Basına ve Kamuoyuna!
18 Mart günü 10.00-11.00 saatleri arasında Hakkari’nin Çukurca ilçesine bağlı Ertuş, Hantepesî, Talisa Tepesi ile Şehit Avareş Tepesi alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından kobra tipi helikopterler ile yoğun bir şekilde bombardıman yapılmıştır. Newroz’un arifesinde TC ordusu saldrılarına ve operasyonlarına yoğunluk vermiş, Kürt Özgürlük Hareketinin tüm çabalarına rağmen saldırıların devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Newroz Şehitlerinin Anısı
21–28 Mart arasındaki haftayı Ulusal Kahramanlık Haftası olarak değerlendiriyoruz. Newroz şehitleri başta olmak üzere, ortaya serilen büyük kahramanlık örnekleri bizi anılarını özenle değerlendirmeye ve en önemlisi de sonuçlarını mutlaka özümsemeye mecbur bırakıyor.
Kahramanlık eylemlerinin anlamını çok kısa sürede unutan ve gereklerini yerine getirmeyenler en büyük alçaklığı yaşamaktadır. Yine gafil olan odur ki, bu çok büyük anlam ifade eden kişilikleri, kendi yaşamında bir örnek olarak değerlendirmez ve kendine çok gerekli olan gücü buradan elde edemez.
Yaşanan gerçeğe bakıyoruz; bu kadar büyük kahramanlık değerlerinin yanında bu kadar cücelik, bu kadar alçaklık, bu kadar gaflet yaşanıyor; bunlar en az kahramanlık değerleri kadar kendini konuşturuyor. Bu bir çelişkidir. Kahramanlığı düşünmemek, düşünüp de gereklerini yapmamak, en temel insani değerlerden vazgeçmek demektir. Bunu lafazanlıkla geçiştirmek, bunu mutlak emir derecesinde telaki etmemek ve üzerine düşeni yapmamak, kişilikçe belki de açık bir hainden ve gafilden daha tahripkar olmak demektir. Bütün çabalarımızın bir anlamı da, hemen hemen her şeyin önünde tutulması gereken bu değerleri, yaşamın tek etkili gücü haline getirmek, mümkünse onun örgütünü ve eylemini sürekli kılmaktır. Bizi en çok bağlayan değer budur.
Biz gelişme durumlarınızdan memnun değiliz, savaşanların savaşçılığından memnun değiliz; bunların kendilerini biraz doğru değerlendirdikleri kanısında da değiliz. Derinleşen çocukluktur, derinleşen kendini kandırmadır. Kişiliklerinizde bir savaş ustalığı, bir örgütlenme ustalığı fazla anlam bulmuyor. Tarih bizim için şimdiye kadar hep böyle yaptı. Fakat biz bu lanetli tarihi değiştirmek istiyorduk. Ancak bu lafla olmuyor, yaşadığınız yetersizliklerle aşılmıyor. Böylesi bir yiğitlik ve mertliği tanımıyoruz. Bunun altında, bir de bu büyük kahramanlık örneklerinin dayatıcılığı altında eziliyorum. İki yönlü baskı altındayız. Onların yaşamına anlam vermek, bir de bu düşkünlerin baskılarına dayanmak zordur.
Size göre her şey basit ele alınabilir, rahat karşılanabilir, yenilmişsin, yenmişsin; bunlar o kadar mühim olmayabilir. “Laf var, bu yeter. Gözümü kapatırım fazla duymaya gelmem, derin anlamaya ne gerek var” diyorsunuz. Bu bir tarzdır. “Günü kurtardık mı, biraz da şerefi kurtardık mı yeter, daha ne isteniliyor” deniliyor. Biz kendimizi asla bu duruma düşürmeyeceğiz. Ne kadar dayatılırsa dayatılsın, kendimizi basitleştirmeyeceğiz. Bu aynı zamanda kendi payımıza bizim de bu kahramanlık değerlerine hesap vermemizdir. Başka türlü olmaz, başka türlü vicdan kaldırmaz.
Ben Mazlum Doğanların böyle bir Newroz eylemini yapmasını istemedim veya beklemiyordum. Ama baskı o kadar şiddetlenmiş, yaşam o kadar kahredici bir noktaya gelip dayanmıştı ki, direnmenin bir tek yolu veya yaşamının bir tek yolu bir kibrit çöpüyle Newroz ateşini yakıp kendini feda etmek oluyor. Hiç şüphesiz bu büyük bir zayıflığı da ifade eder. Ama kendi içinde çok büyük bir kahramanlığı da sergiler. Bu konuda zayıflıkla kahramanlığın iç içe olduğu bir dönem, bir kişilikte yaşanmamıştır. Bu durum ulusal ve toplumsal gerçekliğin bu kadar sağırlaştırıcı ve köreltici ortamından tek başına bir kuvvet olarak direnmeyi ifade ediyor. Başka hiçbir çaresi yok, başka hiçbir imkanı yok. Sesini hiçbir yere duyuramazsın. Bugünü düşünmek, o zamanın yüreğini düşünmek çok büyük önem taşır. Biraz yürekli olmanız gerekiyor.
Şehitlerin anısıyla yaşamak ve yetişmek, bugünü asla unutmamakla, bunun da ötesinde onu bireyin bir parçası yapmakla mümkün olur. Sizler öyle misiniz? Mazlum yoldaş çok iyi biliyordu ki, yüzyılların çok vahşi ve yok edici zoru, her şeyi götürecek; bir PKK umudu var, onun ışığı var ve bu söndürülmek istenecek! O dönemin güçlükleri o kadar dayatıcıdır ki, tarihin bu tip dönemlerinde, daha çok da bizim tarihimizde yapılan ya büyük bir perişanlık içinde bu kaderdir deyip sonunu beklemek, ya da çok kötü bir teslimiyet olmuştur. Mazlum yoldaş ikisini de yapmıyor; bir direniş geleneğinin son halkasını ve noktasını teşkil eden bir eylemliliğe girişiyor. Kendi içerisinde çok zayıf da olsa, bu bir eylemliliktir. Kadere boyun eğme olmadığı gibi, teslimiyetten de asla eser yoktur.
Biz bunu anlıyoruz. Bunun bir PKK direniş geleneği olduğuna eminim. Nitekim bu kıvılcım hem zindanı, hem de ülkeyi sardı. Bu kıvılcım bugün önünde durulmaz bir savaş gerçeği olup çıkmıştır. Onun büyüklüğü buradadır. O, zindana dayatılan büyük teslimiyetin altında yatan bütün bir ulusun çok sınırlı yaşam emarelerine, aslında ulus demeye bile insanın zorlandığı bir duruma son bir seslenişi, mümkünse son bir çabayla yaşamın yolunu aydınlatmayı ifade ediyor.
Biz daha o günden, bu eylem, ölümü kolaylaştırmıştır demiştik. 1980’lerin başlarında böylesine bir fedakarlıkla ölüme uzanmak düşünülemiyordu; ölmek çok zor geliyordu. Kaçış esastı, teslim olmak ortama egemendi. Zindan içinde daha büyük direnme zordu. Başlangıç işte böyle yapıldı. Hatta bu eylem için “bu bir köprü oluyor; bir tarihsel imha ve teslimiyet döneminden bir tarihsel direniş dönemine büyük bir geçiş köprüsüdür” dedik. Nitekim bunun doğru bir tanım olduğu, daha sonraki süreçte ortaya çıktı. Zindanda teslimiyeti yırtan direniş dalga dalga yayıldı ve bizim dağ direnişimizle birleşti. Düşmanın bütünüyle kapatmak istediği özgürlük kanallarımızla birleşti. Artık bir ulusun ölümsüzlüğü adına ne söylenebilecekse, öyle bir duruma gelindi.
Biz Mahsum Korkmaz (Agit) yoldaşın anısı üzerine bir şeyler söyledik ve bu direniş şahadeti için “o, dağda beliren yaşam umudunun söndürülmesine karşı soylu bir çabaydı” dedik. Gerillanın sönmesinin, bir ulusun sönmesine eşit olduğunu Agit yoldaşın çok özverili bir kişilikle ve sonuna kadar layık bir yaşamla bu adımda ısrar ettiğini ve şahadetiyle bir dönemece damgasını vurduğunu; bundan sonrasına devam etme gücünün gösterilmesi gerektiğini, şehidin anısına mutlaka verilecek bir karşılığın olacağını, karşılık verilmezse bu işin biteceğini söyledik. Bu şahadetin böyle bir anlamı vardı. İçinde komplo olur, içinde devlet olur, içinde yetersizlik olur, içinde zayıflık olur; dönemin kendisi, düşmanın büyük gücü olur.
Tıpkı zindandaki direnişin zorluğu gibi, burada da öyle bir durumu yaşadık. Gelinecek yere kadar direnişle gelinmiş; ondan sonrası için de bir kişiden beklenen artık biraz bu kadar olabilir deniliyor. Bize büyük bir miras veya çok zorlu bir görev bırakılıyor.
Bazı provokatif öğelerin, Agit Yoldaşın şahadetinden rahatlık bile duyduklarını çok iyi biliyoruz. Bunlar, “siz misiniz gerillayı geliştirmek isteyen, siz misiniz bu adımla başarı sağlayacağına inanan, işte en çok güvendiğiniz kişi de vuruldu, artık bir şey yapamazsınız” diyorlardı. Düşman da böyle reklam ediyordu. Biz o zaman da şöyle bir söz verdik; “böylesi bir şehidin anısına verilecek en anlamlı karşılık, bir yıl içinde gerilla takımlarına ve hatta bölüğüne yakın bir gücü ülkemizin dağlarında hareket ettirmektir” dedik. Bunu yaparsak, anıya gereken karşılığın iyi verilmiş olacağını belirttik. Nitekim bunu gösterdik. Aradan bir yıl geçmeden, bütün yetmezliklerine rağmen, böylesi grupları ulaştırabildik. Bu da düşmanın bütün çabalarına rağmen, büyük umut sesinin, büyük umut kaynağının söndürülmemesi ve daha da parlatılmasıydı.
