İlgi çekici haberlere göz atarken karşılaştık ve seslice okumaya başladık. Okumak sabır istiyor. Okudukça yüzleri daha bir geriliyor yoldaşların. Tabii, tepkiler yazının bitişiyle parladı birden.
Anlayışsızlığa, cahilliğe öfke ve nedenlerine ilişkin yoğun tartışmaların içinde bıraktığım yoldaşlarla aynıydı duygularım. Ve aklımdaki o cümleler
“Kendileri yılanların akreplerin arasında, en iptidai koşullarda yaşarken PKK’lıların “Önderlik, ölüm çukurunda sinüzitten çok çekiyor” diye hayıflanmaları insana gerçekten tuhaf geliyor.”
“Bu satırları okurlarsa çok sinirlenecekler ama sanki silahlı bir örgüt liderinden ziyade bir tarikat şeyhinden bahsediyor gibiler.”
Bu sözleri söyleten ne diye epey düşündüm yol boyunca. Kendisi yıllardır gazetecilik yapan ‘bilinçli!’ denilen bir insan olmasına rağmen neden böylesi yorumlara ihtiyaç duymuştu?
Tabii, dedim sonra, anlamak değil ki amacı, yargılamak. Bilmediği, bilemediği, tanımadığı ve anlayamadığı bir insan topluluğunun karşısında cehaletin söylettiği sözlerdi bunlar.
Toplumun gelmiş olduğu sosyal bunalım ve kendini bilmez bir bireycilik içinde akıp giden hayatların şekillendirdiği algı dünyalarında başkaları için acı çekmenin, hayıflanmanın, başkaları için bir şeyler yapabilmenin, fedakâr olmanın bir şeyler çağrıştırmayacağını bilsem de yine de gelir diye imana, söylemek lazım sözünü insana…
Son süreçlerde Türkiye kamuoyunda en bilinmez alan olarak bırakılan gerilla, PKK ve Önderimiz hakkında söz söyleme yarışı devam ederken pes doğrusu dedirten ayrı bir yazı işte. Hani içinde çözümleme, içinde anlama çabası, bir eleştiri olsa amenna. Onu da boş ver, hakkıyla karşıtlık yapılacaksa dahi, anti propaganda yapmak istiyorsan bile her şeyden önce tanıman lazım karşındakini, değil mi? Yazmadan önce okumak lazım. Okuyamıyorsan, şöyle genişçe bakman lazım, değil mi? Ama nerde.
Tamam, bir sorun ne kadar komple ise onunla ilgili görüş ve düşünce de haliyle (zenginlik mi desem, karmaşa mı desem bilmiyorum) oldukça çok oluyor. Ne de olsa herkes düşüncelerini açıkça tartışma hakkına sahip. Ama biraz insaf, biraz edep ve biraz da haddini bilmek gerektiğini muhataba iletmek de o derecede hakkımız olsa gerek.
Yıllardır bize yönelik her türlü onur kırıcı, aşağılayıcı suçlamalarla yapılan haber, atılan başlık, yazılan köşe yazılarının sahibinin vicdanında -ki varsa tabii- bir gün bir yara olabileceği temennisinden başka yapacak bir şey yok. Terörist, bebek katilleri, vatan hainleri, uyuşturucu kaçakçıları vb. birçok tanım artık o kadar da takıldığımız şeyler değil. Ne de olsa artık bu söylemlerin kaynağı olan cehalet karşısında ancak bilinçlere serpiştireceğimiz anlam damlalarıyla sonuç alabileceğimizi biliyoruz.
Ama onlar, harlayıp dursa da ateşi, rüzgârın bir an yön değiştirip körükçüyü yakabileceğini anlayamıyorlar.
Dağlar ve dağların insanlar için anlamı farklı olabilir. Ne de olsa kavuşulmak istenen yar ile arasında bir engel olarak görülen türküler dışında, belki coğrafya derslerinde rastlanılan anlatımlardan başka yerlerde görülmemiş olduğundan bir bakıma anlam da veriyor insan.
Ama söyleyelim ki dağ anlamın, bilincin ve özgürlüğün kalesidir. Bizleri dağlarda akrep ve çıyanlarla yaşayan, gerici feodal ilişkiler düzeninde bir adanmışlıkla cahilliğin yönettiği insanlar olarak görmek isteyenlerin anlayamayacağı kadar derin ve felsefik anlamları olan bir mekândır. Şehir ışıklarının yalancı aydınlığında kendilerini var eden doğanın renk ve seslerinden uzaklaşan modernite tutkunu ‘gelişkin!’ insanların mahrum kaldığı bir yuvadır. Doğa ananın cömert ve mütevazı evidir.
