Basına ve Kamuoyuna!
1. 3 Temmuz günü gece saat 22:00-01:00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap’ın Gundê Şive alanına yönelik olarak hava saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 30 Haziran günü Mardin’e (Merdin) bağlı Bagok ve Keserê alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. 2 gün boyunca herhangi bir sonuç alamayan TC ordusu 2 Temmuz günü alanda yangın çıkartarak yakarak geri çekilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Hareketimizin almış olduğu eylemsizlik kararına rağmen TC ordusu tarafından Haziran ayı boyunca HPG güçlerimize yönelik olarak gerçekleşen 22 operasyonda gerillalarımızın büyük duyarlılığı sonucu olarak 2 kez temas yaşanmıştır. Bu operasyonlara karşılık olarak ise HPG güçlerimiz tarafından herhangi bir eylem gerçekleştirilmemiştir. Haziran ayı boyunca hem Kuzey eyaletlerimize hem de Medya Savunma Alanlarına yönelik olarak toplam 25 top saldırısı ve 3 hava saldırısı yapılırken, bu ay içerisinde toplam 4 arkadaşımız şehit düşmüştür. Haziran ayı içerisinde gerçekleşen hava, obüs ve havan saldırılarında sivillere ait birçok yerleşim yeri ve bahçe zarar görmüş, onlarca hayvan telef olmuş ve Kürdistan coğrafyası bu saldırılardan dolayı yanmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 30 Haziran günü gece saatlerinde Hakkari’nin Çukurca ilçesine bağlı Geliye Zap, Balisa Tepesi, Helwesis alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından başlatılan operasyon, Talisa, Heştê, Gise, Siyarê ve Zavite alanlarını da kapsayarak genişletilmiştir. Yoğun asker sevkiyatının yapıldığı ve havadan desteklenen operasyon devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 30 Haziran günü gece saatlerinde Hakkari’nin Çukurca ilçesine bağlı Geliye Zap, Balisa Tepesi, Helwesis alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. Operasyon devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Son zamanlarda elimin altında olan, göz attığım ama daha okuyamadım bir kitap vardı; “Iskalanmış Barış” diye üzerinde kalın puntolardan oluşmuş bir yazı, kapak tasarımında ise Kürdistan haritası üzerinde doğu vilayetlerinde daha öncesinde yaşamış olan azınlıklardan çeşitli fotoğraf kareleri dikkatimi çekiyordu. Basel’li bir genç daha tez çalışmaları yaptığı dönemde yürüttüğü on yıllık çalışmayı bir kitap olarak hazırladığını söylüyor ve kitabının önsözünde “Anadolu’da kendisinden başkasını dışlayan milliyetçiliğe değil, insana tüm insanlığa aittir” diye de, iddialı ve sunturlu bir cümleyi de serpiştirmiştir. Şimdi yaşamakta olduğumuz dönemde beynimin bir köşesinde yer ediniyor bu cümle kendine hemencecik. Ne de olsa barışın düşük volümde de olsa, bazı açıklamalarda ve telaffuzlarda genze dokunması gibi bir dönemi çok sık yaşamıyor bu coğrafya. Barışın olmasına yönelik ve sorunların çözümünde diyalog arayışlarının geliştirilmek istenmesi beraberinde, insana dair hilkatlara ve düşüncelere gark eyliyor kendilerini, sözüm ona tüm insanlığın ilerici lafatörlerini… ama bu dönem kesik kesik ilerliyor ve nedense açıklamalar bahar zamanında bir gecede gelişen kültür mantarlarıyla aynı anlamın dışına taşıramıyor kendisini.
Ortalıkta dolaşan bir belge tartışması, bununla birlikte peşin sıra açıklamalar ve ültimatomlar boy veriyor ortalıkta. Neredeyse herkesin eli kabzasında ve mafyavari bir gündem koşuşturması almış başını… bunun “ıskalanmış barış” kitabıyla çok yakından bir bağlantısı yok. Ama barış veya Kürt sorunu tartışmalarıyla çok yakından bağlantıları olduğu da tartışılmayacak kadar gerçeklik arz etmektedir.