Savaş tarihimizde 1987 ve sonrası değerlendirildiğinde, bunun gerçek bir yaşamsal dönem olduğu; düşmanın korkunç baskılarına rağmen büyük bir direnme tutkusu, azmi, iradesi ve bilincinin gösterildiği görülecektir. Anıya bağlılık anlamını bulmuştur. Gerilla kalıcılaşarak, kendi şehidine en anlamlı karşılığı vermiştir, hâlâ gerillayı derinleştiriyoruz. Anıya bağlı kalmak bir görevdir ve gerekenler ne pahasına olursa olsun yerine getirilecektir. Yürüyen budur, yürüyen şehittir, emreden komuta oluyor.
Daha sonra gelişen kitleselleşmemizin arkasından, Newroz’larda genç kızların kendilerini yakma olayları meydana geldi. Bu eylemler büyük kahramanlık eylemleridir. 1990 Newroz’unda Zekiye Alkan yoldaşın isyan ateşini bedeninde tutuşturmasıyla başlayan, 1992 Newroz’unda Rahşan Demirel yoldaşla, 1994 Newroz’unda da Ronahi ve Berivan yoldaşlarla devam eden bu gelenek, kitleselleşmeye bir çağrı oluyor. Mazlum yoldaş nasıl partiye bağlı kalıp PKK’yi yaşamanın çağrısını yaptıysa, yine Mahsum yoldaş nasıl gerillaya bağlı kalıp onun çağrısı olduysa, bu genç kızlarımızın şahadeti de “serhıldana başlayın, bağlı kalın, ülkeye yönelin, yurtseverliğe yönelin, kitleselleşin ve bu anlamda alevi tutuşturun” çağrısıdır.
Ferhat Kurtayların da kendilerini yakma olayı var. Yine Kemal Pirlerin ölüm orucu direnişi var. Onlar “Mazlum’un görevini biz yerine getirmeliydik. Dolayısıyla ölüm orucumuz bizim özeleştirimizdir” derler. Ferhatlar da “bu eylemleri biz yapmalıydık; bizim eylemimiz de bir özeleştiridir” biçiminde açıklamada bulunurlar. Özeleştiriler daha sonraki süreçte böyle telafi edilir.
Kendini yakma, düşman çevreler veya yüzeysel bakanlar tarafından bir intihar biçiminde değerlendirilir, yazılıp-çizilir. Hayır! Nereden bakılırsa bakılsın, böyle bir eyleme kalkışan bir insanın, kendindeki direnme gücünü azamileştirmek ve sonsuzlaştırmak gibi bir özlemden geçtiğini biliyoruz. Genç kızlar fazla silahlı değiller. Böyle bir istekte bir örgütlendirme, bilinçlendirme ve eyleme geçme gücünde olamıyorlar. Bunun nedenleri çok çeşitlidir.
Zekiye Alkan Diyarbakır’da devrimin zayıf olduğu gerçeğini görüyor. O zamanlar Diyarbakır sağırdır, fazla heyecana gelecek durumda değildir. Bir Newroz’u kutlayacak durumda bile değildir. Bir ateş gerekiyor, bir meşale gerekiyor. Zekiye yoldaş bunu böyle yorumlayıp kendini yakmayı uygun görüyor. Onun bu direnişi kitleselleşmek için olmuştur. Daha sonra vuku bulan Vedat Aydın’ın katledilmesinde, onun anlamlı bir gelişmenin ilk habercisi olduğu da anlaşılmıştır. Yüz binlerce Diyarbakırlı meydanlara taşarak kutsal bir sürece damgasını vurmuştur.
İzmir’de Rahşan Demirel’in kendini yakması vardır; o da İzmir kalesinin burçlarında bir meşaledir. Onun direnişi, metropoldeki Kürt kitlesine “vatana dönün yurtseverlikten vazgeçmeyin, dönüşünüz kesin olmalıdır” çağrısıdır. Onun eylemi kesinlikle bizim metropol kitlesine yaptığımız “ülkenize bağlı kalın, devrimci savaşa bağlı kalın” çağrısının yankı bulmasıdır. Bu direniş onun meşalesi oluyor. Büyük bir kahramanlık eylemidir.
Avrupa’daki son iki kahraman genç kızımızın eylemi de aynen böyledir. Bizim Avrupa’daki kitlemize yaptığımız bir çağrımız vardı, “1994 yılı ülkeye büyük yöneliş yılı olmalıdır. Düşüncede, ruhta ve adım adım fiziksel olarak dönüş yapın” dedik. Arkadaşlar bu mesajımı alıyorlar; çok planlı ve bilinçli bir biçimde onu bir eylem meşalesine dönüştürüyorlar. Nitekim bu meşale büyük bir oyunun kurbanı olan bu yurt dışındaki kitlemize, halkımıza çok güçlü çıkışı yaptırabiliyor. Bin yılların bütün işgalleri ve istilalarının dağlarımızdan söküp indiremediği halkımızın, özel savaşın en kabasından en incesine kadar çeşitli oyunlarıyla indirilmesi, metropol kentlerine ve Avrupa ülkelerine savrulması durdurulmak zorundaydı. Böylesine bir savruluşu durdurmak kolay değil. Bu ancak böylesine bir meşaleyle, genç kızlarımızın kendilerini birer meşale gibi yakmasıyla belki mümkündür veya öyle oluyor. Anlamı budur.
Nereden bakılırsa bakılsın, derin bir görüşe ihtiyaç var, kendine gelmeye ihtiyaç var. Yürekler çok duyarsızlaşmış, insanlar pasifleşmiş, kendilerini çok düşürüyorlar, çok bencilleştirilmişler. Onları ancak kendilerine şok edici eylemle ayağa kaldırma gereği söz konusu ve bunu yapıyorlar. Eminiz ki, bu mesaj da, bu çağrı da anlamını bulmuştur ve Daha da bulacaktır.
Bazı canlar, bazı doğru fikirlere ve mesajlara kendilerini böyle katarak karşılık veriyorlarsa, bu fikirler ve açıklamalar ölümsüzdür. Görülüyor ki, her eylemin büyük bir kahramanlık değeri var; tarihsel, sosyal ve siyasal gerçeklikte bir dönüşüme yol açması durumu var. Bunun sadece bir şartı var; o da kendilerini bağlı hissedenlerin “ben de onların ardılıyım, onlara bağlıyım” diyenlerin bu dürüstlüğü göstermeleri; kendilerini şehitlerin uğruna varlıklarını adadıkları, amaca bağlı tutmaları, burada tutarlı ve dürüst olmalarıdır. Gerisi gelir, gerisi zafere kadar adım adım kazanılır.
Biz böyle kalmaya söz verdik. Bu büyük bir duyarlılık ve tutarlılıkla mümkündür. Bu her şeyden önce kendisine verilen şeref sözünü ve düşünce gücünü eylem gücüne kavuşturmakla mümkündür. Gözyaşı dökerek, bazen sahte anma havalarına girerek, şehitlerin anısına karşılık verilemez. Örgüt gücü olarak, eylem gücü olarak, bütün düşman saldırılarını boşa çıkardığında bağlısın demektir. Bunun dışında bir bağlılık demagojidir veya ihanet kadar tahripkardır.
Biz geçen kış boyu bu son günlere kadar kapsamlı bir partileşme dersiyle ve doğru örgütlenme anlayışıyla, aynı zamanda anıya bağlı olmanın doğru yolunu da gösterdik. “PKK’lileşelim ve Savaşı Kazanalım” dedik. Anıya başka türlü karşılık veremezsin. Bu, parti gücü haline gelmenle mümkündür. Onu bütün yönleriyle gösterdik ve ardından “doğru bir halk cepheleşmesine yaklaşalım” dedik. Kitleselleşme zafer için çok gereklidir. Bunun da kitleye doğru yaklaşımla, doğru kitle politikamızla, onun mutlaka yeterli örgütlenmesiyle bağlantıları vardır. Ona yüklendik. Başka çaresi yoktu.
Newroz mesajlarını ve kahramanlık şehitlerini başka türlü karşılayamazsın. Biz de bu yıla böyle bir karşılık vermek istedik. Ordu gerçekliğini ve savaşmasını bileceksin. Bunun anlayışı kadar, pratik ustalığını da kesinlikle göstereceksin. Bize çokça dayatıldığı gibi ordulaşmaya gelememeye, oldukça sudan bahanelerle adam kaybetmeye, eylemi zararla sonuçlandırmaya hiç birimizin hakkı yoktur. Bunu yapan lafazandır bunu yapan değerlerimizin düşmanıdır. Bunun gerekçesi de olamaz. Anılara bağlılığı böyle düşüneceksin, böyle gerçekleştireceksin. Doğru ordulaşıyor musun? O zaman sözünün erisin, gerisi laftır.
Ordu gerçeğinde ucuz lafa yer yoktur. Ordu en yoğunlaşmış siyasettir, kişiliktir. Sözün eyleme en yakın biçimidir. Biz böyle değerlendirdik. Bizler bu şehitler anısına ve bütün şehitlerimizin yaşamdaki anlamına ısrarla bağlıyız. Onun ağır baskısı altındayız, ama ezilmemişiz. Yaptıklarımızı hâlâ yeterli görmüyorum. Asıl yapmak istediklerimizi bundan sonra yapacağımıza da eminiz.
Buna dayanarak, hiç kimse bizden insaf beklemesin diyorum. Şehitlerin anısı söz konusu olduğunda, şehitlerin anısının gerekleri dışında, hiç kimse kendisine ucuz bir paye beklemesin. Biz her şeyde sıradan olabiliriz, her şeyde kendimize paye biçebiliriz, ama şehitlerin anıları söz konusu olduğunda akan sular durur, damarda akan kan durur. Ancak layık olduğunda kendine paye biçebilirsin. Bu böyledir ve PKK’nin gerçeği de budur. Böyle olduğunda anlayışla karşılarız, tutarlı kalmaya çalışırız. O çok zor koşullarda, düşünülmesi çok zor şahadetleri başka türlü karşılayamayız.
Hakilerden başlayan ve günde neredeyse bir kaç şehide mal olan şimdiki sürecin şehitlerine mecburuz. Şehitlerin anılarına gereken ağırlığı vermek ve herkesi onlara bağlamak insanlık borcumuzdur, şeref ve onur sözümüzdür, yaşamımızdır, başarı ve zafer yürüyüşümüzdür. Bu açıdan partileşmek, bir öncünün zaferi için ne kadar gerekiyorsa, o kadar partileşmek bu işin doğal gereğidir. Gereği kadar cepheleşmek, ordulaşmak ve savaşmak böyle bir şahadet anlayışının doğal sonucudur.