Ama tabii, anlayana…
Hadi diyelim ki bizi ideolojik, siyasi, askeri anlamda beyni yıkanmış insanlar olarak görüyor, tercihlerimizin farkında değilsiniz. Olabilir. Peki, insanlığı o kadar derinden etkileyen insanların yaşamları hakkında da aynı şeyleri mi söylüyorsunuz. Bir dönem kesinlikle vatan haini dediğiniz ve şimdilerde ardılı olmak için birbirinizi ezerek koşuşturduğunuz o devrimci gençlik önderleri için de mi aynı şeyi düşünüyorsunuz. Onların tercihi de dağdı.
Hz. Muhammed, Hz. Musa ve nice peygamber mücadelelerine dağlarda başlamadılar mı? Emperyalist işbirlikçisi, vatanı peşkeş çeken faşist yönetim karşısında Türk’üyle, Kürt’üyle kutlu devrimci çocuklar Türkiye ve Kürdistan’ın dağlarında aramadılar mı özgürlüğü. Bedrettin, dağlarda ve dağ eteklerinde kurduğu düzeniyle kafa tutmadı mı gerici Osmanlı egemenliğine. Hira’da, Sina’da, Munzur’da, Kütahya’da, Dersim’de, Nurhak’ta, Cudi’de yaşı farklı, cismi, kimliği farklı nice insan, adandıkları ve kurtuluşu gördükleri inançları için feda etmediler mi kendilerini?
Evet, Kürdistan dağlarında yaşayan Kürt ve Türk gençleri, Arap, Alman, Rus gençleri PKK kimliği altında Abdullah Öcalan’ın yarattığı özgürlük yürüyüşünde kendi onur ve istemleriyle yer almaktan hep gurur duydular. Ölümüne, evet canları pahasına, hiçbir şaşalı ilişki ve gelecek hayaline mecbur kalmadan doğa kadar sade, katıksız yaşamayı tercih ettiler. Ne bir boy aynasının, ne insanın olmazsa olmazı denilen her türlü aracın mecburiyetini hissetmeden, ihtiyaç duymadan yaşamayı seçtiler. İnsanın yüz hatlarında, bakışlarında var olan güzelliklerin ancak iç dünyasında çalkantılarını aşan insanın eseri olduğunu bildiklerinden olsa gerek yüksek dağ doruklarından usulca akan derelerdeki su kadar berrak yaşamayı esas aldılar. Şehirlerin birbirini yiyen, her gün yeni bir şiddet ve cinnet dalgası içinde geçiren insanına tercih ettiler yüksek bir amaç uğruna kendini feda etmek isteyen insanları, yoldaşlarını, kardeşlerini.
Ha, evet, biz Önderimizin etrafında kenetlenmiş, onun için her şeyi göze almaya hazır insan topluluğuyuz. Ve de öyle kalmaya devam edeceğiz. Ve kaygılanacağız onun her hali için. Neden mi?
Çünkü o şimdi sizin de içinde yaşadığınız ülkeyi biraz da olsa nefes alınabilir bir pozisyona taşıyan insan. Bir halkı, yok sayılan, beton mezarlara kapatılan, dili, kültürü, kimliği yasak bir halkın var olduğunu ispatlayan insan. Kırk yıla yakın bir zamandır tüm enerji ve çabasını kendisi dışında yaşayan ve var olan insanlar için adayan bir insan. Farkında olup olmamak arasında gidip geldiğiniz toplumsal kaostan çıkış için, binyılların özgürlük arayışçılarının, halkların, küresel tekelci sistem karşısında yürüttüğü mücadelelerin çağımızın değişimlerine uygun bir tarzda gerçekten özgürlüğün kazanacağı bir tarzda güncelleyerek güçlü bir düşünce sistemini, paradigmayı yaratan insan.
Yerinde bir yorum yapmak istiyorsan, önce bunları bileceksin. Bilmek için de önce o önyargılarını ve yıllardır edindiğin ezberleri bir beş dakika kenara bırakıp anlamaya çalışacak, okuyacaksın. Ama ikinci üçüncü ağızdan değil. Sözü söyleyenin dilinden.
Tabii, yalnız bu da değil.
