Basına ve Kamuoyuna!
1. 9 Temmuz günü Hakkari’nin Şemzinan ilçesine bağlı Herki bölgesinde bulunan Bêguza ve Salara mıntıkalarına yönelik olarak TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. Operasyon halen devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Çocuklar annelerine yaslanarak büyür. Anneler çocuklarını giydirir, içirir, doyurur ve elinin altında büyütür. Her türlü kötülükten korur. Adeta kanatlarının arasına alıp sıkı sıkıya sarmalar. Gözbebekleri gibi büyütürler, kıyamazlar incitmeye, kırmaya ve dövmeye. Evet, böyleydi annelerimiz. Hepimiz annelerimizin gözbebekleriydik, en sevdikleriydik. Saydıklarım bir annenin çocukları için yaptıklarının çok az bir kısmı. Anneler daha neler yapmaz ki!
Ama ülkemde, büyüdüğüm coğrafyada anne kucağından zorla alınır çocuklar. Dövülür, kolu kırılır, öldürülür, zindanlara atılır, aç bırakılır. Çocuk olduğu unutulur. Ona yapılanlar yaşına bile sığmayacak düzeyde büyük ve kahredici. Çocukların o küçücük yüreğini öfke kaplar onlara yapılanlar karşısında. Onlar akranlarının oynadığı oyuncaklarla oynamaz. Oyun yerine, yaşayabilmek, ölmemek için ona yönelen saldırı karşısında taşı nasıl kavrayacağını, kendisini nasıl koruyacağını öğreniyor. Yaşıtlarıyla sokak aralarında kovalamaca oynamanın yarattığı heyecan ve sevinci birçoğu hiç tadamadı. Çünkü büyüdükleri sokak başları hep tutulu eli silahlı, öfke kusan ADAM’larca. Bu yüzden çocukça mutluluk ve sevinçlerle evlerinin eşiğine hiç atlayamadılar. Ürkerek, korkarak, kapıları yumruklaya yumruklaya, annelerinden kendilerini eli silahlı ADAM’lardan korumanın yakarışıyla atladılar hep. Anneler sıkı sıkıya kucaklasa da çocuklarını, çocukları hep zorla, dövüle dövüle kucaklarından alınıp götürüldü. Anneler el kaldırmaya kıyamazken, polis dayağıyla, işkenceyle tanıştılar. Anne kucağından cezaevlerine götürüldüler ve hala orada birçoğu… Demir parmaklıklar arasında büyüyorlar, çocukça ve rengârenk hayallerini gri duvarlar kesiyor. Uğur’un, Ceylan’ın ve daha birçoğunun başına neler geldiğini gördü birçoğu. Çocuk yaşta birçoğunun belleğine yerleşen ve anımsadıkça tüylerini diken diken eden, kan, ölüm, dayak ve daha birçok uygulama…
Anne kucağının güvenilirliği yok ülkemde. Çünkü çocuklar anne kucağındayken bile vuruluyor, anne kucağından alınıp zindanlara konuluyorlar. Çocuk yaşına rağmen bu gerçekliğin yakıcılığıyla karşılaşan çocuklar büyümek için daha güvenilir yerler bulmanın arayışına giriyorlar. Büyümek ve yaşamak için dağlara sığınıyorlar. Dağın heybetine ve dağın koruyuculuğuna güveniyorlar. Onurlu ve özgür yaşamak, kendini ifade edebilmek ve inkarına düşmemek için dağlara koşuyorlar. Mazlum, Karer, Bahoz, Nucan, Sarya ve adını sayamadığım daha niceleri gibi…
Öyle çetin bir kavganın içinde o kadar erken büyüyorlar ki onlar bile nasıl büyüdüklerini fark etmiyorlar. Hayalini kurdukları özgür ülkeyi ve tüm insanlığı içine alabilecekleri kadar büyüyor yürekleri. Öyle yiğit, cesur ve gözü pek olurlar ki düşmanlarını utandıracak kadar, yoldaşlarını kendilerine hayran bırakacak kadar…
Dağlar Mazlumlarla, Karerlerle, Bahozlarla, Nucan ve Saryalarla dolu. Annelerine, kardeşlerine ve daha sonra doğacak olan Kürdistanlı kardeşlerine özgür bir ülke yaratmak için, onlara özgür bir ülke armağan etmek için dağlardalar, kavganın tam ortasındalar.