Yaşamakta olduğumuz dönem itibariyle şunu belirtmek; “Dolmabahçe İttifakı Bozuluyor” demek, sanırım perde arkasında ve belge, fotokopi arasında yürütülen müsvedde bir savaşın şifreleri oluyor. Neydi Dolmabahçe ittifakının gerçek yüzü? Yani oradaki görüşmede en azından bildiğimiz kadarıyla Fenerbahçe’nin transfer listesi tartışılmadı ya da hafta sonunda gerçekleştirilecek at yarışı hakkında birbirlerinden tüyo alış verişinde bulunmadıkları kesindir, TC başbakanı R. Tayip ile (o dönemin) TC Genelkurmay Başkanı Y. Büyükanıt’ın. Her nedense bu zatı muhteremler “bu görüşmenin içeriği benimle mezara gidecek” diye sözüm ona mükremin çıtır’lık yapsalar da, görüşmenin “iktidar” palazlanmasını sahiplenme tevessülü ile çıkarcı “KÜRT PAZARLIĞI” olduğunu anlamakta gecikmiyoruz. Bu pazarlık ve siyasetin geliştirdiği dönemde Kürtlerin önderliğine ve özgürlük hareketine yönelik şiddet politikasının tavan yapmış hali yürütülmüştü. Peki, bu temelde yürütülmüş pazarlık neden son günlerde tekrardan eskisi gibi ahenkli ve kol kola ilerlemiyor.
Çok basit olan bir cevap duruyor karşımızda, burada ABD’nin yeniden keşfi kesinlikle söz konusu değil. Sadece şunu söylemek düşüyor birçoğuna, “KRAL ÇIPLAK!”. Yani devletin birçok kurumunda halkların boğazlaşmasını, yaşanacak çatışmaların ve savaşların yürütülmesinin dışında bir Anadolu hayal edemeyenlerin ve siyasetlerinin, tekellerinin dışına çıkamayanların gardını almış olması da aslında kralın çıplaklığını örtemiyor, gizleyemiyor. Bundan dolayı da kürdün imhası ve özgürlük mücadelesinin bastırılması temelinde oluşturulmuş bir ittifak, günümüzde geliştirilmek istenen diyalog ve demokratik uzlaşı sürecinde anlamını yitiriyor. Bundan dolayı da başta İ. Başbuğ gibileri ve böylesi bir zihniyetin kuşakları başta, -öz kışlası olan ABD’den, sonrasında da karargahından, kükremeye başladılar. Tabi o kükremeye çalışırken, İzmir’de bir subayın intihar haberi de ajanslara düşüyor. Yani bu subayın da Rus ruleti oynamamışsa, intiharın nedeni de oldukça önemli bir konu olmakta. Kürt sorununa hükümet ve ordunun yaklaşımlarındaki farklılık, onların Kürt siyasetlerinde oluşturdukları ittifakın çatlamasını ve simetrik veya asimetrik bir savaşa girişmelerini de beraberinde getirdi.
Öyle ki, i. Başbuğ yaptığı açıklamaya anayasa kitapçığını da getirecek kadar bir simetrik hesaplar ve düellolar içerisindeyiz. Ne de olsa AKP ve CHP dün anayasanın değiştirilmesi ve 12 Eylül cuntacılarının yargılanması için görüş alışverişinde bulunmuşlardı. Yine öyle ki; dün TC başbakanı t. Erdoğan açıklama yapıyor, askeri savcılık karar vermiştir, bundan sonra süreç sivil yargıya intikal etmiştir deyiveriyor ve bugün savcılar, subayı ve subayları şüpheli olarak ifadelerini vermek için önümüzdeki haftaya adliyeye davet-benim bildiğim kadarıyla savcı ve adliye davet etmez, tebliğ ederler, ediliyorlar. Burada eminim ki, bazıları yine hukukun üstünlüğü, sosyal hukuk devleti safsatalarına kalkışacak ama savcının verdiği tarihe baktığımızda, aynı gün MGK toplantısının yapılacağının da bir tesadüf olması da son derece iyi hesaplanmış bir simetrik hamle olmaktadır. Devletin hükümeti ve ordusu arasında yaşanan bu durum elbette, Kürt özgürlük hareketi tarafından geliştirilen eylemsizlik süreci ve Kürt sorununda yaşanan son gelişmelerle yakından bağlantılı olmaktadır. Bundan dolayı da hükümet, ordunun sesini yükseltmesine ve siyasete bu kadar aktif katılmasına daha fazla katlanacak bir durumda olmadığını gösteriyor. Ordu da başta darbeci generaller olmak üzere sözüm ona Kürt politikasında yaşanacak en ufak bir değişiklik karşısında elini masaya vurmaya devam ediyor. Bu çatışmalar ve savaşların içinde önümüzdeki yıllarda başka gençler tez çalışması için “Iskalanmış Barış” konusunu seçmemeleri için de, toplumun bütünlüklü olarak Kral çıplak olduğunu ya da Anadolu’nun, kendisinden başkasını dışlayan milliyetçiliğe değil, insan’a-insanlığa ait olduğunu bütün meydanlarda, sokaklarda söylemesi gerekiyor.
