha vardı. Babamı beğenmeme de haklı olabilirdi ama çaresizdi. Kadın hiçbir zaman kendisine göre erkek nedir bilmemiş. Tanıdığı erkek, ona cahil nasıl geldiğini, nasıl götürüldüğünü bilmiyor. Ona verilmiş, ondan diğerine gitmiş. Erkeği, karşısında kaba bir güç olarak, kendisini tehdit eden güç olarak görmüş. Toplumsal gerçeklikte de böyledir. O toplumsal koşullarda böyle bir kadını, bir kızı anlayacak, gönlüne göre, sevgisine göre anlayacak herhangi bir durum yok, ortam yok. Hatta iradesinin, bir kişiliğinin ne kadar olup olmadığı bile tartışılabilir. Aile çıkarı için veya istemi üzerine “al sana” denilmiştir, o olmazsa diğerine. Yine bundan çıkaracağı sonuç öyle fazla anlamlı olamaz.
Bir de kişilik itibariyle fazla moral bırakılmamış, daha doğrusu kendisine göre kocası diye anılan erkekle, köyde erkek diye bellenen, anlamsız veya düşmanca tutumlar içinde bulunmuş o da “madem onlar bana bu kadar yaptılar, bende kuralsız hatta fazla hayâya gelmeyen, utanmaya gelmeyen, sonuna kadar çığırından çıkmış bir kavgacılığı dayatayım” demiş. Bundan bize ne kalabilir? Çok uysal bir kadın olsa, fazla kavgacı olmasa, kocaya da olduğu gibi yaslansa veya çaresizliğini gösterse, teslim olsa, -herhalde terbiyeciler “eğitim yedi yaşında başlar” diyorlar- biz de belki teslim olurduk veya anam nasıl yapmışsa bütün kadınlar öyle yapsın veya babam ne etmişse, erkek ne yaptıysa öyle edilsin derdik. Ama bu kavgacılık ortamı mutlaka bir iz bırakmıştır. Bu da herhalde faydalı bir iz olarak düşünülebilir.
Benim şu anda geliştirdiğim bir kadın mücadelesi var. Şimdi bu mücadele ileri boyutlara gelmiş, ama temeli olmasaydı herhalde böyle gelişmezdi. Anamın büyük mücadeleci olduğunu biliyorum. Fakat tabi onunki öyle ilkeli, örgütlü değil, tam tersi ilkesi de, taktiği de hiç olmayan ama kendini orta yere atan, sonun kadar fırla, yürü, bağır, çağır, saldır. Güç dengesi sıfır, hedefi hiç gözüne getirmez, ama ne kadar isyan edebilirse o kadar eder veya sınır tanımaz. Tabi biz bunun böyle olmayacağını daha başta görüyoruz. Kavga olacaksa bile onun belli bir mantığının olması gerekir. Mantığın aşıldığı bir yerde mantık arama benim erkenden göz önüne getirdiğim hususlardı. Bu da çok aşırıya karşı bir tedbir oluyor. Bu pratikle yakından bağlantılıdır. İlla kavga edilecekse, bunun bir mantığı, yöntemi olmalıdır. Anamın aşırılığı bunu bana erken yaşta öğretti. Etkisi hâlâ vardır.
En önemlisi tek biri de olsa, çok kuralsız da olsa hem aile içinde, hem aile dışındaki bazı erkeklere karşı büyük savaş vereceğini o örnekte görmüş oluyoruz. Sanıyorum bir gelenek olarak bir çocuk bunu görmezse, mışıl mışıl uyumluysa, her şeye evet diyorsa, sanırım çocukları üzerinde de bunu sürdürür. Sonuna kadar erkeğe, babaya, köylüye, karşısına çıkan herkese bağlı olur. Bu öyle olsaydı herhalde bizim de böyle bir kadın mücadelesini fazla ilerletmemiz, en azından bu biçimde geliştirmemiz üzerinde etkili olmazdı. Veya bu etkinin de bu mücadelede bir izi olabilir, bir etkisi olmazdı. Çünkü bir kadın bu kadar mücadele etmişse, o da ana ise, herhalde o çocukta büyüdüğü zaman, ana diye bir kadın bunu yaptığına göre, niye başka kadınlar da bunu yapmasın sonucuna varabilir. Aristo mantığıyla bile bu sonuca varmak zor değildir.
