Nihayet korkulan oldu. Silvan olayları ile birlikte yeni ve tehlikeli bir çatışma sürecinin içine girildiği anlaşılıyor. Peki bundan kim sorumlu? Neden sürecin böyle gelişmesi önlenemedi? Kürt sorunu başta olmak üzere ülkemizin temel sorunları neden demokratik siyaset içinde çözülemiyor? Şimdi herkesin kafasında yeniden bu sorular var. Toplum kaygıyla bu sorulara cevap bulmaya çalışıyor.
Bir kere hem resmi açıklamalar, hem de görgü tanıkları şu gerçeği tespit ediyor: Olay operasyon içinde olmuştur. 11 Temmuz’dan itibaren başlatılan kapsamlı askeri operasyon sürerken 14 Temmuz öğleden sonra çatışma yaşanıyor. Demek ki sonucu felaket olan bu çatışmanın nedeni imha amacıyla yürütülen askeri operasyonlardır. AKP’nin asker ve polis operasyonlarını sürdürmedeki ısrarıdır. Birinci tespit bu.
Bu gerçeği birincil dereceden sorumlu olan Başbakan Tayyip Erdoğan’da gizlemiyor ve inkar etmiyor. “Dağda silahlı insanlar var olursa ordu da operasyon yapar” diyor. Dağda silahlı insanların olduğunu ise, sadece ülkemizde yaşayanlar değil, dünyadaki herkes biliyor. O halde ne olacak? Başbakanın mantığına ve politikasına göre askeri operasyonlar olacak! Demek ki bu çatışmaları Başbakan Tayyip Erdoğan’ın mantığı ve izlediği politikalar yaratıyor. İkinci tespit de budur.
Halbuki zaten dağda silahlı insanlar var ve sorun da bu insanların dağdan nasıl indirileceğidir. Bu soruya Başbakan Tayyip Erdoğan, “Askeri operasyonlarla olacak” cevabını veriyor. Bu cevap ise, çok açık bir biçimde “Savaş olacak” anlamına geliyor. Açık ki AKP Hükümeti savaş siyaseti izliyor. Fakat pratikte bunu yaparken, propaganda da ise bunu “PKK’nin yaptığını” söylüyor. Durum bu kadar açıktır.
Kaldı ki AKP Hükümeti sadece askeri operasyonları da sürdürmüyor, onunla birlikte siyasi operasyonları da yürütüyor. Her gün Kürt il ve ilçelerinde evler basılıp siyaset yaptığı için insanlar tutuklanıyor. “KCK Davaları” adıyla tutuklananların sayısı neredeyse üç bini bulmuş durumda. Bunların içinde seçilmiş belediye başkanları, il meclisi üyeleri, BDP’nin il ve ilçe yöneticileri, DTK başkanı ve üyeleri var. Hepsi de demokratik siyaset yapan insanlar. Şimdiye kadar hiçbirinde bir bıçak bile yakalanmış değil.
Peki buna ne diyeceğiz? Bu siyasi operasyonlar niye sürüyor? Başbakan Tayyip Erdoğan’ın mantığı ve siyasetinden bakarsak şöyle dememiz gerekiyor: Demokratik siyaset varoldukça siyasi polis operasyonları da var olur! Zaten AKP yönetimi altında olan da budur. Peki dağdaki silahlı insana “terorist” dedin, şehirdeki silahsız insanın suçu ne? AKP’nin buna da cevabı hazır: “Terörü destekleyenler!” Son zamanlarda Başbakan “eşkıya şehre indi” de diyor.
Peki bütün bunlardan ne sonuç çıkıyor? Demek ki AKP istediğine istediği yakıştırmada bulunuyor. Siyasi rakiplerine yönelik canının istediği suçlamalar yapabiliyor. Demek ki AKP devletin zor güçlerini tüm rakiplerine karşı kullanmaktan çekinmiyor. Herkese yönelik canının istediği her türlü yakıştırmayı yapabildiği için, bu temelde herkese karşı her yöntemle saldırıp operasyonlar da yapabiliyor. Bu opereayon dağda olur, şehirde olur, asker yapar, polis yapar, silahlı olanı hedefler, silahsız siyasetçiyi hedefler, bütün bunlar fazla fark etmiyor. Kısaca AKP operasyonel saldırı siyasetinde ısrar ediyor.
Oysa 12 Haziranda genel seçim olmuş ve yeni bir meclis seçilmişti. Seçim sonuçları ve yeni meclis herkesi umutlandırmıştı. Sorunlara mecliste ve demokratik siyaset yöntemi ile çözüm bulunacağı umutları yeşermişti. Meclisin yapacağı yeni demokratik anayasa bunun teminatı olacaktı. İmralı’da görüşmeler yapılıyordu ve PKK Lideri Abdullah Öcalan, “devlete çözüm protokolleri sunduğunu” açıklamıştı. BDP seçime sokulmasa da, oluşturduğu Demokrasi Blok’u ile 36 milletvekili seçtirmeyi başarmış ve siyasi çözüm zeminini güçlendirmişti. Dolayısıyla herkes Kürt sorunun demokratik siyasi çözümünün gerçekleşeceği beklentisi içerisine girmişti.
Peki sonuç ne oldu? En başta her türlü hakaret ve idam tartışmasıyla AKP seçim sürecini gerginleştirdi. Seçimde hesap ettiği sonuçları alamayınca bu gerginlik siyasetini daha da artırıp devam ettirdi. Seçilmiş dokuz milletvekili hukuk komplosu ile cezaevlerinde tutulmaya devam etti. Diyarbakır’da en çok oyla seçilen Hatip Dicle’nin milletvekilliği düşürüldü. Bunların sonucunda meclis toplu yemin bile edemedi. CHP iki hafta yemini boykot etti. BDHP hala meclisi boykot ediyor ve Diyarbakır’da toplanıyor. AKP, “Ben yaparım olur” misali meclisi kendi başına işletmeye çalışıyor. Bütçe tartışmasında görüldüğü gibi, Başbakan Tayyip Erdoğan MHP ile idam tartışmasını mecliste sürdürüyor. Seçimden sonra iki hafta avukatları PKK Lideri ile görüştürülmedi. İmralı’da yürütülen tartışmalardan pratiğe yansıyan somut bir şey çıkmadı. Vs. vs.
Peki bütün bunlardan kim sorumlu? Elbette AKP hükümeti sorumlu. Bunların hepsi AKP yönetimi altında yaşanıyor. Açığa çıkıyor ki, olaylar sadece Silvan’daki çatışma ve dağdaki savaş değil. Şehirlerde de benzer çatışmalı durum var. Ankara’da çok ciddi bir siyasi kriz yaşanıyor. Belli ki AKP artık ülkeyi yönetemiyor. Yüzde elli oy almış bile olsa, mevcut mantık ve siyaseti ile ülke sorunlarına çözüm bulamıyor.
Bunun sonucu olacak ki, Başbakan Tayyip Erdoğan artık toplumun yüzüne bakamıyor. Kameralar karşısında Silvan olaylarını değerlendirişi ilginçti. Ancak ayakkabılarının ucuna bakarak konuşabiliyordu. Yüzü kırış kırış olmuştu. Kendine göre birilerini tehdit etmeye çalışıyordu, fakat sözleri karanlıkta ıslık çalmanın ötesine geçmiyordu. Koskoca Tayyip Erdoğan kendini bu duruma nasıl düşürdü!