Mazlumun dağ kokusunu alanlar, Mazlum’un anısına ve kavgasına sahip çıkacaklardır. Bu çark böyle döndükçe, çocukların öldürüldüğü, dövüldüğü, cezaevine konulduğu, kendisini inkar etmesini istediği bir sistemsel gerçeklik oldukça TAŞ ATAN ÇOCUKLAR hep dağlara koşacaktır…
Rojbin GOLAV
- Ayrıntılar
Mücadele tarihimizde siyasal sürecin bu denli kapsamlı değerlendirilmesi son geçen birkaç aylık zaman diliminde yoğunca yapılmıştır. Hiç şüphe yoktur ki bu Ortadoğu’da olup bitenlerle birebir bağlı bir durumdur.
Ortadoğu devrim süreçlerini yaşıyor. Buna kimisi Ortadoğu baharı diyor. Yaklaşık yüz yıl önce uluslar arası güçlerin eliyle Ortadoğu’da oluşturulan statüko ve biçimlendirme giderek sarsılıyor ve bu beraberinde yeniden bir biçimlendirmeyi ve dizayn etmeyi getiriyor. Bundandır ki, süreç oldukça hızlı ilerliyor. Siyaset biliminin kaos diye tanımladığı, Önderliğimizin ise kaos aralığı diye formüle ettiği durum tam da Ortadoğu için geçerli olan tespit oluyor. Kaos ya da kaos aralıkları karakterleri gereği dar bir zaman sürecinde büyük alt üst oluşların hızla gerçekleştiği süreçleri ifade eder. İşte bu karakterinden dolayı tarih bir nevi sıkıştırılmış ve yoğunlaştırılmış bir halde hızla kendi hükmünü icra etmeye başlamış durumdadır. Bu nazik, kırılgan ve hızlı yaşanan tarihe devrim anları demek çokta yanlış değildir.
Nitekim Önderliğimiz birkaç yıldır Ortadoğu’da olup bitenleri devrim yılları diye tanımlıyor. Devrim yıllarında yapılması gereken; olağanüstü bir çalışma, çaba, örgütlülük ve iradeyle tarihin akışına yön vermek için yüklenmektir.
Ortadoğu baharı birçok gücü yeniden hareketlendirmiştir. Özelde yüz yıl önce kendilerince Sünni sınırlarla param parça ettikleri Ortadoğu’yu dizayn etmişlerdi. Şimdi ise yüz yıl sonra halklar örgütlü olmasalar da kendi kaderlerini ellerine almaya çalışıyorlar. Ve bunun için görkemli bir ayaklanış söz konusudur. Bunu yadırgamak çok anlamlı bir politik tutum elbette olamaz. Yadırganacak olan böylesine tarihi bir anda halkların yanında, halklarla uluslar arası güçlerin kirli oyunlarına karşı ortak bir cephe de karşı durmamak olacaktır.
Ancak yüz yıl önce egemen devletler nasıl ki böl, parçala ve yönet politikalarıyla halkları bölmüş, parçalamış ve yönetmesini bilmişlerse, şimdi yeniden özünde bir şey değiştirmeden sadece biçimsel olarak bazı değişikliklere giderek Ortadoğu’yu kendi açılarından dizayn etmeye çalışıyorlar. Uluslar arası güçler Ortadoğu’ya el atmışlardır. Ortadoğu’ya el atarlarken hiç şüphe yoktur ki bölgede kendi işbirlikçilerini de yanına alarak bu kirli oyunu tezgâhlamaya çalışmaktadırlar. Yüz yıl boyunca Ortadoğu’yu birlikte sömürdükleri kimi işbirlikçileri deşifre oldukları için artık onlara çok fazla ihtiyaç duymadan yeni işbirlikçi arayışı içerisine girmişlerdir. Ve yine bölgede kendilerine daha fazla katkı sunacak yeni, daha doğrusu daha derinlikli işbirlikçilik yapacak ajanlar aramaktan geri durmamaktadırlar. Ortadoğu’da klasik işbirlikçilerinin yanı sıra daha derinlikli bir işbirlikçi güç ise Ortadoğu halklarını bölmek için tezgahladıkları ılımlı İslam siyasetinin öncülülüğünü yapan AKP’dir. Ve onun liderliğini yapan Erdoğan’dır.