Tabii şimdi erkek savaşımı ileri boyutlarda. Anaya bağlı olma mı denilir, tuhaf! Son yıllarda, özellikle son üç yılda onu geliştirmişim. Anam sağken, onu bu kadar fazla derin inceleme yapmamıştım. Öyle fazla mektup bile yollamamıştım, “nasılsın” demedik. Ama anma denilen olayı bence son üç yılda iyi göz önüne getirmişim. Son üç yıldaki kadın mücadelesinde belirgin bir gelişme vardır. Bu gelişmeyi, herhalde tüm önemli şahadetlere, ölümlere karşı verdiğimiz karşılığın bir benzerini olarak burada yapmışız. Haki Karer’in anısına karşılık biliyorsunuz parti ilanıydı. Mazlumların anısına karşılık daha fazla savaşa, ülkeye yönelmeydi. Agitlerin anısına bağlılık daha fazla gerillaya yönelmeydi. Buna benzer birçok şahadetin anlamını gerçekçi bir mücadele çalışması ile geliştirmek istedik. Ana olayında da herhalde bu gözüküyor. Böyle bir ödün bizi kadın konusunda daha fazla bir şeyler yapmaya götürmüş olabilir. Bu da bir etkidir diye düşünüyorum.
Kadın savaşımı bu nedenle anamın tam istediği biçimde olmasa da, yaptığı gibi olmasa da, daha bilimsel, daha örgütlü, planlı ve ustaca taktiklerle yürütülmeye çalışılıyor. Erkeğin haksızlıkları var, bu açıktır. Biz bunu kabul ettik, ama onu çözümlemek oldukça zordu. En önemlisi de anamın yaptığı gibi değil de, daha mücadeleci, daha doğru bir mücadele anlayışı ve yöntemiyle yapmak gerekiyordu. Tabii bu bir sonuç, onun ortasında da çok gelişme vardır. Anamın kişiliğine baktığımızda, kadınlardan uzak durmam gerektiğini ilk elde göz önüne getirdim. Anam böyleyken bu kadar beni zorluyorsa, tabii kadın konusuna kolay kolay girmeyeceğiz.
Yaşanılan ağır sorunları gördükçe, özellikle babamla yaşadıkları çok kavgalı ve zor yaşanılır aile gerçeğini gördükçe, ondan da çok önemli bir dersi almıştım. Bu tehlikeyi yaşamamak için oldukça temkinli, bilinçli hareket etme, ihtiyatlı hareket etme gereğini duydum. Babamla anamın başına gelen niye benim başıma gelsin? Dikkat etmeliydim. Bu da kadın-erkek ilişkilerindeki gerçeği etkiledi. Ana-baba arasındaki ilişki veya çelişki, benim bütün yaşamımı diyebilirim ki en çok etkileyen özelliktir. Siz yaşamınızda buna da dikkat etmediniz. Kaldı ki ana-baba ilişkilerinizin gerçekliğini dikkatle gözden geçirseydiniz biraz anlamanız mümkün olabilirdi. Belki de şanssızlıktı, sizin böyle ana-babalarınız yoktu veya şansınız da olsaydı, belki böyle rahat yaşayamazdınız. Ama bu rahat yaşamın pek de rahat yaşam olmadığını şimdi benim çelişkili savaşımla, kişiliğimle ödüyorsunuz.
Benim şansım veya şanssızlığım bu çelişkili aile gerçeğini en üst düzeyde yaşamış olmamdır. Çocukken şanssız olarak görüyordum kendimi. Halen hatırımdadır, keşke benim de şu arkadaşımın ana-babası gibi anlayışlı bir anam, bir babam olsa diyordum. Hatta daha sonra da keşke Türk bir aileden olsaydım diyordum. Zorluğa gelmemek için, çelişkilerin acımasızlığını yaşamamak içindi bunlar. Ama daha sonra bunun mücadeleyi tahrik etmesi nedeniyle bir şans olduğu ortaya çıktı. Veya şanssızlığı şansa dönüştürdüm. Bunun da büyük bir yürütme eylemi olduğu şimdi daha iyi anlaşılıyor. İşte sizin başlangıçta böyle bir şanssızlığınız yok, şanslısınız. Ama sonuçta da büyük şanssızlığınız bu şanslı yaşamınızdan kaynaklanıyor.