Başbakana bir – iki hususu burada hatırlatmak, tekrar da olsa herhalde yararlı olacak. Genelde halkı ve özelde de Kürtleri tehdit etmek ve operasyonlara sarılmak sonuç verseydi, herhalde Kenan Evren’den bu yana ki yöneticiler sonuç alırlardı. Oysa ki hepsinin akıbeti ortadadır. Çok iyi bilinmeli ki tehdit ve operasyon siyaseti izleyen AKP’nin onlardan hiçbir farkı yoktur. AKP’de hile ve demagojiden başka bir yenilik görülmüyor. Bunlar da Kürt direnişi karşısında eriyip gidiyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan, “PKK de, BDP de bizden iyi niyet beklemesin” diyor. Sorunun niyetten öteye olması bir yana, AKP ne zaman iyi niyetli oldu ki! Herhalde iyi niyet dedikleri şu: Bir Diyarbakır milletvekili “öncekiler öldürüyorlardı, biz ise tutukluyoruz, daha ne istiyorsunuz” diyordu. Başbakan da “Demirel-Çiller Ekibi faili meçhul yapıyordu, biz ise hapse koyuyoruz” demek istiyor. Tayyip Erdoğan’ın iyi niyeti “öldürmek yerine hapse koymak” oluyor! Tabi buna halkın cevabı hazır: Böyle iyi niyet kendinin olsun!
Sonuç olarak, bütün olup bitenlerin tek sorumlusu AKP hükümetidir, onun mantığı ve siyasetleridir. Bunların da ülkemizi felakete götürdüğü ortadadır. Bu siyasetin AKP’ye de fazla faydası olmayacaktır. Israr ederse felaket kendi başına da gelebilir. O nedenle, AKP’nin aklını başına toplaması en doğrusudur!..
Adil BAYRAM
Özgür Gündem
- Ayrıntılar
Kürtler tarih yapmaya ve yazmaya devam ediyorlar. Zorla ve hileyle gasp edilmiş olan özgürlüklerini yeniden kazanıyorlar. Yaşam ve geleceklerinin başkaları tarafından belirlenmesini reddederek, yaşam ve geleceklerini kendi ellerine alıyorlar. Böyle bir bilince, örgütlülüğe ve güce ulaşmış olduklarını büyük bir heyecan içinde dünya aleme ilan ediyorlar.
Demokratik Toplum Kongresi 14 Temmuz günü yaptığı olağanüstü toplantıda, uzun bir süredir tartışılan Demokratik Özerkliği Kürtlerin yaşadığı her alanda ve tüm boyutlarıyla inşa etme kararı aldıklarını açıkladı. Devlet karşısında toplumun örgütlü ve özgür duruşu olan demokratik özerk varoluşu ilan etti. Türkiye’nin demokratik toplumuna geçişini ve Kürt toplumunun özgür yaşam sürecini başlattı.
14 Temmuz büyük karar günü Kürt tarihinde yeni bir anlam kazandı. Büyük Ölüm Orucu’nu başlatmak 14 Temmuz 1982’de Diyarbakır Zindanı’nda Ulusal Direniş Süreci’ni açan Kürt halkın önder evlatlarının tarihi kararı, 14 Temmuz 2011 de Kürt halk iradesini temsil eden Demokratik Toplum Kongresi’nin kararı ile yeni bir boyuta taşındı. Ulasal Onur Günü’nden Ulusal Özgürlük Günü’ne ulaşıldı. Nereden nereye?! Bundan heyecan duymamak mümkün mü? Dolayısıyla DTK’nin tarihini kararını selamlıyor, Kürt halkının Özgürlük Günü’nü kutluyoruz!
Kürtlerin bu yeni tarihi adımı atmaları iç ve dış kamuoyu tarafından zaten bekleniyordu. Çünkü uzun süredir en temel tartışma gündemi durumundaydı. Hilvan direnişi ile başlatılırsa otuz üç yıldır, 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu ile yanı zindan direnişi ile başlatılırsa otuz yıldır Kürtler özgür ve demokratik bir yaşama ulaşabilmek için kelimenin tam anlamıyla kahramanca direniyordu. On binlerce şehit verdiği bu büyük direniş içinde yeni bir Önderlik başlatmış, partileşmiş, gerillalaşmış ve halklaşmıştır. Kaybettiği kimliği kendine yeniden kazandıran ulusal direniş devrimini başarmıştır. En zor koşullarda bu kadar gelişme yaratan kırk milyonluk bir halk, özgürlüğünü ilan etme adımını da elbette atacaktı. Ve nitekim 14 Temmuz günü bu adımı attı da!
Güncel siyaset açısından da bu tarihi adımın atılması zaten bekleniyordu. Mart 1993’ten bu yana on sekiz yıldır Kürt sorununa demokratik siyasal çözüm getirmek için yürütülen çabaların sonucu ortadaydı. Bu doğrultuda dokuz yıldır AKP’ye verilen kredinin kullanılış durumu netleşmişti. Özellikle 29 Mart 2009 yerel seçimleriyle oluşan mükemmel siyasi çözüm zeminine AKP’nin yaklaşımı artık öfkeyi doruğa çıkarmıştı. Bu durumda kendi gücünü harekete geçirmekten başka Kürt halkı ne yapabilirdi?
Yirmi yedi aydır demokratik siyaseti tasfiye etmeye yönelik AKP’nin siyasi soykırım operasyonları hızından hiçbir şey kaybetmeksizin devam etti. Seçilmiş belediye başkanları, il ve ilçe yönetimleri tutuklandılar. Üç bin civarında insan zindanlara dolduruldu. DTP kapatıldı ve eş başkanları milletvekilliğinden atıldı. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın demokratik siyasi çözüm için gösterdiği tüm çabalar sonuçsuz bırakıldı. Bütün bunlara rağmen, her türlü engeli aşarak 12 Haziran seçiminde bağımsız olarak seçtiği milletvekillerinin başına getirilen ise ortada. 85 bin oyla seçilen Hatip Dicle’nin milletvekilliği bir hukuk darbesi ile düşürülerek yerine bir AKP’li atandı. En yüksek oylarla seçilen diğer beş milletvekilinin zindandan çıkışı engellendi. Türkiye tarihinde ilk defa en zor çabalarla seçilmiş bir grubun meclis çalışmalarına katılışına fırsat verilmedi. Kürtler sadece göz göre göre dışlanmadılar, onunla birlikte en ağır baskıya, zulme ve hakarete de maruz kaldılar. Peki bu durumda demokratik özerlik ilan etmeyip de ne yapacaklardı?
Besbelli ki Kürt halkının önüne ya teslimiyet ve ihanet, ya da başkaldırı ve isyan gibi iki seçenek çıkarılmıştı. Tarihin derinliklerinden gelen halk hem kendi hem de insanlık onuruna sahip çıkarak demokratik direniş dedi. Bundan daha doğru ve onurlu bir tutum olamazdı. Teslimiyet ve ihanet içinde Kürtlükten ve insanlıktan çıkmaya razı olmak yerine, onurlu ve özgür bir direniş içinde gelecek aramak ve gerekirse de şerefiyle ölmek elbette insanlık erdemini ifade etmektedir. Kürtler erdemli bir halk olduklarını bu kararla birlikte bir kez daha gösterdiler.
Kürtlere soykırımı dayatan Türk gericiliği, şovenizmi ve milliyetçiliği hezeyanla bu tarihi özgürlük adımına saldıracağına, biraz saygılı davranmayı ve insan olmanın gereklerine uygun tutum göstermeyi bilse herhalde kendisi için de en hayırlısını yapar. Yoksa Başbakan Tayyip Erdoğan’ın mezarlıkta ıslık çalmaya benzeyen bağırtılarının hiçbir anlamı ve değeri olmaz. Kendini ve adına hareket etmeye çalıştığı toplumu insanlık değerleri karşısında düşürmekten öteye hiçbir sonuç vermez. Kısaca akıllı ve gerçekçi olmanın zamanıdır.