- Ayrıntılar
Her birimiz bir yerden geliyoruz.
Her birimiz bir aşiretten geliyoruz.
Her birimiz bir aileden geliyoruz.
Orada, şurada, sürgünde, sömürge ülkede, Kürdistan ve ülke dışında her birimiz kendi başına biriz.
Her birimiz, birimiz iken yetmiş ikiden sonra ise toplandığımız yer itibariyle, ruh itibariyle biriz.
İster kentlerde olsun, ister köylerde olsun, ister ovalarda olsun, isterse dağlarda olsun.
Her yerde stargahlarımız bir oluyor.
Bundan daha seksen dört yıl önce 29 Haziran günü böyle bir miydik?
Bunun cevabı çok rahat bir hayırdır.
O gün Amed’de darağaçları birer birer giyotin gibi sallanıyordu.
Bir bir Kürt önderleri iplerde sallanıyordu.
Türk cellatları tarafından.
Ax û waxlar.
Feryadı figanlar yeri göğü inletirken darağaçlarından ta uzakta.
İdam sephalarının bulunduğu Amed ise elli üç yıllık bir sessizliğe doğru yol alıyordu.
Şex Said idama giderken bunu görüyordu.
Oğullarım var diyemiyordu.
Sözü torunlarına getiriyor ve diyordu ki: “Şu anda fani hayata veda etmek üzereyim. Halkım için olduğuma pişman değilim. Yeter ki torunlarım düşmanlarıma karşı beni mahcup etmesin.”
Tarihin çanları 29 Haziran 1925 tarihini vurunca bu sözler söyleniyordu.
Tarihin çanları 27 Kasım 1978 tarihini vurunca Şex Saidê Kal’ı torunları mahcup etmeyecekti.
Mahcup etmeyecekti torunları ve onların kurduğu intikam hareketi PKK.
Nice torunlardan genç kızlar ve erkekler silah kuşanacaktı.
İntikam kuşanacaktı.
Korkusuzca yürüdüler dağlara, dağlardan beste beste özgürlük ezgisi esti köylere, kentlere, metropollere dört bir ali cihana.
Tarihin çanları 30 Haziran 1996 tarihini vurunca Seyid Rıza’nın Dersim’inde adanmışların tanrıçası bir genç Kürt kızı çıkıyordu tarih sahnesine.
Saç tellerine kadar kendini parça parça ederek fedaileşiyor ve yeni bir özgürlük evresini başlatıyordu.
Ve o andan sonrası farklı olacaktı.
Ne Anadolu ve Trakya, ne de Kürdistan eski Kürdistan olmayacaktı.
Ne Kürt erkeği, ne de Kürt kadını eski Kürt erkeği ile kadını olacaktı.
Artik sömürgeci Türk cellatları bu hakikati kabul ediyorlardı.
Ve bunun yaraticısının Rêber APO olduğunu bilmeyecek kadar akılsız değildiler.
Bundan dolayı Rêber APO’yu hedeflediler.
Aslında PKK ile Rêber APO’ya karşı savaşan asil güç Türk ırkçı cellatları değildi.