Bu yeni durumdan dolayı “sıfır sorun politikası” ile ortaya çıkan “stratejik derinlik” teorisi ya da stratejisi iflas etmiştir. Şimdiden direk Libya’ya müdahalede yerini alan bu işbirlikçi güç yakın zamanda Suriye’de benzer bir yaklaşım içerisinde olacaktır. Ve giderek aynı güç Ortadoğu’da emperyalistlerin vurucu gücü olarak, Ortadoğu’nun başka halklarına karşı kullanılacak duruma getirilecektir.
Elbette bunlar, Ortadoğu’da yaşanan alt üst oluşlarla bağlantılı olduğu kadar, Ortadoğu da yaşanan devrimci süreçle de bağlantılı gelişmelerdir. Bu Ortadoğu’da var olan tüm verili siyasetlerin aynı zamanda değişmek zorunda olmasıyla bağlantılı bir durumdur.
Nitekim işbirlikçiler kendi siyasetlerine denk bir değişim içerisine girmişlerdir. Komşularla “sıfır sorun politika”larını terk ederek, halklara karşı uluslar arası sermaye için koçbaşı olarak şimdiden kendilerini kullandırtmaya başlamışlardır. Elbette bunu yaparlarken bunun karşılığında, kendi önlerinde en büyük engel olarak gördükleri Kürt Özgürlük Hareketine karşı da sınırsız desteği almışa benziyorlar. Aksi durumda son aylarda ABD’nin, yine çeşitli Avrupa devletlerinin Kürt Özgürlük Hareketine bu denli pervasız saldırmalarını izah etmek güç olacaktır.
Özcesi yeni bir tarihi süreçle karşı karşıyayız. Bir yandan Ortadoğu’da yaşanan halkların baharı diğer yandan halkların baharını soğutmaya ve kara kış ayazıyla teslim almaya çalışan uluslar arası güçler ve onların işbirlikçileri.
Tarih böylesi anlarda en hızlı ve onurluca bir şekilde halkların lehine ya yazılacaktır ya da egemenlerin alışa geldikleri tarih yazımı devam edecektir.
Biz halkların lehine onurluca bir sayfa açmak için üzerimize düşeni yapmakla mükellef olduğumuzu unutmadan tüm gücümüzle bu tarihi ana yüklenmekle görevli olduğumuzun bilincindeyiz.
Tarihi bir momentten geçiyoruz. Tarihe ya altın harflerle halklar lehine bir not düşeceğiz ya da tarih sanki bizi hiç yaşamamış gibi unutulup gideceğiz. Yaşam ya özgür yaşanacak ya da asla yaşanmamış sayılacaktır.
Biz tarihe altın harflerle tüm insanlıkla, halklarla ve ne kadar mağdur edilmiş toplumsal kesim ve tabakalar varsa onlarla birlikte özgürlüğüne düşkün insanlar olarak yazılmak isteniyoruz.
Tarihe not düşmenin bir anı, momenti olarak 15 Temmuz şimdiden anmak çokta yanlış olmayacaktır.
İnsanlık ailesi içerisinde ya barışçıl demokratik siyasetle onurlu yerimizi alacağız ya da tarihte eşine ender rastlanılmış olan kıyamet günlerini bile aratacak bir devrimci halk savaşıyla ismimizi onurluca tarihe yazacağız.
Evet, biz tarihe not düşmek istiyoruz. Ve tarih yazılırken her gün not düşülmez. Not düşmenin momentleri vardır. Şimdi işte tarih yazmanın, tarihe not düşmenin görkemli bir momentini yaşıyoruz.