Burada kendimizi disipline edeceğiz. Burada kendimize hakim olacağız ve gerekeni yapacağız. PKK tarihi böylesine bir tarihtir. PKK komutası böyle şehitlerin komutasıdır. Bunu bilmeyen daha iyi bilmeli, gereğini yapmayan kesin olarak yapabilmelidir ki, bu tarihe layık olduğunu gösterebilsin. Biz buna göz-kulak olacağız.
Bizim yaptığımız bir iş de şehitlerin komutasına göz-kulak olmalıdır. Ve onu bütün çalışmalarımızın başında tutuyoruz. Anlamayan anlamalıdır. Şimdiye kadar gerekenler yapılmamışsa, özeleştiri olarak bundan sonra yapılmalıdır. Böyle yapılırsa, şehitlerin anılarının ezici baskısı altında kendimizi affedebiliriz; dürüst, şerefli ve onurlu bir kişi olma payesini kendimize yakıştırabiliriz. Ben bunun dışında hiçbir yol göremiyorum. Kendim de böyle olmaya büyük özen gösteriyorum.
Bugün 30 Mart. Bugün bir de Kızıldere şehitlerinin yirmi ikinci yıldönümü. Böylesi anlamlı bir gün olma özelliğine sahiptir. Kızıldere şehitleri de hiç şüphesiz sıradan geçiştirilecek şehitler değildir. Kızıldere direnişi, her şeyden önce 12 Mart faşizmine, TC faşizmine karşı gelişen dönemin en soylu başkaldırısıdır. Bunun için halkların umutlu, inançlı ve bilinçli kişilikleri direniyordu. Bu, teslim olmayan on yiğit devrimci önder kişiliğin başkaldırısıdır. Daha da somut olarak söylemek gerekirse, biz şehitlerin anısına bağlı olmanın gereğini daha o zaman iliklerimize kadar duyduk. Bu kadar çıkarsız, bu kadar zayıf olmalarına rağmen, dev gibi bir düzene başkaldırış ve isyan bayrağını çok büyük bir kahramanlıkla indirtmeme geleneğini o gün gördük. İdeolojik ve siyasal gerçekliği ne olursa olsun, örgüt ve eylem anlayışı ne denli kusurlar taşırsa taşısın, alçakça bir düzene, kendini halkların umutlarına ve kurtuluşuna amansızca dayatan bir faşizme karşı bir şeyler yapılması gerektiğine inanan ve ölümün üzerine bile bile yaman bir biçimde giden bu büyük topluluğu anmamak olmaz.
Onların üzerine on binler yürüdü ve katledildiler. Biz, büyük bildiğimiz bu insanlar neden böyle hunharca katledildi diye sarsıldık. Yaşayanlar olarak sessiz ve derinden bir söz verdik ve gerisini getirmeliyiz dedik. O ilk amatör devrimcilik günlerimizde onların katledilmesini protesto ettik. Bu 12 Mart karanlığına karşı cesaretli bir adımdı. Tutuklandık, yatıp çıktık. Daha fazlasını yapmak istedik; Türk devrimciliğiyle yapmak istedik, olmadı, Kürdistan devrimciliğine yöneldik. Bilindiği gibi kesintisiz ve sürekli bir örgütü devreye sokmanın büyük hesabını o günlerde kendimiz için bir numaralı görev belledik ve bunu ısrarla takip ettik. Daha bu şehitlerin anısının üzerinden bir yıl geçmeden, bir Kürdistan kurtuluş grubu olmaya karar verdik. Bu da şehitlerin anısına bağlı olmanın bir gereğiydi, dürüst olmanın, devrimci söze bağlı olmanın bir gereğiydi ve yapılan da buydu.
Hiç şüphesiz 12 Mart faşizmi bu direnişle yıkılmayacaktı. Ve faşizm üzerinden ezip geçecekti. Öyle de oldu. Ama bizimki, çok sıradan, fakat dürüstlüğünden vazgeçmemiş bazılarının kendini anlamlı kılması gösterdi ki, başlangıç ne kadar zayıf olursa olsun, dönem ne kadar aleyhte olursa olsun, eğer kararlılık ve süreklilik varsa işin sonu mutlaka gelir. Ve bir gün bu cellat başlarına gereken cevap verilir; çok güvendikleri orduları başlarına yıkılır, çözdürülür. İşte bugün görüyorsunuz ki, bu gerçekten mümkünmüş. Büyük bir sabırla, büyük intikam yeminiyle, onun adım adım büyük bilinci ve örgüt savaşçılığıyla, uzun vadeli yaşamın savaşımıyla, PKK’nin örgüt gerçeğinin ifadesiyle mümkünmüş.
Geçen yirmi iki yıl, aynı zamanda bizim hareketimizin fiili tarihidir. Bu direniş şehitlerine çok somut bağlıdır, onların sıcak direniş çağrılarından kaynaklanıyor. Şüphesiz bir de halkımızın gerçekliği vardır ve esastır. Yurtseverliğimiz vardır ve esastır. Ama bir de büyük direniş kaynağı olmasaydı, bu esaslar acaba hayat bağı bulabilir miydi? Kendi kaynaklarımızı inkar edemeyiz. Onlara sonuna kadar anlamını vermek ve gerekeni yapmak da tarihe saygılı olmanın vazgeçilmez bir gereğidir.
Bu tarihin de altında yüzyılların halk direnişçileri vardı. Bu konularda kendiliğinden bu duruma gelmedi. Vietnam Devrimi, Küba Devrimi, Latin Amerika Devrimleri, bütün Asya, Ekim Devrimi’ni incelediler. Bunların mirasını Türkiye’ye, Kürdistan topraklarına taşırmaya çalıştılar. Onlar bu kadar büyük insanlık değerlerinin özümsenmiş ifadesiydiler. Onları böyle bir kapsamda değerlendiriyoruz. Nitekim bu aynı zamanda bizim de enternasyonalist anlayışımızın kanıtıdır. Bu mirasın bizim de mirasımız olduğunu çok iyi biliyoruz. Biz kendimizi insanlığa böyle bağladık. Bunlar Anadolu toprağında ilk defa böylesine büyük bir direnişle yankılanıyor. Biz onu alıyoruz, şimdi dalga dalga bütün ülkemize ve giderek Ortadoğu’ya yaymaya çalışıyoruz. Şehitlerin anısına bir de böyle karşılık vermek vardır.
Hiç şüphesiz Türkiye Solu dediğimiz, devrimci dediğimiz kesimler, bu şehitlerin anısına karşılık vermeliydi; ama veremediler. Bunlar bazı sesler çıkarmak istedilerse de, bu sesler bu direnişi karşılamak ve anlamaktan uzaktı. Bizim asıl eleştirimiz burada oldu. Layık olamıyor, gerekeni yapamıyorsunuz dedik. Ve bu eleştiri bizim eylemimiz oldu aynı zamanda. Türkiye devrimciliği kendi şehitlerine doğru sahip çıkmayı bilemediği için bu durumdadır; bir de ucuz vazgeçtiği ve unuttuğu için bu durumdadır. Bu devrimcilik aşırı sağ karşısında bir hiçtir. Kendi hayat kaynaklarına karşı bu kadar ilgisiz kalan ve gerekeni zamanında yapamayan daha da ezilip biter. Gerçekleşen bu oluyor.
Bunlar tüm kardeşlik ve yardım çağrılarımıza rağmen, ses verecek durumda değiller. Neden? Çünkü şehitlerini böyle karşılıyorlar. Hüzün ondandır. Ama yine de bu direniş şehitlerinin anısının boşa gitmediği kesindir. Buna Deniz Geçmişlerin darağaçlarındaki büyük başkaldırısı ve teslim olmayan gür sesi de dahildir. Yine Kaypakkayaların işkencelerde ser verip sır vermeyen ve sonuna kadar direnen sesi de dahildir. Hepsine karşılık verilmiştir. Devrimci savaşımımız onların anısını mükemmel temsil ediyor.
Biz bu savaşımı bu tarzda daha da derinleştirdikçe ve eksikleri kapattıkça, bu hiç şüphesiz zaferi de kesinleştirecektir.
Rêber APO
30 Mart 1994
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
14 Mart günü Şırnak’ın Güçlükonak ilçesi kırsal alanda TC ordusu tarafından bir operasyon gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen operasyon sonucunda 3 arkadaşımızın şahadet bilgisine ulaştık. Olay hakkında ki detaylı bilgiye ve şahadete ulaşan gerillalarımızın sicil bilgileri tarafımızdan netleştirilince kamuoyu ile paylaşılacaktır.
- Ayrıntılar
Kürtler açısından tarihi bir bahar sürecini daha yaşıyoruz. Binlerce yıldır katliamların girdabında tutulan halkımızın özgürleşmesi ve yaratılan değerlerin kalıcılaştırılması için ölüm kalım düzeyinde önemli bir süreç.
Halkların baharına doğru yürüyen halkımızın önündeki tarihi görevlerin tekrardan hatırlanmasında fayda var. Her ne kadar demokratik barışçıl bir çözüm yönünde gösterdiği irade ve bu doğrultuda yarattığı örgütlenme düzeyiyle tüm halklar açısından örnek teşkil eden bir duruşu olsa da kalıcı bir çözüm için yapılması gerekenler oldukça fazla.
Mart ayı başında kaldırılan eylemsizlik kararı ardından Önderliğimiz Newroz’a kadar devletin tavrına bakarak yeni bir değerlendirmenin geliştirilebileceğini belirtmişti. Sürecin barışçıl mı yoksa topyekûn direniş temelinde mi gelişeceği noktasında oldukça önemli olan bu dönemin şüphesiz çok iyi değerlendirilmesi gerekiyor. Herkesin bu sürece gelişin nedenlerini ve tarihsel izdüşümünü iyi irdeleyerek kendisi açısından nasıl bir rol ve misyonla süreci karşılayacağını netleştirmesi gerekiyor.
***
Bundan tam bir yıl önce 17 Mart 2010 tarihinde Önderliğimiz avukatlarıyla yaptığı görüşmede kendisinin barışçıl çözüm arayışlarına devletin gösterdiği samimiyetsizlik nedeniyle 17 yıllık çabanın sonuç alamadığını ve sürecin yeni bir aşamaya evrilmesi gerektiğini belirtmişti. Hareketimiz ise bu yeni aşamaya dördüncü stratejik dönem dedi. Ve 2010 yılında yürütülen iki buçuk aylık mücadeleyle bu dönemin startını verdi.