Türk ırkçı cellatları bu savaşın çıplak askeri idiler. Batının jandarması idiler. Şimdi de böyledir.
Esas savaşan NATO idi. Şimdi de Kürdistan’da savaşı komuta kontrol merkezi NATO’dur.
ABD, İngiltere, Almanya ile İsrail idi. Şimdi de böyledir.
Tüm bu maskesiz cellatlar birleştiler. Bundan on yıl önce.
Rêber APO’yu esir düşürdüler.
Kurdukları İmralı sisteminde Rêber APO’yu meşru olmayan bir şekilde güya yargıladılar.
Ve Şex Saidê Kal’ı idam ettikleri gün olan 29 Haziran günü idam cezası verdiler Rêber APO’ya.
Bunu yaparken 1925’teki zihniyeti aynen olduğu gibi devam ettiklerini gösteriyorlardı.
Rêber APO bu karara karşı şunu söylüyordu. “Kürt sorunun barışçıl ve demokratik çözümü geliştirilmezse PKK savaşı sürdürecek potansiyele sahiptir. Ve tarih beni beraat ettirecektir.”
Tarih bu Haziran ayının sonunda Rêber APO’yu ve Kürtleri doğru çıkarıyor.
PKK, Kürt sorunu çözülmediği için daha büyük bir potansiyelle savaşıyor.
Türk devletinin cellatlıkları yavaş ta olsa toprak altından toprak üstüne çıkıyor.
Böylece tarih hükmünü yavaş ta olsa Rêber APO’nun beraati şeklinde veriyor.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
28 Haziran günü gündüz 12:00-13:00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Xakurkê’nin Adulkovi ve Piro alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır. Yapılan saldırı sonucu alanda bulunan ve köylülere ait olan bir çok mera zarar görmüştür.
29 Haziran 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 27 Haziran günü 11:00-15:00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Xakurkê’nin Karker ve Şehit Beritan alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
“Eylem tahminen saat 5’te olur. 6’da benim için BBC’yi dinleyin. ‘Deli bir kadın kandırılarak patlatıldı’ diyecekler.”
Şahadetin ötesine uzanan bir öngörüyle zafere ışıltısı vardı gözlerinde. Şimdi 96’nın 30 Haziran’ı, akşam saat 6 ve BBC aynı yorumu verdi bir Türk yetkilisinin ağzından. Nasıl da bilmiştin düşmanın senin gücünü inkar edeceğini. Tıpkı ölümünle yaşamı yarattığını bildiğin gibi. Hamile bir kadın görüntüsüyle gidecektin eyleme. Düşman hamile kadınlardan da çok korkacak, ama korksunlar! Çünkü “Her doğan çocuk ülkesinin özgürlüğünü arayacak, bu topraklarda.” demiştin.
Sen eyleminle bir ülke doğururken tüm hamile kadınlar sorgulandılar, iki kez arandılar ve bundan gururlandılar kendilerinden korku luyor diye. Ve bu kadınlar, seni anarken her biri bir parça özgürlük doğurdu, senin eşliğinde.
İki gün sabredip bizi gözlemledin. Kim bilir ne okudun gözlerimizde, -ki hep mütevazı ve utangaç gülümsedin. Akşama doğru çayımı zı ateşe koyarken soruverdin; “He val, neden bomba yapımına başlan madı daha?” Kaçamak, bir parça da panikçi bir cevaptı bizimkisi; “TNT’ler nemli, onları güneşe koyup kurutuyoruz. Suyun kaynamasına az kaldı, ben gidip çay getireyim.” Bir diğeri; “Ben de şekeri” bir diğeri; “Ben de bardakları.” Hepimiz ortadan kaybolduk. Seni tek başına bırakarak. Geri döndüğümüzde ise her birimiz büyük bir hevesle konuyu değiştirmeye koyulduk. Ama izin vermedin, yüzümüze gözümüze bulaştırdığımız sohbeti devam e dişimize rağmen; “Heval ben bom bayı sordum.” Ciddi bir askerin soğuk kanlılığıyla başka bir eylem için hazırlayacağımız bombadan söz eder gibiydin ve devam ettin; “Ken dimle birlikte hepinizin umutlarını kattığım şeyin ne kadar sağ lam ve etkili olduğunu bilmem gerekir. TNT’ler nemli olmasın, içine çok fazla alçı parçası yerleştirelim. Çok şiddetli ve etkili olmalı, içinde zerre bırakmamalı.” Ne diyeceğimizi şaşırdık. Ortada zerresi kalmasın dediğin şey senin bedenindi, yani arkadaşımızın. Söz söyleyemedik. Öfkeyle kimimiz elimizdeki çubuk la közleri, kimimiz toprağı karıştırdık. Üzüntümüze dayanamadın ki, havayı yumuşatan yine sen oldun. Kimimizin utangaç talimat veren komutanlığı, kimimizin beceriksizce yaptığı yemekleri, bir ötekinin her şeyi aşırı ince eleyip sık dokuyan yaklaşımlarını taklit ve esprilerinle anlattın.