Uluslar arası gericilik sinsice karşı çıksa da, Kürtlerin bu adımının demokratik insanlık tarafından benimseneceği tartışmasızdır. Kürtlerin, insanlığın demokratik vicdanına hitap etmişler ve onu yeniden canlandırmışlardır. O nedenle tüm demokratik çevrelerin Kürtleri doğru anlayıp dayanışmacı yaklaşım göstereceği muhakkaktır.
Hiç kuşkusuz en başta Kürtlerin kendilerinin 14 Temmuz tarihi kararını doğru anlamaları ve sahiplenmeleri önemlidir. Geç de olsa kadim bir halk olarak yapmaları gerekeni yapmışlardır. Faşist gericilik ne kadar bağırır ve tehdit savurursa savursun, yüksek bir kararlılık ve birlikle bu adıma sahip çıkmaları ve onu ilerletmeye çalışmaları gerekir. Onun için de her şeyden önce doğru ve yeterli anlamak ve coşkuyla sahiplenmek gelir. En kritik sürede böyle iddialı ve doğru adımı atmaktan dolayı gurur ve sevinç duymak gerekir. Yeniden özgür dirilişi iliklerine kadar yaşamak ve doya doya kutlamak gerekir.
Elbette 14 Temmuz kararı tüm Kürtlere, başta gençler e kadınlar olmak üzere herkese tarihi görev ve sorumluluklar yüklemiştir. Atılan adımın yarattığı heyecanla sarhoş olmadan bu görev ve sorumlulukları görüp onlara yeterince sahip çıkabilmek de önemlidir. Tarihi kararın anlam bulup gelecek yaratabilmesi buna bağlıdır. Demokratik özerklik kararı, her şeyden önce demokratik toplumu örgütleme ve inşa etme görevini ortaya çıkarmıştır. Kuşkusuz bu görev herkesindir. Yine demokratik özerklik adımı ciddi bir direnişi ve öz savunmayı gerektirir. Özgürlüğün direnmeden ve kolay bir biçimde yaratılacağını sanmamak gerekir.
Demek ki tarihi bir direniş ve özgür yaşamı inşa görevi önümüzdedir. Tereddütsüz bu görevlere sahip çıkmak ve başarmak 14 Temmuz direniş ve zafer ruhuyla mücadele etmek gerekir. O halde hem bu büyük özgürlük adımını tam bir bayram havasında kutlayalım, hem de üzerimize yüklediği görev ve sorumlulukların gereğini pratikte başarıyla yerine getirmek için çalışmaya seferber olalım!
Selahattin Erdem
Özgür Politika
- Ayrıntılar
TC devletinin 12 Haziran seçimleriyle birlikte saldırı moduna geçtiği her geçen gün daha iyi görülüyor. Seçimlerden sonra 1 ay geçmiştir ve bu geçen süreçte TC devleti aralıksız olarak gerilla güçlerimize karşı saldırı operasyonları üzerine operasyonları gerçekleştiriyor. Ve bu operasyonlar dediğimiz gibi artarak devam ediyor.
Kendileri çok akılı bilen kimi özel savaş beyinleri ise gerillanın saldırı gerçekleştirdiğini utanmadan özenle işliyorlar. Daha da utanmayanları ise ölen askerlerin ne kadar mahsum olduklarını da ekliyorlar.
Öncelikli olarak belirtelim: Son bir aydan fazladır, tam olarakta 12 Haziran’dan bu yana TC devleti aralıksız saldırı operasyonları sürdürüyor. Ve bu imha operasyonları en büyük teknik donanımla gerçekleştiriliyor. Gerillanın üs alanlarına karşı bu teknik donanım kullanılıyor.
Dediğimiz gibi kendilerince çok akıllı geçinen, söylediklerin pratik gerçeklikle iç alakası olmayan bu özel savaş elemanları sıktıkça sıkıyorlar.
Munzurların ortasında TC askerlerinin ne işi var?
Koçgiri’de şehit düşen yoldaşlarımız zirvelerdedir bu operasyonların oralarda ne işi var?
Zagros’ta 3 gün boyunca süren operasyonlarda bu askerler ne arıyor?
Dersim’de 8 gün boyunca aralıksız süren bu operasyonlarda bu askerlerin ne işleri var?
Böyle “ne işleri var?” sorularını çoğaldıkça çoğaltabiliriz. Bu özel savaş elemanları TC askerinin Kürdistan dağlarında çiçek topladığını mı düşünüyor? Oraya sürülen askerler imha operasyonları yapıyorlar, saldırı içerisindedirler. Ve bunlar yetmiyor muşçusuna en büyük saldırı tekniklerini kullanarak bu “çiçek toplama” işlemi devam ediyorlar.
Öncelikli olarak şunu herkes bilecek: TC devleti tümden bir saldırı moduna geçmiştir. Öyle sanıldığı gibi sakin bir ortam yoktur. Tersi geçerlidir. Her gün onlarca operasyon kendilerinin söyledikleri gibi de olsa binlerce askerle sürdürülüyor. Böyle bir durumda gerilla nasıl çatışmasızlığı sürdürecektir? Bunu herkes bilmelidir. Bu şartlarda çatışmasızlık durumunu sürdürmek imkansızdır.
Şu da bilinmek zorundadır: TC devletinin sürdürdüğü saldırı operasyonlarında her zaman kayıplar yaşanmıyor. Kayıplar yaşanmayınca sanki ortam sakinmiş gibi bir hava estiriliyor. Yok öyle bir şey. Eğer her gün askerler ölmüyorsa bu gerillanın gösterdiği sağduyudan dolayı gerçekleşmiyor. Gerilla dağlara çıkarken birde bu halkın güvenliği için çıkmıştır. Eğer gerilla biraz da olsa bunu yapmaya kalkışsa her gün değil her saat başına çatışmalar yaşanacaktır. Bu bilinmelidir.
Yeniden belirtelim: kendilerini çok akılı sanan özel savaş merkezleri bu kirli yalana dayalı propagandayı terk edeceklerdir. Gerçekler neyse onu dile getireceklerdir. Gerçekler, TC devletinin 12 Haziran sonrası tümden bir saldırı moduna geçmiş olmasıdır.
TC devleti sadece Amed eyaletinde saldırılar yürütmüyor, adeta tüm Kürdistan sathında bu saldırılarını yürütüyor. Bunun için seyahat eden TC askerleri yine TC polisleri seyahatlerine ara vereceklerdir. Aksi taktirde gerilla güçlerimizin eline her gün yeni esir asker düşeceklerdir. Burası Kürdistan, bu kadar saldırı ve imha operasyonları yürütülürken hiçbir şey yokmuş gibi ortalarda dolaşmak ve gerilla güçlerimizin ellerine esir düştüklerinde kıyametleri koparmak tek kelimeyle ahlak dışıdır. Bir savaşın tam ortasında olunduğunu ve iki tarafının bulunduğunu unutuyorlar.