Yaşadığınız kültürün diri diri toprağa gömdüğü küçücük kızlar için, sokakta kolu kırılan, on ikisinde kurşunlanan, havanlarla parçalanan çocuklar için kederlenen bir insan. Bir halkın, halkların özgür ve demokrasi içinde yaşayabilmesi için on iki senedir tek başına, hiç kimseye dokunmadan ve korkularak ve anlaşılmadan ve tecrit içinde ve rencide edilerek ve işkenceyle yaşıyor. Ve direniyor. O bilmediğiniz anlamadığınız ve anlamak için çaba sarf etmediğiniz fedakârlığı, direnişi, insanlar, biz ardılları için yaşıyor.
Evet, O, özgür bir insan.
Ve özgür bir insanı savunmak, onun için kaygılanmak insan olmanın bir gerekçesidir.
- Ayrıntılar
Türk ordusunun tek öğretmeni gerilladır ve tek değiştirici gücü de gerilladır. Ordunun paralı asker sistemine geçişin tartışmaları yapıla dursun; bu ordunun otuz yılık yaptığı savaş gerçeğini iyi anlamadan, bu değişimin yapılabilinmesi imkânsızdır. Türk ordusunu gerillaya karşı başarılı olarak gösteren zihniyet, büyük bir yanılgı içindedir. PKK, ‘93 ateşkesinden sonra kontrollü bir savaş yürüttü. Eski stratejik doktrinde yer alan stratejik saldırı tabirini pratikte uygulamadı. ‘93’ten önce bu stratejik saldırıyı yapacak askeri gücü vardı ve bunu on katına çıkartabilecek bir potansiyele sahipti. ‘93 ateşkesi, TC gerillanın halk potansiyelini ezmek için kullandı. Ordunun gündüz bile girmekten çekindiği yerlere ateşkese güvenerek girildi. Arazi tutma, yol hatlarını denetleme, karakolları gözden geçirme ve köy boşaltmalar ile birlikte en önemli olarak da psikolojik rahatlama yaşadı. Gerillanın kalbinde dolaşabilmenin olabileceğini gördü. PKK bütün bunları göze alarak, askeri üstünlüğünü barış için tehlikeye soktu. Yani bu dönemlerde idea edildiği gibi, Türk ordusu savaşarak gerillanın stratejik saldırısını engellemedi. Askeri strateji olarak, kâğıt özerinde öyle bir plan olsa da PKK bunu hiçbir zaman denemedi. Önderliğimizin tek bir çağrısı, seferberlik için yeterliydi. Amed, Mardin ve Botan’dan yüz bin genç gerillaya çıkardı. Büyük şehirlerde konumlanan askeri garnizonlara saldırmak anlamına gelen stratejik saldırı yapılsaydı, şehir ayaklanır ardından da şehir savaşları başlardı.
PKK’nin o dönem elindeki gücün hatırı sayılır bir kısmını kullanması demek, savaşın bir ay içinde Türkiye şehirlerine sıçraması demekti. İki halk birbirine girecekti ki hem denetlenmesi hem de ilerdeki birlikte yaşama imkânlarını ortadan kaldıracaktı. Türkiye’deki Kürt ve Türk halkının demografik yapısı faturayı çok ağır hale getirecekti. Bazı aklı kıt çalışan tipler şunu diyebilir: ‘Zaten ayrı bir devlet kurmak istiyordunuz,’Vietnam’da bir milyon insan öldü, devlet kurmanın bedeli buydu, bunları bilmiyor muydunuz’’ şeklinde bizi tahrik edebilir de Önderliğimiz tahriklere gelmedi. Zaten onun için ‘93 ateşkesinde Türk ordusundan daha fazla biz şaşırdık. Yukarda demin saydığım savaşın imkânları fazlasıyla vardı, Ama kan deryası içinde yüreğimize kadar işleyen kan lekeleri ile olacaktı. İşte, Önderliğimiz ona izin vermedi.
Artık, bundan sonra bazı itirafların zamanı gelmiştir. Burada bunu söyleyen bir sivil değil, bizzat bu süreçleri yaşayan insanlarız. ‘93 yılının ateşkesinden sonra, Batman rafinesine yakın duran petrol sitelerini rafineye havan atarak infilak etme planlamasını yapmıştık; bin insan ölebilirdi, Çoğu da Türkiye den gelen mühendis ve ailelerinden oluşacaktı. Bunu Önderliğe bildirdik ama aldığımız cevap aynen şuydu: ‘Ahmak serseri siz ne yapmaya çalışıyorsunuz’ oldu. Dolayısıyla, baştan beri kontrolde tutulmaya çalışılan bir savaş vardı. Önderlik, hiçbir zaman Vietnam ve Çin örneklerine itibar etmedi ve çok da tartışmadı. Halk dirilişine ilişkin, silahlı propaganda dışında savaşı hep denetimde tutmaya çalıştı. Dörtlü çete anlayışına bu kadar öfkeli olmasının nedeni budur.