Tarihe not düşmek isteyen tüm Kürt gençlerini, halkların lehine mücadele eden sosyalistleri, haksızlık ve adaletsizliklere karşı baş koyan tüm antifaşist ve antiemperyalistleri Kürdistan dağlarına bu tarihi anı canlı yaşamaya davet ediyoruz.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Günümüz Türkiye’sinde Alevî toplumunun karşı karşıya bulunduğu sorunlar öylesi bir hal almış ki, bırakalım bu sorunların gerçekçi bir çözüme kavuşturulması, tam tersine bu toplumsal kesimin âdeta kendi gerçekliğine ters düşürülme amaçlı bir siyaset dayatmasıyla yüzyüze bulunması, bu durum üzerine kişiyi ciddî bir sorgulamaya sevk etmektedir.
Biraz aklı olan, vicdanlı olan, demokrat olan, kendisine insanım diyen birisinin günümüzde Alevîlere yönelik uygulanan bu çok yönlü inkâr ve asimilasyon harekâtını görmemesi düşünülemez. Dolayısıyla bu sorunu kendi sorunumuz olarak görmek, sahiplenmek ve çözüm yollarının ne olduğu üzerinde düşünüp görüş belirtmek en doğrusu olacaktır.
Toplumsal sorunların öncelikle nedenlerini bulmak, bunu doğru tespit edip, doğru yöntemlerle çözüme kavuşturmak için her şeyden önce doğru bir tarih bilincine ulaşmak gerekmektedir.
Tarih bilinci olmazsa gerçeklik değil, yalan hüküm sürer insanlığın hayatında. Tarih ve bilinç bu anlamda aydınlığın temel taşlarındandır. Tarih, günün (an’ın) ve geleceğin belirlenmesinde yol göstericidir. Yaşanmış eylem, harcanmış emek, yaratılan değerlerin birikimidir. Aydınlatıcı özü kendisinde taşır. Tarih, geçmişin anda zuhur etmesidir. Dolayısıyla tarih ve gün iç içedir, birdir, birbirinden ayrılmaz bağlarla bağlıdır. Bilinç, tarih ile an’ı birbirine bağlayan bilgi birikimidir, bilmektir, farkında olmaktır. O halde tarih bilinci olmaksızın günümüzü doğru değerlendiremeyeceğimizi, yaşanan olayları kavramada zorlanacağımızı, karar verme süreçlerinde yanlışa düşeceğimizi ve yanlış eylemde bulunacağımızı çok iyi bilmek zorundayız.
İnsan ancak bir toplumsal yapıda var olabilir. Birey için toplumsallıktan kaçmak zannedildiğinden daha zordur. Toplumsallığı onun her şeyidir; söz söyleyen dilidir, gerçekliği gören gözüdür, işleyen elidir, geleceği hayal eden ve an’da onu gerçekleştiren düşüncesi ve eylemidir. Toplumsal gerçeklik insanın kimliğidir. Kimlik tarihseldir, dolayısıyla bütündür. Onu farklı göstermek ya da sadece bir yönüyle ele almak toplumsallığı yok etmek ya da çarpıtmaktır.
Çarpıtmanın en temel yolu ise tarih bilincinden bireyi ve toplumu kopartmaktır. Bu da ancak gerçekliği tersyüz ederek sunmak ve bunu topluma aşılamakla olur. Bu tersyüz etme ve aşılama da zor araçları ve asimilasyoncu yöntemler kullanılarak gerçekleştirilebilir. Kısaca, bir toplumsal kimliği yaşatmak nasıl ki tarih bilincine sahip olmayı gerektiriyorsa, aynı şekilde bir toplumsal kimliği yok etmek, asimile etmek, farklı bir biçime büründürmeye çalışmak ancak bu bilincin çarpıtılmasıyla mümkün olabilmektedir.