Zaman, közün başında gecenin bilmem hangi saatine ulaşmıştı. Ön ce çocukluğun, sonra gençliğin, annen, kardeşlerin, arkadaşın, kimlik sorunun, militanlıkta karar kılışın, kısa gerilla deneyimin ve Önderlik. Her şeyden daha fazlası da Önderlik! Bir o kadar da halkın ve kadınlığın özgürlüğüne yol alışın ve tabii ki eylem kararın. Anlatımla zaman sonsuzlaşıyor; coşkun, sözleri bütün zamanlara ait kılıyor. Eylem anını tasarımlarınla anlatırken zaman avuçlarının içinde ve eylemini gerçekleştirmiş olan birinin huzuru ve büyüklüğüyle, her şeye meydan okuyan derin bir sessizliğe gömülüyorsun. Sonra tekrar dalıyorsun yaşamının ayrıntılarına; tabii seninle birlikte bizler de dalıyoruz.
“Çocukluğumda beni en çok zorlayan, yoksullarla zenginlerin arasındaki farktı. O yüzden hep yoksullarla arkadaşlık kurmayı severdim. Ulus bilincim zayıftı, ailede hiç tartışılmadı. Alevilik - Sünnilik tek kimlikti. İşte kimliksiz sol bu gerçeğe dayalı olarak yaratılıyor. Üniversite yıllarında kökenimi araştırdım ve ulus kimliğimle tanıştım. Sonrası mı? Buraya kadar getirdi beni.... Nerede ezik bir Kürt görsem duruşuna tepki le nirdim. Ona sahiplenerek kendisine güvenmesini istedim. Kimliğimi en çok Ada na faaliyetlerinde hissettim. Susamış casına halkımla oldum. Onlar en güzel şeyleri fazlasıyla hak ediyorlar.”
Kelime kelime sadık kalamadıysam da söylediklerine halkının insanlık ailesi içinde yerini alması için eyleminle en güzel varlığını ortaya koydun. Bu bir kadının halk sevgisiydi. Köleliği, halkıyla at başı gitmiş olan kadının bundan daha güzel bir özgürlük arayışı olabilir miydi?
Demiştin ki; “Annem beni faz la anlamadı. Neden PKK’ye katıldım, neden tercihim farklı oldu? Yanında olmamı istiyordu. Eylemimi anlayacak mı? Oysa acı değil, mutluluk duymasını isterdim. Keşke şu an ya nımda olsaydı da tartışabilseydim. Ey lemimin onun için de olduğunu söyleyebilseydim.” Er tesi gün yaz dığın mektupta kadın özgürlüğünden, anne olmanın güzelliğinden, halkına çocuğunu sahiplenmesi gibi yaklaşması gerektiğinden, kadının kurtuluşunun ülkenin kurtuluşundan geçtiğinden ve onu ne kadar çok sevdiğinden bahsettin. Eylemin ülkeye dönüştü, yani a naya, özgürlüğe dönüş. A MAR Gİ... Bu kavramın anlamını o zaman bilmesek de eylemin bunu tanımlayacak, tanımın ötesinde ifadelendirecekti.