Bunun diyalektik ifadesini bulmamanız halinde, pek iflah olacağınız veya şansı şanssızlığa, şanssızlığı da şansa dönüştürmeyi gerçekçi temelde, doğru temelde yapamazsınız. Benim ana-baba çelişkilerimin bütün köyün alayına, dalga geçmesine yol açması ve benim üzerimde bunun yarattığı büyük üzüntüler, ayıplamalar benim için büyük bir şanssızlıktı. Ama bunun sürekli beni ezmesi, zorlaması beni yaratıcılığa itti. Şanssızlığı şansa çevirme ihtiyacını aramaya itti. Bu da gelişmenin bir ana dinamiğidir.
En önemlisi de ailecilik konusunda hayale kapılmamam, sizin yaşadığınıza benzer kolay ailecilik hayallerini esas almamam çok önemli. Çekinmem, ihtiyatlı olmam, tepki duymamam daha sonraki süreçte oldukça yararlı olmuştur. Halen kadın-erkek ilişkileri üzerine bu kadar önemle duruyorsam, bu çelişki nedeniyledir. Şimdi çok açık görülüyor ki, bu çelişki çözümlenmese ne sınıfsal, ne ulusal çelişki anlaşılamaz. Bırakın çözümlenmesi, savaşımla giderilmesi; siz şu anda adeta bu çelişkinin kölesi durumundasınız. Bu çelişkiyi anlamaya, ya da kendi üzerinizdeki etkisini sıyırmaya gücünüz yoktur. Kocaman bebekler haline gelmişsiniz.
Bazı tespitlerimizde aile kördüğümü temelde insanımızın iradesini de, düşüncesini de kör etmiştir dedik. Bu yüzden yetenekler gelişmiyor, kavgacılık en ilkel tarzdadır, anlayışlar çok dardır, kişilikler çok cücedir. Çünkü aile kördüğümü sizi baştan bağlamış. Ama ben yırttım, nitekim köyde halen hatırlıyorum “ipini koparan, anasını, babasını dinlemeyen, yoldan çıkmış, kimsenin çocuğunun böyle olmaması gereken çocuk”. Ama dediğim gibi, bu şanssızlığı daha sonra biz şansa dönüştürdük. Siz ise bağlandınız. Aileler her gün yenilgiyi aşılar, her gün “oğlum adam ol, büyüklerine bağlı ol, seni çok seviyorum, oğlum al sana iyisi, al sana beğenilisi, büyüklerine saygılı ol” derler. Tüm bunlar yalandır. Olmayan şeylerin olur gibi sunulmasıdır. Onun için şu anda gözünüzde ne sevgi, ne saygı var, ne bir yüksek çözüm gücü ve ne onun kavgacılığı var.
Çelişkiler çözümlenmezse, uğruna büyük savaş verilmezse kişilik koca bir yalandan ibarettir. İşte benim şanssızlığımın şansa dönüşmesi de bu yalana düşmemeyi öğrenmek temelinde olmuştur. Şu anda çelişkiler en tahrik edilmiş durumdadır. Bununla bağlantılıdır. Şu anda çelişki yönetimi bende dünya çapında ustalıklı temeldedir. Bana kimin gücü yetebilir? Ben bir kader olarak görmedim. Zaten yaşamla ilişkiyi siz öyle görmüş, bellemişsiniz. Bu kadercilik yüzünden haliniz ortadadır. Şu anda benim kollarım zincirlerinden boşalmış, yüreğim de öyle. Daha serbest hareket ediyorum. Ama siz hiç edemiyorsunuz. Ne kadar acı.
Tüm savaş imkânlarını size vermeme rağmen, teorik, pratik kimse bana bir şey vermedi, ben kendimi yetiştirdim. Analar sizler için çok ağlayacaklarına, sizin gibileri doğurup büyütmeseydiler daha iyi ederlerdi. Bana ne böyle yeteneksiz, çaresiz, hep ağlanılacak çocukları ben ne yapayım? Ben ağlamayı da erken kestim. Bu da çok ilginçtir. Hatırlıyorum, çocuk yaşlarında benim kadar ağlayan yoktu. Anama karşı öyle zırlıyordum ki, köyde duymayan yoktu. Bu konuda da şampiyondum adeta. Sonra anladım ki, şunu ondan öğrendim; bu ağlamayla, zırlamayla hiçbir yere varamayacağımı anladım. Sanırım ondan sonra durdurdum. O gündür bugündür fazla ağlamaya gelmem. Bu da demek ki ana gerçeğiyle, aile gerçeğiyle bağlantılıdır.