Asıl olan toplumsal gerçekliktir. Birey bu toplumsallıkla var olabilir. Bundan uzaklaşmak ya da uzaklaştırılmak asıl olandan, özden kopmak demektir ki, bunun da giderek kendisinden uzaklaşmak, yozlaşmak, yabancılaşmak olduğu açıktır. Aslını değil de yozluğu sahiplenen ise yoz olur, toplumsallığından kopmuş olur; kısacası haramzade olur.
Hazreti Ali’nin “Aslını inkâr eden haramzadedir” sözü günümüzde her türlü çarpıtmaya, yalana, siyasi ve sosyal alanda yaşanan yozluklara karşı özelde Alevilerin, genelde ise tüm toplumsal kesimlerin kendilerine esas alması gereken temel bir ilkedir. Çünkü özünü inkâr etmek doğrudan, güzelden, iyiden, yani haktan yana olmaktan uzaklaşmak, yalana, çirkine, kötü olana yönelmektir. Dolayısıyla her koşulda öze sahip çıkmak, bunu korumak için çaba vermek, mücadele etmek insan olmanın en temel ilkesidir. Elbette ki devrimci, demokrat, aydın olmanın temel kıstası da bu ilkeyle bağlantılıdır.
“Kendi kimliğinin bütünlüklü olarak farkına varmayan, kendi kimliğinin ve toplumunun özgürlük ve demokrasi birikimini ortaya çıkaramayan, kendi üzerindeki baskılara karşı mücadele edemeyen bir toplumun özgürlükçü ve demokrat olması, özgürlük ve demokrasi mücadelesini doğru ve yeterli bir biçimde vermesi düşünülemez” belirlemesi günümüzde genelde Alevîler, özelde Kürt Alevîler için yerinde ve doğru bir tespit olma özelliği taşımaktadır.
Bunları niye belirtiyoruz? Çünkü Kürdistan ve Türkiye'de 12 Haziran seçimleri sonrası ortaya çıkan bazı gerçekler, bu coğrafyada yaşayan ve toplumsal yapının temel bileşenlerinden olan inanç topluluklarının ve değişik etnik yapıların resmi ideoloji ya da resmi tarih anlayışı temelinde bilinç çarpıtmasıyla yüzyüze kılındığı ve bir nevi bu gerçeklik tarafından yönlendirilir olduğu hususunun apaçık ortaya çıkmış olmasıdır.
Konuya giriş yapıp, meramımızı şöyle ifade edelim: Türkiye ve Kürdistan'da CHP ve AKP’nin temsil ettikleri ve özünde devletin varlığını esas alan, onu koruyan ve yaşatma çabası veren ulusalcı, milliyetçi, Türk-İslâm sentezci faşist zihniyetin Alevî toplumunda taraftar buluyor olması insanı düşündüren, hayıflandıran ve bir o kadar da ürküten bir gerçek olmaktadır. Nasıl oluyor da insanlar kendi katillerini sevebiliyor, onları kendilerine yakın bulabiliyor ve onların sözlerinin peşine takılıp kendilerinden uzaklaşabiliyor? Düşündüren ve cevap verilmesi gereken soru budur. Elbette CHP ve AKP’den bahsederken, bu oluşumların dayandığı zihniyetten, ideoloji ve siyasetten bahsediyoruz. Yoksa tek tek insanları töhmet altında tutma gibi bir yaklaşım içinde değiliz.
Alevîlik Kürt ve Türkmen halkı içinde günümüze kadar taşınmış bir yaşam biçimi, düşünce ve eylem birlikteliği, bir tarihsel var oluş gerçekliği, insanın kendi toplumsallığıyla birlikte yaşamada ısrarın, direnişin, direngenliğin, özgürlük ve var olma bilincinin kimliği, kendisidir. Bu yönüyle bakıldığında Alevîlik sadece bir inanç değil, insanlık özünün bir coğrafyada ve farklı etnik yapılarda vücut bulmasıdır. Toplumu toplum yapan temel ahlâkî ve politik değerlerin, zihniyetin bileşkesi, bunun tarihsel akışı, bu akış içinde iyi, güzel, doğru olanı bağrına alan ve bunu zamanda farklı biçimlerle an’a kadar taşıyan insanlığın ta kendisidir. Mezopotamya ve Anadolu halklarının her türlü baskıya, sömürüye, zulme, haksızlığa, yani devlet ve devletli olan her şeye karşı bir başkaldırı, alternatif sistem olma duruşu, bunun toplum içindeki örgütlenmesi olmaktadır.