Dördüncü stratejik dönemin en önemli özelliklerinden bir tanesi kendi iradesine dayanan halkın kendi sistemini oluşturmasıdır. Bu siyasi açıdan var olan kurumlaşmaları işlevselleştirmek kadar toplumun her türlü sorunlarının çözümüne dönük bir iradenin, ortak akıl ve pratikleşme mekanizmasının oluşturulması anlamına geliyor.
Eskiden farklı olarak bu süreçte yapılmaması gereken şeylerin başında ise beklenti sahibi olmamak geliyor. Devletin özellikle 2009 yerel seçimleri ardından başvurduğu oyalama taktiği günümüzde herkesçe görülüyor. Bir yandan dinamik Kürt muhalefetini zaman içinde marjinalleştirmeyi hedefleyen bu yaklaşım diğer yandan Kürtler arası birliği, ulusal bütünlüğü parçalamak için kendi Kürt’ünü yaratmaya çabalıyor. Bu anlamıyla özünde ince ve sinsi bir tasfiye politikasını adım adım uygulamaya çalışıyor.
Ortadoğu’daki son gelişmelerle bağlantılı olarak oldukça çekinilen topyekun bir halk ayaklanmasının kendileri açısından oldukça olumsuz sonuçlara sebep olacağını bildiklerinden bir yandan da sözde çözüm yanlısı görünmeye çabalıyorlar.
***
Dert çözüm değil yani. Dert yüz yıllardır Kürt halkı ve Kürt toprakları üzerinde sürdürülen kirli oyunların devam ettirilme çabasıdır. Dün Halepçe katliamıyla fiziksel olarak yok edilmek istenen Kürt halkı bugün anlam olarak yok edilmek isteniyor. İradesiz, kişiliksiz, onursuz ve teslimiyeti, alçakça yaşamayı kabullenmiş birey ve bu bireyi kabullenen, koruyan ve kollayan bir toplum oluşturulmaya çalışılıyor.
Her türlü katliam riski karşısında kendini koruyamaz duruma getirilmek istenen Kürt halkının bu yaklaşımlar karşısındaki direniş geleneğini her zamankinden daha fazla gündeminde tutması gerekiyor. Şüphesiz bugün bir Halepçe daha olamaz. Halkın savunma güçleri olarak bizler kesinlikle böyle bir şeyin gelişmesine izin vermeyiz. Halkımıza yönelecek her türlü saldırıya misliyle cevap vereceğimizi daha önce de açıkladık.
Önümüzdeki katliam tehlikesi insan varlığının olmazsa olmazı “anlam” eksenindedir. Bin yıllardır coğrafyasında, dağlarında özgürlüğünü yitirmemek, özgürlük bilincini korumak uğruna inanılmaz bedelleri göze almış halkımızdaki bu ruha yönelik geliştirilen bir katliam girişimidir.
Kürtlerin özgürlüğüne düşkünlüğüne bir yönelimdir. Kürtleri sınırlandırmaya dönük bir girişimdir. Baskı ve sömürüye, asimilasyon ve inkara boyun eğmeyen halkımızın direncinedir bu saldırı. Şiddet ve savaş politikaları karşısında yürekleri ellerinde her türlü zora ve zalimliğe karşı çıkan kahramanlarımızın geleneğine.
İşte önümüzdeki soykırım ve katliam tehdidi tam da bu ruha yöneliktir. İnsan bilinci ve ruhunda yaralar açarak kendi direniş geleneğinden kopartılan insan topluluğu yaratılmak isteniyor. İşte dördüncü stratejik dönem ve onu yürütecek, öncülüğünü yapacak insanlar bu tehlikeyi ortadan kaldıracaktır.
İşin özü şudur; bu süreç her bireyin kendisini mücadeleye kattığı oranda kazanılacaktır. Her bireyin bulunduğu alanda dışarıdan gelecek bir hak teslimini beklemeden, birilerinin ona özgürlüğünü sunacağı yanılgısını yaşamadan tarihsel geleneği çerçevesinde bir duruş sahibi olması gerekiyor.
Bu başarılır ve dönemsel görevler bu bakış ile ele alınırsa bu yıl, 2011 baharı Kürt halkının ve tüm bölge halklarının çiçeklendiği bahar olur.
Halepçe katliamında şehit düşen tüm halkımızın acısını yaşadığımız ve bu katliamın nedenlerini sorguladığımız böylesi bir günde yeni katliamların önünün alınması ancak bu şekilde gerçekleşebilir.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
“Kadın ilk köle haline getirilen ulustur” diyor Kürt halk önderliği. Bu insanlık tarihinde ilk baskılanan, sömürü altına alınan, köleleştirilen ve zapt u rapt altına alınan demektir. Bunun için Kürt halk önderliği kadına sadece bir cins olarak bakmıyor, onun çok ötesinde bir anlam yükleyerek, yaşamın kaynağı olduğunu söylüyor. Eğer sağlam bir yaşam yeniden yakalanacaksa öncelikli olarak bu ilk köle olma durumunun ortada kaldırılması gerekiyor. Sağlam ve dürüst bir insan ilişkilenmesi yakalanacaksa öncelikli olarak kadınla yeniden daha sağlıklı, özgürlükçü, eşitlikçi ve tabii ki adaletli bir ilişki biçimi yakalanmak zorundadır.
Şunu peşinen söyleyelim: Kadının statüsü neyse insanlığın statüsü odur. Kadının özgürlük düzeyi neyse toplumunun özgürlük düzeyi o kadardır. Kadının bilinç seviyesi neyse, insanlığın bilinç seviyesi o kadardır.
Evet, kadın yaşamın kaynağının ta kendisidir. Doğru bir yaşama adım atılmak isteniyorsa öncelikli olarak kadınla yeniden arkadaş olunacaktır, yoldaş olunacaktır ve tabii ki yapılabilinirse dost olunacaktır.
Biliniyor eskilerden insanlık tarihi sınıflaşmayla başlatılıp gelinirdi. Birilerinin var olana el koyarak başat olmasıyla ezenle ezilen sınıflar ortaya çıktığı söylenirdi. Bunun içinde öncelikli olarak bu tersliği düzeltmek için sınıf kavgasının iyi verilmesi salık verilirdi. Sınıf sorunu çözülmüş ise orada insanlık sorunu çözülmüş sayılırdı.
Kürt halk önderliği bu teze karşılık ilk sömürülen, ilk köle haline getirilen ve ilk toplum dışına itilmek istenenin ve öyle yapılanın kadın olduğunu söyleyerek insanlık tarihini kadınla başlatıyor. Kadına karşı yapılan haksızlıklar giderilmeden, kadın yine başat hale getirilmeden, kadın yeniden kendisi olmadan insanlığın özgürleşemeyeceğini söyler. Yani kadını, kadının çok ötesinde ele alarak getiriyor Kürt halk önderliği.
Hiç şüphe yoktur ki bunun nedenleri vardır: Kadın ilk insanlığı oluşturulan kesim olarak bilinir. Tarih, bize ilk toplumları yönlendirenlerin, yürütenlerin, evirip çevirenlerin kadınların olduğunu söyler. Kadın etrafında gelişen yaşamın adaletli geliştiği, eşitlikçi olduğu, paylaşımcı sürdürüldüğü, duygu yüklü yaşanmasının yanı sıra herkese hoşgörülü yaklaşarak, herkesi bu yaşama aldıklarını gösteriyor. Böylesine bir yaşamda savaşın, fitnenin, fesadın, hilenin olmadığını görüyoruz. Bu durumu bugün bile böylesine toplumlara izlemek zor olmuyor.
Özcesi kadın etrafında yürüyen, insan hayallerini süsleyen bir yaşamın sürdürüldüğünü tarihi belgeler, anıtlar ve buluntular bize gösteriyor.
Ancak ne olmuşsa olmuş, tarih ters yüz edilmiş ve kadının kurduğu bu hayal bile edilemeyecek yaşama el atılmıştır. Bunu yapanlardan biri öncelikli olarak avcılıkla deney kazanmış, birazda hileyi öğrenmiş, vurucu erkektir. Yine kadının yanında kalan, kadının yönetme yeteneğini, bitkileri yetiştirme sanatını derken her türlük kadının hünerini öğrenen yaşlı adam. Bir de giderek kendince dıştalandığını hisseden, büyücülükle uğraşan, konumundan rahatsız, belki de biraz yetenekleri olan şaman yani rahiptir. Üçünün birleşmesine tarih üçlü kurnaz erkek ittifakı diyor. Bu ittifak önce bulundukları klanı ele geçiriyor. Belki önceleri çokta el koymayı açıkta yapmıyorlar. Ancak güçlendikçe bunu daha da açıkça yaparlar. İlk işleri kadının bu statüsünü yıkmaktır. Kadının toplum nezdinde edindiği saygınlık kırılmadan toplumun derinliklerine nüfus etmek zordur. Çünkü kadın doğal bir güçtür. Doğal bir otoriter. Öncelikli olarak bu otoritenin sarsılması gerekiyor. Ne kadar hile, kurnazlık, yalan varsa yapılarak kadın zayıflatılmaya çalışılır. Ve bunu başarırlar da.
Evet, üçlü kurnaz erkek ittifakı kendisini örgütleyecek. Giderek hiyerarşi oluşacak, bu hiyerarşi tahakkümü götürecek, tahakküm ise giderek kadını daha ileri düzeyde baskılayacak, sömürecek ve son tahlilde kadını köle altına alacaktır. Köle altına alınan kadınla giderek neolitik toplum yapıları köle yapılacak bu ise giderek adım adım insanlığın köle haline getirilmesi olacaktır. Tabii bu arada ise devlete, devlet ise daha fazla köklü tahakküm ve kölecilik olacaktır. Bu ise daha fazla savaş, daha fazla köle ve ölüm demek olacaktır.
Evet, kadın ulusu köle haline getirilmiş, ardından da insanlık köle haline getirilmiştir. Tarihin hangi sayfasını açarsanız açın, karşımıza üstü örtülmüş de olsa, perdelenmişte olsa, burka da çekilse, üstü betonlaşmışta olsa, Avrupa’daki gibi cadı diye ateşlere de atılsalar, kapitalizmin ince metası olarak pazara sürülerek tecavüzü alenen resmileştirseler de, hepsinin özü boydan boya kadına karşı bir savaş, kadının ise buna karşı boydan boya için için bir direniştir.