Ağlamakla hiçbir yere varılmaz. Tabii bu savaşta çok önemlidir. Savaşta komutanın baş özelliği ağlamamasıdır. Ağlamayanınız yok gibidir. Dediğim gibi, olmayan vicdanı, rahatlığı, sevgiyi olur gibi, varmış gibi görmenizin şu anda vicdansızlıkla bağlantısı çok somut; gerçekçi olmayan, içten saygılı olmayan, sevgili olmayan, duyarlı hassas duygularınız şu anda büyük bir vicdansızlıkla bizi karşı karşıya bırakıyor. Şimdi anlıyorum ki, bu konudaki yanlış yetişmeniz, ailelere göre kötü şekillenmeniz, vicdansızlığın en temel kaynağıdır.
Ben nasıl bu vicdana ulaştım? Büyük savaşımla ilgili. İlk başta ana-babaların bana fazla verecekleri bir sevgi, bir saygı olmadığını görünce, kendim denemeye giriştim. Çevremi oluşturdum. Tabii çevre oluşturmak için büyük iyilik yapacaksın. Bir kuşu bile beş-on parçaya bölüp dağıtmam ilk sevgi, bağlılık ilişkilerine duyduğum ihtiyaçtan ötürüdür. Yalnızlığımı gidermek istiyorsam, havadaki kuşu avlayıp etrafıma dağıtmam gerekir düşüncesine o yaşlarda ulaşmıştım. Kazanmasını bilmeyenler, dağıtmasını da bilmezler; kendi emeğiyle kazanmasını bilmeyenler, hovardaca harcarlar. Bunun için değerlerin kıymetini bilmek gerekiyorsa, onun amansız kazanımını bilmeniz lazım. Ben bunu defalarca size söyledim. Niye erkenden kuş avlamak zorunda kaldım? Yine babamın, hatta bazı kişilerin, ailelerin değerlerini gittim koparttım. Gücü etrafıma dağıtıp belli bir örgüt gücü, hatta rüşvet almayı da buna bağladım. Zorlu süreçlerde örgütü oluşturmak için başka tür örgütlenme yapılmazdı. Ama bakın bizim örgütümüzün başındakilere, değerleri öyle çalıyorlar, hatta bazıları hırsızlayıp kaçıyor. Vicdan bunun neresinde? Öyle yetiştirilmişsiniz Size göre değer savaşımı yoktur. Değer savaşımı üzerine kan dağıtıyorsunuz vicdanınız bile sızlamıyor.
O erken yaşımda bir kuşun nasıl avlandığını biliyorum. Ayrıca grup oluşturmaya ihtiyacım var, neyle yapacağım onu? Marifetin olmazsa, senden bir çıkar görmezlerse gelirler mi? Okuma işi de öyleydi. Bir kaç kelime öğrendiğimizde ilk etapta gruba vermek istedik. Başka türlü çocukları etrafımıza nasıl toplayacağız. Tüm hayat süreçleri böyle olmuştur. Siz bunu da anlayamadınız. Bu açıdan ne kendinize yararınız oluyor, ne çevrenize. Boştan gelen boşa gidiyor. Haydan gelen huya, çar gelen naçar gidiyor, çarçur gidiyor. Ve sonuçta vicdan diye bir şey kalmıyor. Ama biz öyle değiliz, büyük bir vicdan oluşturmuşuz bu özgür yaşamdan ötürü.
Anam şunu sıkı sıkıya belletirdi; “çalışmadan sana tek bir kuru ekmek yok” derdi. Halen hatırımda, o saç üzerindeki bir ekmeği almak, benim için büyük meseleydi. Fazla çalışılacak bir ortam da yoktu. Ama en büyük hedefimiz, çalışsak da, çalışmasak da o ekmeğe ulaşmaktı. Anam yüksek yere koyardı, hatta gizlerdi. Onu bulmak için epey mücadele verirdik. Ekmek kavgası o zamanlarda başlamış ve halen daha sürüyor bende. Biliyorsunuz, biz çocukluk anılarımıza ihanet etmemeyi bir ilke olarak hep gözlerimizin önünde tutarız. Bizim için her zaman ekmek kavgası önemlidir. Onu da anadan öğrendik, ana ve neneden. “Çalış kazan” diyorlardı. Bunu da bize iliklerimize işletinceye kadar bize dayatıyorlardı. Sonuçta ekmek kavgası öyle başladı.