Yani yapay kahraman Osman Pamuklu ile bu sürecin generallerin anlattıkları anılar tümden yanlıştır. Bunların yaptığı şey, PKK’nin barış istemlerini suiistimal etmek oldu. Bunun özerinden ucuz kahramanlık rantı dışında yaptıkları hiçbir şey olmamıştır. Bu ordu gerillanın stratejik saldırısını engelleme şurada kalsın, tek bir karakol ve tepesini savunamamıştır. PKK’de, karakol ve tepe saldırılarının yüzde yetmişi başarılıdır. Cesaret örneği olan bazı çatışmaların taktik hata olmasına rağmen, on gerilla ile on bin askere karşı yapılmış binlerce örnek vardır. Peki, bu ordunun başarısı nerededir? 300 bin asker, 100 bin polis ile 80 bin korucunun katıldığı bu savaşta başardıkları nedir? Bu güç ile devletler yıkılır ele geçirilir, peki, ya siz neyi başardınız? Gerilla bir adım bile geri atmadı. Hatta yaptığınız savaşı bile gerilladan öğrendiniz? Nasıl öğrenildiğini, sonraki yazıda daha detaylı anlatmaya çalışacağım.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 22 Nisan günü 05.00-06.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Haftanin’in Zawite ve Bazirgiran Köyleri ile Ava Guzê ve Barka Evdala alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 20 Nisan günü 12:30-20:00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Haftanin’in Sulê Köyü ile Milê Rabê, Nizurê ve Dola Kuliya alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Son dönemde halkımıza yönelik gerçekleştirilen saldırılar, Gabar, Cudi, Dersim ve Medya Savunma Alanları başta olmak üzere Kürdistan’ın tüm alanlarında gerillalarımıza yönelik imha operasyonlarının yapılması ve bu operasyonlarda şahadete ulaşan yoldaşlarımızın anısına bir birimimiz kendi inisiyatifiyle 17 Nisan tarihinde gece 22:00 sıralarında Samsun’un Ladik ilçesine bağlı Samsun Caddesi’nde bir misilleme eylemi gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Serdeşt bir zaman…
Yani öfke ve kardeşliğe yönelik beklentiler, duygu yoğunluğu iç içe… artık hangisi galip gelirse!
Münferit vakalar revaçta ve gaste köşelerinden, ekranların plazmatik coolluğundan dökülen sözler, edevatlar…
Ben o dönemleri görmedim ama anlatılanlara inandığımdan ve her anlatılanı beynimde tezahüre dönüştürdüğümden olacak ki, yaşanan sürecin ‘80’ler öncesiyle çok ama çok yapısal benzerlikler arz ettiğine inanmaktayım.
Toplumsal tansiyon buradan bakıldığında da çok rahat bir şekilde görülebildiği gibi kelimenin tam anlamıyla; keman yayı gibi gerilmiş durumda…
Tarihin 14 Nisan olmasının ve yaklaşık bir yıllık süre içerisinde bu tansiyonun bu şekilde yükseltilmesinin elbette ki, bu yazıya çeşitli boyutlarda aksını yansıtması söz konusu olmaktadır.
Son dönemlerde Kürt ve demokrat siyasetçilere dönük bu yönlü saldırıların yoğunlaştırılması ve ülkenin belirli kesimlerinde, coğrafyalarında toplumsal temayüllerin renginin daha belirgin haller kazanması dönemin hali pür melali olmaktadır.
Ama;
Bunlarla birlikte geliştirilen kapalı ardı toplantılar,
Yürütülen sevkiyatlar ve bunlara yönelik gizli pazarlıklar
Belki de tüm bunların üstüne çıkan bu “sudan sebep” faraziyeler, yani baraj planları var…
Yürütülen bu tartışmalara yönelik yapılan açıklamalarda bir nokta var ki, gerçekten de dikkat çekmekte ve birçok yönüyle normal bir mantığın algılamasında ciddi sorunları ortaya çıkartmaktadır.