Huzurlu ol Heval Zilan. Annen seni sahiplendi; ülkeye, anaya dönüşüne sevindi ve bundan gurur duydu. 5000 yıllık köleliğine rağmen onunkisi yine bir kadın yüreğiydi. Başka türlü davranabilir miydi bu büyüklük karşısında? Duruşun kadınca, eylemin kadınca.
Gerillacılığın, o eşsiz acılarla kut sanan askerliğin...
“Beynim ve yüreğimle bir askerim ben. Eylemim vurucu olmalı, sıradan değil. Kürtler hep başkasına iyi asker olur diyorlar. Onlara Kürtlerin kendileri için askerliği nasıl yaptığını göstereceğim. Düşman çok korkmalı. Bu topraklara bastığına bin defa pişman olmalı. Neye uğradıklarını şaşıracaklar. Artık çok korkacaklar, değil mi heval? Çok panikleyecekler.”
Tıpkı söylediğin gibi oldu. Son tellerine kadar emre amade bir askerin, varlığını havaya uçurmasından nasıl etkilenilip korkulursa öyle korktular. Bombanın patlaması sonucu ölümle tanışırken yaşamla ölüm arasındaki o birkaç saniyede, onların olmayan bir ülkede bulunmanın o derin pişmanlığını eminiz ki yaşadılar.
“Başkan Apo!” Büyük bir özlem ve bağlılıkla sarfettiğin iki kelime. “Keşke görebilseydim, bir kez sarılabilseydim.” derken ilk defa ağladığını gördük, uzun ve sessiz bir ağlayış. Sana ve ağlayışına o an, böyle bir imkan yaratamamanın ezikliğiyle katıldık. Sen bir taraftan Başkan’ı göremeyişinin acısını düşmana ifadelendirirken, bir taraftan da en güzel sevgi sözcükleriyle Başkan Apo’nun yüreğindeki varlığını daha da güçlendiriyordun. Anlatımlarının çoğunluğu Başkan’a dairdi. Fakat şu cümleni hiç unutmadık; “Hissediyorum, Başkan bu eylemi gerçekleştirirken ki nedenlerim ve amaçlarımı çok özgün ele alacak ve beni her şeyimle anlayacak.” Önderlik, eyleminden sonra; “ZİLAN BİR TANRIÇADIR!” söylemiyle sonsuzlaştırdı seni. Aslında sen hislerinin ötesinde Başkanı anlamış ve kendini ona adamıştın.
Kutlu olsun Tanrıçalığın. Kutlu ol Tanrıçamız ZİLAN!
Hele şehitlerimiz; “Mazlumlara arkadaş olmak istiyorum. Onların ideolojik gücü ve fedailikleri beni çok çekiyor.” Şehitlerle olan yoldaşlığını nasıl güçlü yaşadığını anlatabilir miyiz? Tek bildiğimiz şey çoktan onlarla yaşamaya başladığındı. Her gece gördüğün rüyalarda Hakiler, Kemaller, Beritanlar, Mazlumlar vardı. Yalın bir anlatımla özetlerdin; rüyalarını yorumlayamazdık; sadece susardık. Zaten sen de gözlerindeki ifadeyle sesli yorumlamayın der gibiydin. Yorumun ötesinde, seninki paylaşılmaya başlanmış bir dünyaydı ve bunun üstüne söyleyecek söz olamazdı elbette.