Evet, ilk köleleştirilen toplum kadın ulusudur. Bunun için insanlık kurtarılacaksa, acılarından arındırılacaksa, özgürce nefes alıp verecekse, eşitliği ve adaleti tadacaksa bu kadın ulusunun özgürlüğüyle olacaktır. Kadın ulusunun kendi kaderini eline almasıyla olacaktır.
Ve bugün Kürdistan’da 8 Mart günlerinde kadın ulusu görkemli bir şekilde kaderini eline alıyor. Kaderini eline alırken de tüm dünyaya kadın ulusunun nasıl haykırdığını gösteriyor.
Biz gerillalar olarak bu ayaklanışa sadece ve sadece saygılarımızı sunar ve selama dururuz. Eskilerde buna şapka çıkarmak derlerdi, şapkamızı çıkarırız.
Birde söylemeden geçmek olmuyor. Gönül isterdi ki kadın ulusunun Kürdistan’da şaha kalkışında bizlerde onların etkinliklerinde, meydanların etrafında, onların zılgıtlarına alkışlarımızla eşlik edelim…
Tüm günlerin 8 Mart olması dileğiyle…
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Tuhaf bir toprağı var bu ülkenin. Siyah ile kahverengi bir renge sahip, tuhaf bir toprak işte… İçinde denizi olmayan ve çöllerinin yerinde derin uçurumların olduğu bir toprağı var bu ülkenin. Toprak ne killi, ne de humuslu! Daha çok kinli ve daha çok hasım hayatlara…
Hayatların bütün trower’larında ya da central parklarında; geniz yakan tadı var bu toprağın… Kemiklerin çıktığı bir tadı var, her tarafında hikâyesini gizleyen, utangaç hayatlar var…
Sadece ulaşılmayı bekliyorlar, sadece bulundukları yerde daha fazla durmak istemiyor ve doğan bir güneşe tutunmak istiyorlar…
Her yerde toplu mezarların çıkartılması ve yaşanan cüzi tartışmaların ardından bir grup-sanatçının; toplu mezarların Kabesi olan o toprak parçasına (Newala Kasaba) yürümesi ve orada bu hassas konu üzerine açıklama yapması; sadece bir aydın ve sanatçı sorumluluğu değildir. Bunun çok ötesinde bir yiğitliktir…
Bu konuda yürütülen her çalışma ve atılan her adım; tarihin o sonsuz sanılan dehlizlerinde insanlık adına çok büyük bir adım olmaktadır…
Özellikle içinden geçilen son günlerde yaşanan tartışmaların ekseninde bu somut girişim; ardında buruşuk bir fotoğraf bırakmış ya da tamamlanmamış bir şiir bırakmış o insanların, sevdiklerine kavuşturulma çabası olmaktadır…
Olumludur ve yapanı da, yürüyeni, konuşanı ve yazanı da kutsayacak kadar mukaddestir…
Burada mevzubahis edilen konu ve gündemin içeriğinde tarafgirliğin olmaması ise başlı başına önemli ve isabetli olmaktadır.
Çünkü bu mezarların hepsi sahipsizdir… Zaten bunları yapanların temel amacı bu olsa gerek; öksüz mezarlar ülkesinin içinden insanların yaşamsal hücrelerine korku imparatorluğunu enjekte etmenin marifetiyle ortaya çıkmış bir tablodur; bu toprağın toplu mezarları…
Ondan tadında dahi bir burukluk vardır bu toprağın, hatta biraz da küskünlük…
Onun için herkesin ağzına pelesenk olmuş bir “barış” kelimesi vardır…
Hem dizelerin içinde vardır bu kelime, hem de eskimeyen bir Botan türküsünün içinde…
Herkesin ağzında barışın geçtiği cümleler olmasına rağmen;
Dozerin kepçesini daldırdığı her yerde kemiklerin çıkması ise başlı başına bir trajedidir.
Fakat yine de bu minvalde dahi atılan bu adımın kendisi, ortaya konulan yüreklilik bir ilk evre etabıdır, “barış” kelimesinin kuvözden çıkarılmasına yönelik…
Daha güçlü oksijenlerle barışı besleyen çalışmalardır bunlar…
Suçun ya da suçlunun sorgulanmadığı, basit bir hesaplaşmanın ve bu politik etik ölçülerinin ifşası sonucunda; çocuk hayatların nirengi noktasıdır aslında bu başlatılan…
Ondan dolayı yiğitliktir… Yiğitlik, içinde insani erdemleri barındırdığı eksende siyasetin o alacalı dilini de alt edebilen bir eylemliliktir.
Yani; sanatçı-aydınların, toplu mezarların kabesine ulaşmak istedikleri bu yolculuk, bir duygu yoğunlaşmasını oluşturmak istedikleri bu etkin nokta biraz da; hac yolunda yürüyen topal karıncanın hikâyesine benzemektedir…
Hani topal ayağıyla, hac yollarına düştüğünde kendisine “nereye gidiyorsun” diye soranlara, “hacca gidiyorum” diyen karıncanın tanrısallığı kadar günahsızdır, Newala Kasaba denilen o Kasaplar Deresinin derin vadisinde açıklama yapmak…
Bu girişimin pratik alanda ve anlamda amacına ulaşması biraz da zayıf bir ihtimaldir. Varacağı yeri şimdiden kestirebilmek zordur; belki bir arama noktasında güvenlik gerekçesiyle durdurulacaktır. Belki de yasal olmadığı gerekçesiyle, yürümeye çalışanlara-sorumluları göreve çağıranlara; “daha fazla ilerlemeyin, dağılın” denilecektir…
Konu hakkında siyasi yaklaşımları ve rant parsasının hesaplarını tahmin edebildiğimizde, olayın varacağı mutlak nokta belki de; dağılmak istemeyen gruba yönelik, polisin ve askerin yapacağı göz yaşartıcı bomba saldırısı olacaktır…
Bir yerde gözü yaşlı olanlar, yıllardır ciğerlerinde kan ağlayanlar öbür tarafta ise bu kanamanın etkisini görmeyecek ya da göremeyecek, insan öbekleri tarafından gencecik hayatların gözeneklerini yaşartan bombalar atılacak bir ihtimal…
İşte bundan dolayı; bu ülkenin tuhaf toprağı vardır. İçinde sahipsiz kemikler, üstünde patlamaya hazır mayınlar, askeri atıklar vardır… Çocuklarının bir kır gezisinde payına düşen ise basit bir şarapneldir. Toprağı kinlidir bu ülkenin… Herkesin dilinde “barış” kelimesi pelesenktir.
Tüm bunların yanında, yani her ne pahasına olsa da ve ihtimallerin sonucunda; yürüyüş bir yere kadar sürse ve sessiz bir yol üstünün herhangi bir kilometresinde o bildiri okunsa da güzeldir. Güzel olan ise; 17 yıldır haftalık toplantılarıyla ve yazmaları kadar helal olan o anaların eylemlerine bir katkı sunmasıdır, bu atılan adımın.
İşte bundan dolayı bir aydın-sanatçı yaklaşımı değil sadece, başlı başına bir yiğitliktir bu…
Yiğitlik; biraz da topal karıncanın hikayesinin devamıdır. Hani sorulan sorulara, verdiği cevaplar üzerine herkesin karıncaya; “bu halde nasıl gidersin o kadar yolu, dayanamazsın ölürsün bu yollarda” demesi üzerine, karıncanın “olsun bu yolda ölmek de güzeldir” demesidir yiğitlik…
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Evet, devrim anlarında işbirlikçiler, ihanetçilerin fiyatları artar. Bu fiyat artışı işbirlikçilerin ya da ihanetçilerin meziyetlerinden ileri gelmemektedir. Dediğimiz gibi bu paralanma, fiyatlanma ve kıymetlenme devrim anıyla bağlantılı bir durumdur.
Türkiye cumhuriyet tarihinin en ileri düzeyde kurnazlıklarıyla politika yürüten, takkiye yapan, tüccar zihniyetine sahip siyasal partisi ya da gücü hiç şüphe yoktur ki ismi ak olsa da hiçte ak olmayan partidir.
Şunu peşinen söyleyelim: bu ak olmayan parti Türkiye’nin, Ortadoğu’nun hatta dünyanın neresinde satılmaya değer mal varsa bulup piyasaya en iyi süren tüccarlardan oluşuyor. Herhalde dünyada bu kadar iyi ticaretten anlayan, yalanı kızarmadan söyleyen, çok yüzlü olan, savunmadığı düşünceleri bile sahiplenen bir insan topluluğuna, tüccar topluluğuna rast gelmek mümkün değildir. Bu kadar Zübük’ü bir arada aynı parti içerisinde bulmak dünyanın hiçbir yerinde mümkün değildir.
Örneğin dünyanın başka alanlarında da yalanla, dolanla, sahtekârlıkla siyaset yürüten güçler vardır. Ancak bu kadar sahtekârı bir araya toplamak sadece ve sadece ak olmayan bu partiye aittir.
Bu ak olmayanlar dediğimiz gibi bildikleri en iyi iş ticaret yapmaktır. Böyle olunca kendilerine lazım olan malı arayıp bulmakta zorluk çekmiyorlar.
Bilinir ticaret ahlaki değerlerin en az dikkate alındığı sahadır. Ahlaki değerlerin ayakaltına alınan sahasıdır. Ticaret varsa ahlak yoktur. Çünkü kârın olduğu yerde ahlak aranmaz. Bu bağlamda kâr ahlakın karşıtıdır.
İhanet ve işbirlikçilik toplumlarda ahlaksızlık olarak ele alınır. İhanet ve işbirlikçilik bireylerde ahlak dibe vurmuşsa ortaya çıkar. Hele bu ahlaki çöküntü birde karşılığını maddi değer olarak buluyorsa burada ihanet ve işbirlikçiliğin gelişme zemini daha da artar. İhanet ve işbirlikçilik her zaman para etmez. Toplumlar ezelden beri ihaneti ve işbirlikçiliği lanetlerler. Kabul etmezler. Ahlaksızlık olarak ele alırlar ve nefret ederler.