Geçtiğimiz Pazar günü yapılan ve üçlü ittifak olarak yürütülen tartışmalarda ulaşılan temel sonuçlardan bir tanesi (en azından basına yansıdığı kadarıyla) Şırnak’tan Şemzinan’a kadar sınırı barajlarla doldurmak ve o şekilde PKK’ye yönelik bir mücadele yürütmek!
***
Daha önce bu şekilde olmasa da, benzeri noktalarda yani aklın yolunda oluşturulan bu ve benzeri hülyalı stratejilerin tutmayacağını belirtmiştik ve her defasında zaman bizi haklı çıkarmıştı. Sözün eylem olduğunu hatırlatmaya gerek var mı?
Yoksa, devam edelim!
Şimdi devlet geleneğinin ve onun hem yerli, hem de uluslar arası uşaklarının önünde bir baraj gerçekliği var. Ve bu baraj işletildiğinde birçok konuda ön açıcı ve sorun çözücü bir niteliği beraberinde getirecektir. Aksi takdirde devlet geleneğinde siyaseten değil sadece, toplumsal olarak da 30 yıl öncesine dönecek bir dönemin yaşanması kaçınılmaz olacaktır.
Mesele o ki;
Sözde sınır hattına barajlar yapma ve bu şekilde PKK’yi yenebileceğini sanmak veya bu hülyalarla peşkeş siyasetini benimsemek yerine,
Anayasa tartışmalarında seçim barajlarına daha çok odaklanabilirler mesela.
Ya da toplumsal tansiyonda oluşturulan kutuplaşmaları ve bunların açığa çıkardığı barajları ortadan kaldırabilirler pekala!
***
Aksi takdirde;
Coğrafyayı barajlarla Waterworld’e çevirmeye çalışmak ne sonuç getirir, ne de ele avuca sığacak bir demokrasiyi ortaya çıkartır. Neden mi?
Böyle devam ederse;
Ne el kalır, ne de avuç!
Ne yumruk kalır, ne de Orhun abidelerine benzer kınama mesajları…
Ne deli kalır, ne de akıllı
Ne bent kalır, ne de baraj…
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 16 Nisan günü akşam 20:00-21:00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Haftanin’in Xantur ve Şeşdara ile sınır hattının geneline yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 15 Nisan günü akşam 19:00 ile 16 Nisan günü (bugün) gece 01:30 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Haftanin’in Xantu ve Şeşdara alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Yaklaşık üç haftadır Şırnak’a bağlı Cudi alanında operasyon yapmakta olan TC ordusuna bağlı bir grup asker ile gerillalarımız arasında 14 Nisan günü akşam 17:30 sıralarında bir çatışma yaşanmıştır. Balveren (Gundik Mele) kırsalında kısa mesafede gerçekleşen çatışma sonucunda çok sayıda düşman askeri öldürülürken, ölü ve yaralıların sayıları netleştirilememiştir. Çatışma ardından havadan destekli olarak bölgede yoğunlaştırılan operasyon halen devam etmektedir.
15 Nisan 2010
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Çok değil daha dün akşam izlediğim bir filmin, bugünün gündemine bu kadar yoğun bir şekilde denk gelmesi başlı başına tesadüfi de olabilir, tabi sistem denilen o canavar göz ardı edilirse!
Gerçekten o canavar göz ardı edilirse ve buna istinaden gerçeğin arayışçısı olunmaya çalışılırsa güllük gülistanlık bir dünya kurulur mu?
Ya da karanlığa küfredercesine bir mumun yakılması sonucu, nereye tüküreceğini şaşıranlar, gerçeği bulmuş şimendifer gibi ortalıkta gezinmeye devam etseler dahi, gerçeğin bütün hikayesi (ki her hikayede olduğu gibi, bu hikaye de tüm çıplaklığını sonuna kadar gidenlere göstermeyecek mi?) daha çok tılsım kazanmayacak mı?
Soruları çoğaltmaktan ziyade izlemiş olduğum filmle konuya giriş yapmak daha makbul olabilir. “Ara sıra Nisan” ya da orijinal adıyla “Sometimes Aprıl”, Ruanda’da yaşanan bir iç savaşı bir yüz başının başına gelenlerle anlatmaya çalışıyor. Nisan 1994’de Titu’lar ve Hutu’lar arasında yaşanan, aslında iktidardaki Hutu’ların, Titu’lara yönelik yürüttüğü soykırımcı saldırıları, 2004’ün Nisan’ında, Titu olan eşinden, Rahibe okulundaki büyük kızından ve eşinin yanında canını kurtarmak için yollara düşen iki oğlundan yoksun bir şekilde güncel ile geçmiş arasında yolculuk yapan Yüzbaşının karelerinden anlatmaya çalışıyor.