Sanıyorum yetişme tarzınızdan ötürü, size ciddi bir ekmek kavgasına girişmeden hep hazır verildi. Her şeyi hazır Allah’tan bellediniz, öyle yetiştiniz. Şimdi de ekmek için kavgayı bilmiyorsunuz. Elinizden gitmese de kazanmanız gerektiği halde bilmiyorsunuz. Bilmediğiniz için bilemiyorsunuz. Size göre çok kolay, yemek yemek çok kolay, çocuk ağlar önüne koyarlar. Anaların en büyük hatası sizi ekmek kavgacısı olarak yetiştirmemektir. Size çok yumuşak davranmışlardır. Varını-yoğunu biriktirip vermişlerdir. Sonuç; emeğe fazla saygılı olmayan bir nesil! Sonradan da ana-babaların parası bitmiştir ve kendini bilmezlik dönemi başlamıştır. Tıpkı gerçeğiniz gibi. Ana-babaların da kabahati budur.
Ekmek kavgacısı yapamayacaksa, bu çocuğu niye büyütüyor? Savaştırmasını bilmiyorsan, niye bunları çıkardın karşıma? Hep bela mısınız diyorum her gün? Bu ülkede, bu halkın maddi gerçeğinde ekmek kavgacısı olmak tüm kavgaların başında yer alır. Ama şimdi bakıyorum, yediklerinin yarsını atıyorlar. Bana inanılmaz bir suç, sorumsuzluk gibi geliyor. Adeta bütün ekmekleri alıp yemek istiyorum. Geçen gün Fransız gazeteci hayretler içerisinde gördü, “nasıl böyle soğana ve ekmeğe saldırıyorsun” dedi. Bu benim yaşam ilkem, tabii belki ayıplarsınız, ama kavgacılığımı doğru göstermek zorundayım dedim. Gerçeğe ihanet etmemek önemlidir.
Anama ilişkin başka ne söylenebilir? Daha sonraki yaşlarda kontrolden çıkışım için, her ana gibi herhalde o da düşünmüştür, bunun sonu nereye gidecek diye. Her ana çocuğunu baş göz etmek isteyebilir. O süreçlerde sanıyorum pek umudu yoktu veya beni öyle pek kendine göre akıllı bulmuyordu. Geleneklere göre kızlarını veriyordu, oğullarına kız alıyordu. Ama benim durumum farklıydı. Ne olacağımı pek anlayamamıştı. Kız verme kız alma meselesinde herhalde yaklaşımı geleneksel etkiyi kırmaktı. Kırmadığı, onun altında olduğu açık. Fakat benim içimde nasıl etkide bulunmuş olabilir?
Objektif olarak, konuyu küçümsememek, konuyu ciddi ele almak konusunda, tabii aileye göre insan yetişmeyince, her şey biraz daha alt-üst olur. Tam koltuğunun altında olsaydım mutlaka kendilerine göre birisi yaparlardı beni. Ucuzundan bir koca veya bir karı olarak çocuklarını gerçekleştirmek isterlerdi. Tabii bu daha sonraki bütün düşüşlerin, bütün toplumsal gereklerin, yine bizim toplumsal gerçekliğimiz söz konusu olduğunda tükenişin, başarısızlığın, düşüşün toplumsal gerçekliğimiz ne kadar kabul ediyorsa o kadar olma gibi bir sonuca götürecekti. Bu tuzağa düşmemek, bu aile gerçeğiyle biraz bağlantılıdır.
Bunun üzerimizdeki etkisi çok ilginç! Yine şans mı, şanssızlık mı, sizin için iyi mi, kötü mü? Yorumu sizlere ait. Genel Kürdistan ailesini göz önüne getirdiğimizde bunun çok çarpıcı bir şans olduğu ortaya çıkıyor. Kürdistan ailesi her ne kadar kendi içerisinde çok zorla da olsa, geleneklerin ağır etkisi altında da olsa, terbiye görmüş gibiyse de, erkek kadını korkunç derecede namus meselesi yapıyor. Kadın da hiç içeriği, özü olmadığı halde erkeğin karısı olmak için olağanüstü kendini geleneklere göre zorluyorsa, gelenek çok etkili ve güçlüyse, ona Kürdistan geleneği açısından bakıldığında kaybetmelerin en temel nedenidir. Bu gelişmemin, köleliğin en temel nedeni, kaynağı, kurumu bu ise, bizim ailedeki bir türlü geleneğe göre kurulamayan karı-koca ilişkisi büyük bir çözüm zeminiymiş.