Ancak dediğimiz gibi böyle düşmüş tipler, toplumların ayağa kalkışlarında, hem içerden Truva atı rolünü oynama açısından hem de direk işgalcilerin yanına geçerek kendi toplumuna karşı kullanılması açısından para ederler. Böyle anlarda işbirlikçiler ve ihanetçiler kendilerinde geçerler. Ne de olsa on yıllarda edinemeyecekleri mali külfeti kısa bir tarihi süreç içerisinde edinebilirler. Yine işgalciler böylelerini bir süreliğine de olsa önlerini açar, medyasına çıkarır ve belki daha fazla kariyer imkânı da sunarlar. Bu ise işbirlikçileri daha fazla arsızlaştırır. Bazılarını ar perdesi kalmamıştır. Ve bunlar artık kendi toplumuna en ileri düzeyde hakaretler yağdırırlar. Özelde de özgürlük için yollara çıkmış bir halkın evlatlarına saldırdıkça saldırırlar. Artık yaşama kapısı sadece ve sadece düşmanların yani işgalcilerin yeridir. Kendilerini kabul ettirmeleri için ise kralcıdan daha kralcı kesilmeleri bundandır.
Evet devrim anları yani halkların özgürlüklerine yakın durdukları anlarda işbirlikçilik ve ihanet para eder. Böyle anlarda dediğimiz gibi peş para etmeyecek olanlara bile el atılır. Ezelden düşmanlık yapanlardan tutalım da bir dönem kendi halkının yanında yer alıpta sonra ayrılanlara kadar geniş bir yelpazede kişilere el atılır.
Ancak devrim dalgası çok güçlüyse bu dalgayı parçalamak için her ihanet edecek, her işbirliğine yatacak tiplere el atılır. İşte böyle anlarda mantar gibi işbirlikçiler türer. Özgürlük hareketi ya da ayağa kalkan halk bu tiplere dönük bir şeyler söyledikçe bunlar daha fazla paralanırlar. Bunlar bunu da bilirler. Bunun içinde mümkün mertebe özgürlük hareketine saldırı yaparlar. Küfürler yağdırırlar. Yapılmak istenen özgürlükçülerin bu ihanet takımına cevap vermesidir. Böylelikle belki de işgalcilerin yanında değerleri artar hesabıdır. Özgürlük hareketi böylelerini ağzına almadıkça bunlar çılgına dönerek saldırganlıklarını kudurganlığa dökerler.
İşte ak olmayan parti ihanetçilerin ve işbirlikçilerin bu ruh halini iyi bilir. Ne de olsa bu ak olmayan parti kendi köklerine ihanet ederek, emperyal güçlerin işbirlikçiliğine soyunarak yola çıkan bir partidir. Bu bağlamda kendi ruh hallerini iyi bilirler. Kendilerinin nasıl paralandıklarını bildikleri için ihanetçi ve işbirlikçileri satın almasını da iyi bilirler. Birde dediğimiz gibi zaten bunların topunun mayasında tüccarlık vardır. Parayla içli dışlıdırlar. Böyle olunca satın almasını iyi bilirler. Ak olmayan parti bir yerlere ait olmayanları, bir yerlerde yaşarken başkalarına yaşayanları, başkaları gibi düşünenleri satın almasını iyi bilirler. Bunların mesleği budur. Ne de olsa tüccardırlar.
Ancak ihanet edenler ve işbirlikçiliğe soyunanlar bilmelidirler ki bir halk tarihi anları yaşıyorsa, bir halk birliği için bu kadar emek ve kan dökmüş ise, adeta işgalcilere karşı dişlerini etine takarak tüm gücüyle ayağa kalkmışsa, var oluşu için canını ortaya koymuşsa ve böyle anlarda birileri işgalcilerin yanına geçerek ihanet ve işbirlikçiliğe soyunuyorsa, bu direnen ve ayağa kalkan halk bu işbirlikçi ve ihanetçileri kabul etmeyecektir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Mart ayının kıştan kalma bir sabah ayazında, yüzümü tırmalayan rüzgârın keskinliğine karşı yürüyorum. Karşı tepelerin ardından yüzünü yeni gösteren güneş ısısını ulaştıramıyor daha. Sağımda kalan kuzey yamaçlarında birikmiş karlardan yansıyor yeni güne güneş. Gecenin ayazının dondurduğu toprak yavaşça çözülüyor.
Patikadan ilerlerken alışkanlıktan olsa gerek izlere bakıyorum. Benden önce adımlayanları tahmin etmeye, yabancı bir izin olup olmadığını anlamaya çalışıyorum. Biraz daha ilerlediğimde güneşe doymuş toprağın üzerinde rastlıyorum.
Çok olmamış geçeli. Belli ki şimdiye kadar görmemem toprağın çözülmemiş olmasından. Onlarca iz. Eğilip baktığımda hepsinin küçük numaralı Mekap’lar olduğunu anlıyorum. Bayan arkadaşlar.
Dağın sert yüzünde, aşılmaz zirvelerinde, imkansızlığı ve zorluğu her karışına yansıyan hırçınlığında ne kadar da ayrı duruyor bu izler. Binlerce sözde erkeği dize getirmiş, sözde kahramanları alt etmiş bu dağlardaki kadın gerillaların izleri.
Hem sadece patikada mı izleri? Yaşamın her anında, beynimizin ve ruhumuzun en ücra köşelerinde iz bırakan kadınlar. Özgürlüğe tutkun o gözlerini diktikleri geleceği kurmak için toplumun her alanında direnen kadınlar, savaşan gerilla kadınlar.
***
Bugün onların günü. Daha doğrusu kadına, emekçi dünya kadınına ait olan ve direnişle yaşam bulmuş 8 Mart.
Bir güne sığdırılmış bir anma değil şüphesiz 8 Mart. Çok daha fazlası ve ötesi.
Alanları dolduran milyonlarca kadının, dağların zorlu patikalarını arşınlayan kadın gerillaların yürüttüğü özgürlük mücadelesiyle hesap sorduğu gün 8 Mart. Beş bin yıldır mahkum edilmiş kadının egemen erkek sistemini yerle bir etmekte, erkeği hizaya getirmekte bir direnç noktası.
Bu günde erkeğin görevi Kadın Kurtuluş İdeolojisi karşısında kendini sorgulamasıdır. Güç verdiği sistemin pratiklerindeki pay sahipliğini üstlenip öz eleştiri vermek.
***
Bir erkek olarak 8 Mart vesilesiyle özür diliyorum.
Her kadından tek tek.
Ceylan’dan özür diliyorum parçalara ayrılan bedenine siper olamadığım için.
Canan’dan özür diliyorum katillerinden hesap soramadığım ve ellerini sallayıp gitmelerini izlediğim için.
19 yaşındaki Hatice’den özür diliyorum sevmeye verilen en ağır cezayı onaylayan sistemi değiştirmekte geciktiğim için.
Nujiyan’dan özür diliyorum oyuncağını sokakta bulduğu bilinmeyen cisimlerden seçmek zorunda kaldığı için.
Medine’den özür diliyorum canlı canlı gömüldüğü o çukurda nefes olamadığım, toprağa gömülen insanlığımızın farkına varamadığım için.
Dünyanın dört bir yanında hoyrat ve zalim erkekliğin cenderesine sıkışmış kalan tüm kadınlardan özür diliyorum. Özgür ve yaşanabilir bir dünyanın yaratımı işini geciktirdiğim için.
İçimdeki suç ortağını, erkeği öldürmekte yeterli ve güçlü bir mücadeleyi yürütemediğim için özür diliyorum tüm yoldaşlarımdan.
Dünyanın tüm analarından özür diliyorum. Bir oğul olarak çektiği acıları dindiremediğim, akıttığı gözyaşlarını durduramadığım için.
Ve Zilan’dan
Ve Viyan’dan
Beritan’dan
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Ay karanlık.
Bir gece ansızın geldiler.
Sıbate dinokta geldiler.
Daha puk u tofan olmadan geldiler.
Sızacaklardı planladıkları yerlere.
Zap karargahına, HPG Ana Karargahına.
Yerle bir edeceklerdi.
Ay yıldızlı alkanlara boyanmış bayraklarını dikeceklerdi Şıkefta Brindara tepesine.
Ne edalarla poz vereceklerdi bayrak diktikleri zaman.
Bil cümle aleme yayacaklardı.
Ve ardından birer birer Zagros, Metina, Haftanin, Xakurke, Qandil ile Gare’yi düşüreceklerdi.
Kerkük’ü de fetih eyleyeceklerdi.
Ne güzel planlar yapmışlardı.
Ne güzel işgal hayallerini kurmuşlardı.
Bir de arkalarında NATO vardı, yanke ABD vardı.
AB vardı.
Arap diktatörleri vardı.
Farsın Şia diktatörü vardı.
Naralarla gelmişlerdi.
Davul zurna çalıyorlardı TV’lerinde, boy boy kahraman asker fotoları vardı gazetelerinde.
Fehmi Koru gibi vakanüvusçular PKK bitecek kasidelerini kaleme almışlardı.
Daha neler yazmışlardı, neler.
Bilemediler başlarına ne geleceğini.
Bilemediler, hesaplayamadılar HPG gerillalarının direnişini.
Hesaplayamadılar, gerillanın fedaileşmiş ruhunu.
Buzda, ayazda ve karda.
Bırakmadılar mevzileri Xeregol sırtlarını Kürtlerin en naif ruhlu ve altın evlatları.
Ayaklar şişti mekaplara girmez oldu.
Jiletten de keskin soğukları yendiler.
Yine direndiler, yine direndiler.
Karın keskin soğukları onları biledi.
Sıbata dinokun puku onları biledi.
Onlar bilendikçe, yenilen Türk ordusu oldu.
Yenilen, NATO oldu.
Yenilen, ABD ile AB oldu.
Yenilen, Arap diktatörleri ile Fars Şia diktatörü oldu.
Eğer bugün Türk ordusu herkesin diline paspaye olmuşsa, ZAP Destanı’nın sonucunda olmuştur.
Eğer önce bir çavuşu bile yargılamansı mümkün değilken, bugün 163 üst rütbeli ile general yargılanıyosa bu HPG gerillalarının eseridir.
Bu nedenle, tüm Türk liberalleri, AKP gibi münafıklar hergün oturup HPG gerillalarına şükretmelidirler.
Bu bir hakikattir aynı zamanda.
Ne kimse üstünü örtebilir ne de aksini iddia edebilir.
Eğer bir zafer aranacaksa Zap zaferi orta yerde duruyor.