Dolayısıyla Alevilik özünde egemenliğe, baskıya, sömürüye, zulme, haksızlığa, bir bütün toplumsallığa karşı olan ne varsa buna karşı bir duruş, tarihsel temelleri güçlü olan ve tarihi an’da yaşatan bir toplumsal gerçekliktir.
Fakat şimdi bu gerçeklik öyle bir çarpıtmayla yüzyüze kalmaktadır ki, neredeyse Alevîlerin temel sorunlarının çözümünün devlet içine girmekle, devletli olmakla çözülebileceği yalanına inanır bir hale gelinir olmaktadır. Âdeta kendi katili olanın ardına takılıp ölüme sürüklenmeyle karşı karşıya bırakılmaktadır. Çarpıtma budur işte. Yanlış, yalan buradadır. Oysaki Alevi toplumunun karşı karşıya bulunduğu sorunların temel kaynağı devlettir. Yaşanan katliamların, baskı ve sömürünün kaynağı devlettir. İdamın, cayır cayır yakılmanın, kurşunlanmanın, katliamlardan geçirilmenin tek nedeninin bu devlet denilen sömürü aracı olduğu gerçeği âdeta unutturulmak istenmektedir.
Evet, ortada bir çarpıtma var, bilinç çarpıtması var ve bu çarpıtma da çeşitli yollarla yapılmaktadır. Dolayısıyla günümüz Türkiye’sinde Alevîlerin karşı karşıya bulunduğu sorunların nedenini ve çözümünün ne olabileceği hususu üzerine birkaç söz söylemek gerekmektedir. Bunu da gelecek yazımızda işleyeceğiz…
Edîp Koçgîrî
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
8 Temmuz günü 14.00 ile 15.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanları’na bağlı Zap’ın Ertuş Bölgesi ile Kînyaniş vadisi TC ordusu tarafından havan ve obüslerle bombalanmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 6 Temmuz akşam saatlerinde Muş'un Varto ilçesine bağlı Kox alanına yönelik olarak TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. Alandaki operasyon halen düşmanın arazide gizli birliklerin keşif ve pusulama faaliyeti tarzında devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 7 Temmuz günü (bugün) saat 04.00’te Medya Savunma Alanları’na bağlı Zağros’un Stûnê, Kiye ve Şetanus köyleri ile Şehit Gafur bölgesine yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı gerçekleştirilmiştir. Bu saldırıda Şehit Gafur alanı ile Şetanus köyüne patladıktan sonra yüz metre havaya yükselerek yayılan beyaz renkli bir gaz atılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 5 Temmuz günü saat 17.00 sularında Dersim’in Ovacık ilçesine bağlı Lelikan ve Sincik tepesine yönelik olarak TC ordusu tarafından indirmelerle bir operasyon başlatılmıştır. Alandaki operasyon halen devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
29 Haziran günü Hakkari’nin Çukurca ilçesine bağlı Siwara Benê alanında başlayan operasyon bilgisini kamuoyuna duyurmuştuk. 29 Haziran günü operasyona çıkan TC ordusu ile gerillalarımız arasında Sıwara Benê Boğazı ve Tepesi ile Hînê Tepesi bölgesinde 4 gün süren şiddetli çatışmalar yaşanmıştır.
- Ayrıntılar
Başbakan’ın mantığına göre hareket edecek olsak bütün AKP’lilere şu soruyu sormamız gerekiyor: Başka adam yokmuydu da Tayyip Erdoğan’ı kendinize genel başkan seçtiniz? Kritik mücadeleler vererek onu milletvekili ve başbakan yaptınız!