Duygu yoğunluğun tarifsizdi. Anlatımların ve duyguların at başı gidiyor. Sosyalizme inancın teorik bir söylem değildi. Ruhun coşuyor, ellerin hararetle sallanıyor ve heyecanlanıyorsun. Sevgiyle söz ettiğin an, her şey yumuşak bir dokunuşa dönüşüyor. Hele Başkan’dan söz ettiğinde tam bir çocuk gibisin. Ço cuklar sevginin gücüne sonsuz inanır ve masumlaşır, tıpkı sende olduğu gibi. Sonra öfken gözlerinde şimşek gibi çakıyor, her şeyi bir yumrukta parçalayacak gibi oluyorsun. Üzüntün, hemen gözlerimdeki yaşlarla ifadeleniyor. Şaşkın başlarımız altında; “İnsan üzüntülerine ağlamaktan çekinmemeli; tabi eğer üzüntünün nedenini aşacak gücü varsa. Eğer yoksa bu gözyaşları zavallıca olur.” diyorsun. Her çeşidinden bir duygu fırtınasına kapılmış gidiyoruz, yüreğimiz sıkışıyor, bilincimiz almıyor. Dayanamıyoruz... Tam da bu noktada müthiş bir tarihsel öngörüsüzlük. O an, yoldaşını randevulu bir ölüme göndermek istememenin duygularına sığınarak; “Heval Zi lan bu eylemi yapmayalım. Bombayı Dersim merkezine gönderelim, yine etkili patlatırız. Sonra sen de hep saldırılara gidersin, bir değil on eylem yaparsın” Sen; “Beni seviyorsunuz, sevgi beni sonsuz mutlu eder. Ama duygularımdan korkmayın. Bombayı patlatacağım an bu duyguların hepsini birarada yaşamalıyım. Beynim silahımsa duygularım tetiktir. Üzülmeyin desem de üzüleceksiniz. Ama rahat olun. Güvenin bana, bu eylem gerçekleşecek. Özgürlüğün bedeli şahadetse, hepimiz de bu bedel ödemelerin adayıyız. Öyleyse fark yok aramızda.” demiştin. Sonra sessizlik... Engelleme çabalarımıza rağ men birbirinden saklamaya çalışılan göz yaşları. Zaman her şeyi süzgeç ten geçirdi o an. Süzgecin yüzeyinde kalan sadece senin sözlerin ve o an. Duygular tarifsiz, o an artık her şey.
Eylem keşfi ve hazırlığı, her şey tamamlanmıştı. O gece saat 3, çığlık çığlığa bağırıyorsun. Panikle seni uyandırıyoruz, ama sen yine ağlıyorsun. O an çaresiziz, o an öfkeli, o an bütün dünyayı yerle bir etmenin istemi. Seni zorluyoruz; “Heval Zilan ne olur söyle, ne gördün?” Çok ısrar ediyoruz ve sen hiç de beklemediğimiz bir cevap veriyorsun bize; “Rüyamda bombayı patlatacağım, ama patlamıyor. Düşman beni yakalıyor ve her şey boşa gidiyor. Zafer onların oluyor.” Karanlıkta yüzümüzü görebilseydin ne kadar dehşete kapıldığımızı görürdün. Karanlığa sığındık... Onu her zamankinden daha çok sevdik. Sabah gördüğün rüyanın etkisiyle daha tedbirli olmaya karar verdin. “İki el bombası götüreceğim. Eğer bomba patlamazsa el bombalarının etkisiyle patlarım. İşimiz şansa kalmasın, düşman sevinmesin.”
Daha nice şeylerle tamamladık, birkaç günü. Saçlarını kat kat kestik, elbiselerini tamamladık. Her şeyiyle ülke doğuracak bir kadın görünümündesin. Vedalaşmayı anlatmayacağım, bizden zafer işareti yaparak uzaklaşmanın dışında. Arkandan tekrar tekrar aynı cümleler; “Bir sorun çıkarsa lütfen geri dön, kendini riske atma, seni bek leriz.” Üç defa dönüp kocaman gülümsedin ve rahatlatıcı bir el salladın, sonra koşarak el salladın. “Bir sorun çıkarsa .....” en az on defa daha karanlığa bağırılmış sözler. Geride seni yalnız göndermenin üzüntüsü, ne olacak kaygısı, bilincimizin her karesinde anıların ve anlama zorunluluğunun yüküyle.
Altı-yedi günlük endişeli bir bekleyişten sonra 30 Haziran’da akşam saatleri, tepeciler müjdeliyor: “Dersim merkezde kocaman bir patlama!” Hepimiz Zilan diyoruz. Bütün düşman cihazları kilitlendi, ölenler öldü, ölmeyenler işgalci olmanın günahıyla cehennemi yaşarken gördüler. Bizler ise, seni tam anlayamasak da gurur duymanın o güvenilir duruşuyla yüreğimiz ve beynimizle tam bir çatışma meydanıyız.
Özgürlüğe olan inanç gibi sana inanıyoruz HEVAL ZİLAN
Bir Gerilla- Ayrıntılar