Eğer bir kahraman aranacaksa Çiyaye Reş, Xeregol ile Çemço kahramanları duruyor.
Eğer bir idol aranacaksa bu zaferi yaratan her HPG gerillası bir idoldur.
İdolların yaşadığı ve direndiği kutsal mekanlar dururken, pislenmiş ruhların bulunduğu kentlerde yaşamanın insan onuruyla alakası olabilirmi?
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Geleneksel 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla, bir kez daha kadın özgürlüğü gerçeğimizi göz önüne getirerek, kadın sorununa yaklaşımın nasıl geliştiği ve bunda bizim çözümümüzün ne olduğunu bilince çıkarmak ve günün mücadele gerçeği içinde daha da ilerleyebilmesinin savaşı içinde olmak, bugüne verebileceğimiz en anlamlı karşılıktır.
PKK tarihi, onun sömürgecilikle savaşım tarihi, aynı zamanda Kürt kadınının kurtuluş tarihidir.
Halk gerçeğimiz, yoğun bir biçimde kadın gerçeğimizin benzerliklerini taşır. Onun sorunu, onun kurtuluşu; kadın sorunu, kadın kurtuluşudur. Belki de denilebilir ki, hiç bir devrim Kürdistan Devrimi kadar kadının kurtuluş devrimi olamayacaktır. Bunun tarihi, ulusal ve toplumsal nedenleri vardır. Tarihte, toplumun ataerkil aile yapısından ötürü ve giderek daha da geri biçimlerde günümüze kadar gelişen feodal ağalık, aşiretçilik, dincilik kurumlarının erkeği öne çıkarması ve bu kurumların en çok yabancı işgale yataklık etmesi, Kürt erkeğini çok onursuz, işbirlikçiliğe en çok alet olan, bu konuda sınır tanımayan bir çarpıklığın içine iterken; kadın güçsüz de bırakılmış olsa, Kürt ulusal değerleri içinde kalabilmiştir.
Erkek egemenliği, onu hep kadın üzerinde baskıya doğru götürürken, dışta işbirlikçiliğe doğru götürmüştür. Kurtuluş yolunu hep işbirliğinde arar. Dolayısıyla yabancı işgalcilerin, sömürgecilerin kültüründen tutalım her türlü siyasi, askeri tortu işlerinden tutalım kabiliyetine göre en tehlikeli ajanlık ilişkilerine kadar, hepsine Kürt erkekleri içinde bolca rastlanır. Bu konuda adeta kendileriyle iftihar ederler. Yabancı işgalcilere en çok kim hizmet ederse, "bu en iyi adamdır" biçiminde bir bakış açısı gelenek olmuştur. Genel anlamıyla erkeğin yaşadığı bu olumsuzluk, işbirlikçi sınıflarda daha da gelişmiştir. İşbirlikçi sınıf ve onun erkek egemenliği denilebilir ki, Kürdistan’ın en uğursuz, en lanetli kirine bulaşmış, ulusal değerlere ihanet etmiş ve dolayısıyla da en çok sorumlu tutulması gereken kesimi oluyor. Eğer kadın bu anlamda bir defa kirli düşmüşse, erkek on defa daha kirli düşmüştür. Bu gerçeği çok işledik.
Genel toplumsal çözümlemelerimizde ve daha çok da kadın sorununun ortaya konulması ve çözümünde son yıllarda oldukça ilerleme sağlamış bulunuyoruz. Hatta bununla da yetinmedik, pratiğe bu çözümlemeler temelinde yol aldırmaya çalıştık. Gelişmeler, çözümlemelerin doğruluğunu ortaya koydu. Kürt kadınının kendini en iyi dile getirdiği 1990 yılının Cizre-Nusaybin serhildalarında önderlik edenler kadınlardı, çocuklardı. Kadın-çocuk ilişkisini göz önüne getirirsek, kesin olarak serhildanda önderlik, ağırlıklı olarak kadınındır. Bu gerçeği iyi anlamak gerekiyor.
Unutmayalım ki Cizre-Nusaybin’de, Kürdistan’ın diğer benzer serhildanlarının geliştiği yörelerde, kadının kendini ortaya çıkarışı tesadüfî değildir.
Birincisi; kesinlikle partimizin ideolojik-politik yaklaşımlarının doğruluğuna, kadının tutkusuna verdiği önemi gösteriyor. Bu kesindir.
İkincisi; yaptığımız pratik çalışmanın doğruluğunu, kadın faaliyetlerine verdiğimiz önemi, kadın kadrolarının kitleler arasındaki çalışmalarının önemini ve sonuç alıcılığını gösteriyor. Özellikle Cizre kadınının etkilenmesinde temel rolü oynayan Bınevş AGAL yoldaşın örnek kişiliği, çok iyi bilinir ki, bu gelişmelerin en önemli nedenidir. Hemen hemen her yörede böylesine gelişmelerin ortaya çıkarılmasında, partinin bizzat eğitip mücadele alanına sevk ettiği kadın kadrolarının yeri önemlidir. Onlarca şehit verilmiştir. Daha dün 1991 serhildanının geliştiği Şırnak, İdil ve Dargeçit’te, kadınların yürüyüşün başında olduğu ve yine ilk şehidin bir kadın olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Şu ortaya çıkıyor ki, Kürdistan Devrimi’nde daha başından itibaren, kadınlar önemli rol oynayacaktır, korkusuz yöneleceklerdir.
Devrim, önemli oranda kadınların kurtuluşunun devrimi olacaktır.
Bu düşüncede ortaya konulduğu gibi, pratikte de böyle olacağını kanıtlamıştır. Kürdistan ulusal gerçeği, içten baskı altına alınan halkın yaşadığı zor koşullar ve buna karşı özgürlük savaşımının ortaya çıkardığı gelişmeler, kadın etkisini sıkı sıkıya taşır. Şunu sıkça söyleriz; bizim halkımızın gerçeği, biraz da kadın gerçeğine benzer, kadının baskı ve sömürü altına alınışına benzer bir baskı ve sömürü altına alınmıştır. Dolayısıyla halkımızın sorunları ve kurtuluş yolları ile kadın sorununun çözüm ve kurtuluş yolları iç içe düşmüştür. Hiçbir halkın gerçeğiyle karşılaştırılmayacak kadar bize özgü bir gerçektir. O halde, bu gerçek böyleyse ve gelişmeler de bunu doğrulaşmışsa, Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla, her ulusun kadınlarına bugün dolayısıyla göstermek istediği bir yaklaşım vardır. Bizim de bu konuda göstereceğimiz en olumlu yaklaşım, gerçeğimizin izleyicisi olmak ve eger bu gerçekliğimiz de bir direniş, serhildan gerçeğine dönüşürse, bunun en anlamlı yaklaşım olduğunu ortaya koymaktır. Biz sadece bunu bir günün saygılı yaklaşımı olarak değil, gittikçe derinleşerek bütün toplumumuzun kurtuluşuna, onun her bakımdan dirilişine katkısını sunacak ve sadece bu anlamıyla Kürdistan için değil, bunu kadının kurtuluşu için değil, dünya kadınlarının özgürleşmesine de katkıyı yapacak bir yaklaşım olarak görüyoruz ve bunun savaşımını veriyoruz.
PKK’nin kadın sorununda çok radikal olmasının en temel nedeni, kadın gerçeğimizin kendisinde yatmaktadır. Sorunu dünya kadının sorununa bağladığı gibi, tarih boyunca kadının baskı ve sömürü altına alınışı, düşürülüşü, kötürümleştirilmesi ve buradaki mücadelesine başladığı gibi, en çok da bunun Kürdistan kadınında nasıl geliştiği, Kürdistan kadınının baskı ve sömürüsünün özgül yanı, ayrıca kurtuluşunun da özgün yönlerini doğru ele almak gerekir.
Şunun çok iyi bilincindeyiz; genelde bir toplumda kadının özgürlük düzeyi, bütün toplumun özgürlük düzeyini belirler. Bir toplumun ne kadar özgürleşeceğini anlamak istiyorsanız, bir kadının ne kadar özgürleşmek durumunda olduğuna bakacaksınız. Bir ailenin ne kadar özgür bir aile olduğunu anlamak istiyorsanız, kadının ne kadar özgür olduğuna bakacaksınız. Şunu da ekleyelim; bir erkeğin ne kadar özgür olduğunu anlamak istiyorsak, kadın sorununda ne kadar özgür olduğuna bakmak gerekir. İyi veya kötü, demokrat, sosyalist olmanın temel ölçütlerinden birisi; soruna demokrat ve sosyalist olarak bakabilmek, kadın ilişkilerinde bir seviye tutturabilmek buna bağlıdır. Dolayısıyla biz, partimizin içinde "özgürlük ne kadar vardır" sorusuna cevap vermek istiyorsak, saflarımızdaki kadınların özgürlüğüne bakacağız. Saflarımızda kadın ne kadar özgürleşiyorsa, PKK de o kadar özgürdür.
PKK’nin özgürlük derecesi toplumumuzun özgürlük derecesidir.
PKK’deki kadının özgürlük derecesi, Kürdistan toplumunun içindeki kadının özgürlük derecesini tayin eder.
Soruna böyle yaklaştığımızda, partililere ne tür bir görev düştüğünü çok iyi anlıyoruz. Her şeyden önce partinin konuya doğru tarihi, toplumsal gerçekler temelinde bakmasını bilmek gerekiyor. Bu konuda geliştirilen çözümlemeler vardır. Mutlaka bütün partililerin özümsemesi gerekiyor. Tutarlı olmanın birinci boyutu budur. İkincisi, bunu kendi kişiliklerinde uygulamaları gerekir. Çözümlemelerden çıkarılacak sonuçlarda sadece kadının özgürlüğü değil, erkeğinde özgürlüğünün yattığının bilinmesi gerekir. Düşürülen kadın, erkeğin düşürmesidir. Özgürleşen kadın, özgürleşen erkek demektir. Böylesine iç içe etkileyen taraflar olarak baktığımızda, sağlam bir partilinin kendini mutlaka eğitmesi gerektiği ortaya çıkar. Ne kadın bize geleneksel kendi köleliğini, düşkünlüğünü dayatabilir, ne de erkek kendisinin tersyüz edilmiş egemenliğini, daha tehlikeli işbirlikçi düşkünlüğünü ve baskıcı egemen olma konumlarını dayatabilir. Mutlaka tutturulması gereken, tarafların eşit ve özgürlüğe açık olmayı bilmeleridir. Açık, şeffaf, özlü, baskıdan uzak, olumsuz etkilenmelerden uzak, sonuna kadar temel kurtuluş değerlerine bağlı, saygıya dayalı, sevgiye dayalı, sonuna kadar yoldaşça ilişkiler içine girebilmeleridir. Parti buna önem veriyor, bu konuda mevcut gerilikleri aşmaya çalışıyor ve daha şimdiden bu çabaların ürünü olarak Kürdistan kadınının devrimde küçümsenmeyecek rolünün ortaya çıkmasına yol açıyor. Düşmanın baş edemeyeceği müthiş bir güç kaynağının sadece kendini kurtarmakla yetinmeyeceği, bütün toplumun kurtuluşuna, onun zengin, yeni, diri, yaşanmaya değer bir toplumsal düzene dönüştürülmesine en büyük katkıyı sağlayacaktır.