Esir alınan askerlere ilişkin de bir iki cümle belirtelim: TC devleti askerlerin salimen geri dönmesini istiyorsa önce Kürdistan’daki operasyonlarını durduracaktır. Operasyon yapmayacaktır. Askerlerini merkeze çekecektir. Ve ikide bir öldürücü tekniklerle rast gele arazileri bombalamayacaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Her şey Silvan’da 20 askerin ölmesiyle mi başladı? Şüphesiz hayır. Ama yeni bir konsept dahilinde ve daha planlı bir şekilde yürütülen Kürt karşıtlığı, yeni inkar politikalarının zemini olacağı kesin.
Hakim ideoloji ve bu ideolojilerin temsilini yapan siyaset elitlerinin psikolojik yapılanmalarını iyi çözümlemek gerekiyor. Psikoloji deyip geçmemek, siyaset gibi reel gerçeklerin, maddi kurallar çerçevesinde yürüyen bir alanın bundan bağımsız çalıştığını düşünmemek gerekir.
Hakim ideolojiler tüm tarih boyunca belli bir elit tarafından oluşturularak halklara, onların düşünce ve duygu dünyasına kabul edip etmeme tercihine sunulmadan empoze edilen düşünceler olarak işlev görmüştür. Bunun maddi yaşam karşısında, toplumsal kültür, ahlak ve politika karşısında taşıdığı çelişkiler, derin uçurumlar gözetilmeden; bu çelişkiler bilinse de çatışmaya sevk edeceği, parçalayıcı olacağı bilindiğinden tereddüt etmeden uygulamaya konularak toplumsal doku zedelenmeye çalışılmıştır.
Temelleri sanki çok önemliymiş ve ulaşılmazmış gibi gösterilmeye çalışılsa da gizli, perdelerle örtülmüş olsa da günümüz insanının genişleyen düşünce dünyasında artık o kadar da gizli durmuyor. Hatta temelindeki çarpıklık, mantık dışılık daha iyi anlaşılıyor.
Bunda şüphesiz özgür bir düşünce ve sorgulama fırsatı tanınmayan geniş toplulukların vasatlaştırılmış, kandırılmaya açık düşüncelerinin payı büyük. Fakat bunun bir tercih durumu olmadığı, hakim ideolojinin alıklaştırıcı ve göz boyacı yanının bir ürünü olduğu da iyi görülüyor. Bu durum Ortaçağ karanlığında topluma hakim olan, bilgisizliğin ürettiği çarpıklıklara ne kadar da benziyor.
İlk Veba salgınlarının yaygın bir şekilde yaşandığı dönem Avrupa’sında bilgi kaynağı kiliselerdi. Toplumun şehirleşmedeki hızıyla eş düzeyde ilerlemeyen alt yapı çalışmalarının eksikliğinin yarattığı, doğurduğu bir hastalık olarak adlandırılması yerine kilise tarafından cadıların topluma yaydığı bir lanet olarak görüldü. Şüphesiz dönemin bilgi düzeyi azdı ve o dönemden bilimsel bir yaklaşım gösterilemezdi. Fakat odaklanmış bir düşünce olarak tetiklenmesi ve ciddi bir kıyıma neden olması açısından oldukça dikkat çekicidir.
Yüzlerce, binlerce toplum muhalifi, şehirleşme karşıtı, hiyerarşik sistemi kabul etmeyen, demokratik, komünal özü yaşamak isteyen insan/kadın, büyücülük, cadılık ile suçlanarak mahkemelere, yargılamalara gerek görülmeden yakıldı, asıldı, katledildi. Nedeni ise bir kilise büyüğünün bu salgını bir büyü ve anlam veremediği insani duygu ve taleplerin yarattığı bir sapkınlık olarak değerlendirmesiydi.
Kilise tarafından aşılanan bu sapkın düşünceler toplumların hafızasına öylesine işlendi ki bugün kilisenin varisi konumunda olan kapitalist dünyada bunca bilimsel bulgu ve veriye rağmen bilinçaltı etkileri kırılamamaktadır. Bir deli değildi şüphesiz ve attığı taş da kuyuda değildi. Yani kırk akıllı da yetmiyor böylesi bir yanlışı düzeltmeye.
Hakim ideolojilerin gücü biraz da burada gizli. Tartışmasız, sorgusuz ve ‘gönül rahatlığıyla’ kabul edilebilir olması!
Kürt sorunu çerçevesinde son birkaç gündür yaşanan gelişmelerde ortaya çıkan yeni linç havasını da burada aramak lazım. Milliyetçi, faşist değerler pirim yapıyorsa bunun nedeni hakim ideolojinin gücüdür. Türkiye toplumunun büyük bir bölümü tartışmasız, sorgusuz ve ‘gönül rahatlığıyla’ kabul edebildiği bir düşüncenin militanlığına soyunuyor.
Bu düşünce sahipleri özel ciplerin içinde de gezse, bir caz festivalini izlemeye de gitse yine o linç toplumunun üyesi olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Entelektüel, eli kalem tutan, sözde aydınların durumu da bundan farklı değil. Biri saldırıyor, diğeri saldırının temeli düşünceyi oluşturuyor.
Kürt sorununun demokratik, barışçıl yöntemlerle müzakereye dayalı bir tarzda gelişmesi fırsatlarını tepen, toplumsal sorumluluklarını yerine getirmemek için kırk takla atan, bin dereden su getirerek çok basit bir kararı daha almama sonucuna yol açan siyasileri de bundan uzak tutmamalıyız.
Görmek lazım!
Onlarca, yüzlerce kez uyarılmış olmasına rağmen operasyonlar durmadı. Bu operasyonların durmaması sonucunda 2011 yılı içinde eylemsizlik pozisyonunda olan 43 arkadaşımız şehit düştü. Halkımız ve önderliğimize yönelik çok ağır saldırılar söz konusu. Ve doğru dürüst bir misilleme bile yapmadık. Ama bir yere kadar.
Öfkeyle dolu, intikam duygularıyla bezeli, gördüğü hakaret ve aşağılama karşısında sabır telleri aşınmış binlerden söz ediyoruz. Koyun değiliz ki! Ellerimiz bağlı da değil. Silah tutuyor, yıllardır dağlarda yaşıyoruz. En önemlisi de kendimizi halkın güvenlik gücü olarak tanımlıyoruz.
Sen halka saldır, tüm haklarını elinden al, tüm temsil yollarını tıka, aşağıla, küçük düşür, onun savunma güçlerinin üzerine her gün ölüm kusan makinelerle saldır, ondan sonra da biat etmeyi, boyun eğmeyi bekle. O günlerin geride kaldığını artık görmüyor musunuz? Eli silah tutanların üzerine giderseniz KCK’nin açıkladığı gibi “Ava gidenler avlanabilir de”.
Bu durum nereye gider peki?
Vallahi onu işin muhatapları düşünecek. Fakat şimdiden toplumlar arası bir çatışmayı körükleyecek tarzda açıklamaların verildiğine bakılır, oluşturulan linç havası göz önüne getirilirse hiç de iyiye doğru gitmeyecek.
Ama hazırız. Her şeye her koşulda hem de.
Kürtlerin dağları güçlüdür. Hakim ideolojilerin sapkınlıklarını da, bombalarını da, asker ve ordusunu da bertaraf edebilecek güçtedir. Siz geldikçe, biz de bekliyor olacağız…
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
16 Temmuz günü tüm gün boyunca Medya Savunma Alanları’na bağlı Zağros’un Mergê, Mam Reşo ve Gunde Beruh alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından kobra, obüs ve havan saldırısı düzenlemiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. TC ordusu 11Temmuz gününden beri Amed’in Silvan Kulp Lice ilçeleri arasındaki Reşanê, Bamıtnê, Zılek, Şêlıma, Hındıv, Dahla Zere, Geliye Goderne, Gome Çale, Mala Gır ve çevresine yönelik olarak 5 bin askerin katılımıyla kapsamlı operasyonlar başlatmıştır. 14 Temmuz günü öğlenden sonra saat 15.00 sularında iki düşman birliği imha amaçlı gerilla güçlerimizin üzerine gelmesi sonucunda sert çatışmalar yaşanmıştır.