Şimdi biz böyle bir soru sorabilir miyiz? Sorsak da bir anlamı olabilir mi? Olmayacağı ve dolayısıyla bizim de sormayacağımız açık. Oysa Başbakan Tayyip Erdoğan sorabiliyor, hem de çok rahat sorabiliyor!
Basının karşısına geçip “Hatip Dicle’den başkası yokmuydu ki onu aday gösterdiler” diyebiliyor. Hatip Dicle’yi aday göstermiş olduğu için BDP’yi, milletvekili seçmiş olduğu için de Diyarbakır halkını suçlayabiliyor.
Güya Tayyip Erdoğan’a göre, yaşanan krizin sebebi Hatip Dicle’nin aday gösterilip milletvekili seçilmesiymiş! Eğer böyle olmasaymış bu kriz yaşanmazmış! İşte Başbakan Tayyip Erdoğan’a hakim olan zihniyet bu! Açık ki bu zihniyet çok benmerkezci, çok bencil ve kendine göredir. Kendisi için her şeyi hak görürken, başkaları için aday olmayı veya gösterilmeyi bile hak görmemektedir. Bu mantık bencil, antidemokratik ve diktatöryaldır.
“Dinime küfreden bari Müslüman olsa” diye bir söz vardır. Bu sözleri söyleyen, bari kendisi bu durumlardan geçmemiş olsa! Oysa Tayyip Erdoğan’ın nasıl milletvekili ve başbakan olduğunu herkes çok iyi biliyor. 3 Kasım 2002 seçimlerinde adaylığı veto edildiğinde Tayyip Erdoğan ne yapmıştı? CHP ile gizliden nasıl uzlaşmış, Abdullah Gül hükümeti üzerinde ne kadar baskı yapmıştı? Özel yasal düzenlemeler yaptırarak kendisi için milletvekili ve başbakan olmanın kapısını açmıştı.
Şimdi açığa çıkıyor ki, bu tür şeylerin hepsi Tayyip Erdoğan için doğal ve uygundur, yani olabilir; fakat sıra Hatip Dicle’ye gelince olmaz, böyle davranmak bireye özel çalışmak ve “yargıya talimat vermek” olur! Dolayısıyla Hatip Dicle’yi aday gösterip de milletvekili seçmek, bilinçli ve planlı olarak kriz çıkarmayı ifade eder! İşte Tayyip Erdoğan’ın mantığı bu! Bu mantık ne kadar bencil ve korkunç değil mi?
Bu mantık Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ruhuna işlemiştir ve ülkeyi bu mantıkla yönetmeye çalışmaktadır. Tayyip Erdoğan’ın anlayışına göre, demokrasi seçime girmek ve kazanmaktır. Seçime girer de hükümet olmayı kazanırsan, o zaman her istediğini yapabilirsin! Ne yapsan da hepsi demokrasi kapsamında olur!
Belliki Tayyip Erdoğan’ın demokrasi anlayışı çarpıktır, tarihin gerilerinde kalan bir demokrasi anlayışıdır. Bu anlayışa günümüzde demokrasi demiyorlar, tersine “çoğunluk diktatörlüğü” diyorlar. Dolayısıyla sadece seçilmiş olmak demokrasi için yeterli değildir. Yine sadece çoğunluk olmak birilerine her istediğini yapma hakkını vermemektedir.
Kaldiki Hitler’in de başlangıçta seçimle işbaşına geldiğini hepimiz biliyoruz. Yine Saddam Hüseyin’in de belli ararlıklarla seçildiği biliniyor. Fakat sadece seçilmiş olmak bu kişileri faşist diktatör olmaktan çıkarmadı. Tersine faşist diktatörlükler bunların adıyla özdeşleşti. Yine sandıktan çıkan oyların çoğunluğunu elde etmek bir kişi veya partiye istediğini yapmak hakkını vermiyor. Kaldıki Kenan Evren de, Saddam Hüseyin de kendilerini en yüksek oy oranıyla seçtirmişlerdi. Fakat buna dayanarak yaptıkları demokratik olmadı.