Anamın özellikle babaya göre iyi bir kadın olmayı becerememesi veya onu mümkün görmemesi, böyle bir kocayı kabul etmemesi, üzerimde epey etkili olmuştur. Adam çeşitli nedenlerden ötürü olsun, anamın özgün nedenleri de olsa, bunun öyle gelişmesi, daha doğru sonuçlara yol açıyor. Ve Kürdistan ailesi tarihin bu sürecinde en problemli, diğer yandan çelişkiyi gizleyen, çözümsüzlüğü yaşatan en önemli kurumdur. Bunun bizim aile gerçekliğimizde nerdeyse tam bir çözülüşü, anlamsızlığı, başarılamayışı yaşaması, benim de bu ortamı değerlendirmiş olmam, gelişmemizin en önemli çıkış nedeni oluyor.
Bugün dolayısıyla çok açıklıkla söylemeliyim; anamın da bana öğrettiği en temel gerçeklik budur. Önce iyi adam ol, iyi savaşçı ol. Biz bu yaşımıza gelmişiz, halen iyi savaşçı olma peşindeyiz. Tabii aileler ise iyi savaşçı olmayı önlemek için daha on iki-on üç yaşlarında iyi karı ol, koca ol çağrısını vermiş ve uygulatmışlardır. Bizim ailede bunun fazla geçerli tutulmaması, benim üzerimde etkisinin fazla gelişmemesi önemli.
Düşünün, bu yaşlarda böyle bir geleneğin etkisine girmek her şeyin bitişidir. Fiilen girmeseniz bile, duygu, namus itibariyle girmiş olmanız sizin savaşçılığınızın hiç gelişmemesinin temel nedenlerinden birisidir. Benim kavgacılığımın patlama göstermesi de bu geleneği erken yaşlarda yıkmamdan ötürüdür. Ben çok iyi tespit ediyorum ki, ailelere göre, aile gerçeğine göre erken yaşlarda bir karılaşma, kocalaşma işin bitişi demektir.
Bakın, ben bu çelişkiyi biraz doğru ele aldım. Sizi bugün iyi karılar, iyi kocalar olmaktan alıkoyduğumuz için gücünüz, enerjiniz, bilinciniz, dolayısıyla savaşçılığınız biraz devam ediyor. Belki geleneklere göre bir yaşam sizi rahatlatabilirdi. Ama bana göre, bunun maddi temeli yoktur. Bunu gösterdik. Maddi olmayan bir şeye göre kendinizi yatırmanızın da hiçbir anlam yoktur. Önce iyi bir savaşçı olun. İlke bu. Bu ülkede yaşamak istiyorsan, bu iyi bir eş-dost, ahbap-çavuş, hemşehri olmaktan geçmez; tam tersi, eş-dost olmadan önce, iyi bir toplumsal savaşçı, ondan sonra ulusal savaşçı olmaktan geçer. Bu konularda çözümlemeler ortaya koymuştur ki, iyi bir hemşehricilik, iyi bir ahbap-çavuşluk, iyi bir yarenlik, hele hele iyi bir eş-dostluk, kadın-erkek ilişkisi savaşçılığı bitirir.
Bunun yerine biz hangi bağları esas aldık?
Hemşehricilik bağı yerine, sınıfsal, siyasal bağları; ucuz eş-dost, sahte karasevda ilişkileri yerine, yaman örgütsel ilişkileri, yoldaşlık ilişkilerini esas aldık. Düşünün ben bu konuda olağanüstü bir şekilde hem temellerini dikkatli atıyorum, hem pratiğini yürütüyorum. Ve görüyorsunuz ki bu dünyanın bile hayretini çekiyor bu kadar geri toplumsal koşullarda nasıl böyle çelişen bağlar oluşmuş diye.
Bu mücadele gerçeğiyle bağlantılıdır. Tam da bu noktada kadın ordulaşmasının da, erkek ordulaşmasının da ne anlama geldiği daha iyi anlaşılıyor. Hiçbir kitapta böyle bir ordulaşma ilkesi yoktur. Ama bana göre bizim toplumsal gerçeğimizin çözümlenmesinde böyle ilkelere ihtiyaç vardır. Halen tam anlamamışsınız ama toplumsal gerçekliği sağlam çözümleyen birisi bunu yakalayabilir.