- Ayrıntılar
“baş eğerim Güneşe çırılçıplak dururum
aydınlık sarar bedenimi
içim dışım ısınır
gözüm, kulağım, ellerim açılır
o zaman geri gelirim yaşama
saklandığım köşeden çıkarım cesaretle
yürürüm yüzüm Güneşe dönük
giderim ufka doğru”
(Rojinda ADA)
Gamzeli bir güzel kadın tanıdım yıllar önce. Sevecen, içten, dağ gibi büyük bir yüreğe sahip bir kadın… Sürekli bir arayış içinde ve kavganın tam ortasında yüreklice, cesaretlice durmayı bilen, herkesi kendisine hayran bırakacak denli zeki ve sempatik. Hayatım boyunca karşılaştığım ve asla unutamayacağım dediğim kadınlardan biri.
Evet, unutamadım o kadını ve o kadın kendisini unutturamayacak denli bir iz bıraktı bende giderken. Rojinda ADA (Canan SÜSENBAK), GÜNEŞİN yaşam verdiği, hareketlilik kazandırdığı bir kadın. Adı gibi bir yaşam kaynağı, ‘ADA’yı ekledi isminin yanına. Çünkü o ona yaşam ve hareketlilik kazandıran GÜNEŞ’in artık bir ADA’dan doğduğuna ve tüm insanlığı, kadınları enerjisiyle ısıttığına, aydınlattığına, yol gösterdiğine hep inandı. ADA gerçeğinden kopmamak ve sürekli onunla yaşamak için bir diğer adını ADA koydu.
GÜNEŞ’imizin (Önderliğimizin) yetiştirdiği kızlardan biriydi Rojinda. Özgürlük mücadelesinin içinden geçerken, karşılaşabileceği her zorluğu yenebilmesi, fırtınalara karşı yelken açabilmesi ve kendisi gibi özgürlük tutkunu kadınlara yol gösterici olabilmesi ve öncülük yapabilmesi için yetiştirilmişti. Davasına bağlı kalacağına ve büyük bir inançla yılmadan özgürlüğe doğru yol alacağına dair söz vermişti. Verdiği söz temelinde özgürlük dağlarına doğru koştu. Özgürlük bilincinin daha bir güzelleştirdiği ve APOCU felsefinin adanmışlarındandı. Bilinçle örgütlenen duruşu, her zaman bizlere, tüm yol arkadaşlarına büyük bir güven verdi. Dağlarda layıkıyla nasıl yaşanılabileceğinin örnek kadın gerillalarındandı. Erkek egemenlikli sistemsel gerçekliği çözümledikçe, tarihsel bilinç edindikçe kadınca yaşamın en kutsal mekanlarının dağlar olduğuna ve dağları kadınının yaşam bulduğu, kendisini yeniden yarattığı ve özgür kılabildiği tek mekanlar olduğuna inandı. Bundan işte dağın anlamı kadar büyük ve anlamlı bir kadın olmak için dağ dağ yürüdü. Dağların sırrına erişmek, dağın anlamıyla iç içe geçmek için bir serüvenci gibi yol aldı. Arayışları onu son yolculuğu olan Botan’a kadar götürdü ve eşsiz güzellikteki Gabar dağının ve onu tanıyan yoldaşlarının hiçbir zaman unutamayacağı biçimde kalbine düştü.
Rojinda! Dağların en güzel kadını, baktığım her yerdesin. Her dağ güzelliğinden bir parça gibi ve düştüğün yerden bize doğru esen rüzgarlar hep kokunu taşıyor. İçimize çekiyoruz kokunu ve senmişsin gibi dağlara daha da sıkı sıkı sarılıyoruz. Çünkü dağlar kavgamızın kalesi, onurumuz ve kadınca, özgürce yaşadığımız tek mekan… Ve her şeyden öte yoldaşlarımızı ellerimizle gömdüğümüz mekanlar… Hep benimle, tüm yoldaşlarınla birliktesin. Anılarından kopmamak ve hayallerine sahip çıkmak için sen varmışsın gibi seninle omuz omuza kavgamıza devam edeceğiz.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 13 Temmuz günü saat 13.45 sularında Siirt’in Eruh ilçesine bağlı Tûrik köyü etrafında operasyona çıkan TC ordusu ile gerillalarımız arasında bir çatışma yaşanmıştır. Yaşanan çatışma sonucunda 1 asker gerillalarımız tarafından öldürülmüştür
- Ayrıntılar
14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi tanıklarından Cevher Kandal; Mazlum Doğan, Kemal Pir, Ali Çiçek, M.Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve 'Dörtler' gibi birçok kişiliğin Kürt Özgürlük Mücadelesi'nin bugünlere gelmesinde temel taş olduğuna dikkat çekiyor.
1980 yılında Diyarbakır Cezaevi'nde birçok direnişe ve ölüme tanıklık eden 71 yaşındaki Cevher Kandal, 1982 yılında Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananları ve 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi'ni anlattı.
Hilvan'ın Kırbaşlı Köyü'nde Millet Partisi Urfa Milletvekili ve Bucak aşireti lideri M. Celal Bucak'a yönelik 30 Haziran 1979 yılında gerçekleştirilen bir eylemde yaşamını kaybeden PKK'nin ilk şehitlerinden Salih Kandal'ın amcası Cevher Kandal, Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananların ve 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi'nin tanıklarından biri. PKK'nin çalışmalarına sempati duyduğu için Urfa bölgesinde PKK'nin yaptığı bazı toplantılara katılan Cevher Kandal (71), 1980 yılında yeğeni ile birlikte Diyarbakır Cezaevi'ne konuldu. Diyarbakır Cezaevi'nde 3 yıl kalan ve 21 Mart 1982 yılında bulunduğu koğuşta 3 kibrit çöpü yakarak gerçekleştirdiği eylemde yaşamını yitiren Mazlum Doğan, 14 Temmuz 1982 yılında Büyük Ölüm Orucu Direnişi'ni gerçekleştiren M. Hayri Durmuş, Kemal Pir, Ali Çiçek ve Akif Yılmaz'la mahkemelerde gidip gelirken karşılaşan Kandal, sorumlu olan M. Hayri Durmuş'un fırsat bulduğu her an kendileri ile konuştuğunu söyledi.
'Allah yok peygamber de izinde'
Cezaevi şartlarının dayanılmaz olduğunu kaydeden Kandal, Cezaevi Müdürü Esat Oktay'ın köpeği "Co"nun tutukluların üzerine saldırtıldığını ve köpeğin yaptığı hiçbir şeye karşı çıkamadıklarını belirtti. Birçok işkenceye maruz kaldıklarını söyleyen Kandal, "Ne ekmeğimiz ne de suyumuz vardı. Üzerimize pislik dökerlerdi. Oranın Komutanı Esat Oktay şöyle diyordu: 'Allah yoktur peygamber de izinde!' Oktay, gözlerimizin önünde su içiyordu. Birden hücrelere girip bizi uyandırıyorlardı. İnsanlara pislik yediriyorlardı. Onurumuzu ayaklar altına almak için bizi soyuyorlardı. Mardinli bir arkadaş vardı, onlara 'En büyük namussuz sizsiniz. Siz bizi çıplak bir şekilde gördünüz ne kazandınız?' diye sordu" şeklinde konuştu.