Sandıktan oyların çoğunu alarak çıkmak, iktidar olmak, gücü ele geçirmek demektir. Gücün hangi yöntemle ele geçirildiği kısmen önemlidir. Elbette bir askeri darbe veya hukuk darbesiyle gücü ele geçirmekten sandıktan çıkarak ele geçirmek demokrasiye daha yakındır. Fakat yalnız başına bu demokratikliği belirleyici değildir.
İktidarı seçim çoğunluğuyla ele geçirmek demokrasiye kısmen yakındır. Fakat gücün nasıl ele geçirildiğinden çok, nasıl kullanıldığı daha önemlidir. Demokrasi esas burada, yani gücün veya iktidarın kullanımında ortaya çıkar. Başbakan Tayyip Erdoğan bilmeli ki, seçimde çoğunluğu ele geçirip hükümet olmak, bir kişi ve partiye istediği her şeyi yapmak hakkını vermez.
Eğer bir kişi veya parti oy çokluğuna dayanarak istediği her şeyi yapmaya kalkarsa, buna demokrasi değil, çoğunluk diktatörlüğü denir. Demokratik olmak yönetime başkalarını da katmayı, azınlık olanlarıN haklarını da koruyup gözetmeyi gerektirir. Herkesin özgürce örgütlenip kendi iradesiyle katılmasını ister. Hatta çoğunluk zaten egemendir, dolayısıyla çıkarlarını bir biçimde yürütebilir; bu nedenle demokraside esas olan çoğunluk olmayanların haklarının savunulmasıdır.
Buradan baktığımızda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın zihniyetinin demokratik olmadığını, tersine hegemonik ve diktatoryal olduğunu açıkça görüyoruz. Ona mevcut söz ve davranış içinde olmayı bu zihniyet yaptırıyor. Hatip Dicle ve diğer tutuklu milletvekilleri için “Başka adam yok muydu da bunları aday gösterdiler” dedirten işte bu zihniyet oluyor. Meclis ve yemin boykotu yapan milletvekilleri için “Gelmezlerse gelmesinler” dedirten işte budur. Kendisi 326 milletvekili çıkardığı halde “neden 400 milletvekili çıkaramadım” diye şok geçirirken, BDP için “30 milletvekilleri var, daha ne istiyorlar” dedirten mantık işte böyle oluşuyor.
Belliki Başbakan Tayyip Erdoğan’a hakim olan mantık tehlikelidir. Bu mantık en az bir askeri diktatörlük kadar faşist ve baskıcı iken, tersinden bir de kendini demokratik sanır. Onun için de çok daha pervasız veya AKP deyimiyle çılgınca hareket eder. Nitekim AKP’nin polis devleti oluşturma pratiği işte bu noktaya varmıştır. Başbakan’a “çocukta olsa, kadın da olsa güvenlik güçlerimiz gereğini yapacaktır” dedirten işte bu zihniyeti olmuştur.
Şimdi bu zihniyet 12 Haziran seçiminde hayal ve hesap ettiği sonuca ulaşamayınca adeta şoke olmuş ve çılgına dönmüştür. Seksenbeş bin oyla seçilmiş olan Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi için YSK’ya başvuruda bulunmak işte bu çılgınlığın pratikleşmesi olmuştur. Tutuklu milletvekillerinin tahliye edilmemesi karşısındaki tavrı AKP gerçeğini bir kez daha ele vermiştir.
AKP bu tür saldırı ve hukuk darbeleriyle rakiplerinin iradesini kırıp meclisin tek hakimi olmak istemektedir. Bunu başarırsa seçimde ulaşamadığı sonuca ulaşacak, başta yeni anayasa yapımı olmak üzere her şeyi tek başına yapmaya çalışacaktır. Bu temelde de çoğunluk diktatörlüğünü inşa edecektir.
AKP’nin mevcut söz ve davranışlarla ulaşmak istediği sonuç budur. Belliki bu sonuç demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü açısından tehlikelidir. AKP’nin dayattığı bu tehlikeli gidişe izin ve fırsat vermemek gerekir.
Adil Bayram
Kaynak: Özgür Gündem Gazetesi
- Ayrıntılar