Kürt erkeğinin durumunu çözmek için olağanüstü tedbirlere ihtiyaç var. Bir tanesi de kadın ordulaşmasıdır. Tabii bunu ters anladılar; silahı verirsin eline, erkek nasıl yapıyorsa o da öyle yapsın şeklinde anladılar. Bu anlamda bir ordulaşmanın mümkün olmadığını bilmekte fazla zorluk yoktur. Daha değişik bir ordulaşmadır. İşte anamın kavgacılığı, hiç kurala, ilkeye, kaideye gelmeyen kadın ordulaşmasına dönüştürülüyor diyelim. Bu çok gerekli. Neden gerekli? Madem anam kocayı beğenmiyorsa, beğeneceği kocayı ortaya çıkarması lazım. Nasıl ortaya çıkaracak? Mücadeleyle, mücadeleyi bilmesi lazım.
Bütün kızlar, haklı olarak karşılarında anlayışlı bir erkek görmek isterler. Bunun için ne gerekli? Kavga! Anlayış desen, fazla imkân yok. Kocanın veya erkeğin sana vereceği fazla bir şey yok. Kendisi çaresiz. Kürt erkeği bu anlamda çok zavallı.
Tabii bu konuda Önderliği tanımak gerekiyor. Kavga temelinde başladı, oldukça planlı ve örgütlüdür. Erkek eski erkek, kız da eski kız. Benim açımdan hiç kabul edilemez. Benim açımdan yenilgi, benim açımdan bela! Ama diyeceksiniz ki, “biz böyle yetişmişiz”. Sen öyle yetişmişsin, o düşmanın egemenliğine götürüyor. O toplumsal çözümsüzlüğü derinleştiriyor.
Ben size kurnazlık etmedim. Dikkat edin, ben bunları her gün söylüyorum. Büyüdüğünüz gerçeklik bu temeldedir. PKK’cilik diyorsunuz, biraz da APO’culuğun özü budur. Belki kendinize göre çok ulaşılmaz, tehlikeli veya anlamsız buluyorsunuz. Ama ben de söylüyorum ki, biz bu kavgayı şimdiye kadar böyle yarattık, bir de şu anda kavganın başıyız. Hatta neredeyse ilah kadar başındayız. Ben mi zorla kendimi böyle dayattım? Toplum istiyor her gün, siz istiyorsunuz. Ben güçlü bir merkez, militan olasınız istedim. Dolayısıyla her şey bana yıkılıyor. O zaman size düşen bunu öğrenmektir. Buna katılmamak, bunu boşa çıkarmak değil, hiç olmazsa doğru bir öğrenme gücü göstermektir. Ondan sonra karar verin, varsanız “evet”, yoksanız “hayır” deyin. Ya izin isteyerek, ya da isyan ederek kaçın. İkisine de varız.
Her gün niçin Önderlik yeminlerini ediyorsunuz? Gerçeğini biraz öğrenmek için değil mi? Herkes “bütün gücümüzü sizden alıyoruz” diyor. Bakın size söylüyorum; basit bir ekmek kavgası bu Önderlik gerçeğine böyledir, savaşçılık böyledir. Niye kaçacaksınız?
Ben mi anama “beni dünyaya getir” dedim. Yok! Topluma göre, kendime göre oldum. Ondan sonra kendimi korumaya almam, özgürlüğün ilk adımıydı, yaptım. Günah mı bu? Sizin için çok mu kötü oldu? Başka nasıl iyi evlat olunur? Şimdi hiç olmazsa nizamınız var. Birliktesiniz, biraz gücünüz var. Hatta bu ülkede en güçlüsü oluyorsunuz. Bu savaşçılıkla mümkün olmadı mı? Başkaları mı yaptı? Başkaları, kendinize kalsaydı ve hatta günlük olarak size bırakılsaydı, acaba kaç saat ayakta kalırdınız? Bunu hemen herkes görüyor. Bizim için hikâye bir anlamda böyle. Namus belası mı dersiniz, namus sorunu mu dersiniz, içine girdik, buraya kadar getirdik.
Önder APO
- Ayrıntılar