'Durmuş yol gösterirdi'
Büyük Ölüm Orucu Direnişi'ni gerçekleştiren "önderler" ile birlikte katıldığı mahkemelerin etkisinde kalan Kandal, "Hayri Durmuş mahkemede 1.5 saat konuştuktan sonra 'ölüm orucuna giriyoruz' dedi. Ardından Ali Çiçek de mahkeme heyetine 'Ben de açlık grevine giriyorum' dedi. Mahkeme heyeti Ali Çiçek'e onu sevdiklerini yaptıklarından geri dönmesini ve buna benzer birçok şey söyledi. Ali Çiçek kabul etmedi. Hakime karşı başı dik bir şekilde korkusuzca yaptıklarını söylüyordu ve düşüncelerini savunuyordu. M. Hayri Durmuş her zaman bize mücadeleyi anlatırdı. Bize yol gösterirdi. Yol ve bizi kurtaracak kişileri bize o gösterir ve 'birçok yol var' derdi" dedi.
Kandal, M. Hayri Durmuş ile hakim arasında duruşma salonunda geçen diyaloglara tanık olduğunu ifade ederek şöyle konuştu: "Hakim Hayri Durmuş'a şöyle diyordu: 'Ben size yardım ederim. Sizin bu yaptıklarınız köylerdeki kavgalara benziyor. Biri birini döverken '15 kişi dövdü' diyorlar. Ben nasıl 15 kişiyi suçlarım'. Hayri Durmuş da bir buçuk saat konuştu ve şöyle dedi: 'Şimdi siz beni bıraksanız da ben gitmem. Ben ne hakim, ne binbaşı ne yüzbaşı ne de sizin sözlerinizi tanırım. İşte arkadaşlarım da benim yanımda. Bunları bize söylemenizi, hiç tavsiye etmiyorum.' Sonra Ali Çiçek kalktı ve Hayri Durmuş'un sözlerine katıldığını söyledi. Kemal Pir de kalkıp aynı şeyleri de söyledi. Sonra Akif Yılmaz da kalktı ve o da onlara katıldığını söyledi."
'Durmuş'un konuşması ağlattı'
M. Hayri Durmuş'un yaptığı konuşmada "Bizim neyi niçin yaptığımızı, siz bizden daha iyi biliyor ve anlıyorsunuz" sözlerinden sonra duruşmaya katılan 12 avukatın ağladığını söyleyen Kandal, mahkemede katiplik yapan kadının da ağladığını ve daktilosunu düşürdüğünü ifade etti.
Mahkemeye giderken kendi yaşadıklarını da dile getiren Kandal, "Bizi mahkemeye götürürken ben önden yürüdüm. Benim için 'Bu Salih Kandal'ın amcasıdır' dediler. Yedinci Kolordu Komutanı Kemal Yamak oradaydı. Ben oradan geçerken 'O yaşlı adam buraya gelsin' dedi. 'Dede sen nasıl buraya geldin?' diye sordu. Ben de dedim ki; 'Ben bilmiyorum Salih benim yeğenimdir. Komünisttir. Bu işlere karışmış, adam öldürülmüş benim üzerime atıp buraya getirdiler.' Yanımızda bir üstteğmen vardı, o da 'Doğru söylüyor komutanım' dedi. Üsteğmen komutanına 'Salih Kandal'ı tanıyor musun?' diye sordu. O da tanımadığını söyledi. Bunun üzerine Yüzbaşı komutanına 'Onun adını duymuşsundur. Bu çevrelerin hepsi onun elindeydi. öğretmendir. Kemal Pir'in arkadaşıdır' dedi. Bunun üzerine benim için dedi ki: Bunu bırakın gitsin."
'Mazlum kendini halkı için feda etti'
Yaşanan tüm işkence ve şiddete karşı 1982 yılında Mazlum Doğan, M. Hayri Durmuş, Kemal Pir, Ali Çiçek, Akif Yılmaz ve 'Dörtler'in eylemlerine başladıklarını bildiren Kandal, 1982 yılının Newrozunda Mazlum Doğan'ın ilk eylemi gerçekleştirdiğini ve Mazlum Doğan'ın ölümü üzerine M. Hayri Durmuş'un kendilerine konu hakkında bilgi verdiğini ifade etti. Kandal, Mazlum Doğan'ın gerçekleştirdiği eylem üzerine M.Hayri Durmuş'un söylediklerini şöyle anlattı:
"Hayri Durmuş bize, 'Mazlum Doğan kendini halkı için feda etmiştir. Mazlum Doğan bir yazı yazıp bugünün Newroz günü olduğunu ve kendisini halka feda etmek için bu eylemi yaptığını söylemiş' dedi. Daha sonra Kemal Pir de Mazlum Doğan ile son yaptıkları konuşmayı anlattı. Kemal Pir, Mazlum Doğan'ın kendisine 'Şimdi gündüz mü gece mi?" diye sorduğunu söyledi. Kendisi ona gece olduğunu söylemiş ve Pir, Mazlum Doğan'a 'Neyin var, bir şey mi oldu?' diye sorduğunu söyledi. Mazlum Doğan da "Ben gece mi gündüz mü bilmiyorum" cevabını vermiş. Kemal Pir, Mazlum Doğan'ın bu sözlerinin ardından eylemini gerçekleştirdiğini anlatmıştı."
'Amed Cezaevi zulmün kalesiydi'
Kandal, Mazlum Doğan'ın eyleminin ardından aynı koğuşta kaldığı Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Necmi Öner ve Mahmut Zengin'in 125 kişinin kaldığı koğuşta kendilerini yaktıklarını anlattı. Amed Cezaevi için "zulmün kalesi" diyen Kandal, orayı görenlerin Türkiye'de yaşamaması gerektiğini ve Salih Kandal, Mazlum Doğan, Kemal Pir, Ali Çiçek, M.Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve'Dörtler' gibi birçok şehidin yaşamlarını bu mücadele uğruna feda ettiğini söyledi. Bugün yapılanların ve gelinen aşamada Özgürlük Mücadelesi şehitlerinin büyük katkısı olduğuna dikkat çeken Kandal, " Kemal Pir bizden bu mücadeleyi her yerde herkese anlatmamızı isterdi. Biz o zaman kimseye Kürt olduğumuzu bile söyleyemiyorduk. Şimdi rahatlıkla söylenebiliyor" dedi.
- Ayrıntılar
Geçen haftaki yazımızda özellikle tarih bilinci üzerinde durmuş ve Alevilerin tarih bilincinin çarpıtılmasına yönelik yapılan ve sonuç alıcı da olan bazı hususları belirtmiştik. Bu ve bundan sonraki yazımızda bu bilinç çarpıtmasının hangi yollarla yapıldığını, Alevî sorunu denilen olgunun ne olduğunu ve pratikte yapılması gerekenlerin ne olabileceğini dile getirme çabasında olacağız. Konuyu hatırlatmak amacıyla geçen yazımızdan bir alıntıyı buraya alıp, bunun üzerinden konuya devem etmek istiyoruz.