Demokratik olsun, ulusal kurtuluş olsun, sosyalist olsun geleneksel birçok devrimde kadın hep uydu, bağımlı bir biçimde ele alınmıştır. Devrimin esas bir öğesi değil, bağımlı bir öğesi gibi yaklaşılmıştır. "Herkes askerdir, kadın da bir askerdir; herkes bir militandır, kadında bir militandır; herkes şu işi yapıyor, kadın da o işi yapmalı" şeklinde kaba-materyalist yaklaşımlar sergilenmiştir. Kadının askeri, siyasi, örgütsel çabalara katılması gerektiğini inkar etmemekle birlikte, bunun yetmediğini, hatta bu konuda kadına yaklaşımda salt eşitlikçi bir anlayışın tutturulmasının ciddi sakıncaları olacağını hemen belirtmek gerekiyor. Çünkü kadının özgürlüğü, onun mücadelesinin de özgürlüğünü ortaya çıkarır. Kadının fiziki, sosyal, tarihsel, içinde bulunduğu durum ve hatta bir bütün olarak toplum için ifade ettiği anlam, her ne kadar bütün toplumsal etkinliklere buna devrim de dahildir katılmayı kurtuluş için vazgeçilmez kılıyorsa, özgünlüğünden kaynaklanan durumda aynıdır. Bu yönlü özellikle dıştalanmıştır, söz değerinden yoksun bırakılmıştır, eylem değerinden yoksun bırakılmıştır. Her türlü etkinliği sınırlandırılmıştır. Bu daha çok sosyal yaşamda, kültürel yaşamda, böyledir. Yalnız siyasi askeri yaşamda değil, diğer alanlarda da yoksun bırakılmıştır. İlişkilerde özgünlüğü, eşitliği ortadan kaldırılmıştır. Bütün bunların yeniden ele alınması, özgürleştirilmesi gerekir.
Dolayısıyla soruna dar bir eşitlikçi anlayışla değil, kadın gerçeğinin bütün boyutlarıyla ele alıp zenginleştirilmesi temelinde yaklaşılmalıdır. Böylece kendi elinden alınan bir çok yeteneğinin yeniden kazandırılmasına yol açılır. İyi bir inceleme sonucu, toplumsal baskı nedeniyle neyi kaybettiyse, onu bulmaya götüren, onu edinmeye götüren bir mücadelenin sahibi olması gerektiği açıktır. Kadının kendi orijinalliğini, özgünlüğünü böyle bulmasına, en az diğer alanlardaki eşitlik çabaları kadar büyük gereksinme vardır. Bunu karşılayamadan, kendini erkekle kaba eşitleştirme içine sokması tehlikeli bir yanılgıdır. Çünkü kadının bir de yitirdikleri vardır, elinden alınan yetenekleri vardır, kişiliğini yaşamama, kadınlığını yaşamama durumu vardır. Bunun büyük sıkıntıları, bunun yol açtığı acıları vardır. Bunları gidermeden ne siyasi, ne askeri, mücadeleye ciddi olarak katkı sunacakları düşünülemez.
PKK bu konuları zengince ele almaya çalışıyor. Hiçbir partiye nasip olmayacak bir biçimde kendine duyduğu bir güvenin de eseri olarak bakıyor. PKK’nin konuya böyle bakışının altında, aslında Kürdistan Devrimi’ne bakışı yatmaktadır. Bu bakışın altında, Kürt toplumunun, kadınların yaşadığı baskı ve sömürü biçimine benzer bir durumu yaşaması gerçeği vardır. Dolayısıyla soruna çok köklü yaklaşmamız, kendi toplumumuzun sorunlarına köklü yaklaşmamızdan ötürüdür. Bu nedenle de iki sorunun çok iç içe ve hatta kadının özgül nedenlerden ötürü öncü rol üstlenmesi de bu nedenle gerekiyor. Örneğin, Kürdistan toplumunun, erkeğinin sürekli dışarıya kaçışı ve neredeyse toplumun dörtte üçünün kadınlardan oluşması, yine erkeğin kolay işbirlikçiliğe yatması, ama kadının ulusal değerlerden kopmayışı gerçeği var. Okur-yazarlığı yok ve Kürt kalmak zorunda. Bu basit nedenler bile, neden kadının çoğunluğunun ulusallığı temsil ettiğini bize açıkça gösteriyor. Partimizin daha başından itibaren bunları gördüğünü göz önüne getirerek, bu soruna hakkettiği yeri vermesi, serhildanda kadın önderliğinin ortaya çıkışına yol açıyor.
Hiç şüphesiz bununla yetinmeyeceğiz, attığımız adım bir başlangıçtır. Parti içinde olsun, ulusal kurtuluş saflarında olsun, giderek daha fazla ve yoğunca bu sorunun işlenmesine ağırlık vereceğiz. Her şeyden önce parti saflarında kadın eğitimini daha da geliştireceğiz. Mevcut çözümlemelerin iyi özümsenmesi, derinleştirilmesi, kişiliklere indirgenmesine artan bir çabayla karşılık vereceğiz. Aynı şeyi yalnız kadın için değil, erkeğin eğitimine de yansıtacağız. Şu ilkeyi sürekli göz önüne getireceğiz; bir kadro bu sorunlarda doğru çözüme ulaştığı anda kadrodur, bu sorunda özgürleştiği oranda özgürdür. Gerçeğine biraz özeleştirisel yaklaşacak, sürekli eksiklikleri gidermeye çalışacak, bu konuda kendi mücadelesinde giderek derinleşme ve yoğunlaşma sağlayacaktır.
En önemlisi de kadın kadro adayları, daha çok kendi eğitimlerine ağırlık vereceklerdir. Partiye çok zayıf geldikleri, toplumun ağır etkisini taşıdıkları, çok geri özellikler getirdikleri biliniyor. Dolayısıyla özgül eğitimlerini yapacaklar. Bu konuda geleneksel kadın düşkünlüğünü, duygusallığını, hafifliğini asla yansıtmayacaklar. Bilakis cesur, fedakâr, zeki kadın olma özelliklerini sürekli geliştirecekler. İnanıyoruz ki, kadınlar da bu özellikler erkeklerden daha aşağı değildir. Bizim yaşadığımız gerçekler daha şimdiden bunu doğruluyor. Geçen yıl, yani 1990 Newroz’unda partimizin ideolojisinden sınırlı olarak etkilenen kahraman kızımız Zekiye ALKAN’ın kendini yakma eylemi, "Newroz ateşi en iyi insan teninde yanmalıdır" demesi, cesaretin ve fedakârlığın sınırsız bir örneğidir. Demek ki, kadının kurtuluşa girişi öyle küçümsenecek bir giriş değildir. Doğru yol gösterildikten sonra, eğer yanlış engellemelerle dıştan dayatmalar olmazsa, kadına sonuna kadar güvenmek ve bunun doğruluğuna inanmak, sanıldığından daha fazla kurtuluşumuza katkı sağlar, zenginlik sağlar. Bu olmadan devrim olmaz. Kadının genelde dünyada, özelde Kürdistan’da katılmadığı devrim, noksan kalmış bir devrimdir, bizdeyse imkansız bir devrimdir. Ulusal kurtuluş devriminde, demokratik, sosyalist devrimde kadın, Kürdistan özgülünde gittikçe daha artan bir rol oynayacaktır. Şu çok önemli bir gerçektir ki, Kürdistan kadını uyandığı, örgütlendiği, kat be kat kendini özgürleştirdiği oranda, Kürdistan uyanmıştır, dirilmiştir, özgürleşmiştir ve yaşanılır bir alana kavuşmuştur.
Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla bir kez daha bu soruna kendi katkımızı sunarken, böylesine kapsamlı düşünmeyi ve üzerimize düşeni yapmayı bilmeliyiz. Parti Önderliği olarak biz, kendi çabamızı oldukça yoğun ve çözümleyici kılmaya çalıştık. Halen kadın kurtuluşunun Kürdistan kurtuluşundaki yerini, önemini ortaya koymak için, ardı arkasına çözümlemeler, yoğun eğitimler, örgütlenmeler yapıyoruz. Bu konuda bütün partililere, doğruların nasıl ele alınması gerektiğini, çözümün ne olduğunu, özellikle pratiğin nasıl geliştirilmesi gerektiğini önemle vurguluyoruz. Devrimimizin önemli oranda kadın devrimi olduğu bilinciyle hareket ediyoruz. Çabalarımız, bize bu konuda oldukça yenileştirici, oldukça özgün olmayı öğretmiştir. Geleneksel yaklaşımların, namus kavramının, aile kavramının yıkılışını, bunun yerine gerçek namuslu yaklaşımı, özgür yaklaşımı, büyük zorluklara rağmen yerine getiriyoruz ve getireceğiz. Yaptığımız sınırlı bir çalışmadır. Daha fazlasını cesurca, bu konuda hiçbir engel tanımadan yerine getireceğimiz kesindir. Yeni olacağız, yeniyi başaracağız. Bu konuda kendimize güvenimiz, kadın kadrolarımıza, çalışanlarımıza ve bütün kadınlarımıza güvenimiz tamdır.
Bir kez daha bu vesileyle, başta kamp sahasındaki eğitim faaliyetine katılan yoldaşlar olmak üzere, PKK saflarındaki ve serhıldanlardaki Kürt kadınlarının mücadelesini selamlıyor, sevgilerimi sunuyorum.
Reber APO
8 Mart 1991
- Ayrıntılar