Bunlar filmin temel öner semesi oluyor, bunun yanında ufak ve yan kareler de var. Belki de bunlar filmin bütünlüğündeki inandırıcılığı oluşturan ve orada yaşananlarda dahi buraları da gösteren temel fragmanlar oluyor. Faşist bir partinin üyesi olan ve ulusal radyoda, Hutu’ları her gün savaşa, yıkıma çağıran bir diğer karakter de yüzbaşının kardeşi oluyor.
Ve bir yerde iki kardeş arasındaki diyalogda; radyoda çalışan, “Senin ailen benim, unutma sen de, ben de Hutu’yuz” diyor.
Gerçekte yaşanan bir olayı bu şekilde yansıtan bu çalışmanın bir başka önemli özelliği de; o dönemde yaşananlarda ortaya çıkan bilançoları da aralara serpiştirmiş olmasıdır. O bilançolar bile insanı hayretlere düşürüyor;
İlk gün; sekiz bin Titu vahşi bir şekilde katlediliyor.
İkinci gün; öldüren Titu’ların sayısı on beş bine yükseliyor.
On beşinci gün de ise; öldürülen Titu’ların sayısı 280.000’ni buluyor.
Bunun da anlamı bir günde ortalama; 1.867 Titu’nun öldürülmesi oluyor. Onun da kabaca hesabı, bir saatte 78 Titu’nun öldürülmesi oluyor. Bunun da ötesinde yaklaşık olarak dakikada bir insan ya da dakikada bir Titu öldürmüşler Hutu’lar.
Filme yönelik merak duyanlar, ilk elden fazla zaman kaybetmeden bu filmi izleyebilirler.
Tabi burada pek ala bir şekilde denilebilir ki; bugünle ne alakası var bunların?
Gözler ve sözler 27 Mayıs’ta patlayan mayına ve onun gerçeğine çevrilmişken, Kasım ayının sonlarında Kürt Halk Önderliğinin çözüm konusundaki samimiyetini göstermek için çağrıda bulunduğu ilgililerin buna uyması sonucu, bilinen o meşhur Habur sendromunu bu ülkede yarattılar.
Şimdi o gruplara 20’şer yıllık taleplerle cezalar açılmakta. Ve herhangi bir yerde ciddi olarak, kayda geçecek şekilde herhangi bir sendrom da yok!
Yine gün aşırı Kürdistan’ın birçok bölgesine ve özellikle sınıra sıfır noktalara askeri sevkıyatlar son hızıyla devam etmekte. Buna yönelik de herhangi bir ses, görüntü ya da civanmert bir şekilde karşıt duruş söz konusu olamıyor.
Sözün özüne gelecek olursak;
Barış gruplarının yargılanmasının ortaya çıkaracağı sonuçlar üzerine düşünülmesi gerekir. Yine bunun yanında Zir, Poyrazköy vs soruşturmalarından ziyade Şırnak’ta, Cizre’de neden faili meçhul aramalara yönelik herhangi bir gelişmenin olmadığının sorulması gerekir. Günümüzde dahi bunların farklı ve aynı zihniyetle iş başında olduğunu daha gerçekçi bir şekilde görmek lazım!
Bunun yanında bölgede bu kadar yoğun askeri sevkıyatın ve lokal operasyonların, sözü edilen demokrasi hamlesiyle ya da değişen Türkiye’yle bağını iyi kurmak gerekiyor. Köşelerden ya da ekranlardan değişim sancısının yaşandığını söylemek yerine; nasıl bir değişim? sorusuna yerinde ve doyurucu cevaplar vermek gerekiyor.
Yoksa salt 27 Mayıs’ta Çukurca’da patlatılan mayınla gündem yaratmak ve belirli kesimlerin de “bizi yıpratmayın” edebiyatlarıyla, nereye tüküreceğini şaşıranların yapabileceği çok fazla bir şey de yoktur. Yukarıdaki sorular ve çelişkiler açığa çıkarıldığında ya da cevaplandığında karanlığa mum dikmek daha da anlamlı olur.
Böyle olmazsa, gün gelir Hutu’lar ve Titu’lar da olduğu gibi Kürt-Türk savaşında ne kadar insanın öldüğü, dakikada kaç insanın öldürüldüğü hesaplanır. Bunun da anlamı çok ama çok yazık olur!
- Ayrıntılar