“Alevilik Kürt ve Türkmen halkı içinde günümüze kadar taşınmış bir yaşam biçimi, düşünce ve eylem birlikteliği, bir tarihsel var oluş gerçekliği, insanın kendi toplumsallığıyla birlikte yaşamada ısrarın, direnişin, direngenliğin, özgürlük ve var olma bilincinin kimliği, kendisidir. Bu yönüyle bakıldığında Alevilik sadece bir inanç değil, insanlık özünün bir coğrafyada ve farklı etnik yapılarda vücut bulmasıdır. Toplumu toplum yapan temel ahlaki ve politik değerlerin, zihniyetin bileşkesi, bunun tarihsel akışı, bu akış içinde iyi, güzel, doğru olanı bağrına alan ve bunu zamanda farklı biçimlerle an’a kadar taşıyan insanlığın ta kendisidir. Mezopotamya ve Anadolu halklarının her türlü baskıya, sömürüye, zulme, haksızlığa, yani devlet ve devletli olan her şeye karşı bir başkaldırı, alternatif sistem olma duruşu, bunun toplum içindeki örgütlenmesi olmaktadır.”
Evet, bu alıntıda dile getirildiği gibi, her şeyden önce, Aleviliğin bir kimlik olduğu, tarihi arka planının bulunduğu, bir felsefe ve ideoloji (yaşam biçimi) olduğu açıktır. Bu nedenle günümüzde Alevilerin sorunlarını tartışırken, ya da Aleviler kendi sorunlarını tartışıp ortaya koyarken, her zaman var olan düzene karşı mücadele eden bir geleneğin sahibi olduklarını, bu egemen düzene asla baş eğmediklerini, bunun içine çekilmek istenildiğinde nasıl karşı koyduklarını, bu karşı koyuş nedeniyle egemen sistem, yani devlet tarafından nasıl katliamlara uğradıklarını unutmadan bu sorunlara çözüm bulmaları en doğrusu olmaktadır.
Hem Osmanlı döneminde, hem de Türkiye Cumhuriyeti döneminde Türk ve Kürt Alevilerin katliamlardan geçirildiğini bilmekteyiz. Katliamdan geçirilmek, o toplumun veya topluluğun bir tehdit unsuru olarak görüldüğü, onun varlığına dahi tahammül edilemediği, egemen olanın bundan büyük bir korku duyduğunu gösterir. Demek ki bu toplumun hem düşünce sistemi, hem inanç yapısı, hem yaşam biçimi egemen sistem tarafından tehlikeli görülüyor. Bu husus çok önemlidir.
Neden? Çünkü var olan devletçi sistem kendisini mutlak görme gibi bir saplantı içinde hareket etmektedir. En doğru düşüncelere kendisinin sahip olduğunu söyler, en iyi yaşam sisteminin kendisinin oluşturduğu sistem olduğunu iddia eder, en iyi yönetim biçiminin ona ait olduğunu, kısacası toplumsal yaşama dair ne varsa kendi sistemi ve örgütlülüğü tarafından sağlandığı iddia ve saplantısı içinde bulunur. Ve devlet olmaktan, yani zor ve baskı tekeli olmaktan kaynaklı olarak kendisini toplum üzerinde zorla, baskı araçlarıyla hakim kılar ya da kılmaya çalışır. Bu nedenledir ki, eğer Aleviler devlete büyük bir korku veriyorsa, demek ki bu topluluğun temsil ettiği düşünce, yaşam sistemi, dünya görüşü ondan daha ilerde, daha doğru bir öz taşımaktadır.
Alevî felsefesinin ve yaşam biçiminin en büyük özelliği: Devletsiz olmayı düşünmeye cesaret etmesi ve devletsiz bir yaşam örgütleyebilmesidir. Elbette bunun da altında yatan gerçeklik, devletsiz toplum döneminin temel değerlerini kendi bağrında bulundurması ve bu değerleri günümüze kadar taşımış olmasıdır.
Günümüzde Alevilerin bu gerçekliği her zaman göz önünde tutmaları, akıllarından hiç çıkarmamaları ve bu gerçeklikten güç alarak örgütlenmelerini geliştirmeli, toplumsal ve siyasal alana müdahale etmelidirler. Diğer yandan ise, günümüzde gelişen ve kendi düşünce yapılarıyla paralellik arzeden, kendi düşünce sistemlerine daha fazla katkı yapacak ve günümüzde kendilerine yol gösterecek olan görüşlere de kendilerini açık tutmaları gerekmektedir. Bu hususta bunları belirtmekle birlikte, daha pratik hususlara da değinme ihtiyacı hissetmekteyiz.
Hiç kuşkusuz ki, Aleviler kendi tarihlerini, kültürlerini hem bilmeli, hem de onları gelecek kuşaklara aktarmalıdır. Bu onların hem en doğal hakkıdır ve hem de görevleridir. Bunu yapmazlarsa, günümüz kapitalist modernite sistemi içinde asimile olmaya ve bir yok oluşa doğru gideceklerdir. Dolayısıyla hem eğitim gördükleri, hem de inançlarına uygun ibadetlerini yerine getirdikleri, kültürlerini yaşattıkları örgütlenme ve kurumlara kavuşmaları gerekmektedir. Bu yönlü her türlü girişim ve çabaları kutsaldır, doğru olandır. Bu nedenle bir halkın veya topluluğun en doğal haklarını kullanması gibi, Aleviler de farklı bir inanç ve kültüre sahip olmaktan kaynaklanan her türlü haklarını kullanmaları gerekir. Bunun önünde engel oluşturan her tür girişim bir hak gaspıdır ve buna karşı mücadele etmek de en demokratik ve meşru bir haktır. Aksine, eğer bu hakları için mücadele etmezlerse, işte o zaman kendilerine karşı yapılacak olan her türlü olumsuz girişime kapı açmış, onay vermiş olacaklardır.
İkinci husus, Türk devletinin kimliği Türk-İslamcı(Sünni İslam) bir kimliktir. Dolayısıyla Alevilerin kendi ihtiyaçlarını, ya da taleplerini karşılamak amacıyla devletten medet ummaları kadar abes, yanlış bir davranış olamaz. Türklük, milliyetçilik temelinde bir Türklük olduğu için, faşizan karakterlidir ve farklılıklara tahammülü yoktur. İslamcı yani Sünni İslam olduğundan, Alevileri zaten düşman gören, sapkın bir düşünce olarak tarif edip, bu inançta olan insanların katledilmesi için fetvalar çıkaran bir karaktere sahiptir. Dolayısıyla günümüzde Alevilerin devlete yaklaşması, devletten kendi sorunlarına duyarlı olması ve çözüm bulmasını istemek boşa kürek çekmek anlamına gelmektedir.
Üçüncü husus, Türkiye'de ciddi bir demokratikleşme sorununun olduğu, demokratikleşmenin önünde ciddi engellerin var olduğu hususudur. Türkiye cumhuriyeti devleti demokratikleşmeden hiçbir toplumsal, etnik, inançsal, kültürel sorunun ciddi anlamda çözüme kavuşmayacağı gerçeğinin bilinmesi gerekmektedir. Türkiye cumhuriyeti devleti bir sistem krizi yaşamaktadır. Kriz bütünseldir, dolayısıyla çözümü de bütünsel olmak zorundadır. O nedenle Alevilerin sorunlarının çözülmesi ancak Türkiye'nin bir bütün demokratikleşmesiyle çözülebileceği gerçeğinin Alevî toplumlu ve onun örgütleri tarafından görülmesi gerekmektedir. Dolayısıyla Türkiye'de yürütülen demokrasi mücadelesine, günümüzde Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku olarak gelişen demokrasi gücüne katılmayan, bunun yanında yer almayan hiçbir etnik ya da inanç topluluğunun, çeşitli toplumsal kesimlerin sorunlarını gerçekçi temelde çözemeyecekleri iyi görülmelidir.
Bu konuda şöyle bir görüş ileri sürülüyor: “Alevî örgütlerinin kendi içinde birlik olmaları gerekir, ama bu örgütlerin Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’na katılmaları ya da buna destek vermeleri zordur; çünkü çeşitli Alevî örgütleri bu konuda farklı yaklaşım içindeler, ya da değişik siyasi oluşumlara daha yakın durmaktadırlar.” Şimdi böylesi bir görüşü savunmak ve bunun da Alevî toplumunun temsilcisi olduklarını söyleyen kişilerce dile getirilmesi tabi ki anlaşılması zor bir yaklaşımdır. Bu görüşün altında devlete yaklaşma, çözümü devlette bulma arayışının yattığını görmek zor olmamaktadır.
Elbette Aleviler çeşitli siyasi örgütlenmelerde yer alabilirler, buna ilgi de duyabilirler. Ama devletin parçası olan ve insanları devlete bağlayan siyasi oluşumların peşine takılmaları asla kabul edilemezdir. Bunu yapmak geçmişini unutmak olur. Zaten devletin kurduğu CHP gibi bir parti de günümüzde Alevileri devlete bağlama görevini sürdüren bir parti konumundadır. Fakat biz Türk ve Kürt Alevilerin şunu sorgulamalarını isteriz: 1920’de Koçgîrî’de başlayan, 1937-38 Dersîm Katliamıyla süren, 1970’lerde Maraş, Malatya, Sivas, Tokat, Çorum’da, en son da Gazi Mahallesi’nde yapılan Alevî katliamlarında kendisine sosyal demokrat diyen, günümüzde temsilini CHP’de bulan bu siyasetin ne kadar rolü, parmağı ve suçu vardır?
Eğer bu durum sorgulanırsa CHP’nin bir devlet partisi olduğu, (bünyesinde gerçekten dürüst ve inanarak yer alan Aleviler olsa da), aslında Alevîleri devlete bağlamaya, Alevîlerin sorunlarını çözmek değil de onları oyalamayı, sömürmeyi ifade eden bir yaklaşım içinde olduğu görülecektir. Dolayısıyla Alevîlerin emekten, özgürlükten, demokrasiden yana olan, bunun mücadelesini verenlerin yanında saf tutması kendi geçmişlerine uygun olandır, doğru olandır.
Unutmayalım ki, 1970’lerde Alevîlere yönelik yapılan katliamların, yine 1993’te Sivas katliamının en temel nedeni; devletin Alevîleri başta Kürt Özgürlük Hareketi olmak üzere, devrimci-demokrat, ilerici akım ve örgütlere doğal sempati duyan, onlara zemin ve güç kaynağı olan, güç veren bir konumda görmeleri ve bunu ortadan kaldırmak için böyle bir yönelime girmiş olmaları gerçeğidir. Ama işin ilginç ve tezat olan yanı, devlet Alevîleri böyle görüp, buna göre karşı tedbirler geliştirirken, Alevîler neredeyse bu gerçekliklerini unutmak istercesine farklı arayışlara girmekte veya buraya yönlendirilmek istenmektedirler. Bu da üzerinde yoğunlaşılması gereken bir husus olmaktadır.
Dördüncü husus, Alevî örgütlerinin pasif bir konumda kalma, suskunlaşma, mağduriyet edebiyatına sarılarak hak arama durumunu bırakmaları gerekmektedir. Bugün AKP hükümeti, 12 Eylül faşist askeri rejimi dönemlerini katbekat aşan uygulamalar yapmaktadır. Hem Kürt Özgürlük Hareketi’ne yönelik imha ve tasfiye saldırılarını her alanda sürdürmekte, hem de Türkiye demokrasi güçlerine yönelik bir baskı, sindirme harekâtı yürütmektedir. Dolayısıyla buna karşı direnmek en temel görevdir. Ne şekilde olursa olsun buna karşı durmak, mücadele etmek, bu yönde güçbirliği yapmak gerekmektedir. Çünkü AKP hem kendi hegemonyasını oluşturmakta ve hem de faşizmi Türkiye'de kurumsallaştırmaktadır.
Fakat bu gerçeklik ortadayken, Alevî örgütlerinin buna yönelik tutumu hiç içaçıcı değil. Elbette tüm Alevî örgütlerin durumu böyledir, ya da bu genel bir durumdur demek istemiyoruz, fakat somut bazı veriler bu konuda değerlendirme yapmayı gerektiriyor. Böyle bir değerlendirmeye neden olan olayı şöyle açıklarsak belki daha iyi anlaşılacaktır. 2 Temmuz Sivas katliamını protesto etmek için bu yıl yapılan yürüyüşte polis göstericileri Madımak Oteline yaklaştırmadı ve göstericilere saldırdı. Bu esnada bir örgüt temsilcisi polise yönelik şöyle bir çağrıda bulundu: “Güvenlik güçleri yapmayın, bize saldırmayın, biz 18 yıldır bir karıncayı bile incitmedik.” Öncelikle bu temsilcinin yaşadığı derin acıyı anlıyor ve de paylaşıyoruz. Fakat biz karıncayı bile ezmedik, bize saldırmayın, bizi niye öldürüyorsunuz, merhamet edin gibi söylemler faşist bir devlet ve hükümet karşısında acaba ne kadar gerçekçi bir söylem ve taleptir. Bu söylemin altında yatan zihniyetin böylesi bir devlete karşı direnme gücü ne kadar olabilir?
Şimdi tarih bilinci derken, işte bu hususu anlatmak için belirtiyoruz. Peki, Aleviler karıncayı incitmezken, Kürdistan dağlarında binlerce gerilla öldürülmedi mi? Hem Kürdistan'da, hem de Türkiye'de binlerce insan faili meçhul cinayetlere kurban gitmedi mi? Aleviler karıncayı incitmezken, bugün AKP iktidara gelip faşizmi kurumsallaştırmadı mı? En ufak bir hak talebinde bulunan Kürtlere, emekçilere, işçilere vahşî bir şekilde polis saldırıları yürütülmedi mi? Demokrasi adına, özgürlük adına, eşitlik adına, insanca bir yaşam adına bin yıllardır direnen Alevî toplumunun, onun felsefesinin bu gerçekler karşısında bireyi direnişe zorunlu kıldığını, bunu esas aldığını bilmiyor mu? Pir Sultan Hızır Paşa’dan hiç merhamet diledi mi? Alîşêr, Seyît Rıza, Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya ve binlerce devrimci demokrat insan bu devletten merhamet bekledi mi? Günümüzde Kürdistan Özgürlük Hareketi ve onun gerillası, Kürt halkı, Türkiye'de devrimci demokratlar tüm baskılara, işkencelere rağmen merhamet diliyor mu? Eğer kimse zulmün karşısında sessiz kalmadıysa, zalimin karşısında elpençe durmadıysa, o zaman Alevîlerin günümüzde bu zulüm sistemine karşı her türlü yol ve yöntemle karşı durmaları, bunun için örgütlenmeleri kendi tarihlerine karşı sorumluluğun bir gereğidir. Dolayısıyla böylesi bir zihniyetin Alevilere kazandırıcı olmayacağı, aksine kaybetmeye götüreceğinin görülmesi gerekmektedir.
Bu yazının son konusu olarak Alevîlere yönelik geliştirilen çeşitli özel savaş oyunlarını, bilinç çarpıtmasına yönelik girişimleri de gelecek sayımızda dile getireceğiz…
Edîp Koçgîrî
- Ayrıntılar